Dünyada Rıza,
Ötede Rıdvan

Soru: Rıza ve rıdvan arasında fark var mıdır? Rıdvana ulaşmanın en önemli vesileleri nelerdir?

Cevap: Rıza, insanın Allah’tan (celle celâluhu) ve O’nun gönderdiği din-i mübin-i İslâm’dan hoşnut olması, Cenab-ı Hakk’ın her türlü takdirine gönülden boyun eğmesi, maruz kaldığı bela ve musibetleri de itminan ile karşılaması demektir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًا “Rab olarak Allah’tan, din olarak İs­lâm’dan, peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aley­his­salâtü vesselâm) razı olduk.”3 sözleriyle böyle bir rıza ufkuna dikkat çekmiştir.

Mü’minlere bakan yönüyle, Peygamber Efendimiz’in (sal­lal­lâhu aleyhi ve sellem) bu mübarek beyanı, bir yandan kulun Rabbisiyle olan münasebetini gösterirken diğer yandan da bizim için bir hedef belirlemektedir. Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif âyet-i kerimelerde, رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ “Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı oldu.”4 buyrulması da rıza ufkunu yakalamanın mü’minler için ulaşılması gereken en büyük gaye olduğunu göstermektedir.

Ayrıca bir insan, rızaya kilitlenir, hep rıza deyip oturur kalkar, sürekli rızayı hedefler ve bu konuda ölesiye bir gayret içinde bulunursa bu, aynı zamanda Cenab-ı Hakk’ın da ondan razı olduğunu gösterir. Çünkü Allah (celle celâluhu) bir insandan razı değilse, onun içinde böyle bir rıza duygusu hâsıl etmez. Bu açıdan denilebilir ki, Allah’tan hoşnut olmayan, O’nun kazasına rıza göstermeyen, başına gelen olumsuz hâdiseleri gönül rahatlığıyla karşılamayan bir insan için Allah (celle celâluhu) katında bir rıza söz konusu değildir.

Rıdvan: Ebedî Hoşnutluk Müjdesi

Rıdvan ise, rızayı elde etme adına bu dünyada gösterilen cehd ü gayretlerin ahiretteki karşılığıdır. Zaten bilindiği üzere burada eda edilen ibadet ü taatların her biri, ahirette farklı bir Cennet nimeti olarak insanların karşısına çıkacaktır. Hazreti Pîr’in ifadesiyle burada “Sübhanallah” diyen bir insan, orada bir Cennet meyvesi yiyecektir.5 Burada oruç tuttuğu için aç susuz kalan bir insan orada Reyyan’a nail olacak, yani insan içtiği zaman artık bir daha susamayacağı bir kaynağın başına ulaşacaktır.6 Kısacası insanın buradaki inanç ve davranışları öbür tarafta farklı mânâlara bürünecek; bazen gözle görülür, elle tutulur bir nimet olarak bazen de bir iç inşirahı ya da hoşnutluk esintileri meydana getirecek dalgalar hâlinde onun karşısına çıkacaktır. Dolayısıyla rıdvan bu açıdan rızadan farklıdır. Rıza, dünyada insanın iradesinin hakkını vermesiyle mazhar olduğu bir lütuf ve ihsan ise; rıdvan öte dünyada Cenab-ı Hakk’ın tecessüm ettirip mü’min kullarına sunduğu sonsuz bir lütuf ve ihsandır. Başka bir ifadeyle rıdvan, ebedî saadet yurdunda ruhlara işleyip onlarda bir zevk-i ruhanî hâsıl edecek şekilde Cenab-ı Hakk’ın kullarına ihsan edeceği, tasavvurları aşkın bir nimettir. Hem öyle bir nimet ki, ona nail olan mü’minler Cennet nimetlerini dahi unutacak şekilde mânevî bir haz ile dolacaklardır.

Rıdvan mı Yoksa Rü’yet-i İlâhî mi
En Büyük Lütuf?

