31. Dinin Karşı Konulamaz Gücü
وَعِبَادُ الرَّحْمٰنِ الَّذ۪ينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْناً وَاِذَا خَاطَـبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَاماً وَالَّذ۪ينَ يَب۪يتُونَ لِرَبِّهِمْ سُجَّداً وَقِيَاماً وَالَّذ۪ينَ يَـقُولُونَ رَبَّـنَا اصْرِفْ عَنَّا عَذَابَ جَهَنَّمَقاِنَّ عَذَابَهَا كَانَ غَرَاماًق اِنَّهَا سَآءَتْ مُسْتَـقَرّاً وَمُقَاماً وَالَّذ۪ينَ اِذَٓا اَنْـفَقُوا لَمْ يُسْرِفُوا وَلَمْ يَـقْتُـرُوا وَكَانَ بَـيْنَ ذٰلِكَ قَوَاماً وَالَّذ۪ينَ لَا يَدْعُونَ مَعَ اللهِ اِلٰهاً اٰخَرَ وَلَا يَـقْتُلُونَ النَّـفْسَ الَّت۪ى حَرَّمَ اللهُ اِلَّا بِالْحَقِّ وَلَا يَـزْنُونَۚ وَمَنْ يَـفْعَلْ ذٰلِكَ يَلْقَ اَثَاماًۙ يُضَاعَفْ لَهُ الْعَذَابُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَيَخْلُدْ ف۪يه۪ مُهَاناًق اِلَّا مَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ عَمَلاً صَالِحاً فَاُوٓلٰئِكَ يُـبَدِّلُ اللهُ سَيِّــٔاَتِهِمْ حَسَنَاتٍۘ وَكَانَ اللهُ غَفُوراً رَح۪يماً
“Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa “Selâmetle!” derler. Geceyi Rab’lerine secde ve kıyam ederek ibadetle geçirirler. Ey Ulu Rabbimiz, derler, cehennem azabını bizden uzaklaştır. Zira onun azabı tahammülü zor, ömür tüketen bir derttir. Ne kötü bir varış yeri ne fena bir yerleşim yeridir orası! Rahman’ın o has kulları, harcamalarında ne israf eder ne de eli sıkı davranırlar; bu ikisinin arasında bir denge tuttururlar. Onlar, Allah’la beraber başka bir ilaha yalvarmazlar. Allah’ın muhterem kıldığı bir canı haksız yere öldürmezler. Zina etmezler. Kim de bunları yaparsa günahının cezasını bulur. Kıyamette, o büyük duruşma gününde onun cezası katmerli olur ve azapta, zillet içinde ebedî kalır. Ancak şu var ki dönüş yapıp iman edenler, güzel ve makbul işler işleyenler bundan müstesnadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara çevirir. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).” (Furkân Sûresi, 25/63-70)
Muhterem Müslümanlar!
Allah, bir kâinat kurmuş. Kendini tanıtmak, onda kendini okutmak üzere bir kâinat; kâinatta da bir düzen kurmuş. Şuurlu şuursuz varlıkların her birini birer dil hâline getirmiş, kendisini onlara vird-i zebân ettirmiş.
Nizam O’nu konuşmuş… Âhenk O’nu konuşmuş… Âlem O’nu konuşmuş….
İnsan, sahip olduğu şuur, idrak ve irade ile kâinattaki bu konuşmalara tercüman olmak üzere yaratılmış…
Kendisinde hitap çiçeği açmış bir varlık olarak sözlü ifadelerle bu meseleyi eda etmek üzere yaratılmış… Bütün varlıkların fihristi, müstesna bir varlıktır.
Allah kendisini tanıtmak istiyor. Muhteşem düzeniyle, baş döndürücü ahenkli nizamıyla kendisini tanıtmak istiyor.
İnsan merceğiyle kendisini tanıtmak istiyor.
Kur’ân’ı ile nebilerin diliyle kendisini tanıtmak istiyor.
Mevsimi gelince, buzlar çözülünce, karlar eriyince, Allah’ı tanıyanlar oluyor.
Yığın yığın, Âdem’in arkasında saf bağlayanlar… Nuh’un arkasında saf bağlayanlar… Ve daha yüzlercesinin arkasında saf bağlayanlar… Peygamberler dâhil âlemin, arkasında saf bağladığı Hazreti Muhammed’in arkasında saf bağlayanlar…
Çözülmüş buzlar gibi, çözülüp de akan çaylar gibi, ırmaklar gibi Hakk’a, Hakk’ın istediği şeyi eda etmek üzere çağlayıp gidiyorlar.
