Birinci Bölüm
Evlilik
1. Aile Terbiyesi
Bir önceki bölümde üzerinde ciddî ciddî düşünmemiz ve anlaşma sağlamamız gereken bir kısım hususları irdelemiştik. Herkesin mutlaka üzerinde durup düşünmesi çok elzem olan bu hususlara; “Umumi ahval hakkında kanaatiniz nedir? Etrafınızda cereyan eden hâdiseleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Kabul etmediğiniz gayr-i ahlâkî davranışlara karşı tavrınız nedir? Ahlâkî problemlerin çözümü konusunda ne düşünüyorsunuz?” gibi sorularla dikkatleri çekmeye çalışmıştık.
Dünyanın mevcut durumundan memnun değilsek, bazı olumsuzluklar içimize bir mızrak gibi saplanıyorsa; bu ortamı hazırlayan, sonra da bütün bu şeylere vaziyet eden kimselerden hoşnut değilsek; çare ve önerilerimiz nelerdir? Evet bütün bunları bilmemizde zaruret var.
İnanan insanlar, namaz kılmamayı ve onu hafife almayı, oruç tutmamayı ve onu sıkıntılı bulmayı, sokaklarda avare gezmeyi ve şuna buna dalaşmayı –bazıları bunları hürriyetin gereği görseler de– lâahlâkilik saymaktadırlar. Binaenaleyh biz Kur’ân-ı Kerim’in ışığı altında ve onun prensipleri çerçevesinde analiz ederek ahlâkı, ahlâksızlığı; terbiyeyi ve ondan ne anladığımızı ortaya koymaya çalışacağız.
Ahlâkın en önemli esası inanç ve akidedir. Ancak her şey, sadece akideden ibaret de değildir. Akide eğer pratik hayatla, yani amelî aktivite ile takviye edilmez ve insan, inandığı şeylere göre bir çizgi takip etmezse, o inanç sadece bir kanaat olarak kalır. Bu durum, ferdin ne şahsî hayatında ne de ailevî ve içtimaî hayatında etkili olmadığı gibi yönlendirici de olamaz. Gerçi iman bir ışık ve kuvvet kaynağı, imansızlık bir zaaf, bir boşluktur ama, hakikî iman, gücünü amelle ortaya koyar. İnanmamış bir insanın toplumuna faydalı olduğu görülmemiştir; faydalı olanlar da o kadar nadirdir ki, sayıları parmakla gösterilebilecek kadar azdır. Meselâ, biri inanmaz ama, iffetlidir. Temel kıstaslarımız açısından böyle zatlar faziletli sayılır mı sayılmaz mı bilemeyeceğim. Çünkü gerçek fazilet, imana ve muhasebe duygusuna dayalı olan fazilettir. Evet Allah’a, ahirete, kitaplara, haşre ve neşre, Cennet ve Cehenneme iman, hayatımızı biçime koyan ve ona melekler seviyesinde bir şekil veren, sonra düzenli yaşamamızı temin eden çok önemli unsurlardır.
İnanılan bu hususların gereğini yerine getirmek çok hayatîdir. Ahiret, dünyada var oluşun hesabını vermenin mahkemesi, burada bizi insan olarak yaratan ve en mükemmel biçime koyan Allah’a şükredip etmediğimizin hesap mahallidir. Dünyada yığın yığın zalim, nankör ve Cenâb-ı Hakk’ı anlamamada, O’nun gözler önüne serip teşhir ettiği sanatlarını görmeme hususunda ısrar eden, hatta gözlerini kapayıp görülecek onca güzelliği görmezlikten gelen; binlerce renk, ses, desen, şive, nizam ve ahenge rağmen bir hayli körler, sağırlar, kalbsizler de var.. Allah, işte hem bunlar için hem de inananlar için haşr u neşir yapacak, cennetini, cehennemini hazırlayacak; iyi, faziletli, kalbî ve ruhî hayata açık, maâliyâta (yüceliklere) müştak hislerle yaşayan insanları, hesapları görüldükten sonra, bu dünyada nasıl “a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyet”e çıkmış, mükemmel, faziletli kimseler olarak yaşamışlarsa, ahirette de faziletli insanlara vaadedilen cennetlerle serfiraz kılacaktır.
Evet mü’min, işte bunları düşünen ve hayatını ona göre tanzim eden insan demektir. Bu itibarla evvelâ, hem fertte hem de cemiyette akide ‘inanç’ çok sağlam olmalıdır ki, saptıran değişik hisler karşısında imanın gücüyle istikamet korunabilsin. Bazen inanıyor bazen inanmıyor görünen fertlerin teşkil edecekleri ailede de, toplumda da hayır yoktur. Böyle bir cemiyette ve onların teşkil edeceği millette de hayır yoktur. İnsanlar evvelâ çok iyi inanmalıdırlar ki; dahası, yarına çıkacağına inancından daha kat’î bir şekilde dünyanın yarını olan ahirete gidileceğine de inanmalıdırlar ki, Allah’a yakın, topluma da yararlı birer unsur hâline gelebilsinler.
Evet hemen her ferdin, çalışmadığı zaman aç kalacağı endişesini taşıdığı kadar; amel etmediği, iş yapmadığı ve pratikte inancını yaşamadığı zaman Allah’ın huzurunda ağır bir sorguya çekileceğine inanacak kadar sağlam bir akideye sahip olması çok önemlidir. Böyle bir imana sahip olan fert, bu kanaatin meydana getireceği bir kuvve-i anilmerkeziye (merkezkaç kuvveti) ile salih amellere yönelecek ve yüzünün akı ile Allah’ın huzuruna çıkabilmek için yerlere yüz sürecektir.