Bu noktada rü’yet-i ilâhî ve rıdvandan hangisinin daha büyük bir ilâhî lütuf olduğu konusu akla gelebilir. Zira Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’yı çok iyi bilen usûlüddin ulemasının ifadelerinden Cemalullah’ı yani Allah’ın (celle celâluhu) cemalini müşahedenin en büyük Cennet nimeti olduğu sonucu çıkartılabilir. Mesela Sirâceddin Ali İbn Osman el-Ûşî, Ehl-i Sünnet itikadını mısralara döktüğü bir şiirinde bu hakikati şu ifadelerle dile getirir:

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ … وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ … فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görür­ler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bü­tün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez!’ diyen Ehl-i İti­zâl’e hüsran olsun!”7

Hazreti Üstad’ın ifadesiyle de, binlerce sene mesudane yaşanan dünya hayatı Cennet’in bir saatine mukabil gelmediği gibi, Cennet’in de binlerce sene hayatı Cemalullah’ı rü’yetin bir dakikasına mukabil gelmeyecektir.8

Bu ifadelerden rü’yet-i ilâhînin, diğer Cennet nimetlerinin çok daha üzerinde, büyük bir ilâhî lütuf olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, Cenab-ı Hakk’ın Cennet’e giren kullarına, أُحِلُّ عَلَيْكُمْ رِضْوَانِي فَلاَ أَسْخَطُ عَلَيْكُمْ بَعْدَهُ أَبَدًا “Ben sizden ebedî olarak razıyım. Bundan sonra size hiç gazap etmeyeceğim.”9 buyurması, bunu da unutturacak ve insanın içine inşirah salacak en büyük bir lütuftur. Bu, öyle bir lütuf ve ihsandır ki, insana nasıl bir zevk ve haz zemzemesi hâli yaşatır, bunu kestirmek mümkün değildir. Nitekim Cennet nimetlerinin en büyüğünün rıdvan olduğu Tevbe Sûresi’nde; وَرِضْوَانٌ مِنَ اللهِ أَكْبَرُ “Hepsinden âlâsı ise Hakk’ın kendilerinden razı olmasıdır.”10 ifadesiyle sarih olarak beyan buyrulmuştur.

Rızaya Talip Olanlar Rıdvana Mazhar Olurlar

Netice itibarıyla rıza ve rıdvan, dünya ve ahirete bakan yönleri itibarıyla farklı birer hakikat olsa da birbiriyle irtibatlıdır. Bu irtibat, sebep-sonuç veya illet-malûl irtibatı gibi bir münasebete benzetilebilir. Siz, dünyada cüz’î iradenizin hakkını vererek bu konudaki talebinizi ortaya koyar, gayret gösterirsiniz, Ce­nab-ı Hak da bu gayretinizin mükâfatı olarak sizi rıdvanla şereflendirir.

Ancak burada yanlış anlaşılmaması ve gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır: Rıza ve rıdvan arasındaki “sebep-sonuç”, “illet-malûl” münasebeti maddî âlemdeki tenâsüb-ü illiyet yani belli sebeplerin belli sonuçları doğurması prensibine uygun değildir. Zira siz, âdeta burada bir damla atıyorsunuz; daha sonra o damla birdenbire buharlaşıyor, büyüyor, ötede büyük bir derya hâlinde karşınıza çıkıyor. Hâlbuki tenâsüb-ü illiyet açısından bir damla bir deryayı netice vermez. Ancak sonsuz lütuf ve engin rahmetiyle Cenab-ı Hak, sizin burada bir damla mahiyetinde Kendisinden hoşnut olmanızı, ahirette bir okyanus şeklinde karşınıza çıkarmaktadır.

