Üçüncü Bölüm
Terbiyede Hassasiyet
Kuracağınız ya da kurduğunuz bir yuva, Allah’ı (celle celâluhu) ve Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hoşnut edecek çerçevede ise istikbal vaadedici sayılır. Diğer bir ifade ile yetiştireceğiniz nesiller, Resûl-i Ekrem’e ümmet olma yolunda ise, onların önü açık siz de mutlu sayılırsınız; aksine yetişen nesiller sokaklara emanet ve dinin-diyanetin karşısında; hatta caminin, cemaatin, mâbedin düşmanı ise, onlar tâli’siz, siz de sorumlu sayılırsınız. Bu evvelâ çocuklara, sonra da topluma karşı bir haksızlıktır. Hiç kimsenin böyle bir haksızlığı irtikap etmeye hakkı yoktur. İslâm’a düşman yetişecek, haram yiyip haram içecek, gayr-i meşru davranışlarıyla genel kuralları çiğneyecek nesillerin hesabını bize sorarlar. Kendi mânâ köklerine bağlı mefkûre sahibi, derin, ufuklu, merhametli ve insana saygılı nesiller yetiştirmek bizim başta gelen vazifelerimizdendir. Bu önemli vazife, yuvanın şuurlu kuruluşuyla başlayıp, sonra da bir ömür boyu, akıl, mantık ve muhakemeye bağlı sürdürülmesi şeklinde hulâsa edilebilir.
Bu itibarla aile, din ruhuna dayalı, akıl ve şuur eksenli bir müessese olarak ele alınmalı ve Allah’ın hoşnutluğu esas alınarak devam ettirilmelidir. Resûl-i Ekrem ümmetinin çokluğuyla iftihar edeceği tembihinde bulunur. Bu açıdan, O’nu tanımayan bir nesil, ne kadar da çok olsa Allah nezdinde, Allah nazarında bir kıymeti olmadığı gibi, Resûl-i Ekrem’e göre de herhangi bir kıymeti haiz değildir.
Onun için bizler bir taraftan meyelan-ı şerrin kökünü, Allah’a teveccüh, istiğfar ve nedametle kesecek; diğer taraftan da dua, ibadet ve hayırlı işlerle meyelan-ı hayra kuvvet verebilecek hamlelerle, soluk soluğa sürekli Allah’a teveccüh edecek, fiilî, kalbî ve kavlî lâzım gelen her şeyi yaparak, aktif bekleyişimizi devam ettireceğiz.
Kur’ân-ı Kerim’de, “De ki: Pis ve kötü ile temiz ve iyi bir değildir; pis ve kötünün çokluğu (baş döndürücü ve) hayretengiz olsa da (bu böyledir). Öyleyse ey akıl sahipleri! Allah’tan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz.”1 buyrulmaktadır.
Evet bazen, kötülerin ve kötülüğün çokluğu dikkatinizi çekip sizi hayrete sevk edebilir; ama bilmelisiniz ki, Allah nazarında habisle tayyib hiçbir zaman müsâvi olmamıştır. Öyleyse siz her zaman, neşrettikleri mânevî rayihalarıyla, size Cennet’i tedai ettirebilecek bir neslin yetişmesine ehemmiyet vermeli ve “tayyib”i takip etmeli, “tayyib”e baba, muallim ve mürebbi olmaya çalışmalısınız.
1. Vehen İlleti
Resûl-i Ekrem sahih bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: “İleride, ehl-i kitap ve diğer milletler, tıpkı aç kimsenin sofranın başına koştuğu gibi sizin üzerinize üşüşeceklerdir; üşüşüp ağzınızdaki lokmaları almak isteyeceklerdir.” Yani cüzdanınızı elinizden almak, kazandığınız şeylerin üzerine oturmak için, tıpkı bir sofraya üşüşür gibi başınıza üşüşeceklerdir. Sahabi sorar: “O gün bizim azlığımızdan mı böyle olacak ya Resûlallah!?” Allah Resûlü, “Hayır; bilakis siz o gün fevkalâde çok olacaksınız; ama Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı olan mehabeti çıkaracak; (yani hasımlarınız nazarında saygısız hâle gelecek, emniyet telkin edemeyecek ve ağırlığınızı hissettiremeyeceksiniz. Aynı zamanda Allah sizin kalbinize ‘vehen’ koyacak.” buyurur.
Sahabi yine sorar: “Vehen nedir ya Resûlallah?”
Efendimiz; “Vehen, (gelip geçici yanları itibarıyla) dünya sevgisi, dünyayı birinci planda ele alma ve ölümden ürkmektir.”2 buyururlar.
Evet bir toplum, dünyayı, nefislerine bakan yanlarıyla maksudun bizzat olarak ele alır, kalbiyle, ruhuyla ona yönelir; Allah’ın rızasını da bir tarafa bırakırsa, yani dünya ve onun içindekilerini Allah’a tercih ederse o “Lâ ilâhe illallah” dese de, kalbî ve ruhî istikametinin var olduğu söylenemez. Burada Allah Resûlü, “Allah kalbinize ‘vehen’ koyacak, siz de o zaman hasımlarınız karşısında yenileceksiniz.” derken, bir başka hadis-i şerifte de, kalblerdeki mehabetin alınması adına “Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l münker”in yapılmaması; kitap, haşir-neşir akidesinin anlatılmaması gibi önemli bir ihmale dikkatleri çeker.
Öyleyse, gayet imanlı, olabildiğine maddî-mânevî açıdan güçlü, dağları delecek kadar iradeli, dünyayı nefsine bakan yönüyle istihkâr edecek kadar basiretli, vehene gönlünde yer vermeyecek ölçüde Rabbâni ve düşmanları karşısında tepeden tırnağa mehâbet, şebâbet dolu bir neslin yetiştirilmesi bizim için en büyük gaye olmalıdır.
