Giriş
1. Ahlâk Anlayışımız
Okuyucularımızla bir kısım konularda önceden mutabakata varmamız gerektiğini düşünüyorum. Zira bir kısım temel meselelerde anlaşamadığımız takdirde bu kitaptan istifade etmenin kolay olmayacağı kanaatindeyim. Evet ailede eğitimle ilgili konuları ele alırken, yurdumuzda-yuvamızda, köyümüzde-kentimizde, yığın yığın ahlâksızlığın yaşanmasından rahatsız olmayanlarla, ahlâk anlayışında mutabakat temin edilebilir mi?
Doğrusu, her şeye rağmen biz hâlimizden memnun ve çevremizdeki mesâvî de bizi müteessir etmiyorsa artık ne söylenebilir ki? Evlatlarımızın, torunlarımızın, yeğenlerimizin ya da kendilerine dayı, amca, yakın komşu olduğumuz kimselerin ahlâk çöküntüsü karşısında kalbimizde bir ürperti hissetmiyorsak ahlâkî konuları müzakerenin bir faydası düşünülebilir mi?
Tarih boyunca hiçbir toplum ahlâksızlıkla pâyidar olmamıştır. Bunun istisnasının var olup olmadığını bilemeyeceğim ama, uzun zaman tarih tarafından dışlanmadan ayakta kalabilmiş milletlerin ahlâkî değerlere saygılı olduklarında şüphe yoktur.
2. Milletlerin Yıkılış Sebepleri
Geçmiş medeniyetlere bir göz atıldığında, hemen hepsinin çöküşü, İrem barajına musallat olan fare gibi, ahlâkî bir kemiriciye bağlanabilir. Ahlâksızlıkla sessiz sessiz toplum değerlerinin altı oyulurken bazen hiçbir şey hissedilmeyebilir. Hissedilince de iş işten geçmiş olur; tıpkı çok duyarlı olduğumuz noktalara metastaz yapacağı ana kadar kanseri fark edemediğimiz gibi.. öyle ki çok defa onu fark ettiğimiz an, ötelere yolculuk da başlamış olur.
Ferdî bünyede kanser ne ise, milletlerin hayatında da ahlâksızlık aynı şeydir. Başta devleti idare edenler, sonra da aile reisleri, maarifçiler ve topyekün millet böyle bir ahlâkî çözülüşe karşı gafilse, topyekün millet gümbür gümbür yıkılır gider de, bunları ihtimal millî kıyametin tarrakaları bile uyarmaz. Kim bilir belki de bazıları, hayat buymuş diye, enkaz içinde barınan varlıklar gibi onu da tabiî kabul ederler.
Evet, tarih boyu, yıkılışların temelindeki sebeplere inildiğinde genel olarak şunlar görülür: Gençlerin bohemleşmesi ve bu serâzâd ruhlarda behîmî hislerin yaşanma arzusu ve şehevânî duygulara inhimak.. toplumun dünyayı esas maksat yapıp, ahireti unutması, Allah’tan uzaklaşıp Kur’ân’a sırt çevirmesi.. yüreklerden mehâfet ve mehâbet hissinin silinip her şeyin cismaniyete incirar ettirilmesi…
Osmanlı’ya kadar pek çok devletin yıkılışında bu unsurların hemen hepsi söz konusudur. Mânevî boşlukların hâsıl ettiği buhranların üzerine onları iyice azdıracak dünyeviliklerle gidilmiştir; gidilmiş ve bir fasit daire içine girilmiştir. Oysaki, dert; milletin mâneviyatını kaybetmesi, Kur’ân ve İslâm esaslarından uzaklaşması ve Allah’ı unutmasından kaynaklanıyordu. Derd-i derûnuna derman arayanlara dert kaynağından derman sunuluyordu. Oysaki, insanın bir yanını madde-dünya teşkil ediyorsa, diğer tarafını ve hatta özünü mânâ-ukbâ teşkil etmekteydi. İnhiraf noktası açıktı; her şey maddeye inhimak ve mânâyı ihmalden kaynaklanıyordu. Böyle bir eksiği yine maddeyle kapamak imkânsızdı. Aslında ikisi birlikte ve kendi buudlarına göre ele alındığı, yani Allah’ın hukuku Allah’ın azametine göre yerine getirildiği, Kur’ân’ın hakkı o ölçekte kabul edildiği; dünyaya dünyanın çapına göre, ukbâya da ukbâ kadar değer ve ehemmiyet verildiği takdirde her şey dengelenecekti.
