27. Sırat-ı Müstakim Üzere Yaşamak

وَعِبَادُ الرَّحْمٰنِ الَّذ۪ينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْناً وَاِذَا خَاطَـبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَاماً ۝ وَالَّذ۪ينَ يَب۪يتُونَ لِرَبِّهِمْ سُجَّداً وَقِيَاماً ۝ وَالَّذ۪ينَ يَـقُولُونَ رَبَّـنَا اصْرِفْ عَنَّا عَذَابَ جَهَنَّمَقاِنَّ عَذَابَهَا كَانَ غَرَاماًق۝ اِنَّهَا سَآءَتْ مُسْتَـقَرّاً وَمُقَاماً ۝ وَالَّذ۪ينَ اِذَٓا اَنْـفَقُوا لَمْ يُسْرِفُوا وَلَمْ يَـقْتُـرُوا وَكَانَ بَـيْنَ ذٰلِكَ قَوَاماً ۝ وَالَّذ۪ينَ لَا يَدْعُونَ مَعَ اللهِ اِلٰهاً اٰخَرَ وَلَا يَـقْتُلُونَ النَّـفْسَ الَّت۪ى حَرَّمَ اللهُ اِلَّا بِالْحَقِّ وَلَا يَـزْنُونَۚ وَمَنْ يَـفْعَلْ ذٰلِكَ يَلْقَ اَثَاماًۙ ۝ يُضَاعَفْ لَهُ الْعَذَابُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَيَخْلُدْ ف۪يه۪ مُهَاناًق۝ إِلَّا مَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَأُۨولٰۤئِكَ يُبَدِّلُ اللهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ وَكَانَ اللهُ غَفُورًا رَحِيمًا

Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yeryüzünde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa “Selametle!” derler. Geceyi Rablerine secde ve kıyam ile ibadetle geçirirler. “Ey Ulu Rabbimiz, derler, cehennem azabını bizden uzaklaştır. Zira onun azabı tahammülü zor, ömür tüketen bir derttir. Ne kötü bir varış yeri ne fena bir yerleşim yeridir orası!” Rahman’ın o has kulları, harcamalarında ne israf eder ne de eli sıkı davranırlar; bu ikisinin arasında bir denge tuttururlar. Onlar, Allah’la beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar. Allah’ın muhterem kıldığı bir canı haksız yere öldürmezler. Zina etmezler. Kim de bunları yaparsa günahının cezasını bulur. Kıyamette, o büyük duruşma gününde onun cezası katmerli olur ve azapta, zillet içinde ebedi kalır. Ancak şu var ki dönüş yapıp iman edenler güzel ve makbul işler işleyenler bundan müstesnadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara çevirir. Çünkü Allah gafurdur, rahimdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).(Furkân Sûresi, 25/63-70)

Muhterem Müslümanlar!

Müslümanların yolu sırat-ı müstakimdir. Sırat-ı müstakim Cennet’in yoludur. Sırat-ı müstakim, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), bütün enbiyadan sonra yürüdüğü büyük şehrahtır (selâmetli yoldur). Sırat-ı müstakimle matluba, maksuda ulaşılır; sırat-ı müstakimle Cennet’e girilir ve Cemalullah müşahede edilir.

Sırat-ı müstakimden sapmaya ifrat ve tefrit diyoruz. O çizginin altında kalan da üstüne çıkan da sırat-ı müstakimden ayrılmış, Allah yolundan, Resûl-i Ekrem’in çiğnediği şehrahtan ayrılmış, meleklerin tahşidatı altında bulunan emin yoldan uzaklaşmış, sapkınlığa düşmüş demektir. Onun ehemmiyeti o kadar büyüktür ki Allah (celle celâluhû), günde kıldığımız namazların her rekâtında sırat-ı müstakimi dilemeyi bir vecibe olarak bize tahmil ve teklif buyurmuştur.

Sırat-ı müstakim, bütün bir hayatın nabzı hâlinde atmaktadır. Sırat-ı müstakimden inhiraf eden nice kimse vardır ki inhiraf ettiklerini kendisi dahi bilmez. Bu kimselerin ne âhiret hesabına ne de dünya hesabına yaptığı şeylerin hayır adına vaat edeceği bir şey vardır.

Aziz Müslümanlar!