2. Kadının Vazifesi
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah, kadınların ve çocukların haklarının ihmalinden ötürü gazaplandığı kadar hiçbir şeyden gazaplanmamıştır; yani gayret-i İlâhi’ye en çok dokunan, kadınlarla çocukların durumudur.” buyurmaktadır. Kadın vazifesini yapmadığı, kendi vazifesinin dışında değişik fantezilere daldığı, çocukların ihmal edilip gençlerin baştan çıkarıldığı; şehvet metâı hâline geldiği zaman gayretullahın harekete geçmesinden endişe duyulmalıdır.
Evet, kendi iradeleriyle kendilerini günahlara salmış, perişan, derbeder ve behîmî hislerinin zebûnu bir nesil, Allah’ın gazabına maruz bir nesildir. Öyleyse her aile reisine düşen ilk vazife, evvelâ seçeceği hayat arkadaşını “müslimât, mü’minât, kânitât, sâdikât, sâbirât, hâşiât, mütesaddıkât, sâimât, hâfizât, zâkirât”tan3 ve “sâlihât”tan4 seçmek olmalıdır. İşte böyle mazbut bir muallime, mürebbiye, hayatta kendisiyle her şeyi dertleşebileceği, paylaşabileceği bir cins-i sâni dünyevî uhrevî mutluluğun en önemli esasıdır.. evet insanın, dünyevî uhrevî duygularını şerh ettiği zaman bu duygularını anlayabilecek kafa ve kalbe sahip bir eşinin olması çok önemlidir. Dolayısıyla, o evde neş’et edecek çocuklar, o muallime ve mürebbiyenin nezareti altında yetişmiş olacaklardır.
3. Keyfiyeti Öne Alma
Adet çokluğunun, diğer bir tabirle kesretin ehemmiyetinin sınırlı bulunduğunu Kur’ân-ı Kerim şöyle tebarüz ettirir: “Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz (başınızı döndürmüş) size kendinizi beğendirmişti ama, hezimete uğramadan kurtulma adına da hiçbir işe yaramamıştı; (öyle ki) yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz.”5
Huneyn Gazvesi, Allah Resûlü’nün Mekke fethini müteakip gerçekleştirdiği bir gazveydi. İlk planda Müslümanlar Hevazin karşısında, kendileri gibi davranamamışlardır. Kur’ân’ın işaret buyurduğu o gün o kudsiler, Allah’ın inayetlerinin temadisine bakarak: “Bu İslâm ordusunun karşısında kimse duramaz.” diye düşünmüşlerdir. Ancak Hevazin okçularıyla yüz yüze geldiklerinde bir muvakkat sarsıntıdan kurtulamamışlardı. Demek ki kudsîler dahi olsa, böyle düşünenler olabiliyor ve tabiî, adet çokluğunun o kadar önemli olmadığı da ortaya çıkıyor.
Evet mühim olan derinliktir, ağırlıktır, çaplı olmaktır. Ancak onlar mukarrebin oldukları için, orada muvakkaten sarsılıp geriye çekilmeleri onlara göre bir günahtır, bize göre değil. Burada vurgulanmak istenen, dünyanın neresinde ve hangi devrinde olursa olsun, kesretin mühim olmadığıdır ki, Kur’ân-ı Kerim de bize bunu anlatıyor. Bu âyetin, neshedilmesi ve hükmünün geçmiş olması düşünülemeyeceğine göre hangi coğrafyada olursa olsun, Müslümanlar adet çokluğundan daha ziyade her şeyi Allah’la münasebete, keyfiyete, iç derinliğine bağlamalıdırlar.
Ümmet-i Muhammed olarak çok az ve zayıf da bulunsanız, eğer Allah’a yönelebiliyor ve hep bir şeyler anlatmak heyecanıyla yaşıyorsanız, Allah’ın tevfik ve inayetiyle mutlaka muvaffak olursunuz. Aksine evlerinize çekiliyor, O’nunla olan münasebetlerinizi unutuyorsanız, –Allah muhafaza buyursun– sayı itibarıyla ne kadar çok olursanız olunuz bu hiçbir kıymet ifade etmeyecektir.
4. Çocuğa Karşı Vazifeleriniz
a. Terbiye Vasatı hazırlama
Çocuklarımızın mükemmel yetiştirilebilmesi için vasatın da mükemmel olması şarttır. Evet, her çocuk ortama göre şekillenir ve bir mânâda o, ortamın çocuğu sayılır. Unsurların başında yuva gelir. Sâniyen mektep, sâlisen arkadaş ve dost çevresi, râbian ders mütalaa arkadaşlığı gelir. Hayat-ı içtimaiyede, terzi dükkânı, marangoz atölyesi, ütücü dükkânı, elbise temizleme merkezi ve diğer iş alanlarını da zikredebiliriz. Siz çocuğun gezip tozacağı bu vasatı, iyi belirleyememiş, onun insiyaklarını bu istikamette geliştirememiş iseniz, çocuğunuzun bir gün mutlaka herhangi bir virüs kapması kaçınılmazdır. Evet bu çocuk, vasat bozuk olduğu takdirde bir gün kat’iyen bozulacaktır. Onun için vasatı, hanenizden başlamak suretiyle, yolun her menzilinde ve hayatın her ünitesinde çocuğunuzun mükemmel yetişmesine müsait hâle getirmelisiniz; çünkü, olan olduktan sonra zamanı geriye işletip durumu düzeltmemiz mümkün değildir.
b. Haram Lokma Yedirmeme
Çocuğun, anne karnındaki teşekkülünün ilk döneminden başlayarak onun helâl ve meşru rızıkla beslenmesi de fevkalâde önemlidir. Kat’iyen bilmeliyiz ki, çocuğun gelişme sürecinde, Allah’a bağlama mecburiyetinde olduğumuz herhangi bir hâdisedeki kopukluk, negatif bir “olgu” olarak –muvakkaten dahi olsa– çocuğa da aksettiği çok görülen vak’alardandır.
Damarlarınızdaki bir parça haram ya da şu veya bu şekilde elde ettiğiniz şüpheli bir nesne –aynı şeyler hanımınız için de söz konusudur– o çocuğun muvakkat veya müebbet kayma sebeplerinden biri olabilir.
c. Kem Nazarlara Karşı Koruma
Çocuk dünyaya geldikten sonra, gıdasına, bakımına, görümüne dikkat ettiğimiz gibi, onun kem ve hâin nazarlardan korunması da çok önemlidir.
