30. Kardeşlik Ruhu

يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوباً وَقَـبَآئِلَ لِتَعَارَفُواۘ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللهِ اَتْقٰيكُمْۘ اِنَّ اللهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülalelere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvada (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” (Hucurât Sûresi, 49/13)

Aziz Müslümanlar!

Allah (celle celâluhû), ilk nimetlerini cebr-i lütfî olarak, bizim irademiz, o mevzudaki isteğimiz işin içine girmeden bize lütfetmiştir. Rabbimizin, iradesiyle arz-ı endam eden insanlara bahşettiği sonraki nimetlerine gelince onlar birer küçük sebebe bağlanmıştır.

Rabbim bizi nimetlerle perverde edecek, dünyada ve ukbada aziz kılacaktır fakat bunları, bizim bu istikametteki bir kısım gayretlerimize bağlamıştır. Biz, bu istikamette bizden istenenleri yerine getireceğiz, Rabbimiz de bizi o nimetlerle perverde edecek ve aziz kılacaktır.

Hazreti Allah sizi yoktan yaratırken sizin iradenizin müdahalesi yoktur işin içinde. Sizi bu memlekette mümin olarak yaratırken yine iradenizin etkisi yoktur. Müslüman bir ana babadan dünyaya getirirken yine iradenizin müdahalesi yoktur. Bütün bunlar cebr-i lütfî şeklinde, Allah’ın lütfuyla cereyan eden şeylerdir ama daha sonra yeni nimetlerin sağanak sağanak üzerinize yağmasını bekliyorsanız bu, sizin iradenize ve bu mevzudaki ceht ve gayretinize bağlanmıştır. Sizden herhangi bir ceht ve gayret olmadıktan sonra Rabbin nimetleri size gelmeyecektir. Gelirse fevkaladeden gelecektir.

Aramızın bulunmuş olması, uzlaşmamız, sıcak bir atmosferde iyi ilişkiler kurma, müsamaha ahlâkı içinde ve sevgi atmosferi içinde yaşamak Rabbimizin büyük nimetlerindendir. Allah bunları bize lütfetmiş ve lütfedecektir fakat bunlar bu mevzuda gelişmiş idraklere, inkişaf etmiş gönüllere ve tam duyan ve duygulanan vicdanlara Rabbimizin lütfu olarak gelecektir. İnsanlar vicdanlarıyla, kalbleriyle ve kafalarıyla devreye girecek ve Rablerinden bunları isteyeceklerdir; O da lütfedecektir.

Onun içindir ki Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz bu mevzuda ümmetine şunu buyurur: “Ben Rabbimden ümmetim için şunu şunu istedim, bana lütfettiler, fakat “Yâ Rabbi, ümmetimin arasına iftirak atma, onları bölme, parçalama.” şeklindeki duamı Rabbim kabul etmedi.” Zira bu, ümmet-i Muhammed’in davranışlarına bağlı bir husustur. Ümmet-i Muhammed’in ittihadı, birlik olması, aklı eren müdrik ve şuurlu kafaların, birleştirici ve uzlaştırıcı unsurları ortaya dökmesine bağlıdır. Bu bir rüştüne erme ifadesidir. Rüştüne eremeyen kimselerin uzlaşması düşünülemez.

Sokaktaki çocukların ebediyen kardeş olarak yaşadığını gösterebilir misiniz? İnsanın dışındaki mahlûkatın boğuşmadan yaşadığını söyleyebilir misiniz? Boğuşmadan yaşamak bir şuur, bir idrak işidir. Rabbim size o şuur ve idraki lütfedecektir ki civanmertlik yapacaksınız. Şuur ve idrakinizle devreye gireceksiniz. Allah’ın size olan bu ihsanı sizin, iradenizin hakkını vermenize bağlıdır. Bakın sahabideki hangi anlayış Rabbin lütfunu ve ihsanını davet ediyordu?