Kur’ân-ı Kerim: “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma.”1 buyurmaktadır. Evet, Allah’ın lütfettiği sıhhat, zindelik, servet ve dimağ değerlendirilerek ahirete hazırlanmalı, ancak dünyadan da nasip unutulmamalıdır! Kur’ân’ın ölçüsü budur. Dünya-ukbâ muvazenesi bu prensibe göre düzenlenebilseydi belki bu denli payimal ve böylesine perişan olmayacaktık. İşte bu sebeple kendine bakan yönüyle dünyevî unsurların, ferdi, Allah’ı anmaktan alıkoyduğu günümüzde, ailede terbiye konusunu işlerken, öncelikle, ahlâkî prensiplerde mutabakata varılabilecek hususların tespitinde zaruret var.
Her milletin, bir yükselişi bir de tedennîsi olmuştur. O millet yüceltici prensiplerle yükselmiş, düşüren sâiklerle de devrilmiştir. Çünkü kâinattaki kanunlar şartlı bir cebrîlik içinde cereyan eder. Allah, kâinatın bir parçası olan tabiatı da zahiren bu cebrî kanunlara tâbi yaratmıştır. Bu sebeple de tabiatta ve âyât-ı tekviniyedeki kanunlara riayet etmek gerekmektedir. Şayet onların müsamahasına güvenerek bir kısım vazifelerinizde kusur ederseniz, onlar tarafından elimine edilir ve yok olursunuz. Onlarda affedicilik yoktur. Allah sizi affeder; ama “âyât-ı tekviniye”, diğer bir tabirle “şeriat-ı fıtriye”deki kanunlar hiçbir zaman affedici değildirler. Bu kanunlar açısından yöntem doğru tayin edildiği takdirde, Allah sizi “a’lâ-yı illiyyîn”e çıkarır; ancak sebeplere riayette kusur edilirse (özel bir muamele söz konusu olmadığı takdirde) bu sefer de esfel-i sâfiline düşürür.
Baştaki probleme yeniden dönecek olursak, şu sorulara cevap bulmak icap edecek: Ahlâkın bozulmasında ciddî âmillerin ve bazı objektif sebeplerin bulunduğuna kânî misiniz? Hakikaten bir ahlâk buhranı bulunduğuna inanıyor musunuz? Hâlihazırdaki şu keşmekeş ve hercümerç yaşantı bir ahlâksızlık mıdır; yoksa normal bir durumun tezahürü müdür?
3. Başka Milletleri Taklit
Ahlâkî çözülme sebebiyle yıkılan milletlerin durumu ile alâkalı Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetini uyararak şöyle buyurmuştur: “Sizden evvelkilerin yolunu adım adım, karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz.”2 buyururlar.
Ahlâkta çöküntü yaşayan toplumların yıkılışlarında, dünyaya aldanma, beden-ruh dengesini kuramama ve kendini ayarlayamama gibi plansızlıklar söz konusudur. Maalesef bu arıza, ta tarihin derinliklerinde başlamış, çağlar boyu nesilden nesile intikal etmiş; daha sonra bütün bu mesâvîyi batı tevârüs etmiş ve biraz medeniyet fantezileriyle süsleyerek kendi mukallitlerine intikal ettirmiştir. Bu açıdan, yukarıdaki hadis-i şerif, oldukça mu’cizbeyan sayılır. Evet, vahy-i gayr-i metluv olarak Allah Resûlü’ne ilham edilmiş, o da bunun kelime kalıplarını belirlemiştir.
Burada, ayrı bir noktaya daha temas etmeden geçemeyeceğim: Bazı ülkelere ve bu ülkelerin insanlarına baktığımızda, maddî imkânlar noktasında bunları mesut-müreffeh görür ve bütün problemlerini aştıklarını sanırız. Hâlbuki batılı insan her zaman huzursuzdur ve saadet aramaktadır; ama bir türlü bulamamaktadır. Bir kere, batıda intihar oranı başka yerlere nispeten oldukça yüksektir. Erkek ya da kadın olsun, insanları intihar eden bir milletin mesut olması düşünülemez.