Meselâ, duyguları kirli, düşünceleri kirli, tavırları kirli, sözleri kirli, mücrim ve günahkâr gözlerin ifraz ettiği şerârelerle, o çocuğun ince bir kısım duygularının dumura uğrayabileceği mutlaka hesaba katılmalıdır.
Bütün bu hususlar, Allah’la, dinle, aranızdaki münasebetlerin ifadesi olarak, çocuğumuza karşı yapmamız gereken vazifeler cümlesindendir. Bu vazifeleri titizlikle yerine getirirsek, melekler gibi bir toplum hâline gelebiliriz.
d. Aile Ortamını Düzenleme
Hadis-i şerifte; “Çocuğun ilk söyleyeceği söz ‘Lâ ilâhe illallah’ olmalıdır.”6 buyruluyor.
Çocuk daha iki-üç yaşındayken ağzından çıkan ilk sözün tabiî olanı “anne-baba”, irâdîsi de “Allah”7 olmalıdır. Çünkü Allah (celle celâluhu) Evvel’dir, Allah Ezelî’dir, Allah Ebedî’dir. Sonra bu esaslı atkı üzerine diğer şeyler bina edilecek, yaşına ve idrak ufkuna göre vatan, toprak, bayrak, hürriyet, istiklâl vb. terimler de bunun etrafında örgülenecektir. Şayet, çocuk ilköğretimde okuyorsa ona göre malumat verilecek.. lisede okuyor, felsefe ve sosyal bilimler, içtimaî bilimlerle iştigal ediyorsa, o seviyenin malzeme ve materyaliyle takviye edilecek… Bir evde, Allah’a karşı saygı var ise ve sıkça Allah’tan bahsediliyorsa, çocuğa diyeceği şeyi dedirtme konusunda hedefe kilitlenmiş sayılırız. Evet bir evde, Allah denilip rükua ve secdeye gidiliyor, Allah denildiğinde ayakların bağı çözülüyorsa çocuğun ilk kelimesinin “Allah” olması da kolaylaşacaktır. Çünkü böyle bir evde her şey yörüngesinde sayılır.
e. Muhabbetin Dozunu Ayarlama
Cenâb-ı Hak, bir çocuk ihsan edince, –Kur’ân’ın bir âyetinde de ifade edildiği gibi– bütün kalbimizle ve sınırsız bir muhabbetle ona yönelerek –hâşâ ve kellâ– Allah’ı sevme ölçüsünde bir alâka ifratına da girmemeliyiz.
Allah, nazarında bu, bir nevi şirk sayılabilir. Evet, doğrudan doğruya evlat sevgisine inhimak edip Allah’ı unutmanın büyük bir yanlış olduğu şüphesizdir. Ayrıca, bir yönüyle çocuğa karşı sizi böyle hesapsız hareketlere sevk edecek derecede bir sevgi de zararlıdır. İşte Allah nezdinde memnû’ olan sevgi de bu olsa gerek. Allah’a karşı göstereceğiniz muhabbeti, herhangi bir fâniye tevcih ettiğinizde o sevgi bazen gayretullaha dokunabilir.
Evet şu hususlardan ötürü sevgide itidal çok önemlidir:
1. Gönüllerin sultanı Allah’tır. Gönülde O’nun muhabbetinin yerini hiçbir muhabbet almamalıdır.
2. Kat’iyen bilmeliyiz ki, bu yavru, Allah’ın bize bir emanetidir. Bizim o yavruya duyduğumuz sevgi ve alâka, o emanetin bakım ve görümü için verilmiş bir avans ve bir teşvik primidir. Evet, sizin o yavruya karşı sevginiz, sadece Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın bir hediyesidir ve Allah’ın size tevdi ettiği o emanete kusursuz bakmanız için verilmiştir.
f. Güzel Örnek Olma
Yetiştirme durumunda olduğumuz çocuklarımıza karşı duygularımız, düşüncelerimiz, sözlerimiz, kalbî hayatımız, davranışlarımız hep örnek olma hedefine bağlanmalıdır. Evet onların mükemmel şekilde yetişmesini istiyorsak, bu hususa fevkalâde dikkat etmek zorundayız. Meselâ, onların namaz kılmalarını arzu ediyorsak, namazı gözlerinin önünde kemal-i ihtimam ile eda etmeli, Allah’a karşı edebin sınırları konusunda tavrımızı ortaya koymalıyız. Hep doğru söylemeli ve yalandan uzak olmalıyız. Onların uygunsuz söz söylemelerini arzu etmiyorsak, o evin içinde, uygunsuz hiçbir söz söylenmemeli ve onların hafıza lügatlerine uygunsuz kelimeler kat’iyen yazılmamalıdır. Aziz olmalarını, namuslu yaşamalarını, ırzımız kadar başkalarının ırzına, namusuna karşı hassas olmalarını düşünüyorsak, aynı vaziyetin o evin içinde yaşanmasını sağlamalı ve bu işin ilk kahramanları biz olmalıyız.
Kur’ân-ı Kerim okumalarını, Kur’ân’ın hakikatlerine aşina olmalarını istiyorsak, o evin içinde sabah akşam, hem de onların duyacağı şekilde Kur’ân müzakere etmeli, Kur’ân’ın o muallâ mevkiine ihtiram göstermeliyiz ki, onları çelişkiye itmeyelim.
Binaenaleyh söz, duygu, kalbî heyecanlar ve davranışlar evde en müessir eğitim esaslarıdırlar ve mutlaka değerlendirilmelidirler. Yoksa meseleyi sadece, başkasına havale ederek “şuna bir şeyler anlatın” demeye bağlarsanız çocuğa hiçbir şey anlatamazsınız.
g. Çocuklara Kadirşinaslık Hissi ve Allah Sevgisi Kazandırma
Bilindiği üzere çocuk, ilköğretim devresine, bazen onu da aşacak daha ileri bir seviyeye kadar ibadet ü taatle mükellef değildir. Binaenaleyh, o, bu dönemde namazında, orucunda ve sair dinî vecibelerinde yaptığı kusurlardan ötürü tedip edilmez; edilmemeli ve hele asla itap görmemelidir.
