Altıncı Bölüm TERBİYENİN BUUDLARI

Terbiyenin Buudları

Bir önceki bölümde, çocuğa, belli bir yaş ve belli bir seviye itibarıyla verilmesi gerekli olan hususlara ve ebeveynin, muallimin, mürebbinin hassasiyetle üzerinde durması lâzım gelen konulara temas edip geçmiştik.

Bir kere daha hatırlatmalıyım ki; terbiye konusunda hassas davranmayan, yaş, baş, düşünce ufku, muhit, ilmî seviye deyip hayatın her merhalesinde çocuğunu en iyi şekilde besleyip açlığını gidermeyenler, ileri dönemlerde bir aç kurtla karşılaşırlarsa şaşırmamalıdırlar.

1. Salih Amel, Salih Kimseler ile Tanıtılmalıdır

Salih ameli, sulehâ (salih insanlar) ile tanıtma, ebeveynden ziyade muallimi ve mürebbiyi ilgilendiren bir husustur. “Salih ameli, salihler ile tanıtma konusunda nasıl hareket etmemiz gerekir?” konusu ile ilgili duygu ve düşüncelerimizi şöyle açıklayabiliriz:

Evet, çocuklar, gençler salih ameli öğrenmelidirler; ancak sadece öğrenme nazarî bir bilgiden ibaret kalacağı için, bu nazarî bilgilerin sülehâ ile tanıtılması ve güzel işlerin, onların kahramanlarıyla hatırlatılması çok önemlidir. Daha küçük yaşta iken, o çocukların zihinlerine, namazıyla-niyazıyla büyük bildiğimiz insanlar girmelidir ki, çocuk, yürüdüğü yolun, daha önce de bazı mühim zatların yürümüş olduğu bir şehrah olduğunu bilsin ve o yolda olmanın bütün ezvakını duyabilsin. Belli bir yaşa geldiği zaman, günde şu kadar namaz kılan ya da senenin pek çok günlerinde soğuk-sıcak demeden oruç tutan bir insanın zâhirine bakarak karar verecek olursak Allah indinde efdal bir insan olduğuna inansın ve onun gibi olmaya imrensin. Netice itibarıyla din ve diyaneti adına yaptığı her şeyi, onun ruh ve mânâsına bağlayarak yapacak ve muhalif rüzgârlar karşısında sarsılmayacaktır.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Şu devirde münafıklar yaptıkları şeyleri sizden gizlemek için nasıl utanıyor, hicap ediyor, durumlarını sizden gizliyorlarsa; bir gün gelecek mü’minler de (inançlarını ve amellerini) saklayacaklardır.”1 buyurur.

İşte bazı dönemlere mahsus bu hastalığı, genç nesillere daha çocukluk döneminde aşma yolları gösterilmeli ve sonraki günlerde teklemelerine meydan verilmemelidir. Dahası onlara dinin bir izzet vesilesi olduğu telkin edilmeli ve Allah’ın emirlerine cân-ı gönülden sarılma ruh hâletiyle yetiştirilmeleri sağlanmalıdır.

Burada, yaşanmış bir örnek arz etmek istiyorum. Çocuğunun eğitimini sağlam bir şekilde planlayıp onu hep yakın takibe alan bir ailenin kız çocuğu bir gün geliyor, bu küçük mürşide kendi muallimesine tesir ediyor. Gerçi sevdiği muallimesi insanlığa ait bütün nezaketini korumakla beraber, dinsizlik her gün onu biraz daha yıpratmakta ve manen tüketmektedir. Çocuk, ruhunda derinleştirdiği din hakikatinin tesiriyle bir gün arka sıralardan birinde birdenbire hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Derken o şefkatli muallime yanına gelir ve ona, “Yavrum niçin ağlıyorsun?” der. O da “Hocam sana ağlıyorum.” şeklinde cevap verir ve devam eder: “İnanmadığın için Allah’ın seni cezalandıracağına üzülüyorum.” diye mırıldanır. Nutku tutulan kadın, hiçbir şey söylemeden geriye çekilir ve birkaç gün sonra da, çehresinde inanmış olmanın bütün güzellikleri –talebe– mürşidesinin yanına gelir ve sevinçlerini paylaşırlar.

Bu çocuğa, imanla beraber izzet de telkin edilmiştir. Mamafih, izzet Allah’a ait bir hususiyettir.2 Ama Allah’ın dinî prensipleri yaşayanları aziz, onları terk edenleri de zelil kılacağı yine bir dinî gerçektir. Evet çocuk, duygusundan, düşüncesinden ve yürüdüğü yoldan emin olmalıdır ki, daha sonraları aşağılık duygusuna kapılmasın ve inkâr cereyanları karşısında ezilmesin. Dahası o, namaz kılmayı, oruç tutmayı bir büyüklük olarak algılamalı ve namaz kılması icap ettiği yerde tereddüt etmeden tekbir alarak, sadece o Yüce Allah’a karşı eğildiğini ortaya koymalıdır.