Böyle fertlerden meydana gelen aileler konusunu ayrı bir bölümde; ailenin çeşitli yönlerini, aile içinde yetişecek gençlerin, delikanlıların, küçüklerin, daha küçüklerin nasıl ahlâk-ı âliye-i İslâmiyeyle mütehallık kılınmaları gerektiğini Kur’ân-ı Kerim’den âyetler ve Sünnet’ten bazı hadislerin ışığı altında ileride ele alacağız.
Evlat ve mal dünyanın süsü, ziynetidir.1 Değerlendirilebilirse, ahiretin de zâd-u zahîresidir. Allah, insanların gönüllerini bunlarla sevince, sürura ulaştırır. Bunları göze ziynet, kalbe gıda yapar. İnsan bu ziynetleri gördükçe, pratikte dünya mutluluğunu, ümitlerinde de ötelerin saadetini duyabilir. Ne var ki siz bu ziynetleri eğer bakileştiremezseniz, mutlu olamazsınız; olsanız da buruk yaşarsınız.. evet evladınız, torununuz, dünyanız sizi rahatsız edebilir. Aksine fâni ve zâil olan bu şeyleri bakileştirip kâinatın Yaratıcısı adına bakıp gördüğünüz, O’nun yolunda ve O’nun istediği istikamette kullandığınız ve geliştirdiğiniz zaman, son zannedilen her noktanın bir başlangıç olduğunu göreceksiniz. Dünya hayatının hitama erip kapanmasıyla biten bütün fâni ve zail ziynet, debdebe, ihtişam öbür âlemin açılmasıyla en mükemmel şekle bürünerek orada da devam edecektir.
2. Yuvanın Önemi
Bir millet ve bir toplumun mükemmeliyeti aileden, eşlerin el ele verip kurdukları yuvadan başlar. Bu itibarla terbiye, yuvadan başlamalı ki kalıcı olsun. Yuva terbiye esasları üzerine kurulamamışsa, cemiyetin terbiyeli olması da düşünülemez. Hatta kusursuz bir talim ve terbiye politikası ideal insan yetiştirmede çok önemli olsa da, yuva, verdiği ve vereceği şeyler açısından hep önemini koruyacaktır.
Yuvada ve hususiyle de, şuuraltı beslenme döneminde iyi beslenebilmiş dimağlar, ciddî muhalif rüzgârlara maruz kalmazlarsa, ileride bazı küçük tembihlerle şuuraltı müktesebatlarının kahramanları olarak karşımıza çıkıp bizi şaşırtabilirler. Evet yuvada başarı, umum hayatta başarının ilk merhalesidir.. ve bu merhale de sağlıklı bir izdivaca bağlıdır.
3. Evliliğin Gayesi
Aile, bazı yazarların anladığı gibi bir çocuk yapma fabrikası değildir; o, toplumun en hayatî bir parçası ve milletin de ilk nüvesidir. Dolayısıyla da o, ne bir kuluçka makinesi, ne de cismanî arzuların tatmin vasıtasıdır. O, kutsal bir müessesedir. Kutsiyetin en belirgin çizgisi de nikâhtır. Belli prensipler çerçevesinde, meşru bir akitle çiftlerin bir araya gelmesine nikâh denir ki; bu hedefi, gayesi belli bir anlaşmadır. Allah, nikâh prensipleri için olmayan bir araya gelmelere “sifah” ve “zina” nazarıyla bakar.
Din, “nikâh” adı altında böyle bir meşru birleşmeyi iyi bir milletin temeli, rüknü, esası kabul eder. Ancak, meşru birleşmeler bile bir gayeye bağlıdırlar. Maksatsız, gayesiz, gelişigüzel evlilikler meşru sınırları zorlayacağından bir Müslüman bu konuda oldukça hassastır. Evet, izdivaçtaki hedef, Allah’ı hoşnut ve Resûlullah’ı memnun edecek bir neslin yetiştirilmesi olmalıdır.
Hedefi ve gayesi olmayan izdivaçlar, niyetsiz ameller gibi bereketsizdirler. Gaye olmayınca bazen dinine-diyanetine bakılmadan hiç tanınmayan birisiyle sırf boyuna posuna bakılarak evliliğe benzeyen bir araya gelmeler uhrevî derinliğinin olmaması yanında çok defa imtizaçsızlıklar ve geçimsizliklerle sonuçlanır. Hele bir de, Kur’ân’a inanan ve inanmayan, Resûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanıyan ve tanımayan iki kişi bir araya gelmişse.. evet, aileler arasında inanma ve inanmama açısından zıt düşünceler söz konusu ise, dinî, fikrî sürtüşmeler kaçınılmaz olur ve telâfisi imkânsız uyuşmazlıklar baş gösterir.
“Gayeli izdivaç”, enine-boyuna düşünülerek, hissin yanında aklî-mantıkî olan izdivaçtır. Ve evlenmede “maksat” düşünülerek hareket edildiğinden ailede huzur vardır. Neticesi düşünülmeden ve bir gaye gözetilmeden yapılan evliliklerin neticesinde ise, değişik sıkıntılar söz konusudur. Böyle bir yuvada, aile fertleri sürekli huzursuzluk yaşarlar.
Din, bir taraftan evlenmeyi meşru kılıp onu teşvik ederken diğer taraftan da meseleyi gaye ile sınırlandırmaktadır. Zaten insanın her işinde ve davranışında bir gaye olmalıdır ki, teşebbüs ve atılımlarında da kararlı olabilsin ve o hedefe ulaşmaya çalışsın. Şayet o bir gaye gözetmiyorsa, mesaisini de tanzim edemez ve hiçbir zaman hedefe ulaşamaz. Buna “metod”, “usûl” ya da gayeyi nazara almanız itibarıyla “finalite” de diyebilirsiniz. Şu bir gerçektir ki, hareket ve davranışlarımızda gaye gözetmiyorsak, başarı şansımızı da büyük ölçüde kaybetmiş sayılırız.