Ancak, şu da bilinmelidir ki, henüz mükellef olmadığı bu devrede, ona anlattığımız şeylerin hiçbirisi, ömür boyu onun hatırından, kafasından, kalbinden çıkmayacaktır. Onlara karşı kadirşinaslığımız da bu ölçüde pekiştirilmesi gereken bir husustur. Evet, çocuklarımızın kadirşinas olmalarına dikkat etmemiz çok önemlidir. Onlar, kendilerine gelen ihsanları bilmeli, nimet karşısında Allah’a da, insanlara da mutlaka teşekkür etmelidirler. Kadirşinaslık hissi, sonraları daha da derinleşerek Allah’ın nimetleri karşısında onu, hep hamd ü sena eden biri ve insanlardan gördüğü iyilikler karşısında da müteşekkir biri hâline getirecektir. Evet, çocuklarımızda iyilik etme ve iyilik bilme duygularını geliştirerek onları birer sarraf gibi cevâhir kadrini bilir hâle getirip Mabud-u Mutlak’ı bütün cemâlî ve celâlî tecellileriyle kafalarına yerleştirme mecburiyetindeyiz. Nihayet o, yer yer Allah büyüktür dediği gibi, insanların ihsanları karşısında da kadirşinas davranacaktır. Hatta zamanla kadirşinaslık, onun karakteri hâline gelecektir ve böylece her nimet karşısında içinden gelerek “teşekkür ederim” diyebilecektir.
Bu konuyla alâkalı diğer bir husus da, çocuğumuza, nimetleriyle bizi perverde eden Allah (celle celâluhu) şefkatinin, Rahmâniyetinin ve Rahîmiyetinin anlatılmasıdır. Allah’ın bizi nasıl beslediğini, baktığını, büyüttüğünü, bize nasıl sevgi verdiğini anlatacak ve “O çok şefkatlidir, bizi korur, bütün belâlardan muhafaza, himaye ve vikaye eder.” diyerek çocuklarda O’na karşı güven, itimat ve sevgi hissini coşturmalıyız. Hatta en küçük yavruların, dahası haşaratın, Allah’ın şefkatiyle, re’fetiyle, rahmetiyle beslendiğini uygun bir dille ona anlatarak Rabbiyle münasebetini sağlama bağlamalıyız.
Böylece, o çocuğun zihninde, bütünüyle kâinat Rahmân ve Râhim isimlerini tilavet eden bir varlık hâlinde tecessüm etmeye başlayacaktır ki, o evin içindeki bütün nimetlerin bir sahibi olduğu duyulup hissedilecek, o nimetlere karşı onların o inkişaf etme sürecindeki vicdanları şükür hissiyle dolup taşacak ve o hane âdeta bir şükür tezgahı gibi işleyecektir.
Ancak, bütün hu hususlarda ona, yaşına göre hitap edilmelidir, meselâ:
“O vermezse nar ağacı nar vermez.
diyecek, sürekli rehabilitasyonda bulunacağız.
Evet, bütün bunları hem davranışlarımızla, hem sözlerimizle, hem bakışlarımızla, hem de bütün heyecanlarımızla, bir hatip gibi ona duyurmaya çalışacağız.
h. Lisân-ı Hâl ile Anlatma
Terbiye ve talim adına yapılan işlerin en tesirlisi davranışlarla ifade edilenidir. Evde hayatı uygunca tanzim etmenin, çocuklara bir fikir verme bakımından önemi münakaşa edilmeyecek kadar büyüktür.
Bir teheccüd namazını –mümkünse– onun uyanık olduğu saate rast getirme, sadece Mevlâ-yı Müteal’in sizi gördüğü o karanlıkta, tıpkı Resûl-i Ekrem gibi “tekallübât”9 sizi sarıp da kıvrım kıvrım kıvranırken, çocuğunuzun mütecessis nazarlarının şuuraltı sermaye açısından ne ilhamlara erdiğini kestiremezsiniz. O, “Niçin o inkisar, neden o ağlama, neden o kalb burkuntusu?” diyecek; şayet bunları sesli düşünecek olursa, siz de ona Allah’ın huzuruna çıkıp da nimetlerinden mahrum kalacağınız, azabına dûçâr olacağınız endişesini taşıdığınızı anlatacaksınız. Hem sevgi ve ümit dolu bakışlarınızla hem de endişeli hâlinizle Allah’a karşı saygınızı onun ruhuna duyuracak ve hep onun gözetiminde olduğunuzu vurgulayacaksınız. Kendinize tanzim ettiğiniz bu hayat şeklini ve şayet var ise iç derinliklerinizi ona hissettirmeye çalışacaksınız. Aksine henüz ruhunuzda yer etmemiş ya da size ait olmayan şeyleri anlatmaya uğraştığınız zaman, ona emniyet telkin edemeyecek ve müessir olamayacaksınız.
Hz. Âişe’ye (radıyallâhu anhâ), “Resûl-i Ekrem’in ahlâkı neydi?” diye sorulduğunda; “Siz Kur’ân okumuyor musunuz? O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.”10 buyurmuşlardır.
Bu hadis açısından Resûl-i Ekrem’in durumunu biz şöyle anlıyoruz: Resûl-i Ekrem’in bir hayat tarzı, bir yaşayışı vardı ki, Kur’ân da işte bu kâmil insanın yaşayışını bize anlatmaktadır.
Evet, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur’ân’ı bize intikal ettirirken, yaşayıp hayat hâline getirdiği Kur’ân’ı bize intikal ettiriyordu. Ortada, hayatlaşan bir Kur’ân ve okunan bir hayat vardı. Onun için de, O’nun kavlen-fiilen anlattıkları tertemiz vicdanlarda, gönüllerde mâkes buluyor, herkes kabul ediyor, hüsnükabul gösteriyor ve onları yaşamaya çalışıyordu.
