Yedinci Bölüm
Kur’ânî ve Kur’ân Dışı Terbiyenin Mukayesesi
Bu bölümde terbiye konusunu temel itibarıyla “Kur’ân dışı terbiye, Kur’ân dışı ahlâk, Kur’ân dışı yol ve yöntem”, bir de Kur’ânî terbiye ve ahlâk “Kur’ânî yol ve yöntem” olarak ikiye ayırıyoruz.
Neslimiz ya yanlış felsefî fikirlerle, bozuk ve aşırı (extreme) akımların, felsefelerin prensipleriyle ruhsuz, gaddar ve zalim; ya da Kur’ân’ın âli prensipleri ve ilâhî düsturlarıyla aziz, ufuklu ve merhametli olma durumundadır.
Doğrusu, insanlar ne zaman Kur’ân’dan uzak ve kendi tabiatlarıyla baş başa kalmışlarsa, zayıflara, acizlere, güçsüzlere karşı hep gaddar, zalim, merhametsiz davranmış ve onların sırtından geçinmiş, onları sömürmüş, onları hor, hakir görmüş ve horlamış; güçsüz ve zayıf düştüğü zaman da zillet göstermiş, el-etek öpmüş ve en küçük bir çıkar için iki büklüm olmuş, yerlere kapanmıştır.
Kur’ân, insanı nasıl ele alır? Ferdi nasıl tanır ve tanıtır?. Ve onun nasıl olmasını ister? Bu hususları işlerken Kur’ân’ın, “Müslüman” dediği kimsenin portresini çizmeye çalışacak ve konu ile alâkalı bazı prensipleri sıralayacağız ki, bu prensipleri benimseyen ve yaşayan ferde tam Müslüman, bu Müslümanların teşkil ettiği topluma da ideal toplum diyeceğiz.
Ferdin; fert olarak ve cemaatin bir rüknü olarak, iki tür konumu söz konusudur. Her şeyden evvel cemiyetin salâhının, ferdin salâhına bağlı olduğu açıktır. Öncelikle fert maddeten ve mânen sağlıklı olmalıdır ki toplum da sıhhatli olabilsin. Ferdin sıhhati, onun akidesinin sağlamlığı, amel-i salihe bağlılığı ve muâmelâtının şer’-i şerîfe uygunluğu ile ölçülür.
1. Kur’ân Dışı Terbiye
a. İnsanları Firavunlaştırır
Kur’ân dışı terbiye, bugüne kadar görüldüğü şekliyle fertleri zilletleri içinde potansiyel bir firavun yapmıştır. Evet, firavunluğun iki yönü vardır. Bir yönü itibarıyla güçlü, kuvvetli olma durumu ki işte bu durumda o “saldırgan, cebbar, zalim, hodfuruş ve bencildir.” Diğer yönü itibarıyla zayıf ve iktidarsız olma hâlidir ki, bu zaviyeden de o, başkalarının ayağını öpecek kadar zelil, zavallı ve sefildir. Bediüzzaman’ın da buyurduğu gibi, dünyevîlik felsefesine bağlı biri, “aslında bir firavundur; fakat menfaati için en önemsiz şeylere ibadet eden zelil bir firavundur… hasis bir çıkar için şeytan gibi, şahısların ayağını öpen denî bir muannittir…” Kur’ân terbiyesiyle yetişmiş bir ruha gelince o, “Bir kuldur, ama mahlûkatın en büyüğüne karşı dahi ibadete tenezzül etmeyen aziz bir kuldur…”
Bu durum, sadece Hz. Musa’nın karşısındaki firavun için değil, tarihteki bütün firavun meşreplerin ortak vasfıdır. Bu kabil firavunların en mebzul olduğu çağ da bu çağ olsa gerek. İşleri düştüğü zaman veya çıkarları söz konusu olduğunda karşınızda iki büklüm olur, zilletle kıvranır ve ayağınıza kapanırlar; ayaklarını sağlam bir yere bastıkları ve kendilerini güçlü hissettikleri zaman da saldırgan vahşi, hodbîn ve hodfurûş kesilirler. Bu, “iki yönlülüğün” ifadesi olarak bunlar firavun ve nemrutlukla anılırlar.