Kur’ân-ı Kerim, yapacağımız ve yapmayacağımız konularla alâkalı bir taraftan günde en az kırk defa: “Rabbimiz! Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden medet ve yardım umarız. Bize doğru yolu göster.”3 gibi âyet-i kerimeleriyle bizi, şühedâ, sıddîkîn ve ebrârın yoluna hidayet etmesi arzusunu, dua ve dileğini ortaya koyarken, diğer taraftan da “Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazabına uğramışların ve sapmışların semtine değil!”4 (Âmin) beyanlarıyla, tafsile girmeden ve bâtılı tasvir etmeden olumsuzluklara dikkat çeker ve rıza yolu, cennet yolu istikametinde arzularımızı şahlandırırken, küfür, küfran ve dalâlet yollarına karşı da tavrımızın olması gerektiğini ortaya koyar.

Bu üslûp, terbiyelerini derpiş ettiğimiz kimselere karşı da bir örnek teşkil eder. Sürekli Allah’ın hoşuna gidecek yol ve yöntem nazarına verilmeli ve onların ruhunda Allah’ın hoşlanmadığı şeylere karşı bir tepki hâsıl edilmelidir. Aslında böyle davranmak bizim için bir vazifedir. Allah’ı tanımayan, O’nu tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyetle hayatının tek hâkimi kabul etmeyen mesul olur. Zira vazife-i fıtratını bilmeyen, yaratılış hikmetine akıl erdiremeyen, dünyaya niçin geldiğini kavrayamayan; hatta kâinatta esbap ve müsebbebât arasındaki münasebeti sezemeyen, dahası bütün bu esrar perdelerinin arkasında kendini bize hissettiren Allahu Azîmüşşân hakkında iman ve izâna sahip olamayanın dünya ve ukbâda felâha ermesi söz konusu değildir. Allah böylelerini de, böyleleriyle haşr u neşr olanları da iflâh etmez. O, “Onlara küçük bir temayülle dahi olsa eğilim gösterirseniz ateş size dokunur.”5 buyuruyor.

2. Dinî Eğitimde Müspet İlimlerden Yararlanma

Çocuklar fizik, kimya, astronomi, atom fiziği ve benzeri pozitif ilimleri tahsil ederken onların bu seviyedeki kültürlerine paralel olacak şekilde “akâid-i hâkka-i İslâmiye”nin anlatılmasında zaruret vardır. Maddecinin maddeyi esas alıp her şeyi ona bağlamasına mukabil, mü’min de maddeyi, Allahu Teâlâ, ahiret, Kur’ân ve iman mevzuunda yerinde değerlendirmelidir. Evet, bütün tarihî maddecilerin boğulduğu madde bataklığında, mü’minler gül bitirmesini bilmeli ve bütün eşya ve hâdiseleri Allah’ın varlığının şahitleri olarak görüp değerlendirmelidirler.

Çocuk her gün fünûn-ı müsbete adına, ilköğretimden liseye, ondan üniversiteye aldığı öğrenime mukabil; evde ve aile muhitinde o ölçüde dinî eğitim almıyorsa onun kayması, inhiraf etmesi muhakkak ve mukadderdir. Onun okul ve çevresinde edindiği ilim/kültür seviyesi yakın takibe alınıp da muhtemel çarpık düşüncelere vaktinde müdahale edilmezse okuyup öğrendiği şeyler küfre vasıta hâline getirilebilir. Oysaki ilimler, Allah’ın varlığının ve birliğinin en açık delilleridirler.

Evet çocuk, felsefe tahsil etmesine ve muhtemel bir kısım şüphe ve tereddütlere sürüklenmesine mukabil, akıl, mantık ve ilimlerin olumlu değerlendirilmeleriyle desteklenmezse, daha sonraları ciddî bunalımlara girebilir. Binaenaleyh, onun akliyata dair bilgiler ölçüsünde, yine aklî, mantıkî ve bedihî delillerle takviye edilmesi zaruridir. Maddecilerin varlıktaki nizamı tabiata vermelerine ve bu mevzuda bir kısım felsefî nazariyelerle demagoji yapmalarına mukabil biz de, yaratılışındaki bedahet ve kâinattaki nizamın dili ile her şeyde müşâhede edilen kanunların hükümfermâ olması gibi hususları anlatarak, bunların hepsinin Allah’ın idaresinde olduğu gerçeğini onun zihnine nakşetmeliyiz. Ancak bu sayede değişik nazariyelerin onda hâsıl edebileceği şüphe ve tereddütleri önleyebiliriz.

