25. Muhammedî Ahlâk
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ
“(Resûlüm!) Muhakkak ki Sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem Sûresi, 68/4)
Muhterem Müslümanlar!
Ahlâkı, insanın yaratılışının gayesi yapan Hazreti Allah, güzel huylu olmamızı, istediği gibi davranmamızı isteyen Hazreti Allah, bunu en güzel şekilde temsil eden Hazreti Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) en yüce ahlâkla donatarak, en mükemmel şekilde önümüze geçirerek, mihrabımıza koyarak bize imam kılmış ve O’nun o yüce davranışlarından ders alma imkânını bizim için hazırlamıştır.
Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), siyeriyle, megâzîsiyle bir imam olarak kıyamete kadar önümüzde rehber olacak ve biz, cemaat olarak daima O’nun arkasında, güzel şeyleri O’ndan öğrenecek, O’nun temsil ettiği güzellikleri temsil etmeye çalışacak ve böylece Allah’ın hoşnutluğunu kazanacağız.
Katiyen inanıyor ve biliyoruz ki bundan sonra kıyamete kadar Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) rehberliğinin dışında başka bir yolla Allah’a vâsıl olmak mümkün değildir.
Binaenaleyh beşer her halükârda O’na muhtaçtır. Alacağı en son ve en mükemmel dersi O’ndan alacak, O’nu dinleyecek, gönül hayatını O’nun sözleriyle ve davranışlarıyla donatacak; bu sayede mükemmel insan olacaktır. Zira Kur’ân, O’nun yüce bir ahlâk üzere yaratılmış olduğunu kasemle, yeminle anlatıyor:
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ
“Kasem olsun ki Sen yüce bir ahlâk üzere bulunuyorsun.”
Gerçekten de Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu yüce ve bu yüksek olan ahlâkı en âli şekilde yaşamış, bıktırıcı, usandırıcı, tedirgin edici hâdiseler karşısında asla darılmamış ve kırılmamıştır. Alabildiğine bir zindelik içinde daima Allah’ın emirleri üzerine yaşamış ve bu mevzuda mukavemet göstermiştir.
Ne olumsuz esintiler onu yıldırmış ne müspet taraftan gelen mükellefiyetler onu bıktırmış ne de semadan ve arzdan inen ve çıkan belalar onda tedirginlik meydana getirmiştir. O, daima zorluklara tahammül eden bir insan olarak yaşamış; maddî musibetlere dayandığı gibi manevî musibetlere de göğüs germiş, böylece ahlâkın en yücesiyle serfiraz olduğunu göstermiştir.
Ahlâkın en başında, Rabbe kullukta vefalı davranıp bozgunculuk yapmama gelir.
Allah’ın sırtınıza yüklediği sorumluluklar karşısında dayanma ve darılmama gelir.
İşte en başta Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu yapmıştır. O, bütün insanlığı hak ve hakikate davet vazifesiyle serfiraz edildiği zaman, “Kime ne anlatacağım? Kim beni dinler?” demeden, insanların içine dalmış ve hak ve hakikati neşretmiştir. Felaketleri göğüslemiş, musibetten doluya tutulmuş ve zaman zaman bulunduğu yer O’nu tehdit eder hâle gelmiş; fakat bu hususların hiçbirinde O, en ufak yılgınlık ifade eden bir şey göstermemiş, Rabbine karşı kullukta daima ciddi bir teslimiyet içinde, o kulluk vazifesini yerine getirmeye çalışmıştır.
Resûl-i Ekrem, irşat ve tebliğin alabildiğine zor olduğu Kâbe’de kalabalık halkın arasında neşr-i hak yapıp hak ve hakikati tebliğ ederken etrafın tehdidini kâle almamış; daima Allah’a ciddi bir teslimiyet içinde bu vazifeyi yerine getirmeye çalışmıştır. Bu mevzuda katlandığı, maruz kaldığı yüzlerce olayı, Efendimiz’in yakınlarındakiler bize naklederler. Ben, burada sadece dayanma ve darılmama, yılgınlık göstermeme, gönül verilen şeyde sonuna kadar sebat etme hususunu aydınlatma maksadıyla bir iki tanesini arz edeceğim.
Belli bir dönemde gözü dönmüş ve bakışı bulanık bir kısım kimseler, Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) destek olmamış, O’nun yanında durmamışlardı. Yanında olmak şöyle dursun, pek çoğu karşısına çıkmış, bu büyük davada O’na kötülük yapmış, O’nu vazgeçirmek istemişti. Ama o ilahî meşcerelikte çiçekler ve güller açtıktan sonra onların da düşünceleri ve kanaatleri değişmiş, Resûl-i Ekrem’e itaat etmişlerdi.