Firavunlaşan insanların bu çarpık psikolojisini, Kur’ân şöyle resmeder: “Derhal (adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: ‘Ben, sizin en yüce Rabbinizim!’ dedi.”1
Bu, onun tefer’un ettiği, ordusu ve etrafıyla kendisini büyük gördüğü andır.
Onun bir de alçaldığı, zillete düştüğü hâli vardır. Bu hâliyle o zelillerden daha zelil ve sefillerden daha sefildir ki, onun o esnadaki ruh hâlini de Kur’ân şöyle tasvir eder: “Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik. Ama firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma hâline gelince, (Firavun) ‘Gerçekten, İsrailoğullarının inandığı Tanrı’dan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de Müslümanlardanım!’ dedi.”2
Gönülden söylemediği, söyledikleri onun riyakârca çığlıkları olduğu, duygu, düşünce ve ifadelerinde samimî olmadığı dikkatle bakılınca hemen anlaşılır. İhtimal eğer o anda olsun doğru söyleyip istikamet içinde hissiyatını ifade etseydi, Allah onun imanını kabul edebilirdi. Samimî olmadığı ve sıkıştığından ötürü dua ve yöneliş adına Allah bu canhıraş çığlıkları kabul buyurmamıştı. İşte bu, tipik bir firavunluktur. Günümüzde yüzlercesiyle karşılaşırsınız bunların. Makam ve mansıpları adına kapınıza kadar gelir el-etek öperler; işleri bitince de çeker giderler.. gider de sizi “nesyen mensiyya”3 vefasızlığına mahkum ederler. Doğrusu siz her zaman bu tür insanların, sizin millî problemleriniz, dininiz, imanınız, diyanetiniz ve neslinizin terbiyesi gibi.. konularda hiç mi hiçbir çabada bulunmadıklarını ve sadece göz boyama nevinden sizi aldatmaya çalıştıklarını acı acı müşâhede eder ve bunlardan tiksinirsiniz.
Kur’ân dışı terbiyenin terbiyezedeleri, belki bütün hususiyetleriyle firavun değillerdir. Biz de işin bu yanını nazara alarak hassas ve titiz davranıp bu tür hareketlere “firavun ahlâkı” demekle iktifâ ediyoruz. Bazen bir mü’minde firavun ahlâkı, bir kâfirde de Musa ahlâkı bulunabilir. Mü’minde firavun ahlâkı temâdî edip giderse; o mü’min –Allah muhafaza buyursun– neticede firavunlaşabilir. Ahlâk-ı hamîdeden Musa ahlâkına sahip bir insan da neticede, belki bir gün Hz. Musa yörüngesinde seyahat edecek duruma gelebilir. Evet Allah insanların boyuna posuna, endamına, ırkına, sınıfına değil; kalbine, kalbî hayatına, takvasına, zühdüne; tek kelimeyle keyfiyet ya da evsâfına bakmaktadır.
Bu konuda Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar: “Allah sizlerin ne cisimlerinize ne de suretlerinize bakar. O, sizin kalblerinize ve amellerinize nazar eder.”4
b. İnsanları Muannid ve Mütemerrid Yapar
Kur’ân dışı bir terbiye ile yetişmiş insan, mağrur muannittir. “İzzet-i nefsim, onurum, gururum.” der ve bu uğurda nice hakkı ve nice değeri tereddüt etmeden ayağının altına alır. Hâlbuki insana “inat hissi” hakta sebat ve inandığı davadan dönmemek için verilmiştir.
Evet her türlü mal, mansıp, câh ve her türlü nimetten mahrum edilseniz dahi bildiğiniz ve inandığınız davadan dönmemek için Allah, inat duygusuna esas teşkil eden bir hisle sizi güçlendirmiştir. Ne var ki siz, sû-i istimal ederek bu hissi, yanlış hususlarda hem de ısrarla kullanırsanız, yararlı olan o duygu zararlı bir hâle inkılâp eder. Böyle bir ahlâk içinde temâdi ise –Allah muhafaza buyursun– bir sukut başlangıcıdır. Neticede böyle bir huy insanı firavunluğa sürükler. Öyle ki artık bu ahlâkta olan bir insan, karşısında “hakk”ı görse bile kabul etmez ve en küçük bir menfaat karşısında iki büklüm olmadan da geri kalmaz.