Evet akla, hayale gelmedik tahrif ve çarpıtmalarla onun kafasına yüklenen sakîm malumata mukabil onun kafasını sahih malumatla donatmalıyız ki o, herhangi bir şaşkınlık yaşamasın. Mahiyet itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Cehalet, dinin de dindarın da en büyük düşmanıdır. Öyle ise, cahillerin akla hayale gelmedik hilelerle nesli ifsat etmelerine karşılık, mü’minler de vatanına, milletine, köküne bağlı kimseler ve dinine, diyanetine, ilimlere, fenlere açık ve kendi tarih ve coğrafyasına sahip çıkan nesiller yetiştirmek mecburiyetindedirler.

3. İyi Bir Çevre Hazırlama

Şimdi de çocuğa, iyi bir çevre hazırlama konusu üzerinde durmayı düşünüyoruz. Modern dünyada çocuklar için, mekteplerin yakınında veya başka müsait yerlerde çocuk bahçeleri, kreşler vb. sosyal tesislere çok önem verilir. Onun maddî hayatı ve fizikî dünyasının sıhhatli, sağlam, huzur içinde bir ortamda geçmesi; aileyi meşgul etmemesi donanımlı ve açık yetişmesi için çok önemlidir. Bunlar düşünülüp taşınılmış ve her türlü faydası ve zararı önceden hesap edilerek yapılmıştır. Ne var ki, çocuğun böyle maddî bir ortam gibi, mânevî hayatını yaşayabileceği, geliştirebileceği, insanlığını duyabileceği; hatta Rabbisiyle gönül münasebetleri kurabileceği bir mânevî ortama da ihtiyaç vardır. “Çocuk çevresi” derken bu husus da düşünülmelidir. Şimdi burada işte bu hususlarla alâkalı yapılması gerekenleri, arz etmeye çalışacağız.

a. Arkadaş Seçme

Çocuğa, emsali arasında din ve diyanete saygılı arkadaşlar edinmesini sağlama da çok önemlidir. Sağlamakla kalmamalı, ebeveyn bu işin takipçisi olmalıdır. Onun, vatanına, milletine, dinî, millî değerlerine saygılı yetişmesi için, baskıcı bir mülâhaza ile değil, yönlendirici bir tavırla çocuk hep “gözlemlenme”li ve o en kıymetli varlığımız olarak herkese emanet edilmemelidir. Kaldı ki insan tanımadığı kimseye çorabını bile emanet etmez. Faraza, tanımadığınız biri gelip size diyor ki, “Arkadaş cüzdanını çaldırabilirsin, memleketimizde çok şakî var; ver o cüzdanını veya çantanı muhafaza edeyim!…” İtimat eder misiniz? Hayır!. Tanımadığınız bir adama ne cüzdanınızı ne de çantanızı emanet edersiniz. Öyleyse nasıl oluyor da, çarşıda, pazarda tanımadığınız, bilmediğiniz kimselere çocuğunuzu emanet ediyor veya takipçiliğini onlara bırakıyorsunuz?. Bence böyle bir “çelişki”ye düşülmemelidir.

Evet iyi bir arkadaş seçme meselesi de yine anne ve babaya düşmektedir. Sadî’nin Gülistan’da dediği gibi, kötü arkadaş kara yılandan, kobradan daha kötüdür.. evet ona yakayı kaptırdığınız da, ya zehirler ya da olumsuz şeylerle meşgul eder. İyi arkadaş melekten daha iyidir. Onunla olduğunuz zaman hep melek ufuklarında dolaşırsınız.

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.”6 Peygamber sözü. Öyleyse anne-baba için çocuklarına arkadaş bulmak çok mühimdir. Çocuğun, duygu ve düşüncesinin şekillenmesinde arkadaş çevresi kat’iyen ihmal edilmemelidir. Eğer çocuk, bozuk bir muhit edinmişse, onu bir an evvel oradan koparmalı ve itimat ettiğiniz başka bir yere göndermelisiniz. Hatta içinde doğup geliştiği mahallede etrafını kötü arkadaşlar sarmışsa; belli yollarla mutlaka onu, o arkadaşlara karşı izole etmeli, başa çıkamıyorsanız okuldan alıp başka bir beldeye göndermelisiniz. Ancak orada da ilk tanışacağı arkadaşlarının dindar, iffetli, namuslu olmalarını sağlamalısınız.