Sırat-ı müstakim insanı olan mümin, davranışlarında ve sözlerinde doğrunun temsilcisidir. Onun bütün beyanları doğru olacaktır ve o, her daim yalandan sakınacaktır. Zira Kur’ân-ı mu’cizü’l-beyan, yalanı kâfirlerin sıfatı olarak anlatmaktadır. Aynı şekilde o, Resûl-i Ekrem’in nurlu beyanları içinde münafıklığa ait üç sıfattan birisi olarak tavsif edilmektedir.

Söylenen herbir yalan, Allah’a karşı söylenmiş bir yalandır. İnkâr ve küfür ise Allah’ın varlığına delalet eden kâinata karşı bir yalandır. Yalan, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği esaslara karşı bir yalandır. Yalan öyle bir günahtır ki, Allah Resûlü’nün ifadeleri içinde, insanı günah bataklığına çeker götürür; zira bütün günahların temelinde yalan vardır. Sözde yalan, davranışta yalan, kanaatte yalan, verilen vaatten dönmek manasına hılfu’l-vaatte yalan…

Yalan, insanın içine nifak sokan çok mühim bir faktördür. Onun için Allah Resûlü sahih hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:

آيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلَاثٌ: إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ، وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ، وَإِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ

“Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler. Vaat ettiği zaman yerine getirmez. Bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder.”41

Bunların üçü de haddi zatında yalandır. Münafık, konuştuğu zaman yalan söyler, onunla hilaf-ı vaki (gerçeğe aykırı) beyanda bulunur. Söz verdiği zaman sözünden döner. Bu defa da karşısındakini aldatmış olur. Sadece sözleri ile değil, davranışları ile de yalan söylemiş olur. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman bu defa da içten, kalbinden emanete karşı hıyanet eder. Böylece Allah’a karşı da yalan söyler.

Alâ külli hâl, yalan, başlı başına bir nifak alâmetidir. Biz bu alâmetleri dallandırıp budaklandırsak; üç desek, dört desek, beş desek fark etmeyecektir. Zira hepsinin temelinde korkunç bir yalan yatmaktadır.

Yalan, sırat-ı müstakimden sapmanın ifadesidir; Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) çizgisinden aşağıya düşmektir.

Buna karşılık bütün doğruları birdenbire ortalığa döküp saçmak, hepsini birden konuşmak da bir tefritin (aşırılığın) ifadesidir. Biri ifratsa diğeri tefrittir.

İnsan doğru konuşacak; insanın her konuştuğu doğru olacaktır fakat o, yeryüzünde ne kadar doğru varsa onların hepsini konuşmakla mükellef değildir. İşte bu da sırat-ı müstakimdir.

Ka’b b. Mâlik doğru konuşuyor, kurtuluşa eriyordu. Orada doğru konuşmak gerekiyordu.

Ebû Lübâbe doğruyu konuşuyor, zincire vurulmaya istihkak kazanıyordu.

Hâtib b. Ebî Beltea doğruyu konuşuyor, ancak bu doğru, onu yanlış bir neticeye götürüyordu.

Doğruyu yerinde söyleyecek ve yerinde de susacaksın. Her konuştuğun doğru olacak, fakat her doğruyu her yerde konuşmayacaksın. Müminin, ahlâk-ı âliye adına takınması gereken mümtaz sıfatlarından biridir doğru konuşmak.

Ka’b b. Mâlik der ki, “Evvel-ahir kurtuluşuma medar olan şey doğru konuşmamdır.”42 Ka’b b. Mâlik, Tebük’e iştirak etmemişti. Yaz demiş, sıcak demiş, bağ bozumu meyve demiş, yumuşak döşek demiş, yarın giderim deyip bugünü yarına koymuş, derken fırsatı kaçırmıştı. Allah Resûlü çoktan gidip gelmiş; kendisi ise hüsran içinde, kolu kanadı kırık bir şekilde Resûlullah’ın huzuruna çıkmıştı.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine sefere niçin iştirak etmediğini sorduğu zaman aklından belki yalan söylemek geçmişti, fakat “en-Necâtu fi’s-sıdk” (Kurtuluş doğruluktadır.) hakikatine sadık kalmış ve doğruyu söylemişti. İşte burası doğru söylenilmesi gereken bir yerdi. Allah, doğruluğa nigâhbandı. Resûl-i Ekrem de o doğruyu söyleyen simanın doğru söylediğine âşina bulunuyordu. Zira doğruluğu onu kurtaracaktı.