Rabat’ta “Ailenin Tanzimi” adı altında İslâm’da aile mevzuuyla alâkalı bir konferansta Amerika’daki boşanma oranının % 40 olduğu belirtiliyordu. Bugün bu rakamlar daha da artmış olabilir. Dünyada, dejenere olmuş milletler içinde en dengeli görünen Amerika’dır. Belli konularda duyarlı olduğu için batının erâcifine tam girmemiş sayılabilir. Bununla beraber, orada da durum bu merkezdedir.
4. Mükerrem Varlık
Her şey insanlığın saadetine matuf olmalıdır. İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesi ve O’nun matmah-ı nazarıdır. Allah, kâinatı insana göre düzenlemiştir. Bu itibarla da medeniyetler insan için olmalı ve her medeniyette insanın mutluluğu hedef alınmalıdır. Bir kere o en muazzez varlıktır. Kur’ân-ı Kerim: “Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; onlara güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.”3 buyurur. Kur’ân’a ait bu gerçeği Şeyh Gâlib bir dizesiyle şöyle vurgular:
“Hoşça bak zatına kim, zübde-i âlemsin sen
Evet, Allah nazarında insan, mükerrem bir varlıktır. Yeryüzündeki bütün medeniyetler, bütün siyasî, iktisadî, kültürel sistemler onun değerini kabul hamlelerinden başka bir şey değildir. Bu açıdan insanın mutluluğu hedef alınmadan kurulan sistemlerin hiçbir kıymeti yoktur ve insanlık adına hiçbir şey vaadetmeyecektir.
5. Batıda Kilise Hâkimiyeti ve Ruhbanlık
Bu konuda İslâm ile batı dünyası arasında mühim bir fark söz konusudur. Batıda ilmin galebesiyle Hristiyanlığın ve ruhbanlığın sultası yıkılmıştır. İslâm âleminde ise batının aksine, ilmin ilerlemesiyle dine yöneliş daha da artmıştır.
Rönesans ve Reform öncesi Avrupa’da, kilise hâkimiyeti altındaki fertlere ağır vergiler uygulanıyor.. kilisenin devamlı değişen kanunları karşısında herkes tedirgin, herkes huzursuz ve yarınlarından endişeliydi.
Ruhânî liderlerde ciddî bir ilim düşmanlığı vardı ve ilmî buluşlara hiç mi hiç müsamaha göstermiyorlardı. Hemen bütün ilmî buluşlar, keşifler mahiyetlerine bakılmadan tereddütsüz reddediliyordu. Değişik keşif ve tespitlerinden ötürü engizisyonlarda çok ağır cezalara çarptırılanların sayısı hiç de az değildi.
İnsanlar, bu baskıcı anlayışa karşı hiçbir şey söyleyemiyorlardı. Az bir aristokratın dışında hemen herkesin, hususiyle fakirlerin ezilmesi, kadın hakları diye bir şeyden söz edilememesi, hatta değişik iş yerlerinde kadının yarım insan sayılarak yarım ücretle çalıştırılması neticesinde, hemen her sınıfta dine karşı bir küskünlük hâsıl olmuştu.
İşte bu umumi antipatiden ötürü değişik yerlerdeki Reform hareketleriyle kiliseye ait her şey gümbür gümbür yıkılmış, kilise bu sarsıntıyla yıkılırken, ahlâkî değerler de yerle bir edilmişti.
6. İslâm’da Din-Devlet İlişkisi
İslâm dünyasında hiçbir ilim adamı küstürülmemişti. Dinin hiçbir zaman ne devlet ne de millet üzerinde baskısı söz konusuydu. Her zaman kuvvet hakkın emrinde, umera da halkın hizmetindeydi. Hak adına söylenen bir söz karşısında hükümdarlar dahi dize gelebiliyor ve hakkı kabule teşne olduklarını gösteriyorlardı.
Fatih hazretleri ile Hızır Çelebi arasındaki muhakeme bu konudaki örneklerden sadece bir tanesi…
Hz. Ömer, Hz. Ali gibi raşit halifeler (radıyallâhu anhüm), bir Yahudi ile hâkim huzurunda murafaa olabiliyorlardı. Kuvvetin hakta görülmesi sayesinde bu dünyada hiçbir zaman batıda olduğu ölçüde ceberut söz konusu olmamıştı. Bundan dolayı da dinden kimse küskün değildi. Başkalarının ütopyalarda aradığı bir hayat bu dünyada bir realite durumundaydı…
7. Ahlâkî Prensipler
Neyi iyi, neyi kötü görüyoruz? Çocuklarımızın nasıl yetiştirilmesini düşünüyoruz? Bu konuda gerçekleştirmeyi tasarladığımız bir plan ve proje var mı?