Nerede olursa olsun çocuk, içine girdiği muhitte hemen dinî havayı görmeli, başkalarıyla daha çok yüksek düşünceler etrafında kaynaşmalı ve hemdem olmalıdır. Belki anne sinesine taş basacak, baba da kesesinin, cüzdanının ağzını açma mecburiyetinde kalacak ama, Allah’ın hem kendisine, hem de evladına azap edeceği günlerin endişesiyle oturup kalkacak, bugünü ve yarını adına, yılan-çıyan ebeveyni olmamaya çalışacaktır. Bazen çocuk, ders çalışmak ya da ödev yapmak için birinin evine gidecektir; bu durumda da yine gözünüz hep onun arkasında olacaktır.

Evet, çocuk arkadaşlarının evine gitmeli; ama o evlerin taşı, toprağı, duvarı Allah demeli, millet demeli; ezan-ı Muhammedî okunduğunda seccadeler serilmeli, aile efradı saf bağlamalı ve cemaatle namaz eda edilmelidir. Evet, işte böyle evlerdeki gençlerle arkadaşlık kurulması ve çocuğunuzun böyle bir eve gidip gelip ders çalışması engellenmemeli, hatta teşvik edilmelidir. Aksine onun gidip geldiği ev, nefsanîliğin şahlandırıldığı günahlara açık yamaçlar gibi ise siz çocuğunuzu kaybetmiş sayılırsınız.

b. Samimî Dinî Havayı Teneffüs Ettirme ve Riyadan Uzak Tutma

Çocuklarınızı dinî merasimlere, camiye, cemaate götürmenin yanı başında, güzel ilâhîlerin okunduğu, mevlid-i Nebevî’nin tilavet edildiği yerlere de götürmelisiniz. Böylece onu, dinî hayata ait usulünden füruuna kadar hemen her konuya açmış olursunuz. O, biraz da fıtratın gereği olarak bu türlü şeylerle meşbu bulunmalı, tatmin olmalı ki, başka arayışlara girmesin. Evet onun dinleyeceği mûsıkî dahi ona, dinini, mukaddeslerini telkin etmeli, onun ulvî hislerini inbisat ettirmeli ve onda Allah duygusunun gelişmesine ortam hazırlamalıdır.

Ancak şunu da ifade etmeliyim ki, bu tür merasimlerde mevlithan ve kârîlerin, okudukları şeyler gırtlaklarından aşağıya inmiyorsa, samimiyetsizlik çocuktaki dinî duygu ciddiyetini sarsıyorsa, kanaatimizce cami ciddiyetinin dışında, bu türlü mürâîlerin meclislerinden de çocuğun uzak tutulmasında yarar var. İlahi ve mevlid, gönlün yıkanması, arınması, vicdanın dupduru hâle gelmesi için arındıran bir kurnadır. Ama gözünden bir damla yaş gelmeyen birinin: “Seni andıkça gözyaşlarım ceyhun olur.” demesi, Allah’a karşı söylenen bir yalandır. Böyle bir yalanı o çocuğun duyması onun duygularına karşı işlenmiş ciddî bir saygısızlıktır.

Çocukluğumda, “Allah’ım, seni andıkça ürperiyorum.” mânâsında Arapça bir cümle yazarken işte o zaman ürperdim ve kalemi elimden bıraktım. Hatıra olarak hâlâ onu defterimde saklarım. Ürpermediğim hâlde ben nasıl “Allah’ım ürperdim!” derim, diye hicap ettim, utandım. Evet söylediği sözler, gırtlağından aşağıya inmeyen ve gözünden yaş gelmeyen; ama ellerini açıp “Gözyaşlarımızla huzuruna geldik.” diyen bir mürâînin o çocuk tarafından görülmesi dahi, çocukta değişik istifhamlara yol açabilir.

Dikkat ederseniz, mevlid ve ilahiyi bir taraftan dinî merasim olarak ele alıp, çocuğun, ruhî hayatıyla neşv ü nemâ bulması hususunda mühim bir unsur kabul ederken, diğer taraftan da onu yalana, riyâya, gösterişe alıştırabilecek münasebetsizliklerden uzak tutulmasını da aklın, mantığın, firaset-i diniyenin muktezası sayıyoruz. Zira çocuk, küfürden uzak tutulduğu kadar riyâya karşı da antipati duymalı, dini samimiyette aramalı ve ona inanmadığı hâlde bağırıp çağıranı değil de, gönlünün heyecanlarını terennüm edeni, gönlünün nağmelerini besteleyip size sunan insanları dinletmelisiniz.