Geçmişte de günümüzde de durum aynıdır ve değişmemiştir.. evet Kur’ân dışı, Kitabullah dışı terbiyenin ruhlarda hâsıl ettiği şey dün ne ise bu gün de odur. Biz aydınlar diye söze başlayan, herkese tepeden bakan, kendi gibi düşünmeyenleri insanaltı varlıklar gören, güçsüz ve zayıf olduğu zaman sünepeleşen, imkân ve iktidara ulaştığı zaman kendi gibi düşünmeyenlere hakk-ı hayat tanımayan günümüzde de bir sürü firavun olabilir. Bazı şartlar ve hususi durumlar istisna edilecek olursa karakter bakımından bunlarla eskilerin bir birinden farkı yoktur.
Kur’ân dışı terbiyede sadece karnın doyurulması, nefsin hevesatının tatmin edilmesi söz konusudur. Onlar insanlığın saadeti derken, sadece nefislerinin ve hevesatlarının tatminini düşünürler.
Amerika, Almanya, İngiltere, Fransa, İsveç, Norveç, Hollanda gibi bir kısım memleketler iktisadî durumlarını düzeltmiş ve kendi cemiyetlerini huzura, saadete kavuşturmuş olduklarını düşünebilirler. Onlara göre, ütopya yazarlarının tasvir ettikleri ideal dünya gerçekleşmiş demektir. Biz gerçek huzur ve saadeti, imanda ve İslâm’da görüyoruz. Onlar ise huzur ve saadetin, ekonomik durumun mükemmeliyeti ve iktisadî bütün problemlerin giderilmesine bağladıklarından mutluluğu maddî refahın neticesi olarak görmektedir. Yani cüzdan doluysa, devletleri de güçlüyse toplum huzurlu demektir.
Ancak yığın yığın intiharların ve yeni yeni felsefî sistemlerin ortaya çıkması, her gün ayrı bir kılık ve kıyafetteki huruç hareketleri, değişik düşüncelerle kendilerini tatmin etmeye çalışmaları gösteriyor ki, bu toplumlarda çok ciddî bir tatminsizlik ve huzursuzluk bulunmakta ve mutlak saadet için maddî refah yetmemektedir. Buna “avuntu felsefesi” de diyebiliriz ki, iyi yer, iyi giyerse o mesuttur, bahtiyardır. Zaten bu felsefe karnını doyurmaya, hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin etmeyi, ferdin gayesi olarak görmektedir.
c. Hedefi Menfaattir
Kur’ân dışı terbiyenin hedefi menfaattir. Bütün mücadelelerin esası başka değil menfaattir. Bir iş yaptığınızda, “Bu işin sonucunda maddî olarak ne elde edeceksiniz?” sorusu hep bu gibi kimselerden gelir.
Yine bunlar, her şeye maddiyatçı bir gözle baktıklarından, “Şimdiye kadar namaz kıldınız da devlet mi yükseldi; oruç tuttunuz da millet refaha mı kavuştu?” derler. İşte bu mantalitedeki kimseler hiçbir zaman hak ve hakikat adına konuşan, imanın, Kur’ân’ın müdafaasını yapan birini hazmedemezler veya anlayamazlar. Buna da isterseniz “Kur’ân dışı olmanın kabalığı” diyebilirsiniz.
d. Hayatları Mücadele, Diyalektik ve Demagojiye Dayalıdır
Menfaatin en önemli özelliği, her arzuya kâfî gelmediğinden o uğurda boğuşmasıdır. Hedefi menfaat olan her toplum, mevcut menfaatler bütün arzulara kâfi gelmediği için ardı arkası gelmeyen, müteselsil boğuşmalara, vuruşmalara sebebiyet verir. Kapitalizmden komünizme, sosyalizmden faşizme kadar sonunda “izm” bulunan bütün sistemlerin içinde bulundukları durum, işte bu çerçevedeki menfaat mücadelesidir. Hatta bu mantığa göre gerekiyorsa başkasının mâmelekine el koyma, bir yolunu bulup onun her şeyini almak da caizdir. Evet menfaat üzerine müesses veya menfaatin hedef alındığı Kur’ân dışı sistemlerde yaşamak için en mühim bir düstur çarpışmaktır.. güçsüzün elenip gitmesidir ve yaşamanın muktedirlere has bir imtiyaz olmasıdır.