Vak’a şöyle gelişmişti:

Allah Resûlü, Ka’b b. Mâlik’e niçin sefere katılmadığını sorduğunda onun cevabı şu oldu: “Hiçbir mazeretim yoktu yâ Resûlallah. Bugün dedim, yarın dedim, üzerime terettüp eden vazifeyi yapmadım. Bugünü yarına koydum, yarını öbür güne. Derken geriye kaldığıma şahit oldum ve gelemedim. Hiçbir mazeretim yoktu.”

Allah Resûlü, bunun üzerine, “Evine git ve affına ferman çıkacağı âna kadar bekle!” buyurdu. Bu diyaloğun üzerinden elli gün kadar geçmişti. Ona bu zamanın her lahzası, her dakikası Cehennem gibi gelmişti. Âdeta bu zaman dilimi, zakkum içiyor gibi ciğerlerini parçalayacak kadar ıstıraplı geçmişti. Elli günlük bir zaman. Siz onu Ka’b b. Mâlik’e sorarsanız bin sene cehennemde kalmış gibi ıstırap çektiğini söyleyecektir.

“Ağustos sıcağı, bağ bozumu, ailenin yanında kalma, çok basit mazeretlermiş bunlar. Ah keşke gitseydim, iştirak etseydim, onlarla bulunsaydım ve dönüp geriye gelseydim.” diyordu içinden ama iş işten geçmişti. İşin doğrusunu bütün içtenliğiyle anlatmıştı. Geçerli bir mazereti yoktu. Elli gün sonra beraatına ferman çıkmış, sema affını imzalamıştı. Âdeta sevinçten uçarcasına huzur-u Risalet-penahiye gelmişti. Sahabe-i kiramdan Hazreti Talha onu kucaklayıp tebrik edince kendisini her şeyden arınmış gibi hissetti. Resûl-i Ekrem kendisini tebrik edince o anki duygularını bize şöyle anlatır:

“Ben hayatımda iki defa ciddi sevindim. Birisi Medine çocuklarının, Veda tepelerini aşıp da Medine’ye gelen Resûl-i Ekrem’i istikbal etmek için söyledikleri “Talaa’l-bedru aleynâ min seniyyâti’l-vedâ” sözleri arasında Resûl-i Ekrem’in Medine’yi teşrif ettiği gün idi. Eğer sorulsaydı Cennet’e girmektense o günü yaşamayı tercih ederdim. O gün içimde öyle bir sevinç hâsıl etmişti.

Diğeri ise elli günlük ızdırabın sona erip de Allah’ın semadan affıma ferman çıkardığı gündür. Ve ben, evvel ve âhir sıdkımın, doğruluğumun mükafatını görüyordum. Zira benim gibi sefere iştirak etmeyen niceleri vardı ki yalan söylemişler, bir mazeret uydurmuşlardı. Allah Resûlü mazeretlerini kabul etmişti ama Huzeyfe’nin kulağına “Bunlar münafıktır.” deyivermişti. Ebedî cehennemlerine imza atmıştı onların. Evvel-âhir benim kurtuluşuma medar olan şey ise doğru konuşmamdır.”

Benzer bir olay da Hâtıb b. Ebî Beltea’nın başından geçmişti. O da doğru söyleyenlerdendi.

Resûl-i Ekrem Mekke-i Mükerreme’nin fethine hazırlanıyordu. Sahabe der ki, Resûl-i Ekrem bir sefere çıkacağı zaman hedefini daima gizli tutar; O’nun ne tarafa gideceği belli olmazdı. Nitekim Mekke’nin fethine giderken de öyle gidiyordu, kimse nereye gittiğini bilemiyordu. Belki Ci’rane istikametinde gidiyor ama Taif’e çıkmış gibi gösteriyordu. Sonra yönünü birdenbire Mekke istikametine çeviriyor ve Mekkeliler için artık iş işten geçmiş oluyordu.