Oğlumuzun nasıl yetişmesini düşünüyoruz? “Ben çocuğumu şöyle görmek istiyorum.” deyip sonra da bunu tahakkuk ettirmek için ne yapıyoruz? Gece geç vakitlere kadar şurada burada vakit geçirmesine nasıl bakıyoruz? Ve hangi saatte eve gelirse gelsin kapımızı açacak ve sinemize basacak mıyız?
Neyi, nereye kadar kabul ediyor; neye ahlâk diyor, neye ahlâkın dışı diyebiliyoruz? Nelere iyi, nelere kötü nazarıyla bakabiliyoruz?
Çocuklarımıza nereye kadar müsaade edeceğiz? Kılık ve kıyafetlerine karışma mevzuunda bir prensibimiz olacak mı?
Olanlardan hoşnut değilsek şu ana kadar neler düşündük? Başvurduğumuz bir çare oldu mu? Çare arama yolunda ne kadar kapı çaldık, kaç mütehassısa başvurduk, kaç damla gözyaşı döktük? Bu konu bizi bir yakınımızı, bir komşumuzu ya da milletimizi alâkadar edebilir; ancak bütün bu konularda gerçekten bir çözüm arayışı içerisinde olduk mu?
Bu mevzuda bir hesabımız, bir planımız yoksa, demek ki biz de Resûl-i Ekrem’in hadis-i şeriflerinde ifade buyurdukları gibi adım adım, karış karış, arşın arşın bizden evvelkilerin izine takılmış, onlara uymuş ve aynı gayyalara sürüklenmişiz demektir. Aslında bütün bunların temelinde Allah’ı, Resûl-i Ekrem’i ve Kur’ân’ın prensiplerini bir yana itip heva ve hevesimize kulluk etme vardır.
Bugün hemen hepimizin, az çok müşteki olduğu bir evladı vardır. Acaba onun bir kısım zikzakları karşısında ne düşünürüz? Sadece düşünebilmek bile çok mühimdir. Evet şöyle-böyle mutlaka düşünmemiz gerekiyor. Kendimize dönerek: “Hakikaten biz bu mevzuda ne yapabiliriz?” sorusu üzerinde durmamız gerekiyor. Tabiî kendimizi de; acaba biz müsamahalı, haşin, yoksa vurdum duymaz birisi miyiz? Evimizde olup bitenleri bir ölü hissizliği, sessizliği içinde seyretmekle mi yetiniyoruz, yoksa her gün evde bir çözüm arayışında mıyız?
Bu soruları daha da çoğaltabiliriz. Meselâ; bir kayyim gibi çocuğumuzun arkasına takılıp, onun arkadaşlık kurduğu kimseleri tanıma gayreti gösteriyor muyuz? Her zaman ona iyi bir vasat hazırlayabiliyor muyuz? Bugüne kadar onu ne tür arkadaşlarla tanıştırdık? Biz tanıştırmadıksa o kimlerle gezip tozuyor? Sadece okula kaydettirmek veya muallime teslim etmek ya da bir Kur’ân kursuna yerleştirmek yeterli midir? Hatta sadece camiyi göstermek, imamla tanıştırmak yeterli midir?
Bu iç içe soruların, bu sorulara cevap aramanın yanında, kendi hayatımızın düzeni, derinliği, içtenliği, kararlılığı ve bize ait albenisi de çok önemlidir.
8. Planlı ve Prensipli Yaşama
Daha baştan hayatımızı bir “prensipler” mecmuası olarak takdir ve tayin edebilme ve ona göre yaşayabilme çok önemlidir. Evet “Benim bu yılım şöyle, gelecek yılım böyle, daha sonraki yılım da şu şekilde planlanmıştır.” diyebilmeliyiz. Bunu diyebildiğimiz takdirde, hep tasarladığımız ve projelendirdiğimiz bir kısım malumlarla yüz yüze gelecek, rahatlıkla karar verecek ve kat’iyen şaşkınlığa düşmeyeceğizdir. Ama eğer geleceğiniz adına bir kısım karar ve prensipleriniz yoksa; yarından itibaren, şaşkınlık içinde bir kısım meçhullere sürüklenmeye hazır olmalısınız. Şöyle bir, bu yığın yığın meçhullerin birden üzerinize geldiğini düşünün; ihtimal ellerinizi dizlerinize vuracak ve eseflerle inleyeceksinizdir. Öyleyse bütün bunlar meydana gelmeden evvel mutlaka verilmiş bir kararınız olmalıdır.