Bunu biyolojiye tatbik ettiğiniz zaman, karşınıza Lamark veya Darvin’in teorileri çıkar. Tekamül nazariyesinde “ıstıfa-i tabiî” ya da “Dehrin hâdiseleri karşısında mukavemet edenler yaşama hakkına sahiptirler.” gibi çarpık esaslara dayandırılan bu sistemler gerçek insanî değerleri yerle bir etmişlerdir. Bu prensibe inananlara göre, devletler ve toplumlar arası konularda da muhite müsait olan, hâdiselere karşı koyabilen ve hayat mücadelesinde üstte kalanlar yaşama hakkına sahiptirler. Her şeyi “Hayat bir cidalden ibarettir.” esasına göre hayvanat âleminden nebatat âlemine kadar bütün varlıkların birbiriyle münasebetlerini vuruşmaya, kavgaya bağlayan bu anlayış, insanların hâlihazırdaki hâllerini de cidalin bir neticesi olarak görmekte ve birbirini yemeyi meşru saymaktadır.
e. Toplumlararası Rabıta Irkçılık ve Şovenizmdir
Kur’ân dışı terbiyenin fertler ve toplumlar arası kabul ettiği en önemli rabıta kaba ırkçılık ve bazen de –bu asırda çokça şahit olduğumuz gibi– temelinde tamamen “iştirak” fikri olan şuyûiyye ve komünizmdir. Bu telâkkiler, toplumu bu rabıtalarla bir araya getirmeyi düşünürler. Hâlbuki ırkçılık, şovenizm ve benzer cereyanlar başkalarını yutma esasına göre planlanmışlardır ve öyle hareket ederler. Meselâ komünizm, karşısındaki bütün sistemleri yutmaya göre programlanmıştır. Faşizm veya Nazizm, karşısındaki bütün sistemleri yutmakla beslenmeye planlandığını yakın tarih göstermektedir. Evet bu terbiye anlayışının, Birinci ve İkinci Cihan Harplerinde ortaya koyduğu netice bütün vuzuhu ve şenaatiyle ortadadır.
f. Kuvveti Esas Alır
Kur’ân dışı sosyal ve felsefî sistemlerde nokta-i istinat kuvvettir. Kim kuvvetliyse o haklıdır ki, bu da tam bir firavun ahlâkıdır. İnsanî değerlere saygılı olmayan kuvvetin işi tecavüzdür. Meseleyi kuvvet prensibiyle ele alan, her şeyi kuvvete bağlayan bir insanın tecavüzden kendini alıkoyması çok zordur. İnsanlık, hususiyle yirminci asırda yığın yığın bunun örneklerini yaşadı. Öyle ki fertlerin saldırganlığı bir yana, toplumlar dahi sadece birbirini yiyip bitirme içgüdüsüyle hareket etmeye başladılar. Kur’ân dışı ahlâkın onların ruhlarında yaptığı tahribatın tesirleridir ki, mü’minlerde dahi âdeta bu olumsuzluğun radyoaktif tesiri mahiyetinde çeşit çeşit menfilikler zuhur etmeye başladı.