Bu bizim dinî anlayışımızın gereğidir ki, sahabinin hayatında da aynı hususları görürüz. Zaten bu tavır, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarz-ı telâkkisidir; sahabenin de başka türlü olması düşünülemez. Bu prensibi kabul ettiğimiz zaman dinin de esas kabul ettiği bir hususu kabul etmiş olur; aksine, kendi yanlış anlayışımız içinde kaldığımız zaman da evlat ve ahfadımızın dalâletine zemin hazırlamış sayılarız. Hatta bu mevzuda –aşırı bulmayınız– çocuklarınızı riyâkarların meclislerine götürmekten ve mürâî bir ilâhîciyi dinletmektense, dinin ciddî bir iş olduğunu, azamet ve vakarının bulunduğunu anlatabilme açısından, bu ciddî ve vakûr dinî havayı ifade edebilen herhangi bir düşünürle tanıştırılmasını tavsiye ederim.

Dikkat edilirse, meseleyi keyfiyet bozukluğu içinde ele alanların tenkidi yapılmaktadır; ilahi dinleyip dinlememe değil.. evet neslimizi korumayı düşünüyorsak, mürâîlerin meclislerinden de uzak tutmak mecburiyetindeyiz.

c. Münasebet Kuracağı Kişi ve Yerleri Seçme

Ailenin sıhhatli olmasıyla alâkalı gereken şeyler üzerinde daha önceki bölümlerde durmuştuk. Aslında, anne-baba tarafından iyi görülüp gözetilen ve iyi beslenen bir çocuk dış çevrenin olumsuz tesirlerinden büyük ölçüde korunmuş olur. Ancak, yine de yakın takip çok önemlidir. Hatta çocuk, defter-kalem vs. almak için bile öyle yerlere yönlendirilmelidir ki, orada kötü söz ve menfi tesirlere maruz kalmasın. Evet o, sakıncalı kitapların teşhir edilip satıldığı yerlere girmemelidir. Bu kadarcık olsun, bakışı, his dünyası, görüşü bulanmamalı ve o, uğradığı her yerde Allah’a ait dine ait, ülküsüne ait dupduru işaret ve işaretçilerle karşılaşmalıdır. Tekrar hatırlatmalıyım ki onun defter, kalem, kitap alacağı yerler dahi pederi, velisi tarafından seçilmeli ve o kadarcık olsun yanıltılabilmesine fırsat verilmemelidir.

Çocuk, bir elbise diktirecekse, gittiği terzide, kendi dünyasını görmeli ve kendi dünyasından sesler duymalıdır. Hatta orada oturduğu süre zarfında, dinden diyanetten, vatanın teâli ve terakkisinden bahsedilmelidir ve terzinin dahi elinde kumaş ve iğnesi işini görürken, bir taraftan da yanına gelenlerin ruhlarında kendi düşünce atlasımızın boyasını çalmalıdır. Duyguları, dili hakikati ifade etmeli, hissiyatı hakikatin tercümanı olmalı, elindeki elbiseyi evirip çevirirken, düşünce dünyamızı da defaatle hallaç etmelidir. Bunlar, yakın takibi müşahhaslaştıran örneklerdir; yapılacak şeylerse bunlardan daha ötededir.

Bu ölçüdeki hassasiyet onu insanlardan koparma şeklinde anlaşılmamalıdır. Aksine, çocuğumuzun müspet mânâda gelişmesi adına hassasiyet olarak telâkki edilmelidir. Konuyu biraz daha teferruatlandırabiliriz; çocuğu tıraş için öyle bir berber intihap edilmelidir ki, elindeki makinenin kolunu hareket ettirirken, “Allah’ın adına” mânâsına, “bismillah” demeli, çeşmeyi açarken, suyu dökerken ve oturup kalkarken her şeyi “bismillah”la bağlamalıdır. Böyle bir berberiniz yoksa, hayat adına tamam sayılmadığınız için zamanla bu eksiklik, çocukta farklı şekilde kendini hissettirecektir.

