1. Allah Yoluna Gönül Verme
وَاللهُ يَدْعُوٓا اِلٰى دَارِ السَّلَامِۘ وَيَهْد۪ى مَنْ يَشَآءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ
“Allah esenlik yurduna çağırıyor ve dilediğini doğru yola iletiyor.” (Yunus Sûresi, 10/25)
Muhterem Müslümanlar!
İslam, elde edilen kazançların heba olmayacağı, çekilen zahmetlerin boşa gitmeyeceği, dökülen gözyaşlarının israf olmayacağı, damlatılan terlerin heder olmayacağı bir anlayış ve bir hayat tarzı ortaya koymuştur.
Her gayret, karşısında bir meyve bulur.
Her meşakkat, bir rahata mukabil gelir.
Her ter damlası, öbür âlemde çeşit çeşit mükafat olarak insanın karşısına çıkar.
Çalışmanızın karşılığını görmeyi düşünüyorsanız, meşakkatten sonra rahata ermeyi ümit ediyorsanız, binbir türlü iç ızdırabından sonra gönül huzuruyla yaşamayı istiyorsanız bu, ancak Allah’a ve âhirete inanmakla mümkün olur.
İnsan hayat boyu çeşitli fedakârlıklara katlanır. Akla, hayale gelmedik tehlikelere atılır. Bazen olur, seve seve ölüme gider.
Niçin bunları yapar insan?
Çünkü inanır ki burada kaybettiği şeylerin karşılığında ötede daha büyüklerini alacak, böylesi bir alışveriş kendisi için çok kârlı olacaktır. O katiyen bilir ve inanır ki burada kaybettiği her şey bâki bir surette öbür âlemde kendisine verilecektir.
Apaydın bir mazi, yıldız yıldız mefahir bu inanç üzerinde kurulmuş, bu inanç üzerinde gelişmiştir. Seve seve kendilerini ölümün kucağına atanlar; dünyayı hakir gören, onun ötesinde bir şeyler arayan insanlardır. Dünyayı elinin tersiyle rahatlıkla itebilen insan, ondan daha değerli bir şeyin peşine düşmüştür. Binaenaleyh bir mümin, âhirete inandığı için hayatı ve hayata ait bütün lezzetleri rahatlıkla terk edip zorlu bir hayatı tercih edebilir, tahammül sınırlarını zorlayacak meşakkatlere rahatlıkla katlanabilir. Çünkü bütün bunların ötesinde, Allah’ın huzurunda hakiki huzura, hakiki saadete erecek ve ebediyen mesut olacaktır.
İşte gerçekten inanmış, büyük bir davaya gönül vermiş ve seve seve onun yoluna baş koymuş hakiki Hazret-i Muhammed ümmeti ile O’nun arkasında takliden duranların farkı bu noktada ortaya çıkar. Bu itibarla bu iki cemaat birbirinden ayrılır. Hakikaten büyük bir davaya baş koymuş, ölüme tebessüm ederek gidebilen bir cemaatle hayatın şartları altında mağlup olmuş, gönlünü dünyaya kaptırmış ve onun karşısında eziklik hisseden bir cemaat birbirinden büsbütün farklıdır.
Yeryüzünde yeniden bir ihya, ölü gönüllerin yeniden hayata kavuşturulması, sönmüş hislerin, kaybedilen heyecanların yeniden elde edilmesi düşünülüyorsa yeniden dine dönülmesi ve yeniden dine ait meselelerin ele alınması gerekir.
Muhterem Müslümanlar!
Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendi cemaatini bu anlayış içinde yetiştirdi. Bu anlayış içinde yetişen cemaat de dünyanın kaderini değiştirdi. Yıkılması gereken köhneleşmiş ümranları yıktı; yapılması gerekenleri ise yeniden inşa etti. Her zaman Allah diyen, her mesele karşısında Allah’a itimat eden, gözünü âhirete dikmiş, ebediyetten başka bir şey düşünmeyen, Ezel ve Ebed Sultanı’na gönlünü kaptırmış bir cemaat insanlığın kaderini değiştirdi.
Onlar yapıları, yetiştikleri muhit, tahsilleri ve kültürleri itibariyle bizlerden farklı değillerdi. Bununla beraber Allah en medeni, en ileri medeniyetlere yaptırmadığı şeyleri onlara yaptırdı. Bilal-i Habeşî, Habbab b. Eret, Selman-ı Farisî gibi kimselere yaptırdı.