“Allah deyin.” diyor, “Allah” diyorlar; “La ilahe illallah deyin.” diyor, “La ilahe illallah” diyorlar ama buzlar baharda çözülür, diller baharda çözülür, bülbüller baharda şakımaya başlar. Bir “La ilahe illallah” mevsimi gelir, bu baharda olur, tohumlar atılmıştır, atılıyor. Rüşeymler baş çıkarmıştır ve çıkarıyor. Bir bahar geliyor adım adım, her tarafta, her vadide binlerce “La ilahe illallah” duyacaksınız. Devr-i Saadet’i hatırlatan bir devir. Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafındaki çözülmeyi tablolaştıran bir devir göreceksiniz. Belki hayat için en zevkli şey de odur. Her tarafta yüz bin muhtacın el kaldırıp aczini, fakrını dile getirip “La ilahe illallah” demesini müşahede etme. Her vadide “La ilahe illallah” kutsi cümlesinin mevceleneceği tatlı an…
Resûl-i Ekrem devri, diş sıkanların, göğüs gerenlerin, İslam’ı yaşamaya tehâlük gösteren, onun için can atanların devridir. Dayanılıyor. Beklenenin çok üstünde katlanma oluyor. Daha sonra Mekke vadileri “La ilahe illallah” diyenlerle doluyor. En umulmadık kimselerde çözülmeler müşahede ediliyor. Bu durum ilerisi için kim bilir ne söyler bilinmez, ama kelime-i tevhid adına çok şey anlatır. Kâinatta kelime-i tevhidin ağırlığı adına çok şey anlatır. Allah katında bu işin manası adına çok şey anlatır.
Bedir zaferi olmuştu… Bütün keferenin burnu kırılmıştı… İslam yürür hâle gelmişti. Bir makine gibi raylarına oturmuş artık ahenkle yürüyordu… Kâfirlerin ise gururları kırıldığından öç almak istiyorlardı. Öfke içindeydiler.
Ta Huneyn’den sonra Müslüman olacak Safvan b. Ümeyye burnundan soluyor, Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı öfke ve kin kusuyordu.
Umeyr b. Vehb de ondan geri kalmıyordu. Nitekim onun amcazadesiydi. Her ikisi de Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) her fenalığı yapmaya hazır idiler.
Bedir’den sonra oturmuş konuşuyorlardı. Kırılmış onurlar, mahzun gönüller olarak konuşuyorlardı. Medine tarafında ise sevinçli gönüller, tatlı ifadelerle zaferi anlatıyor, bu nimetini yenilemesini Allah’tan diliyorlardı.
Bedir’de Umeyr’in oğlu esir edilmiş, Safvan’ın ise babası öldürülmüştü. Bu yüzden her ikisi de tepeden tırnağa hınçla dolu idiler.
Kureyş arasında Umeyr b. Vehb’e “Şeytan-ı Kureyş” denirdi. Kureyş’in şeytanı. Ama gel gör ki devran başka şeyler besteleyince Kureyş’in şeytanının adı sahabi-i resûl, Allah Resûlü’nün sahabisi oluverecekti.
Umeyr, Allah Resûlü’nü öldürmeyi kafasına koymuştu. Safvan’la konuşup işi karara bağladılar. O, oğlunu görme bahanesiyle Medine’ye kadar gidecekti. Fidye verip oğlunu kurtarma bahanesiyle Resûl-i Ekrem’in yanına sokulacak ve önceden zehirlediği kılıcıyla Allah Resûlü’nü şehit edecekti. Böylece bağrı yanan bütün Kureyş’in intikamını alacaktı.
Bu düşünceyle Medine’ye kadar gitti. Mescidin önünde devesini çöktürdü. Hazreti Ömer, Kureyş’in Şeytanı olarak bildiği adamı mescidin önünde görünce hemen etrafındakileri yardıma çağırdı. “Bunun Resûl-i Ekrem’e bir kötülük yapmasından korkuyorum, zira elbisesinin altında kılıç belirtisi var.” dedi.
Bu ne hassasiyet, bu ne titizlik, bu ne denli uyanıklıktı!