O dönemin şahitlerinden biri anlatıyor:
“Ben Beytullah’ın yanında duruyordum. Bir vakar ve teslimiyet içinde Rabbisine kulluk yapmak üzere Resûl-i Ekrem Kâbe’nin dış duvarlarından içeriye girdi, Beytullah’a doğru yaklaştı. Ciddi bir tazim içinde Rabbisine secde etti, başını yere koydu, dua etti, yalvardı, yakardı. Kim bilir ne diyordu? Ama tanıdığımız kadarıyla herhâlde dediği şey “Ümmetî, ümmetî!” idi. Zira o, daha beşikte bile bunu diyor, insanlığı düşünüyordu. Mahşerde bunu diyeceğini Allah da kendisine bildirmişti. Biz, O’nu öyle tanıdık.
O sırada İbn Ebî Muayt, hadisin ifadesiyle “eşka’l-kavm” (kavminin en talihsiz, en şaki insanı),37 diğerlerinin kışkırtmasıyla kalktı, birinin kapısının önündeki yeni kesilmiş bir devenin işkembesini sürükleye sürükleye getirdi ve Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) başının üzerine koydu. Efendimiz’in secde ettiği yere işkembenin pis suları akıyordu, ağır bir baskı boynunun üstüne binmişti. Başı yerde ümmeti için yalvaran, “Allah’ım, onların kalplerini yumuşat.” diyen Peygamber’inin başına işkembe koyuyor, sonra da katıla katıla gülüyorlardı. Bu manzarayı bize anlatan diyor ki, gülerken birbirlerine dayanıyor, birbirlerinin içine giriyorlardı. Büyük insanın ise başı yerde “Ümmetî, ümmetî!” diyordu.
Biraz sonra gelişme dönemini yeni idrak etmiş genç bir kız çıkageldi. Ciddi bir teessür içinde gözleri dolu doluydu. Bu, Resûlullah’ın kızlarından biri idi. İşkembeyi Resûl-i Ekrem’in başının üzerinden kaldırırken gözyaşlarıyla âdeta babasının kirlenen mübarek tenini yıkamaya çalışıyordu. Başını secdeden kaldıran Resûl-i Ekrem, kızına şöyle diyordu:
يا بُنَيَّةُ، لَا تَبْكِي، فَإِنَّ اللهَ مَانِعٌ أبَاكِ
“Kızcağızım! Sakın korkup, endişe edip de ağlama. Allah babanı koruyacak, O’nu zayi etmeyecektir.”38
Bir gün gelecek, O’nun etrafında toplanacaklar, O’na dilbeste olacak ve gönül verecekler. Günümüzün insanı için de aynı şeyleri söylüyoruz. Bütün inkârlarına ve tenkitlerine rağmen Resûl-i Ekrem onların ellerini de bırakmamış, bırakmayacaktır. Zira kendisi şöyle buyuruyor:
“Benim ve ümmetimin misali neye benzer biliyor musunuz? Ateş yakan bir adama. Adamın biri bir ateş yakar ve bu ateşe kelebekler gelip düşerler. Sizler de bu kelebekler gibi ateşe doğru koşuyorsunuz. Bense eteklerinizden tutmuş o ateşe girmeyin diye uğraşıyorum.”39
Onlar tehâluk gösteriyor (acele ediyor), ateşe girmek için saldırıyorlar; ben ise eteklerinden tutmuş bırakmıyorum.
Biz öyle inanıyoruz ki O, kıyamete kadar eteklerimizden tutacak bizi bırakmayacaktır. Bu arada bir kısım talihsizler, şekavetlerinin kurbanı olacaklardır. Fakat Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyası zayi olmayacaktır. İnanın ve itimat edin.
يَا بُنَيَّةُ، لَا تَبْكِي، فَإِنَّ اللهَ مَانِعٌ أبَاكِ
“Ağlama kızcağızım, Allah senin babanı zayi etmeyecektir.” diyen Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakınız! Bu ne yüce ahlâktır ki başına işkembe koyanlara karşı dahi meseleyi dayanmakla, darılmamakla karşılıyor, sabırla karşılıyor ve vazifesinden zerre kadar geri durmuyor.
Durum ne zaman değişti, nerede düşmanları bu işten vazgeçti? Nerede eteklerine gül atılması gereken bu sultanın eteklerine güller atılmaya başladı ve etekleri mücevherlerle dolduruldu? Aradan on iki, on üç sene geçmişti. Resûlullah, kendi köyünü, yerin göbeğini terk edip Medine’ye gitmişti. Orada da bu düşmanlar O’nun karşısına çıkmışlar ve bir Uhud kavgası meydana getirmişlerdi.