Bu itibarla bizim davranışlarımız başka, sözlerimiz de başka olmamalıdır. Aslında buna, amelî münafıklık denir. İç-dış farklılığı çocuğu riyakârlık, mürâilik ve dual bir anlayışa iter, Kur’ân’ın ifadesiyle, onu bir orada-bir burada “müzebzeb”11 hâle getirir.
Siz, çocuğa Allah’ın nimetlerini anlattıkça, o da Allah’a karşı sizinle beraber şükran hissiyle, hamd hissiyle dolacak ve; “O sizin anlattığınız bizi yaratan, insan yapan ve sayısız nimetleriyle nimetlendiren, sıhhat lütfeden, anne-baba veren, her gün değişik nimet sofralarını gönderen; havayı, suyu, toprağı, ağaçları yaratan, yaratıp emrimize veren Allah’a binlerce hamdolsun.” diyecektir.
Hele bir de yer yer bunları telkin eder, evdeki konuşmaları, muhavereleri bu yörüngede götürürseniz her şey bir başka güzelliğe ulaşır. Çocuğa karşı çok şefkatli olmanın ayrı bir yeri vardır terbiyede. Allah Resûlü, yanında hususi hizmetini gören kimselere o kadar şefkatli davranırdı ki, ona nispeten anne ve babanın alâkası sönük kalırdı.
Enes b. Malik (radıyallâhu anh) naklediyor: “Hz. Peygamber’e on sene hizmet ettim; yapmadığım bir şeyden ötürü ‘Niçin yapmadın?’, yaptığım bir işten ötürü de ‘Neden yaptın?’ dediğini hatırlamıyorum. Bana hiç itapta bulunmadı.”12 Evet o ağyara bile böyle şefkatli davranıyor ve anne-baba üstü muamelede bulunuyordu. Kendi torunlarına, evlatlarına ise o kadar refik, o kadar şefik, o kadar ince kalbliydi ki, ancak yine O bu kadar aşkın olabilirdi.
i. Şefkat
Çocuk, sopadan, tehditten, azaptan değil, eğer bir şeyden korkacaksa, ebeveyninin şefkatini kaybedeceğinden korkmalıdır. Babasının yüzünü ekşitmesi, annesinin sımsıcak yüzünün buğulandığını müşâhede etmesi veya sezmesi onu dengeye getirecek en büyük bir müeyyide gibi algılanabiliyorsa, yeter ve artar zannediyorum. Ancak çocuğun size güvenmesi, acılarını, elemlerini paylaştığınıza inanması çok ehemmiyetlidir. Öyle ise, o ağladığı zaman yapabiliyorsanız oturup içten ağlayınız, hiç olmazsa üzüntüsünü paylaşınız. Ölüp giden bazı insanlar için semanın size ağladığı, arşın titrediği gibi13 çocuklar müteessir oldukları zaman siz de teessür izhar edip, onların üzüntülerini paylaşınız. Böylece onların nazarında daha bir ulvîleşirsiniz ve söylediğiniz, anlattığınız sözler onlarda tesir icra eder ve onların gönüllerine öyle bir girersiniz ki, artık hiçbir güç oradan sizi söküp atamaz. Daha sonra söyleyeceğiniz her söz de onların, gönüllerinde hep mâkes bulur.
Evet eğer, onların melek-misal yetişmelerini düşünüyor ve sizi gelecekte en mükemmel şekilde temsil etmelerini bekliyorsanız böyle yüksek bir mefkûre ancak bu yollarla gerçekleştirilebilir.
j. Otorite
Evin içinde, otorite boşluğunun yaşanmaması da çok hayatîdir. Hanede ahengi sağlayacak bir otorite olmazsa, yuva idarî keşmekeşlikten, çocuklar da ikilemden kurtulamazlar.
Allah (celle celâluhu), Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine farklı kılması sebebiyle, bir de mallarından harcama yaptıkları için, erkekler kadınların koruyup kollayıcısıdırlar. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) muhafaza ederler. Baş kaldırıp hep serkeşlik yapmalarından endişe ettiğinizde, onlara uzun uzun öğüt verin; (gerekirse bir taktik olarak) onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla da yola gelmezlerse, incitmeden) okşayınız. Eğer yola gelirlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.”14 buyrulmaktadır.
Erkek, evin içinde, belli hususlar itibarıyla düzenin ve genel ahengin sorumlusudur. Hatta denilebilir ki o, pek çok konuda birinci derecede mesuldür. Aslında, çocukların da böyle bir sorumlu insana ihtiyaçları vardır. Evin içerisinde sorumluluk bilincini açıkça gören çocuk, hayatı itibarıyla dağınıklık ve sorumsuzluğa düşmeyecektir. Aksine bir evde iki sorumsuzun bulunması ve iki yerden ayrı ayrı emirlerin gelmesi, çocuğun efkârını allak bullak edecektir.
Ayrıca, çocuk ebeveynin birinden korktuğu zaman diğerine sığınabilmeli ve bu sığınacağı yer de anne kucağı olmalıdır. Böyle bir paylaşımda çocuk babada mehâfet ve mehâbeti ya da şefkat ve merhameti, annede de aksini bulacak, yerinde ürperecek, yerinde ümitlenecek; ama kat’iyen yalnızlık hissetmeyecektir. Aksine evde aile hayatı, böyle bir birliğe bağlanamamışsa çelişkiler sürüp gidecek ve kadının kendine göre bir baş, erkeğin de kendine göre bir baş olduğu böyle bir yuvada çocuklar hissiz, duygusuz, haşin ve yörüngesiz yetişeceklerdir.
Kanaatimiz odur ki, ideal nesiller için her şeyden evvel ideal bir yuvaya ihtiyaç vardır. Evet her şeyden evvel yuva, Allah’a bağlanmalıdır. Ebeveyn veya onlardan biri Allah’ın halifesi olarak bu işi ele alınca, O’na bağlılık sayesinde aile fertleri o kadar aziz, onurlu ve meselelere hâkim olacaklardır ki, dahası olamaz ve böyle bir yuvada problem de söz konusu değildir.