4. Evlenmenin Şartları
Din, izdivaç konusuna, tahminlerin üstünde önem verir. Buna paralel olarak İslâm fıkıhçıları da “nikâh”ı mühim bir mesele olarak ele almış, konuyla alâkalı ciltlerle kitap yazmış ve hassasiyetle üzerinde durmuşlardır. İzdivaç veya nikâh meselesini farz, vacip, sünnet, haram, mekruh kategorilerinde mütalaa etmiş ve biraz da şahısların özel durumuna bağlamışlardır. Bu, şu demektir: Herkes gelişigüzel evlenemez; bir seviyeye gelen insan evlenme mecburiyetinde; hatta bazı kimselerin evlenmesi vacip iken; bir başka vaziyetten ötürü bir diğerinin evlenmesi mekruhtur.
Binaenaleyh, bunları hiç hesaba katmadan, sadece cismanî durumu nazar-ı itibara alarak izdivaç yapan bir insanın, ileride cemiyete yararlı bir aile veya bir çocuk kazandıracağı da şüphelidir.
İslâm hukukçularından Hanefiler ve Malikiler bu konuda birbirlerine yakın sayılırlar; aradaki farklı düşünceler teferruata aittir. Bu büyük İslâm hukukçularının tespitleri ile arz edecek olursak, nikâhla alâkalı, ana hatlarıyla aşağıdaki gibi bir tasnif ortaya çıkar.2
a. Farz Olan Evlilik
Zinaya düşme ve haram irtikâp etme tehlikesi karşısında bulunan bir kimse, mihir ödeme gücüne ve ailesini geçindirecek kadar nafaka temin etme imkânına sahipse; hatta bazılarına göre oruç da tutamıyorsa onun evlenmesi farzdır.
Yani harama düşmemek için evlenmek esastır ve haramla yüz yüze gelen birinin başvuracağı tek çare evlenme olmalıdır. Gayr-i tabiî yollarla izdivaçtan kaçmak, tabiatla savaştır ve böyle bir savaşa kalkışanın yenik düşmesi de kaçınılmazdır.
b. Vacip Olan Evlilik
Şayet evlendiği takdirde mihir ödeme ve aileyi geçindirme gücüne sahip, haram irtikâbı söz konusu değil ama sırf bir “endişe” olarak bahis mevzuu ise onun evlenmesi de vaciptir. Bu tevcih de yine bazı fakihlere aittir, umumun görüşü ve içtihadı değildir.
c. Sünnet Olan Evlilik
Herhangi bir tehlike söz konusu değil, evlenmeye de arzu ve rağbet varsa, kısaca böyle birinin evlenmesi de sünnettir.
d. Haram Olan Evlilik
Evlenmekle haram irtikâp edecek; evini geçindirebilmek için gayr-i meşru kazanç yollarına girecek, irtikâp, ihtilas, rüşvet… gibi muharremâtı irtikap edecekse, bu insanın evlenmesi de haram ya da en azından mekruhtur. Zevcesine zulmedecek kadar dengesiz biri için de aynı mütalaayı serdedenler vardır.
e. Mekruh Olan Evlilik
Bazılarına göre harama girme, cevir ve zulümde bulunma kat’î değil de ihtimal dahilinde ise bu durumdaki birinin evlenmesi de mekruhtur.
f. Mübah Olan Evlilik
Helâlinden kazanan, zinaya düşme ihtimali bulunmayan, mihir verecek güce ve nafakaya da gücü yeten temkinli ve tedbirli birinin izdivacı da memduh veya mübahtır. Böyle birisi ister evlenir, isterse evlenmez.
İmam Şafiî (radıyallâhu anh) diyor ki: Nikâh, haddizatında bir muamele, yani mübah bir iştir. Fakat haramdan kaçınmak için vacip olur. Aslında burada Şafiî mezhebi de Hanefîlerin mülâhazalarına yakın bir görüş ortaya koymaktadır. İmam Ahmed İbn Hanbel, geçimini temin edebilsin, edemesin; ailesini geçindirsin, geçindiremesin, mihir verebilsin, veremesin; zinaya düşme tehlikesi karşısında herkesin evlenmesinin farz olduğu görüşündedir. Esasen bu görüşler tetkik edildiğinde birbirlerine çok da uzak olmadıkları görülecektir.
Bu hususlarla, izdivaçta dinin nasıl bir kısım gayeler takip ettiğini, evlenmenin basit, hissî bir mesele olmadığını göstermeye çalıştık. Şayet bu önemli iş, mantıkî, hissî boşluklara sebebiyet vermeyecek şekilde sağlam esaslara bağlanmazsa, mahkeme kapıları, dul ve sahipsiz kadınlar, ortada kalmış çocuklar bu işin kaçınılmaz sonucu olacaktır. Din, bütün bunların önüne ta baştan bir set koyarak, neticesi bu türlü olumsuzluklara müncer olan bir izdivacı haram, mekruh gibi kategorilerle zapturapt altına alır; his ağırlıklı bir meselede akıl, mantık ve muhakeme yolunu öne çıkarır.
Bizim burada, vurgulamak istediğimiz husus, evlenmenin çok ciddî bir müessese olduğu, onunla toplumun en önemli unsuru olan ailenin teşekkül ettirildiğinin vurgulanmasıdır. Bu itibarla evlilik düşünülürken ferdin cismaniyetiyle alâkalı alelâde bir durum olarak değil; bütün bir toplumun, hatta topyekün bir milletin saadetini alâkadar eden dinî, millî ve âlemşümûl bir mesele olarak düşünülmelidir. Bu konuda ferdin bedenî ve nefsânî durumunu alâkadar eden hususa gelince, bu sadece gaye-i uzmâ’nın husule gelebilmesi için Allah tarafından insana lütfedilmiş bir prim ve bir bahşiştir. Tabir caizse, bu bir avans olarak değerlendirilmeli ve insanlık neslinin bekası, millî istikbalimizi bayraklaştıracak yüksek karakterli fertlerin yetiştirilmesi gibi mühim hizmetin peşin mükâfatı olarak görülmelidir.