Mekke vadisinin her taşına, her çakılına, Betha’nın kenarına köşesine işlenen bir ses, bir soluk vardı, şöyle diyordu:
قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌۚ اَللهُ الصَّمَدُۚ لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْۙ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُواً اَحَدٌ
“De ki; O Allah bir tektir. Allah Samed’dir. Bütün varlıklar O’na muhtaçtır fakat O, hiçbir şeye muhtaç değildir. O’ndan çocuk olmamıştır. Kendisi de doğmamıştır. Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” (İhlâs Sûresi, 112/1-4)
Mazi silemedi bunu. Betha’nın her vadisine kan-ter içinde, soluk soluğa işlenen bu ses, kıyamete kadar devam edecekti. Mekke’nin metruk hâle geleceği, ıssızlaşacağı âna kadar devam edecekti.
Hak davasının mecnunları, Allah’ın adını “Ehad, ehad!” diye diye Betha’nın her köşesine işlemekteydi. Bunlardan Bilal-i Habeşî’yi size arz etmek istiyorum:
Bilal-i Habeşî, Ümeyye b. Halef isimli zalim ve gaddar bir insanın yanında köle idi. Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) zuhuruyla onun için yepyeni bir dünyaya kapı ve pencere açılmış; o da ömrünün sonuna kadar sadakatinden taviz vermemişti. Nihayetinde sultanlara taç giydirecek kadar yüce makamlara ulaşmıştı.
Sırf Allah Resûlü’ne gönül verdiği için ayaklarına pranga vuruluyor, Mekke’nin vadilerinde sürükleniyordu; ancak o yine de sözünden dönmüyordu. Uğradığı her yer, üzerinde sürüklendiği her kum tanesi, sırtına konan her taş parçası ondan tek bir ses duyuyordu; “Ehad, ehad” (Bir teksin Allah’ım!)
Ve bir gün Bedir harbi cereyan etti: Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), o güne kadar karşısında daima hasım vaziyetinde bulunmuş düşmanlarına müthiş bir darbe indireceği Bedir harbi… Hazreti Bilal de Bedir harbine iştirak etmişti. Bir aralık Bilal’in gözü Ümeyye b. Halef’e ilişince;
رَأْسُ الْكُفْرِ لاَ نَجَوْتُ إِنْ نَجَا أُمَيَّةَُ
“İşte küfrün başı! Şayet Ümeyye kurtulursa ben kurtulmuş sayılmam.”1 dedi. Bunun manası şuydu: “Eğer o, bugün buradan Mekke’ye sağ dönerse ben kurtulamam, Allah bana bunun hesabını sorar. Onun canına okumak bana düşüyor.”
Savaş esnasında Ümeyye’nin kulağına en son senelerce evvel duyduğu tanıdık bir ses ilişti. Bu sesin sahibi eski kölesi, şu kıvırcık saçlı Bilal’den başkası değildi. Bilal’i karşısına dikilmiş görünce büyük bir dehşete düştü.
Evet, bir ses duyuyordu, kulaklarını çınlatacak bir ses, tanıdık bir ses… Bu sesi, Mekke’nin vadisinde, sokaklarında çok duymuştu… “Ehad, ehad” derken hatırlıyordu. Birkaç dakika sonra da bu eski kölesinin kılıç darbeleri altında yere yıkıldı. Bilal, Bedir’in aslanı olmuştu. Allah Resûlü’nün huzuruna gönlü inşiraha kavuşmuş (rahatlamış) olarak dönüyordu.
O’nun tek duygusu, tek düşüncesi mutlu bir akıbet elde etmek ve âhireti kazanmaktı. Allah Resûlü henüz hayattayken bütün gazalara iştirak etti. Bedir demedi, Uhud demedi, Hendek demedi, Yermuk demedi, düşmanla yaka paça olunan bütün mekânlarda hazır bulundu.
Tevazuundan hiç taviz vermemiş, yaşadığı o küçük kulübesini terk etmemişti. Öyle basit bir hayat yaşıyordu. Duyguları o kadar duruydu ki hem kendisine hem de kardeşine kız istemek üzere gittiği aileye aynen şöyle dediğini duyarız: “Ben Bilal. Bu da benim kardeşimdir. Bizler Habeşli iki köleyiz. Biz dalâletteydik Allah ikimizi de hidayete kavuşturdu. İkimiz de köleydik, Allah ikimizi de hürriyete kavuşturdu. Eğer bize kız verirseniz Allah’a hamd ederiz. Eğer vermezseniz ‘Allah büyüktür’ der gideriz.” İşte kız isterken bile bu kadar duru, bu kadar berrak duygularla istiyordu.
Hayatının sonuna kadar bu dupduru duygularla yaşadı. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefat edince Hazreti Bilal’in de dünyası değişmişti. Medine birdenbire ona bir zindan olmuş, bu şehrin sokakları, evleri, havası onu sıkmaya başlamıştı.
