9. Gönlünü Allah’a Verme
اِنَّ اللهَ مَعَ الَّذ۪ينَ اتَّـقَوْا وَالَّذ۪ينَ هُمْ مُحْسِنُونَ
“Allah, fenalıktan korunanlar ve hep güzel davrananlarla beraberdir.” (Nahl Sûresi, 16/128)
Muhterem Müslümanlar!
İnsan, Cenab-ı Hak’la alâkasını her şeyin üstünde tutmalıdır. O’nun rızasını bütün meselelerin üstünde görmeli, hiçbir şeye feda etmemelidir. O’nu kaybetme, bir mümin için her şeyi kaybetme anlamına gelmelidir.
Cenâb-ı Hakk’a ait manalar, O’na ait hakikatler bir müminin kalbinde öyle taht kurmalıdır ki bunlardan bir tanesinin eksikliği bile onun kalbî ve ruhî hayatında büyük bir boşluk olarak daima kendisini hissettirmelidir.
İnsan, dünyaya geldiği andan itibaren, hakikatperestliği nispetinde, bu hakikatin arkasından koşacaktır. Her şeyin üstünde makbul, her şeyin üstünde mahbûb, her şeyin üstünde merğûb olan Hazreti Allah’a ait mana ve hakikatlerin arkasından koşacak, gönlünü onlarla mamur etmeye çalışacaktır. Bu hakikatlerin bir gün gelip gönlüne oturacağına inanacak ve geldiği zaman da şükür sadedinde ayrı bir iman izhar edecektir.
İnsan, bir şeyin arkasına düşüp aradığı nispette onu elde eder; alâkasız kaldığı nispette de ondan mahrum kalır. Hak ve hakikati, ne zaman, hangi devirde olursa olsun, sadece arayanlar bulmuştur.
مَنْ طَلَبَ وَ جَدَّ وَجَدَ
“Kim, bir şeyi talep eder ve bu talebinde ciddi olur, peşine düşerse onu elde eder.” darb-ı mesel (atasözü) hâline gelmiş önemli bir sözdür. Talep etme, arkasına düşme, ciddiyet gösterme, mutlaka o aradığı şeyi insanın karşına çıkaracaktır. Senin içinde hakikate karşı bir arzu, bir iştiyak varsa hakikat gelip seni mutlaka bulacaktır.
Denizaşırı bir memlekette yaşayan Necaşî, hiç bekler miydi içinde yaşattığı hakikat arzusu ve iştiyakı, hakperestliği ona, Allah’ın en büyük lütfunun gelip ulaşmasına vesile olsun:
Allah Resûlü’nün arkadaşları, seçkin ashabı, denizaşırı diyarlara kadar gittiler. Necaşî’nin ülkesi de bunlardan biriydi. Onun tarafından misafir edilerek i’zaz ve ikrama mazhar oldular. Ve bir gün, âyât-ı beyyinâtın huzurunda okunması lütfunu da Allah lütfediverdi. Necaşî, “Hazreti Meryem hakkında Kur’ân’da âyet var mıdır?” diye sorunca, Mute’nin kahramanı, yeşil kanatlarıyla göklerde pervaz eden, Hazreti Ali’nin kardeşi Cafer b. Ebî Talip, âdeta kanat çırpıp uçuverdi ve Necaşî’nin huzurunda Meryem Sûresi’ni okumaya başladı. Okumaya başlayıp da, ذٰلِكَ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَۚ قَوْلَ الْحَقِّ الَّذ۪ى ف۪يهِ يَمْتَرُونَ (Meryem Sûresi, 19/34) âyetine geldiği zaman Necaşî’nin bamteline dokunmuştu. Necaşî, hıçkırıklarını tutamamış hüngür hüngür ağlıyor, gözyaşları sakallarını ıslatıyordu. Etrafındakiler de ağlıyordu. Ortalığı bir gözyaşı çağlayanı almış gidiyordu.