Rıdvana Ulaştıracak İki Kanat:
İ’lâ-yı Kelimetullah ve İhlâs

Rıza ve rıdvanı elde etmenin vesilelerine gelince, insanı bu hedefe ulaştıran en kestirme yollardan, en büyük vesileler­den biri i’lâ-yı kelimetullahtır. Evet, Nâm-ı Celîl-i İlâhî’yi dünyanın bütün karanlık noktalarına kadar götürüp duyurma, ruh-ı revân-ı Mu­ham­medî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde yorulma bilmeden küheylan gibi koşma, insanı Ce­nab-ı Hakk’ın rızasına en hızlı götüren vesilelerden biridir. Bu açıdan esasında her ne kadar i’lâ-yı kelimetullah (Allah’ın adının yüceltilmesi), rızaya erme adına bir vesile olarak tarif edilse de, onun gaye ölçüsünde bir vesile olduğu da söylenebilir.

Öyleyse insan, hep yaşatma duygusuyla oturup kalkmalı, insanlığın yeni bir âdâb u erkân öğrenmesine vesile olma adına cehd ü gayrette bulunmalı, bunun için de çevresini her fırsatta Allah’a (celle celâluhu) yönlendirmeye çalışmalıdır. İnsan, bu vazifeye öylesine dilbeste olmalıdır ki onu yapamadığı takdirde yaşadığı hayatı kendisi için abes görmelidir.

Tabi, i’lâ-yı kelimetullah vazifesini yerine getirirken insanın muhlis olması gerekir ki, kazanma kuşağında kayıplar yaşamasın. Muhlis, ihlâsı temsil eden kişi demektir. Fakat insan bu konuda ihlâs şuuruna öyle bir kilitlenmelidir ki, ihlâsa ermeyi bile az görerek “muhlasîn”den olma peşinde koşmalıdır. Muhlas ise Allah (celle celâluhu) tarafından safvete ulaştırılma ve böylece mahz-ı ihlâs kesilme, ihlâslaşma, tamamen durulma, berraklaşma demektir. Bu, başta Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Haz­re­ti İdris (aleyhimüsselâm) gibi “mustafeyne’l-ahyâr”a mahsus bir mazhariyettir. Fakat asliyet plânında olmasa bile zılliyet plânında bu hedefe ulaşmak için peygamberlerin dışındaki mü’minler de gözlerini bu yüce ufka dikmeli, sürekli murad-ı ilâhîyi takip etmeli, bütün ibadetlerini sadece emredildiği için yapmalı, ubûdiyetlerini/kulluklarını dünyevî hiçbir gayeye bağlamamalı, hatta rıdvan dışındaki uhrevî beklentilerden sıyrılmalı, neticeyi de Cenab-ı Hakk’a bırakmalıdırlar.

Böyle bir şuura ulaşan insanın tabiatı, ihlâsın dışında kalan her şeye tepki vermeye başlayacaktır. Mesela böyle birisi, göz kamaştırıcı bir başarıya imza attığında, söylediği sözlerle kalblerde bir heyecan meydana getirdiğinde veya kalemini oynatmasıyla etkileyici mısralar döktürdüğünde, asla başkalarından takdir ve istihsan gibi bir beklentiye girmez. Sadece tasavvur veya taakkulüne değil, hayaline bile Allah’tan başka bir mülâhaza geldiğinde o hemen bir kenara çekilip “Estağfirullah yâ Rabbi, şirke girdim!” der, kendini yerden yere vurur, tevbe, inâbe ve evbe kurnalarıyla onu tertemiz hâle getirir.

Ahirette rıdvana nail olmanın en önemli yollarından biri de işte bu ölçüdeki bir ihlâs mülâhazasıdır. Bu açıdan denilebilir ki, insan ihlas ve samimiyette ne kadar derinleşirse, rıdvana da o ölçüde hızlı ulaşacaktır. Belki de böyle biri, kabrin dehşetini hiç görmeyecek, berzah zahmetini hiç çekmeyecektir. O, kendisi için açılmış çukura konulduğu andan itibaren “vücud-u mevhibe-i rabbâniye”si ile dikey bir sıçrayışla yükselecek, o ufukta salına salına gezinmeye başlayacaktır. O hâlde her mü’min, hem i’lâ-yı kelimetullah vazifesine talip olmalı hem de bu vazifeyi yerine getirirken ihlâsı yakalama ve onu muhafaza adına olabildiğince hassas davranmalıdır.

-+=
Scroll to Top