Okçusuyla, silahşörüyle, süvarisiyle, piyadesiyle O’na hücum etmişlerdi ve mübarek başındaki miğferi kırılmıştı. Miğferin halkaları yanağını delmiş, dişini kırmıştı. Manzarayı gören Ebû Ubeyde’nin ödü kopmuştu. Peygamber’in kanları akıyordu! Halkaları çıkartayım derken onun da dişleri kırıldı. Hayatının sonuna kadar bu kırık dişleriyle iftihar edecekti. Nebiler Nebisi kanlarını siliyordu. Başı yarılmış, dişi kırılmış, vücudunda yara bere meydana gelmiş, hakka ve hakikate davet ettiği bir cemaat tarafından hücuma ve taarruza maruz kalmıştı. Allah Resûlü, bir taraftan damla damla yere akan kanlarını siliyor, bir taraftan da Peygamber’in başını, gözünü yaran bir kavim nasıl felah bulur, diye endişe ediyordu.
Bir başkası da söz konusu vak’ada Nebi’nin durumunu şöyle anlatıyordu. “Gözümün önünde canlanan bir Allah peygamberi var. Cemaati kendisine kötülük yaptı. Başını yardılar, dişini kırdılar. Kanlar içinde ellerini Yüceler Yücesi’ne kaldırdı ve şöyle diyordu:
اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لِقَوْمِي فَإنَّهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
“Allah’ım, cemaatimi mağfiret eyle! Bunlar beni bilmiyorlar; bilseler yapmazlar.”40
Nitekim kendisi de öyle diyordu. Ne var ki birtakım endişeleri vardı. Peygamberin başı yarılır, dişi kırılırsa Allah bu cemaatin altını üstüne getirir.
Allah’ım, diyordu Peygamber, bunlar beni bilmiyorlar; bilseler yapmazlar.
Onu sıradan bir insan zannediyor, Ebû Talip’in, Abdülmuttalip’in yetimi, Abdullah’ın oğlu biliyorlardı. Keşke anlasalardı ki O, Allah’ın nazarında bir serfiraz, bilselerdi bir sultan. Bilseler yapmayacaklar. “Helâk etme Allah’ım, mağfiret et.” diyordu.
Bu ne sabırdı! Başı yarıldığı, dişi kırıldığı zaman dahi dayanıyor, darılmıyor ve kırılmıyordu. Kur’ân, O’nun bu ahlâkını şöyle resmediyordu:
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ
“Ey şanı yüce peygamber! Kasem olsun ki Sen yüce bir ahlâk üzerine yaratıldın.” Bu kadar kötülüklerimize rağmen bizi terk etmedin. Hâlâ mescitlerimizde Seni anan, hâlâ Sana olan aşkıyla inleyen, hâlâ feryat eden, hâlâ kendisini heyecandan yere atan kimseler var. Demek ki kalplerimize taht kurdun, gönüllerimizi terk etmedin. Demek ki bizi bırakmadın.
Yangın bacayı sardı, mescide kadar ulaştı, sokaklarda çirkef akmaya başladı, fakat buna rağmen Sen bizi terk etmedin. Mescitlerimizde ve başımızda oldun ve bizden ayrılmadın. Bu ne sabır, bu ne tahammül, bu ne âlî ahlâktır ki bir an bile bize sahip çıkmadan dûr olmadın.
Aziz Müslümanlar!
Evvel ve âhir her şey yüce ahlâka bağlıdır. Evvel ve âhir her şey, Allah’ın bize yüklediği mükellefiyetler karşısında dayanmaya, sabretmeye, darılmamaya ve kırılmamaya bağlıdır. Yılgınlık göstermemeye, direnmeye, azme ve kararlılığa bağlıdır.
Bir gün gelecek, şafak sökecek; bir gün gelecek güneş doğacak, ahlâksızlık hâk ile yeksan olacak, ağlayan gençliğin yüzü gülecek, ayrı bir dünya kurulacak. O dünyayı intizar ediyor ve şimdiden o dünyayı idrak etmiş gibi, o dünyanın burcu burcu kokularını duyuyor gibi oluyoruz.
Cenab-ı Hak bu ümidimizde bizi hüsrana mahkûm etmesin. Sultan-ı zîşan olan Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhaniyetini bir an bizden uzaklaştırmasın.
Âmîn.
16 Mayıs 1980, Merkez Camii, Bornova-İzmir
37 İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, 2/285.
38 İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, 2/264; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 66/338.
39 Buhârî, enbiyâ 40; Müslim, fezâil 17-19.
40 Buhârî, enbiyâ 54; Müslim, cihâd 104-105.