2. Kur’ânî Terbiye
a. Kur’ân Talebesi Bir “Kul”dur
Kur’ân’ın talebesi, bir zalim, bir gaddar, bir hodfurûş, bir hodbîn, bir cebbar değildir. O sadece bir kuldur; Allah’ın kulu. Kur’ân, her fırsatta insanların Allah’a kul olduğunu hatırlatır ve bunun onun için bir şeref, bir pâye olduğunu vurgular. Kur’ân’ın terbiyesi sayesinde bir insan, kendisinin, Allah’a kul olduğunu kavramışsa, en büyük bir fazileti ihraz etmiş demektir. Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en mümeyyiz vasfı Allah’ın kulu olma vasfıdır. عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ “Kulu ve Resûlü…” Bazı imamlara göre Arapçasındaki bu vav, mutlak cem’ içindir ve tertip söz konusu değildir. Tertibi kabul edenlere göre konuyu ele alacak olursak, bundan, Resûl-i Ekrem’in evvelâ kul olduğu anlaşılır. Bunda da lâtif bir nükte vardır. Resûl-i Ekrem elçi olmadan evvel de Allah’ın kuluydu, vefatıyla elçiliği bittikten sonra da yine Allah’ın en aziz, en eşref, en ekrem kuludur. Her şey bitse de kulluk temâdî edip gitmektedir.. evet her şey, nübüvvet, vilâyet ve bunlara terettüp eden bütün vazifeler biter. Bitmeyen bir şey vardır: Ezel ve ebed sultanı olan Allah’a kulluk…
Allah’ın: “Ey insanlar kulluk edin!..”5 demesine karşılık, mü’min günde kırk defa kemerbeste-i ubudiyetle Allah’ın huzuruna gelir, “Yalnız Sana kulluk ederiz.”6 der.
İyi bir mü’min, en büyük mahlûkata dahi ibadete tenezzül etmeyen aziz bir kuldur. O sadece Allah’a kul ve bendedir. Bu yönüyle de o zelil gibi göründüğü anlarda da tam bir sultandır. O, hiçbir firavuna karşı bel kırıp boyun bükmez ki, Peygamberler’in (aleyhimüsselâm) hayatı bu konuda mühim örneklerle doludur. Onlar, Mâbud-u Mutlak, Maksûd-u bi’l-İstihhak’ı bir olarak tanımış ve hiçbir zorlama karşısında başkalarına serfürû etmemişlerdir.
Hayalen devr-i risâletpenâhîye gitseniz, göğsüne kızdırılmış demirlerin basıldığı Ammar bin Yasir’i; her gün başına yediği sopalarla yere yıkılan Mus’ab bin Umeyr’i; aç susuz bîtap kıvranan Sa’d bin Ebî Vakkâs’ları görecek ve Hakk’a kulluktaki derinlik karşısında başlarınızın döndüğünü hissedeceksiniz. Müteakip asırlarda da –derece farkı mahfuz– bu derin gönül insanlarını görmek mümkündür. Evet hem her dönemde haksızlığa karşı koymuş, hakperestlik şuuruyla şahlanmış, hakkı tutup kaldırmış; kaldırmış ve zulmü, ilhadı yerle bir etmiş nice Hak erleri vardır.. Kur’ân’ı rehber edinen, Kur’ân için yaşayan nice Hak erleri..
Bazı şeyler vardır ki onlar kolay işlerdir. Cemiyetler teşkil etme, gruplar oluşturma, kongreler akdetme, maaşla, ücretle ve değişik beklentilerle iş yapma.. evet bunlar rahat şeylerdir. Önemli olan dünyevî, uhrevî beklentilere girmeden hakkı tutup kaldırmak ve bu hayatî vazifeyi ilelebet devam ettirecek hasbî, diğergâm, Allah’a kulluğun ötesinde pâye aramayan “nâr-ı beyzâ” nesiller yetiştirmektir. Bunların en parlak unvanları “Kur’ân talebeliği”dir; onun ötesinde başka bir namla anılmayı da düşünmezler.
b. Mütevazı ve Allah’a Karşı Fakirdir
Kur’ân tilmizi mütevazıdır. O, dış görünüşü itibarıyla bazılarınca miskin, uyuşuk zannedilebilir; değildir, her şeyi aşabilecek halim selimdir; ama Mâbudundan gayrısına boyun eğmeyecek kadar aziz ve kararlıdır. Zaten bir iç dinamizme sahiptir. O böyle bir şeyi şirk sayar. Kur’ân’ın talebesi, zahirde fakir ve güçsüz görünümlüdür. Bu da onun ayrı bir farklı yanıdır; zira onun zaafı ve fakrı Allah’a yükselmesi için iki kanat gibidir. O, aczini, zaafını vicdanında hissettikçe, Cenâb-ı Hakk’a karşı itimadı daha bir artar.