5. Allah’ın Ahlâkı ile Ahlâklanmak
a. Konuşma Âdâbı
Burada ele alacağımız ilk husus, doğrudan doğruya ‘ahlâk-ı âliye-i ilâhiye’yle (Cenâb-ı Hakk’ın yücelerden yüce ahlâkı) ahlâklanma konusudur. Bütün düşüncelerimiz, davranışlarımız, hatta hayat arkadaşımızla yan yana geldiğimizde, sohbet ve değişik münasebetlerimizde, mütemâdiyen üzerinde duracağımız hususlar, daha sonraki dönemlerde, çocuğun şuuraltına yerleşmesini düşündüğümüz konular olmalıdır.
Elbetteki bir evde, dünyaya ait işler, hayatımızla alâkalı mevzular da konuşulacaktır. Ne var ki çocuğun yanında bu meseleler dahi görüşülürken, hep onun mevcudiyeti nazar-ı itibara alınmalıdır. Dahası mümkünse, onu ilgilendirmeyen, ona faydası dokunmayan konular, onun yanında anlatılmamalı ve hele onu bir sıkıntı cenderesi içine alabilecek konulardan mutlaka kaçınılmalıdır. Evet, belli bir dönemde, onun ruh ve kalbinde yeşerip gelişecek hususlar çok iyi belirlenmeli ve o, mukavemet eşiğini aşan tahammülfersa şeylere maruz bırakılmamalıdır. Evde, işyerinde, yanımızda bulundukları hemen her zaman, konuşma ve görüşmeler onların mevcudiyetine bağlanmalıdır.
İmkân elverdiği ölçüde onların yanındaki konuşmalarımız, Hz. Allah’a, O’na imana, O’nun nimetlerini anlatmaya ve O’nun dinine dair olmalıdır. Prensip olarak evde, çocukların yanında, sadece daha sonra onlarda görmek istediğimiz meselelerin muhavere ve müzakeresi yapılmalı ki, anne-babanın en önemli meselelerinin neden ibaret olduğu şuuruyla yetişsinler. Bu tavsiyeler bir reçete olarak kabul edilirse, çocuğun gelecekteki problemlerinin büyük bir kısmı halledilmiş olur. Elbette ki daha sonraki devirlerin de kendilerine göre problemleri olacaktır; yeri geldiğinde onların da üzerinde duracağız.
b. Re’fet ve Şefkatte Ölçü
Burada değinmek istediğimiz diğer bir konu da; çocuklarda re’fet ve şefkat duygusunu geliştirme, onları birer merhamet kahramanı olarak yetiştirmek meselesidir. Bu konuda da yine en kestirme tesir yolu, bizzat temsildir. Sözgelimi, kapımıza gelip el açan bir insana, efendi hanımından evvel, hanım efendinin yanında, her ikisi de ellerine, eteklerine koydukları şeylerle ona koşmaları ve derin bir teessür içinde olabildiğine bir ihtimamla onun üzerine eğilerek onu dinlemeleri, çocukların şefkatli yetişmeleri adına müessir bir ders olsa gerek.
Çocuklardaki şefkat duygusunun tevarüs yoluyla elde edilmesi de söz konusudur. Meselâ bazı çocuklar daha küçükken bile gözleri yaşlıdır. Bu hâl onların daha sonraları biraz hisli, ince, rikkatli olacaklarına alamettir. Gerçi bazen onlar da, sırf dikkat çekmek, aileye isteklerini kabul ettirebilmek için ağlar gibi yaparlar; ama incelikten kaynaklanan ağlamalar her zaman farklıdır. İster öyle, ister böyle, çocukların cömert, rikkatli, şefkatli olmasını düşünüyorsak, yuvamızın, sıcak, yumuşak ve burcu burcu şefkat tütmesini sağlamalıyız.
Çocuğun cimri, halk diliyle eli sıkı, dünyaperest, maddeye bağlı yetişmesi, bazı şartlara bağlı olarak onun bencil, çıkarcı, hırslı, mütecaviz ve âsi bir hâl alması yolunda ilk sebepler sayılırlar. Böyle bir çocuk, eğer ilâhî ahlâka bağlı yetiştirilmiyorsa, bu durum o çocuğun hem dünyası hem de ahiretteki sonsuz hayatı adına da bir tâli’sizliktir.
Evet, merhamet ve şefkat çok önemlidir. Cömertlik ve civanmertlik bu ruh hâlinin bir tezahürüdür. Şefkat kahramanları hep kazançta, merhametsizler de hüsrandadırlar. Cömert, fasık olsa dahi cennete gidebilir. Cimri, mü’min dahi olsa cenneti kazanma ihtimali düşüktür. Bu sebeple, çocuklarda şefkat ve acıma hissi geliştirilmeli, verme ve ihsanda bulunma duygusu artırılmalıdır ki, hırsa kapılıp dünyaya dalmasınlar ve dünyaya daldıklarından ötürü de Allah’ı ve insanları unutmasınlar. Evet çocuğa vermesini öğreteceksin ki maddeci olmasın; ruhî, kalbî, sırrî hayatı itibarıyla Allah’a bağlı olsun. Ancak bir kere daha hatırlamalıyız ki, verme, fiilen gösterilmez, sözlerle desteklenmezse müessir olmaz. Davranışlarımızla anlattığımız zaman sözlerimiz onların nazarında meleklerin solukları gibi tesirli olacaktır.
c. Mükâfat
Diğer bir husus da, çocuklarımızı muvaffakiyetleri nispetinde mükâfatlandırmamız konusudur. “Nispet” kelimesini özellikle kullanıyorum. Çünkü, büyük bir muvaffakiyette o muvaffakiyet ölçüsünde, küçük bir başarıda da o başarı nispetinde ödül, adaletli olma müessiriyetinin yanında “sa’y ölçüsünde semere” esprisine de uygun düşer. Evet ister dinî hayat, ister dünyaya ait meselelerinde –tabiî meşru olanlarına– her muvaffakiyetin behemehâl mükâfatlandırılması ilâhî ahlâkın gereğidir.