Doğrusu İslâm dini, bu konuya oldukça önem vermektedir denilebilir. Öyle ki, izdivaçta her şey, inceden inceye düşünülecek, bin türlü hesap yapılacak ve hiçbir yanlışlığa meydan vermeyecek şekilde hassas davranılacaktır.. davranılacaktır ki, kurulan yuva, yuva yıkımını netice veren sebeplere bina edilmesin.
g. Delillerin Münakaşası
1. Hasen derecedeki bir hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Evlenin, çoğalın; ben kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim.”3
2. Başka bir hadis-i şeriflerinde de: “Velûd olan yani çok doğum yapabilecek kadınlarla izdivaç yapın.”4 buyurmaktadır.
3. Konuyla alâkalı bir âyet-i kerimede de şöyle buyrulur: “Aranızdaki bekârları (hürlerle mümkün olmasa da) kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanlarla evlendiriniz. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lütfu) çok geniş olan ve (her şeyi) bilendir.”5
Nikâh yapma imkânına sahip bulunmayan, yani infak edemeyen ya da mihir veremeyen, daha doğrusu bir aileyi geçindiremeyen kimseye gelince, Allahu Teâlâ onu, fazlıyla zengin kılacağı ana kadar sabretmeli, iffetiyle yaşamalı ve harama girmemelidir.
Bu son nas ve onun yorumları, diğer delillerle zahiren çatışıyor gibi görünse de temel espri açısından aynı gerçeklerin vurgulandığında şüphe yok.
Şöyle ki: “Evlenin, çoğalın, zira ben, kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim.”6 hadis-i şerifi, –mazmunu mahfuz– mefhum-u muhalifi ile şunları hatırlattığı söylenebilir: Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şayet izdivaçla iftihar edeceği bir nesil hedeflenmemişse, o izdivaç ya da çoğalmanın hiçbir anlamı yoktur. Evet terörizme ya da sefahete bulaşmış, başı secdesiz, vicdanı paslı, gözü kanlı bir nesil ile Resûl-i Ekrem’in iftihar etmeyeceği açıktır. O’nun, çoğalmasını istediği nesil, Allah indinde de makbul olan, O’nun rızasını kazanmaya teşne bulunan din-i mübîni yaşayan ve yaşatan bir nesil olmalıdır. Kur’ân-ı Kerim, değişik nûrefşan beyanlarıyla bu mülâhazaya en sağlam referanstır: “Servet ve oğullarınız, dünya hayatının süsüdür; ebediyet vaadeden iyi işler ise, Rabbinin nezdinde sevapça daha hayırlı, ümit bağlamaya da daha lâyıktır.”7 Evet işleriniz ahirete müteveccih ise siz Rabbinizden, o da sizden hoşnut olacağı bir yola girmiş sayılırsınız.
Bu mütalaa ile vardığımız sonuç şudur: Evlenmede asıl hedef, Allah’ı ve Resûlü’nü hoşnut edecek bir neslin yetiştirilmesidir. Onun için mütedeyyin, milletine âşık, ailesine sımsıkı bağlı, çocuklarının terbiyesi üzerinde hassasiyetle duran kimseler, değişik çarpık düşüncelere rağmen, yoluna ve usûlüne uygun şekilde çocuk sahibi olma konusunda kat’iyen tereddüt etmemelidirler. Zira böyle bir neslin çoğalması ümmet-i Muhammed’in yüzünü güldürecektir.
Buraya kadar serdedilen mülâhazalarla alâkalı Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gençlere yaptığı şu tavsiye de oldukça önemlidir: “Ey gençler topluluğu! İçinizden evlenme imkânına sahip bulunanlar evlensin. Evlenemeyenler ise oruç tutsun. Çünkü bu, harama karşı siperdir.”8
Evvelâ oruç, umumi mânâda bir perhiz vazifesi görür. Mide ile beraber diğer beşerî duyguları da zapturapt altına alıp Allah’ın emrettiği istikamette kullanmayı kolaylaştırır.
Sâniyen, izdivaç ciddî bir hâdisedir.. ve insanın, düşünüp taşınmadan hemen karar verip yapmaya teşebbüs edeceği basit bir iş değildir. Akıl, mantık süzgecinden geçirilmeden aceleye getirilmiş evliliklerde huzursuzluk çokça görülen bir hâdisedir. Huzursuz bir ailede yetişen çocukların, gerekli terbiyeyi alamayacakları, anneli-babalı, fakat yetim gibi büyüyecekleri, bazen de anneye-babaya hatta cemiyete düşman, hissiz, duygusuz yetişecekleri kaçınılmazdır.
Çoğu batılı ülkelerde durum bu merkezdedir.
Evet buralarda izdivaç ciddî bir mesele olarak ele alınmamakta ve gerekli disiplinler içinde gerçekleştirilmemektedir. Bu çok ciddî ve hayatî hâdise, insanların bazı ihtiyaçlarını karşılamaya matuf, yeme-içme-ıtrahta bulunma türünden bir vak’a gibi algılanmakta, gaye çerçevesi daraltılmakta ve tamamen mânâsızlaştırılmaktadır. Bugünkü Avrupa, dünkü Roma’nın dolaştığı uçurumların kenarında dolaşmakta ve adım adım ölüme yaklaşmaktadır; yaklaşmaktadır zira ailenin bozulduğu, fertlerin dejenere olduğu hiçbir millet ayakta kalamamıştır.