Bu münasebetle ehemmiyetli bir noktaya dikkatinizi istirham edeceğim. Bir velîmeye gitmek dinî bir vazife ve bir sorumluluktur. Kâinatın Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyururlar ki: “Sizi bir düğüne, bir nişan merasimine davet ettikleri zaman icabet ediniz.”7 Aleyhissalâtuvesselâm’ın bu emrine muhalefet edilemeyeceği açıktır. Böyle bir emir karşısında her mü’min; “Boynum kıldan incedir.” der ve inkıyad eder. Amma dinin bir diğer prensibi olarak, içinde lehviyat, ma’siyyat, mâlâyâni şeylerin, hatta cürmün ve günahların irtikâp edildiği bir düğüne gitmeme de dinî bir tavırdır. Çocuğun gördüğü şeylerle bozulacağı, kafasına girip düşüncelerini bulandıracağı durumlar söz konusu ise, elbette ki onun böyle bir düğüne gitmesine kimse cevaz veremez.

d. Çocuğun İzleyeceği Televizyon Programlarını Seçme

Evinde televizyon bulunduran mü’min, çocuklarına seyrettireceği programları hassasiyetle intihap etmelidir. Televizyonun cürmü ve günahı olduğunu söylemiyoruz. Bu sözlerimiz televizyon aleyhtarlığı şeklinde de algılanmamalıdır. Ne var ki, televizyon kanalları ve programları arasında seçim yapmak da terbiye açısından bir zarurettir. Kaldı ki günümüzde Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri de konuya bu şekilde yaklaşmış ve bilhassa çocuklarla alâkalı değişik önlemler almışlardır. Evet onlar da bir kısım programlarının, hatta yayın politikalarının ve bazı filmlerin gençlerin ahlâkını ifsat ettiğini düşünerek müeyyideler getirmişlerdir. Gerçekten de bazı yayınlar, gençliğin ahlâkî ve itikâdî düşüncesini sarsmakta ve onların ruh dünyasını karartmakta, fısk ü fücûru da terviç etmektedir. Binaenaleyh, bir televizyon kanalı, ahlâkınıza karşı savaş ilân ettiği hâlde evinizde hâlâ izlenebiliyorsa başta çocuklar olmak üzere o hanedekilerin ahlâklarının tefessüh etmesi, içten içe çürümesi kaçınılmaz olmuş demektir.

Bu sözlerimiz, kat’iyen ilmin, gelişmişliğin, tekniğin, fennin karşısında olduğumuz mânâsına hamledilmemelidir. Biz, tekniğin, insanlığın saadetine ve huzuruna matuf kullanılması ve geliştirilmesinden yanayız. Allah’ın bu nimetlerinden fikir, kültür, sanayi, sıhhat, tıp… gibi hususlar adına mutlaka istifade etmeliyiz. Böyle bir yaklaşım gericilik değildir; gericilik, bazı televizyon kanallarının onca şenâet, denâet, ve gayr-i ahlâkiliğine karşı her şeyi sineye çekip nesillerin tefessüh etmesine sessiz kalmaktır.

e. Kur’ânî Terbiye ile Yetiştirme

Hemen her ortama çarçabuk intibak eden çocuğun kalbi, kafası, kulağı, gözü ve sair duygularının günaha alışmasına meydan vermeme ve onun tertemiz bir muhitte neş’et edip gelişmesini sağlama yuvada görüp duyduğu; duyup doyduğu, dolduğu dinî atmosferi dışta da verebilme ve dış çevrenin aile muhitine mutabık olmasını temin etme de yine ebeveynin, muallimin, mürebbinin vazifesidir.

Aslında bütün güç ve kuvvetin baskı unsuru olarak kullanıldığı, Hakk’ın ayaklar altında çiğnendiği bir devirde, duygu ve düşünce istikametinin ve insan olma onurunun muhafaza edilmesi çok önemlidir. Binaenaleyh neslin terbiye-i Kur’âniye ile terbiye edilmesi ve ahlâk-ı Kur’âniye ile ahlâklandırılması; ahlâklandırılıp daima Hakk’a taraftar hâle getirilmesi, en aşılmaz güçler, kuvvetler karşısında dahi sarsılmayacak bir kıvama ulaştırılması milletçe varlık ve bekamızın en önemli esasları olduğu kanaatindeyim. Zira, hem duygu ve vicdan âleminde, hem de realiteler dünyasında ideal toplum örneği sadece Kur’ân sayesinde gerçekleşmiştir.

Denebilir ki, bin seneyi aşkın bir zaman dilimini ışıklandıran ve emin ellerle temsil edildiği sürece hep göz kamaştıran o mükemmel İslâm toplumu Kur’ân’ın aydınlık ikliminde neş’et etti. Bu toplumun ortaya çıkışı, tarihin akışını değiştirişi insanlık âleminin en hayretengiz hâdisesi olmuştur. Bu mükemmel toplum ve onu meydana getiren fertler, hiçbir düşünce, hiçbir felsefî cereyanla zihinlerini bulandırmamış, Kur’ân’ın dupduru kaynağından beslene beslene böyle bir kıvama gelmişlerdi.