Şimdi bütün bunların üzerine çıkarak bir buçuk milyar İslâm âleminin durumuna bakmalıyız. Babaların yandığı aynı ocakta ve alevleri göklere yükselen aynı ateş içinde, evladın, ahfadın da yandığını, biri yanarken öbürünün, olabildiğine bir umursamazlık içinde olduğunu görüyoruz. Aynı çamurun içine göz göre göre bir millet ya da milletler batarken, arkadan gelenler de tıpkı bir yığın gibi, hiç mi hiç sağına-soluna bakmadan yürüyüp aynı bataklığa batmakta, sefalete yürümekte ve hafızalarda sevimsiz bir hatıra olarak kalmakta.
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), o mu’cizbeyan ifadesi ile bizi ikaz sadedinde yukarıda da geçtiği gibi şöyle buyurur: “Sizden evvelkilerin yolunu adım adım, karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz.”4
Onun bu ifadesinden, “Vaziyet alın, dikkat edin, mayınlı tarlada yürür gibi yürüyün; her an bir infilakla yüz yüze geleceğiniz endişesiyle hep temkinli olun!” ikazını çıkarmak mümkündür.
Merhum Âkif’in, âlem-i İslâm’ın tasviri adına şu dokunaklı mısralarını kaydedip geçelim.
“Hayâ sıyrılmış inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde…
Sadece bir yerde değil, her yerde kargaşa ve izmihlâl ahlâkı. Öyle ki bundan tedirgin olanlar bile, onun radyoaktif tesiriyle hissizleşmiş, duygusuzlaşmış gibi olup bitenlerden âdeta habersiz…
9. Yüksek Ahlâk
Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Ben ancak, mekârim-i ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.”5 Üzerimizde Hakk’ın nâmütenahî nimetleri, bizim de inkişaf ettirme durumunda olduğumuz kabiliyetlerimiz var. Evet biz Mele-i A’lâ’nın sakinleri arasında yerimizi alabilecek şekilde kabiliyetlerle techiz edilmiş bulunuyoruz. O sonsuzdan gelen lütufların kadrini bilmek O’na karşı tazimin, bunca potansiyel imkânlarla donatılan şahsımıza karşı da saygılı olmanın gereğidir. İlâhî kitaplar bu mesajın sesi-soluğu, nebiler bu gerçeğin en doğru temsilcileri, o altın zincirin son halkası ise bu hakikatin en parlak burhanı ve ahlâk-ı âliyenin en müstesna sultanıdır.
Kur’ân-ı Kerim, Kalem sûresinde, “Her hâlde Sen, ahlâkın –Kur’ân buudlu, ulûhiyet eksenli olması itibarıyla– ihatası imkânsız, idraki nâkabil en yücesi üzeresin.”6 Şuarâ sûresinde de: “Bu, senden evvel gelen peygamberlerin ahlâkıdır.”7 buyrularak, O’nun bu derinliğine ve enginliğine işaret edilmiştir.
10. Dünya Hayatının Ziynetleri
Kur’ân-ı Kerim’de Kehf sûresi: “Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.”8 buyrularak, genel anlamda mal ve evladın dünya hayatının ziyneti, debdebesi, ihtişamı olduğu vurgulanır, hafife alınmaz konumu hatırlatılır. Evet bunlar, dünyanın dünyaya bakan yönleridir ve onun bu ciheti solan, pörsüyen, bozulan, rahatsız eden cihetidir.
Demek ki dünya malı bizzat iftihar edilecek bir şey değildir. Hadd-i zatında evlat da kendisi ile iftihar edilecek bir şey değildir. Ancak bunlar, ahirete, Allah’a müteveccih olunca kıymetler üstü kıymetlere ulaşır ve bâkiyât, sâlihât sırasına girerler. Sâlihâta dönüşünce de, burada bir tohum iken ahirette semalara ser çekmiş ağaçlar gibi salkım salkım meyveleriyle arz-ı endam ederler.