Bu zaviyeden “anne-baba” biraz da mütefekkir, bilge ve terbiyeci demektir. Bilecek, düşünecek, bakacak, kollayacak ve üzerlerine titreyecektir. Evet eğer anne-baba arabalarına, bağlarına-bahçelerine ehemmiyet verdikleri kadar çocuklarına önem vermezlerse, o çocuğun duygu ve düşüncelerinde güdük kalacağı ya da bodurlaşacağı açıktır. Bu itibarla, daha önce arz ettiğimiz prensiplerden re’fet, şefkat, kadirşinaslık, Hakk’ın nimetleri karşısında serfürû ve inkıyadın yanında, hakikî malikiyetin ve sahibiyetin bir nevi tezahürü olan, “çocukların her hâline vaziyet etme” konusunda da yine temel kaynağa müracaat etme mecburiyetindeyiz.
Bu temel kaynak Allah (celle celâluhu) ahlâkıdır. Allah, dünyada iyi işler işleyene ahirette cennet, kötü işler yapana da ceza verir.
Kur’ân-ı Kerim, “Eğer şükrederseniz, Ben de (nimetlerimi) artırırım; eğer nankörlük yaparsanız azabım çok şiddetlidir.”15 buyurur.
Allah’ın ahlâkıyla mütehallik olarak çocuğa karşı tutum ve davranışlarımızı o kadar ölçülü ortaya koymaya çalışacağız ki; Allah da bizi yalnızlığa itmesin.
d. Çocuğu Yarına Hazırlama
Son olarak belirtilmesinde yarar gördüğümüz bir diğer husus da şudur: Çocukların, içinde geliştikleri muhiti hesaba katarak yaş, seviye, bilgi ve kültür durumlarına göre ele alınması. Çocuk beş yaşında ise ona vereceğimiz dinî bilgiler, tıpkı beslenmede takip ettiğimiz usulde olduğu gibi farklı uygulanmalıdır. O, yedi yaşına geldiği zaman vereceğimiz bilgi başka, on yaşına geldiğinde vereceğimiz de başka olmalıdır.
Ancak önemli olan bir husus var ki o da, telkin edeceğimiz her şey, bir bakıma çocuğun içinde bulunduğu yaş-baş ve dönemin bir sonrasına ait olmalıdır; zira o, içinde yaşadığı zamanı zaten nasıl olsa görüp duyacak ve yaşayacaktır. Bu açıdan, mevcut çevrenin verdiği ya da mualliminden öğrendiği şeyler çizgisinde ise yeterli sayılabilir. Öyleyse bizim terbiye adına ona kazandıracağımız seviye, onun daha sonra yaşayacağı hayata ait olmalıdır.
Hz. Ali (kerremallahu vecheh): “Çocuklarınıza, içinde bulunduğunuz zamanın bilgi ve kültürünü değil, daha sonraki devrin âdâb ve erkânını öğretiniz; zira onlar, sizin içinde yaşadığınız zamandan başka bir zaman için yaratıldılar.” buyurmaktadır. Bu prensip, umumi bilgi ve kültür açısından ele alınacak olursa, “Şu andaki malumat ve kültürle iktifa etmek dûnhimmetliktir.” demek olur ki, zamanla başkaları gelir sizi geçer ve siz de çok gerilerde kalırsınız. Bu prensibin talim ve terbiye açısından ele alınması, çocuğun içinde yaşadığı zamanı aşıp daha sonraki dönemleri nazara alarak, ona göre bir çizgi takip etmesini kolaylaştırır. Evet, çocuk, altı yaşında iken yedi yaşına ait terbiye verilmeli ve yedi yaşına varınca da sekizinci yaşın programı uygulanmalıdır.
Özet olarak şöyle denebilir; beş yaşına kadar bir çocuğa verilen dinî ve millî eğitim, ortalama akıl bâliğ olma yaşı sayılan on beş yaşına kadar kademe kademe artırılarak devam ettirilmeli ve verilecek terbiye mutlaka yaşa-başa uygun şekilde verilmelidir ki hazımsızlık olmasın. Yirmi yaşına ulaşmış, gençlik döneminin tam ortasındaki bir gence “on beş yaş dinî eğitimi”ni vermeye kalkarsanız, onun din, iman, ahlâk adına her şeyini alt üst etmiş olursunuz. Her seviyedeki bünye farklı bir rızık, bir gıda istediği gibi fikir, akıl, his, şuur, idrak ve gönül gibi lâtifeler de inkişafları ölçüsünde, belli seviyede beslenme isterler.
Siz, yetiştirmekle mükellef olduğunuz bir muhatabın içtimaî, fikrî ve aklî seviyesini anlamadan ona bir şeyler vermeye kalkarsanız o kimseyi duyguları itibarıyla manen itmiş, uzaklaştırmış olursunuz. Bugün bir kısım yanlış uygulama ve eğitime rağmen bazı gençlerin hâlâ fikrî, hissî, duyguları sağlam ise bu, tamamen Cenâb-ı Hakk’ın onlara bir inayetidir; ya da bunlar henüz fikren gelişmemişlerdir; yirmi beş yaşındadırlar ama on yaşında veya on beş yaşındakiler gibi yaşadığı devrin çok çok gerilerinde bulunuyorlar demektir. İşte böyle biri, günlerden bir gün seviyesini aşkın dinî, millî, içtimaî herhangi bir farklı mülâhaza ile karşılaşırsa –Allah muhafaza buyursun– kendi değerleri adına sarsılıp irtidat etmesi kaçınılmaz olur.
Terbiye ve terbiye adına rehberliği yaşla başla atbaşı veya bir iki kadem önde götürme adına din, şu tavsiyelerde bulunur: Çocuğa şayet on beş yaşında namaz kılması farz ise, siz onu on yaşında namaza alıştırın demektedir. Bu, onu oruç tutmaya da, mükellef olduğu dönemde birkaç sene evvel alıştırın mânâsına gelir. Diğer bütün hususları da aynı şekilde düşünebiliriz ki, bu da çocuğun erken dönemden ele alınarak yaşına göre şekillenmesi demektir.