Fahr-i Kâinat Efendimiz Medine’yi teşrif ettiği sıralarda Evs ve Hazreç kabileleri birbirleriyle savaşıp duruyorlardı. Herkes birbirine düşmandı. Ubâde b. Sâmit, Sa’d b. Muaz’a düşman, o da ona düşmandı. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in ilk halkasını teşkil eden toplulukta neredeyse herkes birbiriyle kanlı bıçaklıydı. Resûl-i Ekrem onların ellerinden tutuyor, her muhaciri ensardan bir zatın evine koyuyor, bunları birbirine kardeş yapıyordu. Muhacir, aynı zamanda ensarın bağlarında çalışıyor ve bundan istifade ediyordu. Aradan aylar geçiyordu. Bir tarafta yurdunu yuvasını terk etmiş hiçbir şeye sahip olmayan fakir bir topluluk; muhacirler. Diğer tarafta yurdu yuvası olan, bağında bahçesinde çalışan varlıklı veya hiç olmazsa ziraî durumu iyi olan ensar. Muhacirler ensarın yanında çalışıyor, ensarın evinde yatıp kalkıyor, ensarla beraber yiyip içip oturuyordu.

Bir gün muhacirler geldi ve Resûl-i Ekrem’e dediler ki: “Ya Resûlallah! Ensar kardeşlerimiz bize yardım ediyorlar. Zira bizi kardeş kıldın onlarla. Fakat bu durum bizim zorumuza gidiyor. Onlara yük olduğumuz hissine kapılıyoruz. Biz Allah için Mekke’yi terk ettik, Allah için evlad ü ıyali terk ettik, Allah için yurdu, yuvayı terk ettik ve Allah için hicret ettik. Sırtımızdaki elbise ve kursağımızdaki bir lokmayla hicret ettiysek sadece Allah için hicret ettik. Ama şimdi şu duyguya kapıldık, bizi mazur görün. Sanki ensar kardeşlerimiz bize baksın ve biz de onların sırtından beslenelim diye buraya hicret etmişiz gibi hissediyoruz kendimizi.”

Efendimiz ensarı çağırdı: “Bakın, dedi, muhacir kardeşleriniz ne diyor? Artık ayrılmak, kendi işlerini kendileri görmek istiyorlar. Belki çarşıda pazarda hamallık yapıp geçimlerini temin etmek istiyorlar.” Bu sözler üzerine ensar gözyaşı döktü ve dedi ki: “Yâ Resûlallah! Muhacir kardeşlerimiz Allah için fedakârlık yaptılar; yurtlarını, yuvalarını terk ettiler. Müsaade etsinler, Allah için biz onlara bakalım. Müsaade etsinler, onları evlerimizde barındıralım.”

Muhacirler aslında şunu demek istiyordu: “Hayır yâ Resûlallah! Bağışlasınlar bizi, bağışlasınlar ayrılalım bugünden itibaren. Biz hizmetimizin mükafatını alıyoruz, ağır geliyor bu bize. Bunun için hicret etmişiz gibi geliyor.”

Bir taraftan ensar, “Olamaz!” diye diretiyor, diğer taraftan muhacirler “İlle de ayrılalım.” diye diretiyordu. Ve Resûl-i Ekrem şöyle bir çözüm getiriyordu: “Evlerinden ayrılın, ancak bağ ve bahçelerde beraber çalışmaya devam edin. Siz de kazancınızı alır, kendinize göre medâr-ı maîşetinizi temin eder, geçinirsiniz.” Ensarın gönlü razı olmuyordu; ama hakem Resûl-i Ekrem olduğu için razı oluyorlardı. İşte bu, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in eliyle teesssüs etmiş bir kardeşlikti.