Bir gün Halife Ebû Bekir’in karşısına çıktı ve şöyle dedi: “Ben Efendim’den işitmiştim; O, ‘Müminin en faziletli ameli cihattır.’2 buyurmuştu. Müsaade edersen ben de cihada gitmek, ölünceye kadar başımı bu yola koymak istiyorum.”
Hazreti Ebû Bekir: “O zaman bize kim ezan okuyacak?” şeklinde cevap verdi. Bilal’in sözleri çok dokunaklıydı: “Vallahi, Resûl-i Ekrem’den sonra ben ezan okuyamam!” Nitekim bir iki sefer okumayı denemiş, ancak ‘Muhammedü’r-Resûlullah’a gelince dizlerinin bağı çözülüp oracığa yığılıvermişti. Bu, Resûl-i Ekrem’e nasıl bir bağlılıktı, nasıl bir gönül vermeydi ki O’ndan sonra “Eşhedü Enne Muhammede’r-Resûlullah” diyemiyordu!
O, bunları söyleyince Halife de gözyaşlarını tutamadı ve: “Arzu ettiğin gibi git, cihadını yap.” buyurdu. “Git, istediğin cephede ‘uyûn-u sâhire’den (uyanık gözlerden) biri olarak düşmanı gözetle, nöbet tut. Düşmanın, İslam’ın içerisine sızmasına imkân verme!”
Ve o da hayatının sonuna kadar Şam taraflarında cepheden cepheye koştu.
Bilal-i Habeşî’nin ömrünün sonlarına doğru Hazreti Ömer Şam’a gelmişti. Artık yaşlanmış, beli bükülmüş olan Bilal’den son bir kere daha ezan okumasını rica etti. “Şu coşkun Habeşli bir ezan okuyuversin, Resûl-i Ekrem’i bir kere daha hatırlayalım.” diyordu. Nitekim Hazreti Ömer’in de vefatına, dostuna kavuşmasına az bir zaman kalmıştı. Onun için diyar-ı İslam’ı geziyordu. Bilal, Allah Resûlü’nün halifesinin bu içten arzusunu reddedemedi.
Derken birdenbire Şam’ın yüksek bir kubbesinin başından göklere doğru bir sesin yükseldiği duyuldu. Bu, beş-on sene evvel Medine’de sık sık yankılanan bir sesti. Yataktan fırlayan, yorganını atan, kapıyı çarpan dışarıya koşuyordu. Olur mu olurdu! Bilal ezan okuyordu… Acaba Resûl-i Ekrem mi dirilmişti!
Ömer (radıyallahu anh), hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ashap hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gönüller yeniden heyecanlanmış, müminler duygulanmış, Allah huzurunda olma havası içinde kendilerinden geçmişlerdi. Bu, Bilal’in, Resûl-i Ekrem’den sonra ilk ve son ezanı oldu. Ağlayanlar ağladı, gözyaşları âdeta sel oldu.
Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali cihana geldiler, çok ağlayıp az güldüler veya hiç gülmediler. Ulvi bir âleme göçtüler. Sizler de önüne geçemeyeceğiniz bir kuvvet tarafından o âleme çekilmektesiniz. Onların gittikleri sofranın başına ister istemez gideceksiniz. Ayağınızda pranga, boynunuzda tasma ile gitmemeye çalışın. Allah’ın davetine güzellikle icabet edin. Unutmayınız ki döktüğünüz ter, akıttığınız gözyaşı, duyduğunuz heyecan öbür âlemde uhrevî nimetler olarak size takdim edilecektir.
Öyle bir yola girin ki çalışma ve gayretiniz boşa gitmesin. Öyle bir mücadele verin ki o mücadelede hiçbir şey kaybetmiş olmayasınız. Aksine kaybettiğiniz şeylerin binlerce kat fazlasını kazanasınız.
Bu yol Allah’ın yoludur. Bu yol, Resûl-i Ekrem’in arkasında bulunma yoludur. Bu yol, âhirete gönlünü kaptırma yoludur. Hayatını, ölümden sonrasına göre tanzim etme yoludur.
Cenab-ı Vâcibü’l-Vücud ve Tekaddes Hazretleri ölü gönüllerimize Bilal-i Habeşî gibi bizleri ihya edecek mürşitler göndersin. Resûl-i Ekrem’den bu yana kasvet bağlamış, bütün kabiliyet ve melekelerini kaybetmiş iç yapımızı yeniden diriltsin, sırat-ı müstakime hidayet eylesin.
Âmîn.
10 Şubat 1978, Merkez Camii, Bornova-İzmir
1 Buhârî, megâzî 8, vekâlet 2.
2 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 1/338, 353.