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi: “Göz açıp kapancıya kadar dahi bizi nefsimizle baş başa bırakma.”7 der durur. İşte aczin, zaafın ve fakrın bu iç derinliği, onun için nuranî iki kanat gibidir ki, o nefsinde aczini, fakrını ve zaafını idrak ettikçe, acz ve fakrın kanatlarıyla hep Cenâb-ı Hakk’a ubudiyete koşar ve O’nun hoşnutluğunu arar.
c. Hedefi Allah’ın Rızasıdır
Kur’ân talebesinin hedefi, gaye-i hayali sadece ve sadece rıza-yı ilâhîdir. O, nazarını hep rıza ufkuna diker ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bir gün: “Ey tertemiz, âsudeliğe ermiş, arınmış itminan ufkundaki nefis, Rabbin senden razı, sen de O’ndan; dön Rabbine!”8 hitab-ı celilini intizar eder durur. Hz. Yusuf (aleyhisselâm) da “Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni Müslüman olarak öldür ve salihler arasına kat!”9 sözleriyle o ideal ufku ifade ediyordu. Mısır’da muallâ bir mevki’ ihraz etmiş.. senelerden beri ağlaya ağlaya bîtab düşmüş, dilhûn babasının gözyaşları dinmiş.. kendisine kötülük yapan kardeşleri gelip onunla aynı çizgiye ulaşmış ve maddî-mânevî huzurda şahikalarda dolaştığı bir anda, Allah’a yapmış olduğu bu teveccüh, üzerinde dikkatle durulması gereken önemli bir husustur.
Demek oluyor ki, dünyevî bütün refah, saadet ve her türlü huzurun üstünde daima ağırlığını hissettiren, kalbin tam itminana kavuşacağı bir mazhariyet vardır ki, o da, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğu ve rızasıdır.
Mü’minin, bütün sa’y u gayretindeki hedefi rızâ-yı ilâhidir, yani Allah’ı hoşnut etmektir. O, Allah emrettiği için ve rızâ-yı ilâhiyi kazanmak ümidiyle ibadet yapar; sa’yinin semeresinin de ahirette verileceğini düşünür. Dünyada iken bir lütufla karşılaşırsa hamd ve sena eder. Allah karşısında yüzünü yerlere sürer. Evet mü’min, sadece ve sadece rızâ-yı ilâhiyi düşünür ki, Kur’ân-ı Kerim pek çok âyet-i kerimesiyle bu hususu teyit eder.
Ezcümle; “Bana, din ve ibadetimi yalnız Allah’a tahsis ederek gönülden ona kullukta bulunmam emredildi.”10
“De ki, ben ibadetimi yalnız O’na has kılarak sadece Allah’a kulluk ederim.”11
“Hâlbuki onlara şirkten uzaklaşıp sadece ve sadece muvahhid olarak Allah’a ibadet etmeleri, namazı dosdoğru kılmaları, zekâtı vermeleri emredilmişti.”12 gibi âyetlerle mü’min her zaman ihlâsa ve rıza-ı ilâhiyi aramaya yönlendirilmiştir.
d. Hayat Düsturu Yardımlaşmadır
Kur’ân, düstur-u hayat olarak teâvün ve tesânüdü esas almaktadır. “İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.”13
Evet mü’minler dinin emirlerini yaşama ve yaşatma hususunda birbirlerine yardımcı olmalı ve birbirlerine dayanarak dini yaşamaya çalışmalıdırlar. Unutmamalıyız ki, İslâm’ın içtimaî yönü daha baskındır. Onun içtimaî yönünü ayağa kaldırmak ayakta tutmak ve devam ettirmek zaruridir. Öyleyse “Birr ve takvada birbirinize yardımcı olunuz.”14
Zira hayat, cidalden ibaret değil; o yardımlaşma ve dayanışmadan ibarettir. Zerreler nebatata, nebatat hayvanata, hayvanat da protein konserveleri olarak bizim imdadımıza koşarlar. Hatta her şeyde bir yardımlaşma vardır. Havanın, toprağın, suyun zerreleri, atomlar ve atomların parçacıkları bir yardım esprisine bağlı olarak mevcudiyetlerini sürdürürler.