Her muhacir bir ensara kardeş yapılmıştı. Allah Resûlü, Mekkeli Abdurrahman b. Avf ile Medine’nin sultanı, Uhud’un kahramanı Sa’d b. Rebî’yi birbirine kardeş yapmıştı. O Sa’d ki şehitlik anlarını yaşarken hâlini soran Muhammed b. Mesleme’ye yaralarından kan damlaya damlaya şöyle diyordu: “Peygambere selam söyle, Uhud’un arkasından cennetin kokuları geliyor bana.”46

Abdurrahman b. Avf diyor ki:

“Kardeşim Sa’d bana öyle bakıyordu ki evde kendisi en mütena, en güzel odayı bana ayırmış, beni orada yatırıyordu. Ailesi için de bir yer ayırmış, onlar da orada kalıyordu. O küçücük evini bölmüş, parçalamış, bizi de içinde barındırıyordu.”

Sa’d, kardeşiyle o kadar ilgileniyor ki onu evlendirmeyi bile teklif etmişti.

Ne var ki Abdurrahman b. Avf civanmert bir insandır. Kendi çoluk çocuğunu Allah için terk eden bu insan, ruhuna ağır gelebilecek böyle bir şeye razı olmadı ve cevabı şu oldu:

“Kardeşim, sen bana pazarın yolunu göster. Ben hamallık yapmasını da bilirim.”

Şerefli sahabi, Mekke’de büyük ticaret yapıyordu. Dışarıdan gelen kervanlar önce Abdurrahman b. Avf’a ulaşıyordu. Bu güleç yüzlü, tatlı çehreli adamı görmeden tüccarlar geçmiyordu. Ama orada eline bir ip alacak, pazar pazar dolaşacak, yok mu hamala yük taşıttıracak diyecek, hamallık yapacak, maişetini öyle temin edecekti.

İşte böyle bir kardeşlik şuuru ve kardeşinden Müslümanlık hesabına bir şey koparmama duygu ve düşüncesi içinde alabildiğine civanmert başka bir sahabi ruhu.

Kardeşlik bu denli sağlam kaideler üzerine oturtulursa bu cemaat batıyı da hayrette bırakacaktır. Nitekim Arnold Gibb şöyle diyor: “Hayret ediyoruz… Yirmi beş senede cihanın imparatorluklarını yıkan, onların yerine muhteşem bir medeniyet kuran ve bunu 7-8 asır devam ettiren şu Müslümanlığın ihtişamına hayret ediyoruz.” Arnold Gibb gibi kimseleri hayrette bırakan ve tevfik-i ilahînin de vesilesi olan, işte onlardaki bu vifak ve ittifak, kardeşlik, birlik ve beraberlik ruhuydu.

Rabbim bize bir lütufta bulunacak, bizi aziz ve payidar kılacaktır, fakat ilk müdahaleyi bizim yapmamız gerekir. Bu kardeşlik şuuru sayesindedir ki Allah, onlar için cihanın hazinelerinin kapısını açtı. Koca Sasani imparatorluğunu bir hamlede yıktırdı. Koca Bizans imparatorluğunu toz duman hâline getirdi ve tek medeniyet membaı hâlinde tek medeniyet muallimi hâlinde, Müslümanlığı insanlığa takdim etti.

Aziz Müslümanlar!

Kardeşlik, Rabbin büyük gördüğü şeylere saygılı olmayı, ehl-i kıbleye saygılı olmayı, ehl-i imana saygılı olmayı, secde edenlere saygılı olmayı, Rabbe dilbeste olanlara, Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bağlı olanlara saygılı olmayı, sağda veya solda nerede olursa olsun ehl-i kıbleye saygılı olmayı, La ilahe illallah Muhammedun Resûlullah’a saygılı olmayı gerektirir.

Rabbim bu ahd ü peyman içinde sadakatle yaşamaya bizleri muvaffak eylesin! İnsanımızın gönlünü, şuurlu ve uyanık kılsın. Kendilerini kardeşliğe, birlik ve beraberliğe götürebilecek hususlarda, dirayet ve akılla onları serfiraz eylesin.

Âmin.

18 Temmuz 1980, Merkez Camii, Bornova-İzmir


46 Hâkim, el-Müstedrek, 3/221.

-+=
Scroll to Top