Necaşî daha sonra Resûlullah’ın huzuruna bir heyet gönderdi. “Bu hakikatin menbaına, kaynağına gidin de dinleyin.” diyordu. Bu heyettekiler, Allah Resûlü’nün huzuruna geldiler. Bizzat Resûl-i Ekrem’in ağzından Kur’ân’ı dinlediler. Necaşî’nin huzurundaki gibi değildi durum. Orada Kur’ân’ı okuyan Cafer b. Ebî Talip, burada okuyan ise doğrudan doğruya vahy-i ilahînin ma’kesi, kalb-i pâke sahip olan Resûl-i Emced idi. Bütün rahipler hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Kur’ân, gözyaşları çağlayan olan bu cemaatin hâlini şöyle anlatır:
وَاِذَا سَمِعُوا مَآ اُنْزِلَ اِلَى الرَّسُولِ تَـرٰٓى اَعْيُنَهُمْ تَـف۪يضُ مِنَ الدَّمْعِ مِمَّا عَرَفُوا مِنَ الْحَقِّۚ
“Peygambere indirilen Kur’ân’ı dinledikleri vakit, onda aşinaları olan hakikate kavuşmaları sebebiyle gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün.” (Mâide Sûresi, 5/83)
O güne kadar, “İnandık, hak gelecek; inandık, gerçek zuhur edecek; inandık, gün doğacak; inandık, elimizden tutacak halaskâr, kurtarıcı gelecek!” diye sabırla beklemişlerdi. Hakkı kapılarının önünde bulunca bu defa, “Artık şimdi inandık, geldi!” dediler.
يَـقُولُونَ رَبَّـنَآ اٰمَنَّا
“Rabbimiz iman ettik. Mesih’e imandan sonra Resûlullah’a da iman ettik yâ Rabbi!”
فَاكْـتُـبْنَا مَعَ الشَّاهِد۪ينَ
“Bizi de şahitlerden yaz Allah’ım.” diyorlardı.
Âyet bunların hâlini detaylı şekilde böyle anlatmaktadır. Ama acaba sadece Necaşî ve onun cemaatine mi mahsus kalır bu âyetin manası.. Âyât-ı beyyinâtı dinleyen, onun içindeki, hakperestliğin ifadesi kelimâta şahit olan herkes kendinden geçmektedir. Kendinden geçmekte ve رَبَّـنَآ اٰمَنَّا فَاكْـتُـبْنَا مَعَ الشَّاهِد۪ينَ demektedir.
Devr-i Risalet-penahide hangi sahabi vardır ki bamteline dokunuyor gibi Kur’ân âyetlerini dinlesin de yerinde durabilsin. Âdeta dalgaları dinmiş deniz gibi, heyecanı ölmüş insanların yaşadığı devir, ancak bizim içinde yaşadığımız devirdir. Son bir-iki asrın insanını böyle ölgün ve solgun görürsünüz.
“Ömer (radıyallahu anh) camide namaz kıldırıyordu.
وَاِذَا سَمِعُوا مَآ اُنْزِلَ اِلَى الرَّسُولِ تَـرٰٓى اَعْيُنَهُمْ تَـف۪يضُ مِنَ الدَّمْعِ مِمَّا عَرَفُوا مِنَ الْحَقِّۚ يَـقُولُونَ رَبَّـنَآ اٰمَنَّا فَاكْـتُـبْنَا مَعَ الشَّاهِد۪ينَ
âyetini okurken hıçkırıklara boğuldu. Ben, en arka saflardan onun hıçkırıklarını duyabiliyordum. Namaza devam edecek hâli kalmayınca Allahu Ekber deyip rükûya vardı. İkinci rekâtta bu sefer,
قَالَ اِنَّـمَآ اَشْكُوا بَـثّ۪ى وَحُزْن۪ٓى اِلَى اللهِ
âyetine gelince ağlamaktan arkasını getiremedi, Allahu Ekber deyip yine rükûya gitti.”
Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
اِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَاقِـعٌۙ
“Rabbinin azabı muhakkak ki gelip çatacaktır.” (Tûr Sûresi, 52/7) âyetini okuyordu. Birden mihraptan bir gürültü geldi. Bir de baktık ki Ömer yere yıkılmış. Görenler hasta zannediyorlardı, hâlbuki ferman-ı Subhânî karşısında Ömer’in kalbi dayanamamış, dizlerinin bağı çözülüvermişti.”
Oğlu Abdullah’ın da ondan farkı yoktu. Bir seferinde Abdullah, Mutaffifîn Sûresi’ni okuyordu.
يَوْمَ يَقُومُ النَّاسُ لِرَبِّ الْعَالَم۪ينَۚ
(Mutaffifîn Sûresi, 83/6) âyetine geldiği zaman cemaatin önünde yere yıkılıverdi. O gün insanlar, hayatta yaptıkları şeylerin hesabını vermek üzere Allah’ın huzurunda dikilecek, hayatlarının hesabını verecekler. İşte bu âyete gelince ayakta durmaya takati kalmamıştı. Abdullah b. Ömer, âyât-ı beyyinât okununca o kadar çok ağlardı ki bu sebeple hayatının sonuna doğru gözleri tamamen bozuldu. Bazen evinden dışarı çıkmazdı. Ziyaretine gelenler içeriden gelen hıçkırık seslerini duyardı. O kadar ağladıktan sonra insanlar bunu fark etmesinler diye dışarıya çıkarken gözlerine sürme çekerdi.
Evet, vahy-i ilahî bir gönle aksettiği zaman böyle mâkes bulur, öyle tesir eder. Ölü ruhların, yıkık gönüllerin yaşadığı asır, bizim asrımızdır. Öyle ki bütün kolu-kanadı kırıkların, kalbî hayatı tükenenlerin, hissiz ve duygusuzların, idraksizlerin, dünya tarafından esir ve zebun edilenlerin, bir tekmede rahatlıkla dünya ve içindekilerin dünyaya bakan yüzünü terk edemeyen ham ruhların hükümran oldukları bir asırda yaşıyoruz.
وَاِذَا سَمِعُوا مَآ اُنْزِلَ اِلَى الرَّسُولِ تَـرٰٓى اَعْيُنَهُمْ تَـف۪يضُ مِنَ الدَّمْعِ
“Peygambere indirilen Kur’ân’ı dinledikleri vakit gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün…” (Mâide Sûresi, 5/83)
Necaşî ağlıyor, gözleri çağlayan gibi…
Ashâb-ı sefîne ağlıyor gözleri çağlayan gibi…
Huzur-ı Risalet- penâhîye gelenler ağlıyor gözleri çağlayan gibi.
Ömer ağlıyor… İbn Ömer ağlıyor… Ebû Hüreyre ağlıyor… Ümmü Ebû Hüreyre ağlıyor… Gözleri çağlayan gibi.
Yığın yığın günahın kendilerini zebun ettiği, bellerini kırdığı, boyunlarını büktüğü, kalbî hayatlarını öldürdüğü Müslüman cemaati ne yapıyor acaba?
Allah bunu bize sorarsa ne diyeceğiz?
Resûlullah bize sorarsa ne diyeceğiz?
“Ne yapıyorsunuz? Neredesiniz?” derse ne diyeceğiz?
Yıkılışların, çöküşlerin âdeta şiirini söylüyor, destanını yazıyor gibi her şeye karşı laubali, her şeye karşı gayriciddi kalan bizlere sorulsa diyeceğimiz bir şey yoktur.
Öyleyse bizler de gidelim, bu gecede hayatımızın hesabını yapalım. Kazandığımız şeylerin Allah karşısında bizi nereye götürdüğünün hesabını yapalım. Belimizi büken günahların bizi nereye götürdüğünün hesabını yapalım. Belki geriye döner bakar da o zaman terk ettiğimiz şeyi anlayıveririz. Anlayıverir de kervana arkadan kavuşuveririz.
24 Şubat 1978, Merkez Camii, Bornova-İzmir