Ömer, Umeyr’den önce hemen Allah Resûlü’nün yanına girdi. “Ya Resûlallah, Umeyr geliyor. Size bir kötülük yapmasından endişe ediyorum.” dedi. Allah Resûlü tebessüm buyurdu ve “Bırak onu, gelsin!” dedi. Umeyr, Resûl-i Ekrem’in yanına sokuldu. Allah Resûlü ona niçin geldiğini sorunca o, “Buraya oğlumu kurtarmak, onun fidyesini eda etmek üzere geldim.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Sen bana doğrusunu söylesene!” buyurdu. O yine, “Şunun için geldim, bunun için geldim.” diye anlatmaya başlayınca Allah Resûlü, “İstersen niçin geldiğini ben sana söyleyeyim.” dedi ve anlatmaya başladı: “Siz, Safvan b. Ümeyye ile Beytullah’ın yanında oturup konuştunuz. Sen, oğlunu kurtarma bahanesiyle buraya gelecek ve önceden zehirlediğin kılıcınla beni öldürecektin.”
Söz daha bitmemişti ki Kureyş’in Şeytanı denilen adam yerinden sıçradı ve “La ilahe illallah Muhammedun Resûlullah” diyerek Müslüman oldu. Efendimiz, “Kardeşinize İslam’ı öğretin!” dedi.
Umeyr: “Müsaade eder misin yâ Resûlallah, Mekke’ye döneyim, onları İslam’a davet edip Cehennem gayyalarından kurtulmalarına hizmet edeyim.” dedi. Allah Resûlü de ona izin verdi. Umeyr, Medine’de kaldığı süre içerisinde İslam’ı, Kur’ân’ın ahkâmını öğrendi, dolabildiği kadar doldu.
O orada İslam’la dolarken Safvan, her gün ellerini ovuştura ovuştura Mekke sokaklarında dolaşıyor, Medine’de gerçekleşecek müthiş hâdiseyi bekliyordu. Gelecek haber onun için de Mekke halkı için de tarih için de çok mühimdi. Ona göre bu haber Resûl-i Ekrem’in şahadet haberi olacaktı. Gelen her kervana soruyor, her kafilede meseleyi araştırıyordu, ancak haber yoktu. Bir türlü beklediği şey olmamıştı.
Bir gün yine “Medine’den bir haber var mı?” diye soruştururken adamın biri, “Evet, çok büyük bir haber var!” dedi. Safvan birden heyecanlandı. Ne yapacağını bilemeyecek şekilde sevindi. “Oh, Kureyş’in bağrındaki ateşi söndürecek hâdise nihayet oldu!” diye düşündü ve “Nasıl oldu şu müthiş hâdiseyi bana anlatır mısın?” dedi. Adam, “Anlatayım, anlatayım da dinle.” dedi ve devam etti: “Umeyr b. Vehb, Resûl-i Ekrem’in yanına gitmişti. Yerinden ayrılmış bir çığ gibiydi. Ne var ki O’nun sözlerini dinlerken eridi de bir çağlayan oldu. Dönüp de üzerinize boşaldığı zaman ondan çekeceğiniz var. İşte bu oldu.”
Safvan beyninden vurulmuşa döndü. O ne bekliyordu, gelen neydi. Bu arada Umeyr b. Vehb de doldukça dolmuş, artık Medine’ye sığmıyordu. Allah’ın nasip ettiği nimetlerin hakkını verecekti. “Müsaade eder misin yâ Resûlallah, senin köyüne döneyim, yerin göbeğine döneyim. Şu kılıcın hakkını vereyim orada.” diye ricada bulundu. Allah Resûlü, onu tanıyordu. Mekke’de belli bir çevresinin olduğunu, dolayısıyla ona bir şey yapamayacaklarını, Ömer gibi mert olduğunu biliyordu ve müsaade buyurdu. Zaten Umeyr’in manası da Ömercik anlamına geliyordu. Bir Ömer vardı, şimdi bir de Ömercik olmuştu.
Umeyr Mekke’ye girerken onu ilk karşılayan Safvan olmuştu. Ona bir şey soramıyor, ondan bir şey öğrenemiyordu. Umeyr ise kılıcının hakkını verecekti. Bütün Mekke halkına meydan okuyordu. Ömer’in, Mekke’den ayrılırken sergilediği cesaret ve civanmertliği şimdi o gösteriyordu. Herkese dini anlatıyor, “La ilahe illallah” bezmine bağlılığını her hâl ve davranışıyla dile getiriyordu.
Bir iki sene sonra Medine’ye hicret ederken arkasına birçok insan takmış öyle gidiyordu. Ne var ki Safvan hâlâ direniyor, erimemede ısrar ediyordu. Bir buz gibi, hâlâ içinde bulunduğu suyu soğutmaya gayret ediyor, mevcudiyetini korumaya çalışıyordu. Mekke fethedildi. Nicesinin gönlü de fetholdu ancak Safvan hâlâ direniyordu.