Kilise, bu problem karşısında ne düşünür, sosyal bilimciler ne derler, terbiyeciler ne düşünürler, bunları bilemeyeceğim. Bildiğim bir şey varsa o da, bu hissizlik, bu mantıksızlıkla malul toplumların uzun ömürlü olamayacağıdır.
Merhum Kutub, konu ile ilgili bir izlenimini şöyle nakleder: “Ben Amerika’da onların dinî hayatını tetkik esnasında enteresan şeylerle karşılaştım. Bir keresinde, kadın-erkek karmakarışık kiliseye girdiler, ibadetlerini yaptılar. Papaz dua ettikten sonra onları, dans edip, eğlenecekleri ve daha başka şeyler yapacakları bir başka salona aldı, ışıkları söndürdü. Onlar eğlenirken o da zevkten dört köşe oluyordu. Evet papaz onları kiliseye getirdim diye seviniyordu.”
Oysaki kiliseye gelmek gaye olmadığı gibi, camiye gitmek hatta Kâbe’yi tavaf etmek, Beytullah’ın etrafında dönmek de gaye değildir. Gaye, Allah’ı hoşnut etmek ve Allah’ın dediği yolda olmaktır.
Hekim olan bir arkadaşım ihtisası münasebetiyle Amerika’ya gitmişti. Geldiğinde intibalarını şöyle anlattı:
“Amerika’da bütün büyük şehirlerin merkezlerinde, kalabalık cadde ve çarşılarda bulunan kiliselere gidenlerin büyük çoğunluğu yaşlı, iki büklüm, oturduğu yerde uyuklayan kimselerdi. Acaba Amerika gençliği tamamen tefessüh mü etmiş, diye düşündüm.
Sonra da New York’un dışında bir kiliseye gittim. Kilise bir tepenin başında bulunuyordu. Oraya vardığımda, gençlerin o kiliseye âdeta aktığını, kadın-erkek herkesin oraya geldiğini gördüm. Kilisede papaz devamlı olarak onlara nasihat ediyordu; ama onların nasihate aldırdıkları yoktu. Herkes kendi keyfine bakıyordu. Kilisenin içinde bulunmaları kârdır diye, papaz onların her hâline göz yumuyordu. Kimisi eroin, kimisi morfin kullanıyor, kimisi de daha başka işlerle meşgul oluyordu.”
Bilmem ki bu şekilde kiliseye gelmenin ne faydası vardır? Evet eğer kiliseye gitmek, o insanı ruhanileştirmiyor, onun insanî duygularını harekete geçirmiyor ve onu insanca yaşamaya sevk edemiyorsa, oraya gitmenin bir mânâsı, bir gayesi de yok demektir.
5. Evlilikte Fıtrat Prensipleri
a. Her Hayrın Başı: Bismillah
Bizim ölçülerimiz içinde yuva kurmayı başaran eşler çok mühim bir hâdiseyi gerçekleştirmiş sayılırlar. Böyle bir yuva, yerinde bir mâbed, yerinde bir mektep gibi vazife görür ve topyekün bir millete diriliş üfleyen bir “Beytullah” hizmeti verir. Allah’ın vaz’ettiği prensiplere bağlı bu kabîl yuvalar bazen umum bir toplum için DNA vazifesi görmüştür.
Burada bir noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum. Biz yemek yerken “Bismillahirrahmanirrahim” deriz. Hatta bunu gönülden söylersek bereket hâsıl olacağına inanırız. İçimizde iyi inanmış olanlar çok defa bu bereketi açıkça da müşâhede etmişlerdir.
Keza bizler, çok işlerimizde, şeytanın şerrinden Allah’a sığınır ve Cenâb-ı Hakk’ın bizi korumasını dileriz. En mahrem meselelerimize kadar her hususta bu disiplinlere dikkat ederiz. Böyle bir istiâne ve istiâze sonucu dünyaya gelen çocuklarımızın iyi, salih olacağına ve neticeye şeytanın parmak karıştıramayacağına inanırız.
Bu istiâne ve istiâzeyi yapmayan birinin, küçük gibi görünen böyle bir ihmal sonucu başına öyle gaileler gelir ki, o, nereden geldiğini bilmez ama, onların altında ezilir gider. İnsan, bu konuda hiçbir noktayı ihmal etmemelidir. Yapmakla mükellef olduğu büyük-küçük her şeyi yapmalı, tâbi tutulduğu imtihanın bütün şartlarını yerine getirmeli, dinin kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirirken fevkalâde hassas ve titiz davranarak asla gaflete düşmemelidir.
Bazen bir anlık fütur, tıpkı dümen ve direksiyondaki kimsenin küçük bir gafletinin sebebiyet verdiği bir akıbeti netice verebilir. Evet mü’min, her an Allah’a dayanıp, Allah’a sığınmalıdır. En basit bir muamele gibi görünen nikâhta dahi hep bu duygu ile hareket etmelidir. Nikâh, Allah adına yapılır, Allah’a bağlanmadan yapılan nikâhın bereket getireceği, hayra vesile olacağı düşünülemez. Evet nikâh mânevî bir bağdır; kerameti de Allah’la irtibatındadır.
Bu itibarla nikâh, Allah adına olacak ki, bereketli olsun. İçinde dua olacak ve Allah’ın vaz’ettiği prensipler çerçevesinde gerçekleşecek hatta mihir söylenecek ki istikbal vaad etsin. Allah kendi adı anılan nikâhı meymûn ve mübarek kılar. Böyle bir nikâh, Allah’ın teminatı altındadır. İhtimal, istikbal vaadedicidir ve eşler arası imtizaca da vesiledir.