Arz etmeye çalıştığımız bu hususlar, Kur’ân-ı Kerim’in bizim için vaz’ettiği prensipler olarak en doğru yöntemi tayin eden hayatbahş hususlardır. Bunlar, sadece Kur’ân’ın eczahane-i kübrası ve Resûl-i Ekrem’in uğurlu, bereketli elleriyle ördüğü, temsil buyurduğu sistem içinde mevcuttur. Vahyin, Sünnetin ulvî sadasına kulak kesilip, onunla hayatbahş olmak ise tamamen bir nasip meselesidir.
11. Merhametli Olmak
Kur’ân-ı Kerim, –Hz. Eyyûb (aleyhisselâm) misalinde olduğu gibi9– insanların değişik problemler karşısında, Allah’ın rahîmiyetine sığınmaları gerektiğine işaret eder. Evet, O’nun rahmâniyet ve rahîmiyetine sığınmak; nefsimize, ailemize, sokağa saldığımız çocuklarımıza, yakınlarımıza karşı hem O’nun rahmetinden bir istimdat hem de aczimizi, zaafımızı ilân sadedinde O’nun, her şeyin hakkından gelebileceğini kabul ve itiraftır. Ayrıca merhamet aynı zamanda bir vesile-i merhamettir. Merhametli olunursa, Allah da merhamet eder. Bozulmalar, tefessüh etmeler karşısında duyarlı olunursa, O da bozulacak şeyleri korumaya alır.
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle ferman eder: “Yerde bulunanlara merhamet edin ki Mele-i A’lâ’nın sakinleri de –veya Allah– size merhamet etsin.”10
Esas ölüm ve felaket, trafik kazaları vs. meydana gelen felâketler, ölümler değildir. En büyük ölüm ve felâket, insanın özünü gaflete salması, duygusuzlaşması ve gönül dünyasında ölmesidir. Evet en büyük belâ, evin içindeki yangını bilememe, çocuğun çürüyüp gitmesi karşısında duygusuz ve hissiz olmaktır.
Anne-baba, evin içindeki mânevî yangından habersiz iseler, bundan daha büyük tâli’sizlik, bundan daha büyük gaflet, bundan daha büyük dalâlet olamaz. Böyleleri hâllerine ne kadar ağlasalar yeridir ama, ağlamak için de yine gönül gerek.
12. A’lâ-yı İlliyyîn-i İnsaniyet
Ahlâkî sukût, en korkunç bir musibettir. Bu sebeple, Kur’ân’ın ahlâk prensiplerinin, bugünün bunalmış insanlarına karşı en önemli bir şifa kaynağı olduğunu düşünüyoruz.
Kur’ân-ı Kerim: “Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına itiverdik.”11 buyurur.
Bu âyet-i kerimeyi şöyle anlamak da mümkündür: Biz insanı önce ahsen-i takvîme mazhar kıldık; sonra da onu esfel-i sâfilîne ittik. Yani onu nefsiyle sürekli mücadele edeceği, ara sıra düşse de çok defa iman ve amel-i salih cenahlarıyla uçup, a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete (insanlığın en yüce mertebesine) çıkacağı bir vaziyete dûçar ettik.
Bu âyet-i kerime bize kol kanat geriyor, kollarımızdan tutuyor, bizi a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çıkarıyor.. evet, düşmüşlükten, sukûttan, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan, acizlikten, beceriksizlikten a’lâ-yı illiyyîne çıkarıyor. Kur’ân’ın bu hususlarla alâkalı ışıktan mesajlarını önümüzdeki bölümlerde arz etmeye çalışacağız.
1 Kasas sûresi, 28/77.
2 Buhari, enbiyâ 50; i’tisam 14; Müslim, ilim 6.
3 İsrâ sûresi, 17/70.
4 Buhari, enbiyâ 50; i’tisam 14; Müslim, ilim 6.
5 İbn Abdilberr, et-Temhîd 16/254; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 10/191.
6 Kalem sûresi, 68/4.
7 Şuarâ sûresi, 26/137.
8 Kehf sûresi, 18/46.
9 Bkz. Enbiyâ sûresi, 21/83.
10 Tirmizî, birr 16; Ebû Dâvûd, edeb 58.
11 Tîn sûresi, 95/4.