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahlâkı, huyu Kur’ân’dı; O’na iktida edenler de Kur’ân’ı duyuyor, onu yaşıyor ve onunla yeşeriyorlardı. Kur’ân’la irtibatlı göründükleri hâlde böyle bir mükemmeliyet sergileyemeyenler, onun ruhuna nüfuz edememiş sathî ruhlar ve sathî düşüncelerdir.

Kur’ân’ı anlamak ve onunla dirilmek, onun özünde derinleşmeye bağlıdır. Sadece onun ibare ve lâfızlarıyla oyalananlar –Allah bilir– sevap kazansalar da sevaba açık bir topluluk hâline gelemezler. Kur’ân’la münasebetimiz açısından asıl mesele, kalb, şuur, irade, idrak ve hislerimizle ona yönelerek benliğimizin bütün buutlarıyla onu duymaktır. İşte böyle bir yöneliş ve duyuş sayesinde Allah’ın bize seslendiğini hisseder, suya ve ziyaya ulaşmış rüşeymler gibi birdenbire yeşeririz. Âyetlerin her kelimesinde, her cümlesinde farklı derinliklere erer, ruhumuzun atlasını temâşâ ettiğimiz aynı anda göklerin haritasını müşâhede etme ufkuna ulaşırız.

Bana göre yeni bir nesil, ancak buna denk bir atmosferde oluşturulabilir.. ve derken bir “salih daire” süreci başlar; Kur’ân bütün esrarını sinelerimize boşaltır.. ve böyle bir zenginlikle ilimden imana, imandan marifete yükseldikçe, ona muhatap olma seviyemizin farklılaşmasıyla daha bir iç derinliğe ulaşırız; ulaşır ve Allahu Teâlâ’nın sözlerindeki enginliği daha bir farklı kavrarız. Evet, aksiyon öncelikli ve pratik eksenli Kur’ân talebeliği, onun bize açılması için biricik yoldur. Aksine, Kur’ân’a karşı irtibat ve saygımız şekilde kalıp öze inemediği sürece de ona yakınlık içinde uzaklıklar yaşarız. İnsanlar, Kur’ân’ın ruhundan, onu hayata hayat kılma zenginliğinden mahrum kaldıkları sürece, gerçekten mahrum ve tâli’siz sayılırlar. Kur’ân’la münasebette işin esası, bilginin ötesinde bütün insanî sistematiğin harekete geçirilmesidir. Elde edilen bilgilerin birer muharrik güç hâline getirilerek, Kur’ân’dan anlaşılan şeylerin şartlar, durum ve atmosfere göre realize edilmesi bir esastır. Bu yapılabildiği taktirde, insan yaratılış gayesi çizgisinde yerini alacak ve zebil olup gitmekten kurtulacaktır.

4. Terbiyede Hassasiyeti Devam Ettirme

Bir hakikati, bir düşünceyi ikame etmek, yerleştirmek başkadır, devam ettirmek daha başkadır. Bin bir ihtimamla teessüs ettirilmiş nice mefkûre ve ona bağlı müessese vardır ki, kuruluş ve işleyiş şartları itibarıyla herhangi bir kusur söz konusu olmasa da, devam adına gerekli olan hassasiyet gösterilemediğinden iki adım ileriye gidilememiş; hatta bir kısım “şerrü’l-halef”ler yüzünden teessüsüyle yıkılış sürecinin başlaması bir olmuştur.

Evet bir şeyi inşa etme çok önemlidir. Ne var ki, inşa edilen her ne ise onun idamesi ve geliştirilmesi ondan daha önemlidir. İlk Müslümanlar, daha sonra da bizim milletimiz, bir toplumu ayakta tutabilecek dinamiklerin cemiyete mal olması, sonra da korunup kollanması mevzuunda fevkalâde titiz davranmış aklî, mantıkî, hissî hiçbir boşluğa meydan vermedikleri gibi, bilip inandıklarını hayata geçirme konusunda da asla kusur etmemişlerdi. Elbette ki bununla ferdî kusurları kastetmiyorum. Maksadım sıhhatli toplum ve onun istikbal vaadetmesi için gerekli olan esaslardır. Daha sonraları ise, bizim gibi bazı mirasyediler ya da meselenin ruhunu bilmeyenler ve İslâmî konuları sadece bir yönüyle ele alanlar, işi temelinden bozduk ve bize emanet edilen tarihî mirası geliştiremedik; hatta bir mânâda kuruttuk.