Şunu da belirtmek isterim ki; buradaki değer hükümlerinde ve yargılarda çok kat’î ve tereddütsüz cümleler kullanıyorsak, bu, konuya, Kur’ân ve Sünnet perspektifinden bakabildiğimiz inanç ve en azından o istikametteki kavî zannımıza bağlıdır. Biz, çocuklara vereceğimiz şeylerin küçük yaşta verilmesinin daha müessir olacağına inanıyoruz. Kanaatimiz o ki; eğer onların, mükellefiyet devresinde dinî ferâizi mutlaka yapmalarını istiyorsak, bu çok erken yaşlarda başlamalıdır. Biz şimdiye kadar bu şekildeki yaklaşımın semerelerini çok gördük; çok şahit olduk.
Burada İmam Cafer’in, mealen bize verdiği bazı yaş ölçülerinden de bahsetmek isterim:
“Yedi yaşa kadar çocukluk devresidir ki, o gördüğü şeyleri taklit eder ve daha çok değişik oyunlara bağlı yaşar. Hatta siz onunla oynar ve eğlenirseniz, o da sizinle eğlenir. Sizden ne görürse onu öğrenir ve taklit eder. Onun hayatı o devreye kadar âdeta bir taklit ve bir oyundur. Ondan sonra yaşına-başına, idrak seviyesine göre telkin dönemi gelir. Bu dönemde, idrak ufku ve anlayış seviyesine göre sık sık rehabilitasyondan geçirilerek millî ve manevî değerlerimize motivasyonu sağlanmaya çalışılır. İşte bu devre Kitabullah’ı talim devresidir; bu da bir o kadar zaman ister. Ondan sonra aklıyla, mantığıyla, muhakemesiyle haram ve helâli öğrenme devresi gelir ki, bu dönemin de o kadar sürdüğünü ilâve edebiliriz.”
İmam Cafer’in usûlüne göre çocuğun yirmi bir yaşında bütün içtimaî ve dinî formasyonunu ikmal etmiş olması gerekiyor. Demek bu yaştan sonra çocuğa bir şey verseniz de oldukça zor kabul edecektir. Öyle ise yirmi bir yaşına kadar reddedemeyeceği şekilde dinî, millî her şeyin çok iyi hazmettirilmesi gerekmektedir. Bu yaşa kadar, pratiği, nazarîsi, aklîsi ve mantıklısıyla dinî hayatı bir bütün olarak benimsemeli ki, esen değişik muhalif rüzgârlarla sarsılmasın. Allah Resûlü de, Tirmizi’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurur:
“Çocuklarınıza yedi yaşından itibaren namazı öğretiniz.”16 Evet çocuk, o devreye kadar, kendi tecessüsleriyle yaptığınız şeyleri zaten kavramıştır. Artık bir mânâda size sadece, onun elinden tutup o güne kadar tecessüsleriyle algıladığı şeyleri açıklama, yerinde tergiple teşvik, yerinde de biraz terhiple uyarma kalıyor. Öyleyse belli bir yaşa kadar hâl ile gösterme esas iken belli bir dönemden sonra fikrî seviyesine göre ve mantığına hitap edecek şekilde her konuyu şerhetmek gerekecektir. Arz edilen bu delillerin ışığında çocuk, bazıları itibarıyla Mâbud-u Mutlak olan Hz. Allah karşısında altı yaşında, bazıları itibarıyla sekiz yaşında, bazıları için de en geç on yaşında bir yetişken kabul edilerek onore edilmeli, izzetine ihtimam gösterilmeli ve her şey ona peygamberâne bir azimle anlatılmalıdır. İbadete alıştırma mevzuunda gösterilecek gayretler de aynı ciddiyeti ister.
Allah Resûlü: “Hayâ imandan mühim bir rükündür.”17 buyurmaktadır. Diğer bir hadis-i şerifte: “Hayâsı olmayanın imanı da yoktur.”18 şeklinde ferman eder. Öyleyse hayâlı, edepli, terbiyeli yetişmesini düşündüğümüz nesillerin daha küçükken üzerlerinde durulmalıdır ki, olgunluk devresine geldiklerinde, onlar da o hâl ile hâllensin ve ahlâk-ı Kur’âniye ile mütehallik olsunlar.
1 Mâide sûresi, 5/100.
2 Ebû Dâvûd, melâhim 5; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/359, 5/278.
3 Bkz.: Ahzâb sûresi, 33/35.
4 Müslim, radâ’ 59; Nesâî, nikâh 15; İbn Mâce, nikâh 5.
5 Tevbe sûresi, 9/25.
6 el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 6/398; ed-Deylemî, el-Müsned 1/71.
7 Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 5/130.
8 Bkz: İbrahim sûresi, 14/7.
9 İnsanın Allah’a yönelişi ile kendisinde hissettiği –zihnî pırıltılar ve bunların verdiği haz, lezzet ya da Allah’a saygı– haşyet durumu.
10 Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 139; Ebû Dâvûd, tatavvu’ 26; Nesâî, kıyâmü’l-leyl 2.
11 Bkz.: Nisâ sûresi, 4/143. Müzebzeb: Yerinde sabit durmayıp, devamlı yer değiştiren.
12 Buhârî, edeb 39; Müslim, fedâil 51, 52.
13 Büyük âlem küçük âlemle alâkadardır ve aralarında paralellik vardır. Hatta belki bir mü’min müteessir olduğu zaman rahmet âlemi de o derece müteessir olmaktadır. Bu durumun keyfiyeti bizim için çok açık ve kâbil-i idrak olmasa da, şu tespiti yapabileceğimizi düşünüyoruz. Allah’ın (cc) Rahmân ve Rahîm isimleri, her türlü şefkatin, re’fetin, inceliğin, merhametin menbaı ve kaynağıdır. Mü’minler müteessir oldukları zaman, rahmet de mahiyetini bilemeyeceğimiz şekilde harekete geçer, –tabir caizse– o da o teessürü paylaşır.
14 Nisâ sûresi, 4/34.
15 İbrahim sûresi, 14/7.
16 Tirmizî, salât 182; Ebû Dâvûd, salât 26; Dârimî, salât 141.
17 Bkz.: Buhârî, îmân 3; Müslim, îmân 57, 58.
18 Bkz.: İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 5/213; el-Buhârî, el-Edebü’l-müfred s.445.