Nihayet bir gece vakti yükünü devesinin sırtına yükleyip yola koyuldu. Deniz aşırı memleketlere gidecek, kaçıp kaybolacaktı.
Umeyr, sevdiği amcazadesinin böylesine baş aşağı küfre gitmesine razı değildi. Doğruca Resûl-i Ekrem’in yanına geldi ve “Yâ Resûlallah, Safvan gururlu bir insandır, enaniyeti olan bir insandır. Lütfedin ona eman verin, canını bağışlayın. İslam’a çok faydalı olur kanaatindeyim.” dedi. Allah Resûlü Safvan’a eman verip onun canını bağışladığını söyledi. Umeyr tekrar; “Ya Resûlallah, sizin ona eman verdiğinizin bir delili olarak Mekke’ye girerken başınıza sardığınız mübarek siyah sarığı verseniz. Zira onu herkes gördü. Onu bana lütfederseniz hemen onunla giderim.” şeklinde ricada bulundu. Allah Resûlü onun bu isteğini de kabul etti ve sarığını Umeyr’e verdi. O da sarığı aldığı gibi yola koyuldu. Umeyr, Şuaybe limanında gemiye binmek üzereyken Safvân’a yetişti, olan bitenleri ona anlattı, şerhetti ve nihayet onu ikna edebildi. Beraberce Medine’ye döndüler.
Safvân, huzur-u Risalet-penahiye geldiğinde mahcup mahcup yere bakıyordu. Zira utancından Resûl-i Ekrem’in yüzüne bakamıyordu. Nihayet cesaretini bulup konuştu: “Yâ Resûlallah, Umeyr, senin bana eman verdiğini söylüyor, doğru mudur?” Allah Resûlü, “Evet doğrudur.” diyordu. Safvan yine, “Yâ Resûlallah, senin getirdiğin şeyin hakkaniyetini kabul edebilmem için bana iki ay mühlet ver düşüneyim.” dedi. Allah Resûlü, “Ben sana dört ay mühlet verdim.” buyurdu.
Allah Resûlü tebessüm ediyordu. Safvan’ın neler yapacağını görüyordu da tebessüm ediyordu. Yermuk’ta savaşan Safvan’ı görüyordu. Roma önlerinde savaşan Safvan’ı görüyordu. Kumandanlık istemeyen, bir er olarak savaşmayı tercih eden Kureyş’in asil çocuğunu görüyor, tebessüm ediyordu. İki ay mı istiyorsun al sana dört ay, diyordu. Safvan, çok geçmeden Resûl-i Ekrem’deki cömertliği görünce huzur-u Risalet -penahiye geldi ve amcazadesi Umeyr b. Vehb’e şakır şakır gözyaşı döktürecek sözü söyledi: “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh.”
Safvan kendi vadisinde el açıyor, Cenab-ı Hakk’ın, mabud-u bilhak, maksud-u bil istihkak olduğunu ilan ediyordu. Artık mesele ferden ferda olmaktan çıkmış, her vadide binlerce La ilahe illallah yükseliyordu.
Biz, Resûl-i Ekrem’in bezmini idrak etmiş olmanın neşvesi içinde bulunuyoruz. Bataklıkta bize gül gösteren Allah’a hadsiz hamd ve sena olsun.
Küfür kasırgaları içinde rahmet bulutlarını taşıtan Allah’a hamd ve sena olsun.
Bütün ağaçların budanıp bütün yeşilliklerin kökünden kazınmasını müteakip yoklukta varlığın cilvelerini gösteren Allah’a binlerce hamd ve sena olsun.
Neler gördük, ne devirler yaşadık, dudaklarımız ümitsizlikle burkuldu, içimiz kanadı… Ya şimdi? İçimiz ümitle dolup taşmakta, hakikat gamzeden çehreleri gördükçe Saadet Asrı’nı hatırlamaktayız.
Cenab-ı Hak bu hatırayla bizlere daha çok hatıraları gösterme yolunu hidayet buyursun.
Neslimizi tarik-i müstakime hidayet buyursun. Bu büyük kavga ve mücadelede biz zayıf kullarına cesaret, emniyet ve itminan ihsan eylesin. Kelime-i tevhide bel bağlayan, bel kırıp boyun bükenlerden eylesin. Kendisine dayandığımız zaman herkes peşimizden gelir, kendi başımıza kaldığımız zaman ise elimizden hiçbir şey gelmez.
Allah bizleri nefsimizle baş başa bırakmasın.
Âmîn.
11 Ağustos 1978, Merkez Camii, Bornova-İzmir