Mü’min, kâinatı böyle bir yardımlaşma armonisi olarak görür ve “Kâinat tepeden tırnağa bir yardımlaşmadan ibarettir.” der. Öyleyse insan da kâinattaki bu umumi ahenge uymalı, bu senfonizmayı, bu umumi mûsıkîyi bozmamak için o da hep yardıma koşmalıdır.
e. Aramızdaki Rabıta Kardeşlik Rabıtasıdır
Kur’ân, mü’minler arasındaki rabıtayı uhuvvet olarak belirlemektedir.
Bütün Müslümanlar arasında bu rabıta tesis edilmeli ve bu rabıtaya göre bir kere daha kardeşlik duygusu vurgulanmalıdır. Hele diyaneti bir olan, İslâmiyeti yaşayan kimseler kopmayacak şekilde birbirlerine kenetlenmelidirler. Zaten “Mü’minler ancak kardeştir.”15 Mü’min, yeryüzünde iman eden herkese kardeş nazarıyla bakmalı, kâinatı da bir “mehd-i uhuvvet” gibi görmelidir.
f. Hak Düşüncesi Esastır
Kur’ân terbiyesi, nokta-i istinat olarak “kuvvet”e bedel “hakk”ı kabul eder. “Kim haklı ise o kuvvetlidir.” der. Bu gün zayıf olsa dahi ileride Allah’ın tevfik ve inayetiyle hak mutlaka galebe çalacaktır inancına bağlı yaşar.
Mü’minin nazarında hakka saygı âdeta ibadettir. Onun içindir ki Hz. Ömer gibi Halife-i rûy-i zemin, bir zimmî ile mahkemede mürâfaa olur.. ve Halife ile zimmînin murâfaa olduğu mahkemedeki hâkim, Emiru’l-mü’minin’i kendi yanına çağırmak için bir iltifatta bulununca Emiru’l-mü’minin onu itab eder ve adil olmaya çağırır.
Kur’ân dışı felsefî sistemlerin tesirine girmemiş bir mü’min, “Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.”16 âyet-i kerimesinde öngörüldüğü şekilde, her zaman hakkı yaşar, hakkı tavsiye eder. Âkif’in dediği gibi:
Hâlik’in nâmütenâhi adı var en başı Hak,
Çünkü meknûn o sûrede esrar-ı felâh;
Eşya, vücûd-u Hak’la kâimdir. Eşyanın zıllî bir hakikati varsa o da Allah’ın Hak ismine dayalıdır. Zaten “Hak” esmâ-i ilâhînin en büyüklerindendir.
Mü’min kuvveti hakta görür. Kim haklıysa o kuvvetlidir. “Hak yüce ve yüksek olup, hak geride bırakılamaz.” bir İslâm prensibidir. Dolayısıyla hak daima âlîdir ve hiçbir şey onun önünü kesemeyecektir.
1 Nâziât sûresi, 79/23-24.
2 Yûnus sûresi, 10/90.
3 “Unutulup gitmiş” (Meryem sûresi, 19/23).
4 Müslim, birr 32-33; İbn Mâce, zühd 9.
5 Bakara sûresi, 2/21.
6 Fâtiha sûresi, 1/4.
7 Ebû Dâvûd, edeb 101; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/42.
8 Fecr sûresi, 89/27.
9 Yûsuf sûresi, 12/101.
10 Zümer sûresi, 39/11.
11 Zümer sûresi, 39/14.
12 Beyyine sûresi, 98/5.
13 Mâide sûresi, 5/2.
14 Mâide sûresi, 5/2.
15 Hucurât sûresi, 49/10.
16 Asr sûresi, 103/1-3.