Günümüzde eşler arası çok sık şekilde boşanma hâdiselerine şahit olunmakta ve evliliklerde ciddî bir bereketsizlik, uğursuzluk ve hayırsızlık görülmektedir. İşlerin Allah adına yapılmaması, gelişigüzel ve hedefsiz olması, her şeyin sırf şehevî hislerini tatmin esasına bağlanması ve bütün bütün insanî değerlerin gözardı edilmesi, Batı aile sistemini temelden sarstığı gibi bizi de ırgalamış sayılabilir. Umumi ahval onu göstermektedir. Cenâb-ı Hak’tan inayet ola…
b. Eş Seçme
Evliliğe teşebbüs edecek kimsenin düşüneceği ilk husus, kendi duygu ve düşüncesine uygun bir eş araştırmaktır. Şimdilerde pek çok genç bu hayatî işi sırf hisleriyle değerlendirmekte ve sokakta, çarşıda, pazarda tanıştığı biriyle hemen yuva kurmaya çalışmaktadır. “Nedir, ne değildir, evlenme ve yuva kurma mantığı nasıldır?..” gibi mülâhazalar gözardı edilerek gerçekleştirilen izdivaçların bir felâket getireceği açıktır. Oysaki, kendileri dışında konuya daha farklı bir gözle bakan, daha başka hesap ve kıstaslarla değerlendiren kimselerin reylerine, görüşlerine müracaat edilebilirdi ve yararlı da olurdu.
Bazen böyle hissî bir mülâhaza ile gerçekleştirilen bir evlilik, cennet köşesi telâkki edilen yuvayı bir cehennem çukuruna çevirebilir. Bildiğimiz, tanıdığımız birçok insan vardır ki bunların dinî salâbeti, aşkı, heyecanı bizce müsellemdir ama, bu mevzudaki münasebetsizlikten ya da bir hesapsızlıktan bütün hane halkı derin bir bunalım içindedirler ve âdeta kaos yaşamaktadırlar.
Böyle bir ailede, çekişme ve sürtüşmelerin ardı arkası kesilmez. Erkek dinini yaşamak ister, kadın rahatsız olur. Bunun aksi de her zaman söz konusudur. Dolayısıyla da böyle bir ailede kadın ve erkek hiçbir zaman vahdet teşkil edemezler, yuvayı paylaşamazlar, aksine hep farklı kutuplar gibi yaşarlar. Böyle bir ailede birbirine zıt iki çeşit kitap, iki çeşit gazete okunur, iki çeşit hikâye anlatılır, iki çeşit aile toplantısı yapılır. Kadın bir şey ister erkek onu reddeder. Kadın din der, iman der, ahlâk der; erkek bunları kavga vesilesi yapar. Böylece bu ailede dual bir hayat yaşanır; buna da yaşama denecekse!
Bu çarpışma ve boğuşmada çocuklar bazen bir tarafa bağlanır, bazen de bu iki cephe arasında hissiz, duygusuz; cemiyete ve aileye düşman hâle gelirler. Binaenaleyh, erkek veya kadın izdivaca adım atarken, bu konuyu çok iyi düşünmeli, gerekirse tecrübe sahipleriyle istişare etmeli ve tercih sebeplerini çok iyi belirlemelidirler.
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), konuyla alâkalı şöyle ferman eder: “Kadın dört şeyden dolayı alınır: Malı, soyu sopu, güzelliği ve dindarlığı; sen dindar olanını seç ki huzur bulasın.”9
Din, en önemli bir tercih sebebidir. Şayet biri cemal sahibi, diğeri de orta güzellikte ama dinî duygusu mükemmel iki aday söz konusu olursa, ahlâkî ve dinî fâikiyet tercih sebebi olmalıdır. Evet aile hayatı, sadece dünyaya ait bir hayat değildir; o evlatlarla, torunlarla devam eden ve ahirette de beraberliği söz konusu olan bir hayattır. Aslında iyi bir yuva, dünyada cennet köşelerinden bir köşe olabilecekken, bazı yanlışlıklardan ötürü kabre çevrilmiş ve tabiî ötelerin mutluluğuna götüren yolları da yıkıp harap etmiştir.
Bu itibarla, müstakbel eşin dinî düşüncesine, ameline, özellikle de akidesine mutlaka dikkat edilmelidir. Akide hususunda bir yanlışlığı, bir inhirafı olan erkeğe kızını veren bir kimse, meydana gelecek bütün olumsuzluklardan mesul sayılır. Aynı durum erkek için de söz konusudur. Hatta, erkeğin ciddî bir akide problemi varsa, mesele temelden olumsuz demektir; zira nikâhın geçerli olmasında iman temel bir rükündür. Allah’a inanmayan, dinî emirleri hafife alan bir insanın ciddî bir “iman” problemi vardır. Dolayısıyla da nikâh akdinin varlığı için en önemli bir unsur yok demektir.
Sadece makam, mevki, mansıp, şöhret, para, maaş mülâhazalarına bağlanarak gerçekleştirilen bir izdivacın dini de diyaneti de hafife aldığı açıktır.. ve böyleleri kazanma kuşağında kaybetmişlerdir. Bir kere izdivaçta öncelikle aranan husus dinî vasıftır. Dinin temeli akidedir. Akidesi olmayan bir kimseyle izdivaç hiçbir zaman gerçek mânâsı ile bir izdivaç değildir; o, sadece bir araya gelmedir.
Bu tespitlerimiz elbette ki dindarlar ve dinin kanunlarını, kıstaslarını kabul edenler içindir. Şunu bir kere daha belirtmeliyim ki, izdivaç, dünyevî-uhrevî mutluluğun çok önemli bir dayanağıdır; böyle ciddî bir konuda yanlış yapan her iki dünyasını da karartmış olur.