Hâtıb b. Ebî Beltea O’nun bu stratejisine vâkıf olmuştu. Bedir ashâbından büyük bir sahabiydi. O, Resûl-i Ekrem’in Mekke-i Mükerreme’yi fetih hareketini önceden Mekkelilere haber vermek istemişti. Aslında doğruyu söylemişti. “Mekkeli bana sorarsa bunu doğru söyleyeceğim, yalan mı konuşayım.” demişti kendi kendine. Bu minvalde bir mektup hazırlamış ve Mekke müşriklerine götürmesi için bir kadına vermişti. Ancak Cibril bu durumu Allah Resûlü’ne haber verdi. Hazreti Ali ve Mikdad, kadını derdest edip getirdiler. Saçlarının arasına sakladığı mektubu bulup çıkardılar. Mektupta Hâtıb’ın imzası vardı. Mektup, Allah Resûlü’nün hedefinin Mekke olduğunu haber veriyordu. Mektubu gören Hazreti Ömer kılıcını sıyırdı ve “Bırak beni, şu münafığın boynunu vurayım, yâ Resûlallah!” dedi. Allah Resûlü, “Sabret yâ Ömer!” buyurdu.

Hâtıb bunun üzerine dizleri üzerine doğruldu ve şöyle dedi: “Bana bir müsaade verin, anlatayım yâ Resûlallah! Mekke-i Mükerreme’yi fethe gidiyorsunuz. Orada çoluk çocuğum, evlad ü ıyalim var. Başkalarının orada akrabaları, yakınları, destekleri var. Ben ise sahipsiz tek başıma bir insanım. Orada çoluk çocuğumu koruyacak kimsem yoktur. Siz nasıl olsa orayı fethedeceksiniz. Ben böyle bir ihbarda bulundum ki benim çoluk çocuğumu da onlar himaye etsinler.” Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hâtıb doğru söylüyor.” buyurdu.

Hâtıb doğru söylüyordu ama bu söylediği “doğru” doğru değildi. Doğru olsaydı o mektubun Mekke’ye gitmesine Allah müsaade eder, Cibril haber vermezdi. Resûl-i Ekrem bu mevzuda kırgınlık izhar etmez, Ömer öfkelenmezdi.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, yer var doğruyu söyleyeceksin yer de var ki söylemeyeceksin. Her söylediğin doğru olacak fakat bütün doğruları söyleme kararında olmayacaksın. İşte bu sırat-ı müstakimdir.

Mümin doğru söyleyecek; her söylediği mutlaka doğru olacak fakat Kur’ân’da anlatılan bütün doğruları ille de sokağa, ayaklar altına dökmek Kur’ân’a karşı büyük bir saygısızlıktır. Bu, Ebû Lübâbe gibi kendini direğe bağlamaya mahkûm etmek demektir.

Bu, sırât-ı mustakimin ifadesidir. Her yerde, her mahfilde önüne geldiği gibi doğruya tercüman olma ve meseleyi ayağa düşürme hatta bahsettiği doğrulara fiilen ve kalben zıt hareket ve davranışlar içinde bulunma bir nifak alâmeti, bir ikiyüzlülüktür.

Hâtıb b. Ebî Beltea’nın muvakkaten yaptığı şey, İslam davasına karşı bir hareketti. Hazreti Muhammed davasına karşı bir hareketti. Sokaklarda, orada burada, çocukların yaptığı gibi İslam’ın ulvî duygu ve düşüncelerini olur olmaz yerlere yazmaya gitmek bir nifak alâmeti ve büyük İslam davasına büyük bir ihanetin ifadesidir.

Evet, her söylediğin doğru olacak fakat her doğruyu söylemek hakkın değildir. Sahabi misali yerinde doğru söyleyeceksin ve yerinde de doğruya karşı dilini yutacaksın. Bu, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yoludur.

Rabbim basiret ve anlayış ihsan eylesin. Dünyanın canavarlığı karşısında, tecavüz ve tasalluta geçme niyeti karşısında… Bunları hiçe sayarcasına, bir kısım çoluk çocuğun İslam davası adına sokaklara dökülmesi eşi-emsali görülmedik bir hıyanet ve denaettir.

Mümin basiretli olur. Mümin müteyakkız olur. Mümin, sırat-ı müstakimin erkânına riayet eder. Mümin, içimizde oynatılan kuklaların arkasından gitmez. Hazreti Muhammed bezmine girmeye çalışır.

Rabbimiz iman davası içinde daire-i İslamiye’de daim ve kaim eylesin. Bizi sırat-ı müstakime hidayet eylesin. Hazreti Muhammed’in yolundan bir an olsun ayırmasın.

Âmîn.

6 Haziran 1980, Merkez Camii, Bornova-İzmir


41 Buhârî, îmân 24, şehâdât 28, vesâyâ 8, libâs 69; Müslim, îmân 107-110.

42 Buhârî, meğâzî 79; Müslim, tevbe 53-55.

-+=
Scroll to Top