a. Şerrü’l-Halef Olmama

Kur’ân-ı Kerim’de, “Kitap’ta Meryem’i de an!; Kitap’ta İbrahim’i de an!; Kitap’ta Musa’yı da an!; Kitap’ta İsmail’i de an!; Kitap’ta İdris’i de an…” şeklinde, çeşitli nebilerin durumlarını bize peşi peşine sıralayan âyet-i kerimeler bulunmaktadır.8 Kur’ân-ı Kerim, Meryem sûresinde bu seçkin insanların hususiyetleriyle beraber açtıkları çığırları da anlattıktan sonra şöyle buyurur: “Nihayet onların peşinde öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı zayi ettiler; nefislerinin arzularına uydular. İşte bu yüzden de ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler.”9

İşin mebdeinde Hz. Nuh, Hz. Âdem, Hz. Musa, Hz. Mesih, hatta Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) olabilir. Şayet onlardan sonra gelenler şerrü’l-halef, yani onlara ters dönmüş, dolayısıyla da namazı zayi eden –dikkat edilirse, namazı terk eden demiyor– kılarken kılmıyor sayılan, Allah’a yakınlık vesilelerini uzaklık unsurları gibi kullanan, huzurda gaybûbet yaşayan; bu yetmiyormuş gibi kalkıp şehavâta yani cismanî arzularına uyan, dini kendi hevâsına göre yaşayan kimseler ise, yolun başlangıcındaki büyük insanların büyüklüklerinden yararlanmaları mümkün değildir.

Bizden evvelkilerin kaybettiği aynı noktada biz de kaybetme durumuyla yüz yüzeyiz. Namaz kılmak ağır geldiği için namazsız bir Müslümanlık, oruç zor olduğu için oruçsuz İslâmiyet ve cismanî arzulara uymada hudut tanımayan bir din anlayışı. İşte dünü de bugünü de kirleten mülevves düşünce!

Oysaki mü’min, her hâliyle hem imanın, hem emniyetin hem de Hakk’a teslimiyetin temsilcisi demektir. Evet o, Allah’a inandığı gibi, O’nun huzurunda iki büklüm ve yasakları karşısında da tir tir titreyen insan demektir.

b. Namaz Kılmanın Önemi

Resûl-i Ekrem kutsî bir beyanında: “Namazımızı kılan, kıblemize yönelen ve bizim kestiğimizi yiyen bizdendir.”10 Şimdi lütfen siz de buyurun bunun mefhum-u muhalifini düşünün!

Başı secdesiz, vicdanı paslı, insanlara karşı saygısız, anarşi çıkaran, nizam düşmanlığı yapan, devlet otoritesine karşı savaşan ve ülkede anarşiyi ikâme etmeye çalışan, bu hevâ ve hevesin çocuklarını siz kimden sayacaksınız!? Siz kimden sayarsanız sayın, böyle insanların Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) daire-i kudsiyesi içinde yerleri yoktur.

Evet namaz çok önemlidir; biz de o konuda müteyakkız olmalıyız. Namaz kılmayanı Resûl-i Ekrem ortada bir insan olarak göstermişti. Hele konu iman ise o daha da değişiktir. Efendimiz bir savaşa giderken bir kişi yardım teklifinde bulunur. Allah Resûlü “Sen inanıyor musun?” der. O da inanmadığını söyleyince, “Senin yardımın bana lâzım değil.” buyurur.11

Evet, iman mü’minleri sahil-i selâmete götüren bir gemi, namaz da onun en hayatî unsurudur. M. Lütfi Efendi’nin dediği gibi “Namaz dinin direğidir, nurudur, sefine-i dini namaz yürütür, cümle ibadetin piridir namaz…”

Allah Resûlü bir başka hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyururlar: “Münafıklara en ağır gelen namaz sabah ve yatsı namazlarıdır.”12 Şimdi biz, acaba bu namazları aşk u şevk ile kılabiliyor muyuz? Bana kalırsa, nifak duygusuna karşı gerçek tavrın adı namazda aşk u şevktir.

1 et-Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn 1/148.

2 Bkz.: Nisâ sûresi, 4/139; Yûnus sûresi, 10/65; Fâtır sûresi, 35/10; Münâfikûn sûresi, 63/8.

3 Fâtiha sûresi, 1/5-6.

4 Fâtiha sûresi, 1/7.

5 Hûd sûresi, 11/113.

6 Buhârî, edeb 96; Müslim, birr 165.

7 Müslim, nikâh 98, 101; İbn Mâce, nikâh 25.

8 Bkz: Meryem sûresi, 19/16, 41, 51, 54, 56.

9 Meryem sûresi, 19/59.

10 Buhârî, salât 28; Tirmizî, îmân 2; Nesâî, îmân 9.

11 Müslim, cihâd 150, Tirmizî, siyer 10.

12 Buhârî, ezân 34, mevâkît 20; Müslim, mesâcid 252.

-+=
Scroll to Top