Her şeyden evvel çevrenizi, dinî duygularla iyi beslenememiş çoluk çocuk, evlad-ı iyal sarmış ise, zaten işe vaziyet etmeniz çok müşkül olacaktır. Bir inayet eli, harikulâde kabilinden imdadınıza yetişir, sizin ihmallerinize, yanlışlarınıza terettüp eden çarpıklıkları düzeltirse ona, “Allah’ın inayeti” der ve devamını dileriz. Ne var ki, bu her zaman da böyle olmayabilir…
c. İyi Evlat Yetiştirme
Anne ve baba, iyi evlat yetiştirme konusunda mutlaka mutabakat sağlamalıdırlar. Çocuk yetiştirme kabiliyet ve istidadı olmayan, olsa da sorumluluk yüklenmeyen bir anne ve onların hiçbir problemiyle meşgul olmayan bir babanın vesayetindeki çocuklar anne ve babaları olsa da yetimdirler.
Allah’ın, şefkat, merhamet, incelik ve hassasiyetle donattığı, donatıp çocuklarını yetiştirme konusunu tabiatının bir derinliği hâline getirdiği anne, ruhundaki bu potansiyeli mutlaka onları hakikî insanlığa yükseltme istikametinde kullanmalıdır. Zaten o fıtratı itibarıyla bir muallime, bir mürebbiye ve bir mürşidedir. Onun en önemli vazifesi çocuğunu yetiştirme olmalıdır. “Allah, anne ile çocuğunun arasını ayıranı kıyamet gününde sevdiklerinden ayırır.”10 hadisi de annenin çocuk terbiyesindeki müstesna rolünü gayet net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Anne, donanımının gereğini yerine getirirken baba da hilkat ve konumunun icabı daima temkinli, dirayetli, kiyasetli ve dikkatli olması gerekmektedir. O siyasetle, memuriyetle, ticaretle, ziraatla vb. işlerle meşgul olur ve biraz da tabiatının gereği ailedeki ayrı bir boşluğu doldurur. Evet o, gücü, mukavemeti ve farklı yapısıyla ayrı işlere namzettir. Zaten kadimden beri o hep hususî bir sorumluluğun insanı olagelmiştir. Ormandan ağaç kesmeden alın da, saban sürmeye; arpa, buğday ekip biçmeden inşaatlardaki ya da fabrikalardaki bütün ağır işlere kadar her şey ona bağlı devam edegelmiştir. Böyle ağır işlere, bedeniyle, iradesiyle mukavemet edebilecek erkek bence yerini korumalı, kadın işleriyle kadınlaşmamalı ve kadını da takatini aşkın ağır işlerle uğraştırmamalıdır.
Ayrıca erkek, bir mukavemet âbidesidir ama, bir şefkat kahramanı değildir. Şefkat, annenin en önemli derinliğidir; o, dokuz ay karnında gezdirir çocuğunu. Dünyaya getirir yüz zahmetiyle, bakar büyütür bin meşakkatiyle. Gece inlediği zaman hemen kalkıp imdadına koşar.. ağladığında da bağrına basar. Tabiatından kaynaklanan bir iştiyak ve insiyakla onu yaşatmak için yaşar. İşte bir tarafta kadın diğer tarafta da erkek, teşkil ettikleri aile vahdetiyle cennet saraylarını hatırlatan öyle bir yuva kurarlar ki bu yuvanın çehresinde öteleri temâşâ edebilirler.
Batıda erkek bir dairede, kadın da bir dairede çalışır. Bu durumda çocuklar ya başkasının yanında ya da çocuk kreşlerindedir.. evet erkek ve kadın da çalışınca, çocuklar belli ölçüde de olsa yalnızlığa, sahipsizliğe terk edilirler. Sonra bu insanlar kendi kendilerine şöyle teselli olurlar: “Orada çok şefkatli, bilgili kimseler var. Çocuklara bizden daha iyi bakıyorlar.” Oysaki çocuğun, bütün bunların ötesinde istediği daha başka şeyler vardır.
Kreşte çocuğun elbisesini yıkayabilirler.. yemeğini vaktinde yedirebilirler, teneffüs etmek istediğinde dışarıya çıkarıp gezdirebilir ya da lunaparklarda elinden tutup dolaştırabilirler; ama bunu yapanlar hiçbir zaman çocuğun annesi, babası olamaz, onun en çok muhtaç olduğu şefkati ona veremezler. Şefkat, çocuğun, annesinin yüzünde okuduğu, sinesinde bulduğu, babasının kucağında hissettiği cibilli alâkadır. Bunu vermedikleri takdirde onu başka hiçbir fanteziyle tatmin edemezler.
Böyle eğitim yuvaları veya kreşlere terk edilen çocuklar bir yana, çıraklık devresinde bir ustaya veya kalfaya teslim edilen çocukları ele alalım; eğer bu usta ve kalfa şefkatten uzak ve biraz da haşin ise, mütemadiyen huşûnet gören bu çocuklar, zamanla öylesine duygusuz, öylesine katı ve öylesine merhametsiz yetişirler ki; yabancılar şöyle dursun, annelerine babalarına karşı dahi kaba davranmadan geri durmazlar. Böyle sert insanların, çıraklık devresinde, o masum çocukların mülayim ruhlarında icra ettiği menfi tesir bu ölçüde olumsuz neticeler tevlid ederse, daha dünyaya gelir gelmez götürüp yabancı kucaklara teslim ettiğimiz çocukların, o yabancı nazarlar altında ne hâl alacaklarını kestirmek zor olmasa gerek.
Her zaman kendisini bize Rahmân ve Rahîm olarak tanıtan, Kur’ân-ı Kerim’de tam yüz on dört defa “Bismillahirrahmanirrahim” kelâm-ı mübecceli içinde Rahmâniyet ve Rahîmiyetini anlatan Allah, bu mübarek isim ve sıfatlarıyla annede tecelli etmiş gibidir. Evet Allah’ın Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle bir haneye tecellisini, annenin bin bir ihtimamla çocuklarının üzerine eğilmesi ve onları görüp gözetmesi şeklinde mütalaa edebiliriz. Böyle bir mazhariyetin dünyada hiçbir şeyle değiştirilemeyecek kadar yüce olduğunda şüphe yoktur.
Bir dönemde üniversitede eğitim gören, hatta yüksek lisans ve doktora yapan, ama terör odaklarının eline düşmüş bazı gençler oldu ve anneyi babayı ağlatan, onların ciğerini dağlayan merhametsiz, duygusuz nesiller yetişti; ancak bunlar birer istisna idi ve okumanın, okutmanın aleyhinde delil teşkil edecek şeyler değildi. Kimse evladını, bir kurşunla vurulsun ya da toplumun huzurunu kaçırsın diye yetiştirmez; yetiştirmez ama bazen onların hiç beklenmedik cereyanlara kapılıp gitmelerini de önleyemez. İşte ister böyle sürpriz olumsuzluklar, ister muhtemel tehlikeler karşısında anne-baba her zaman yuvayı bir koruyucu sera gibi kullanmalı, çocuklarının ahlâkî eğitimlerini öncelikli hedef yapmalı ve çocuklarının zayi olmasına fırsat vermemelidirler.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, anne-baba, hisli, şuurlu, vatanına milletine, dinine sımsıkı bağlı bir neslin yetişmesi için gerekli olan her şeyi yapmalı ve onun aklî, kalbî, hissî, mantıkî boşluk yaşamasına fırsat vermemelidirler. Şayet anne-baba dindar, Kur’ân’a bağlı, İslâm’ı bilen kimseler ise çocuklar da –İnşaallahu Teâlâ– şuurlu yetişecek ve milletlerinin ikbal yıldızını parlatacaklardır.
6. Annenin Yüksek Fazileti
Anne, bir milleti yetiştiren ailenin en önemli unsurudur. O, İslâm nazarında o kadar mukaddestir ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Cennet, annelerin ayakları altındadır.”11 buyurur.
Öyledir, zira anne, bir milleti yoğuran mukaddes bir el ve toplumun ilk hücresini teşkil eden yuvanın da kurucusudur; içinde cıvıl cıvıl çocukların etrafa saadet ve neş’e aksettirdikleri bir yuvanın kurucusu…
Bu yönüyle İslâm, anneye öyle yüce bir pâye verir ki, bunun ötesinde ona yeni pâyeler vermeye kalkışmak, o mukaddes varlığı hoyratlaştırmak onun başındaki zeberced kakmalı tacı alıp yerine cam parçalarıyla süslenmeye çalışılmış bir külah geçirmek gibi olur. Kadını ve erkeği yaratan Allah, onların kâmet-i kıymetlerine göre onları teçhiz buyurmuş ve istidatları açısından da verdiğini vermiştir. Kadın maddeten zayıf ve nahiftir. Kadın hâdiselerden daha çabuk etkilenir. İşte bu tabiattaki birini, yaratılışına mülâyim gelen işlerden uzaklaştırarak onun incelik, zerafet ve saygınlığıyla telif edilemeyen işlerde istihdam etmek açıktan açığa ona bir zulümdür.
Aslında kadın dediğimiz bu nazik varlık öyle şeylerle teçhiz edilmiştir ki, o yönüyle erkeğin fersah fersah önündedir. O bir şefkat kahramanıdır; evlatları uğrunda öyle titrer ki bu konuda erkek onunla yarışamaz. Bu durum sadece insanlık âlemine mahsus da değildir; tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı olduğu hâlde, yavrusunu köpeğin ağzından kurtarmak için çok defa kendini feda eder. İşte bütün canlılarda yavrularına karşı, Allah tarafından verilen bu engin şefkat duygusu, anneler için öyle muallâ bir sermayedir ki, bunu onun elinden alıp da ona hangi pâyeyi verirseniz veriniz, Allah’ın verdiğinin yanında çok sönük kalacaktır.
Her şeye mahrûtî bakıp geçtiğimiz bu bölümde, yuvanın nasıl kurulması gerektiği konusunda bir fikir vermeye çalıştık. Akide, İslâm’ın pratik yönü, eşlerin dini-diyaneti, mesai taksimi, yardımlaşma ve çocukların iyi yetiştirilmesi konuları üzerinde durduk; ve Resûl-i Ekrem’in iftihar edeceği bir ümmet olma gibi hassas konulara vurgulama yapıp geçtik. Önümüzdeki bölümde aile çerçevesi üzerinde durmak istiyoruz.
1 Bkz.: Kehf sûresi, 18/46.
2 Bkz.: el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’ 2/228; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid 2/2.
3 Abdurrezzak, el-Musannef 6/173; el-Beyhakî, Ma’rifetü’s-süneni ve’l-âsâr 5/220.
4 Ebû Dâvûd, nikâh 3; Nesâî, nikâh 11.
5 Nûr sûresi, 24/32.
6 Abdurrezzak, el-Musannef 6/173; el-Beyhakî, Ma’rifetü’s-süneni ve’l-âsâr 5/220.
7 Kehf sûresi, 18/46.
8 Buhârî, savm 10, nikâh 2; Müslim, nikâh 1, 3.
9 Buhârî, nikâh 15; Müslim, radâ’ 53.
10 Tirmizî, büyû’ 52, siyer 17; Darîmî, siyer 39.
11 el-Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb 1/102. Aynı manadaki hadis için bkz.: Nesâî, cihâd 6; İbn Mâce, cihâd 12.