32. Ruhani ve Cismani Temizlik: Abdest

يَآ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوٓا اِذَا قُمْتُمْ اِلَى الصَّلٰوةِ فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ وَاَيْـدِيَـكُمْ اِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُوا بِـرُؤُسِـكُمْ وَاَرْجُلَـكُمْ اِلَى الْكَعْـبَـيْنِۘ

“Ey iman edenler! Namaza kalkmak istediğinizde yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedip topuklarınızla birlikte ayaklarınızı da yıkayın.” (Mâide Sûresi, 5/6)

Muhterem Müslümanlar!

Allah’a karşı yaptığımız kulluğun fihristi ve hulasası olan namaza girebilmek için içte ve dışta birtakım hazırlıklar yapmak gerektirir. Dıştaki hazırlık abdesttir.

Abdest almak, ruhu zindeleştirmek, onu kendi gücüyle serfiraz kılmak, ruhun melekiyet yönünü geliştirmek ve Rabbimizden gelecek lütufları intizar etme havasına girmek demektir.

Soğuk suyun vücudumuza değdiği zamanki elektriklenmeyle vücudumuzda nasıl bir zindelik hissediyorsak, bu suyu mafsallarımıza dokundurmakla vücudumuzda nasıl bir dinçlik oluşuyorsa ruhumuzda da abdestin böylesi diriltirici etkisi olacaktır. Dinçleşmiş ve zindeleşmiş ruh, Rabbinden gelecek şeylere ayna olma hüviyetini kazanmış demektir.

İşte bu manada ve bu keyfiyette olan temizlenmedir ki, ümmet-i Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) âhirette sair ümmetler arasında hususi bir isimle çağrılmasına vesile olacaktır. Bu hususla ilgili Allah Resûlü şöyle buyuruyor:

إِنَّ أُمَّتِي يُدْعَوْنَ يَومَ الْقِيَامَةِ غُرًّا مُحَجَّلِينَ مِنْ آثاَرِ الْوُضُوءِ

Kıyamet gününde benim ümmetim, “Gurran muhaccelîn” diye çağrılır. Zira onların alınları parıl parıldır. Etrafa nur saçmakta, hakikat gamzetmektedirler. Abdest uzuvlarından çıkan nur, onların ümmet-i Muhammed olduğuna delalet eder. Abdest uzuvları, öbür tarafta tertemiz, dupduru, pırıl pırıl, onların ümmet-i Muhammed olduğunu gösterecek mahiyette nur saçmaktadır.47

فَمَنْ اِسْتَطَاعَ اَنْ يُطِيلَ غُرَّتَهُ فَالْيَفْعَلْ

Hadisi bize aktaran Ebû Hüreyre, burada bir girizgâh yapar ve “Her kim abdest uzuvlarını daha fazlasıyla yıkamak, uzuvlarının parlaklığını artırmak isterse yapsın.” der.

Bu meseleyi açıklar mahiyette başka bir hadiste ashâb şu hadisi nakletmektedir:

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Bakîu’l-Garkad’e gittik.

Tarihçilerin tespit ve ifadesiyle on bin sahabiyi sinesinde yatıran Medine mezarlığı Bakîu’l-Garkad’e gittik.

Resûl-i Ekrem son günlerini yaşarken hem Bakîu’l-Garkad’da yatanlara hem de Uhud şehitlerine gidip veda etmek istemiştir. Bunun ledünnî, ayrı bir manası vardır. Âhirette kendine has yüksek payesiyle ve makamıyla belki kıyamete ve mahşere kadar kimse Resûl-i Ekrem ile görüşemeyeceği için doğrudan doğruya kabirdekilerine veda etmiş, cismaniyeti itibari ile bir daha onların karşılarına çıkmış, bir daha o büyük ruhlara selam vermiştir.

Bakîu’l-Garkad’e girdiğinde; السَّلَامُ عَلَيْكُمْ دَارَ قَوْمٍ مُؤْمِنِينَ وَ اِنَّا اِنْ شَاءَ اللهُ عَنْ قَرِيبٍ لَاحِقُونَ “Ey mezarlık ahalisi! Size selam olsun. İnşallah yakında biz de size katılacağız.”48 der. O gün bugündür mezarlığa gidince bunu söylemek ümmetine sünnet olmuştur. Ve muhtemelen orada bir müşahede hâsıl olur. Efendimiz’in nazarları derinleşir, bakışları buutlaşır ve dudaklarından şu sözler dökülür: “Ah! Ne kadar arzu ederdim kardeşlerimi görmeyi!”

Yanındakiler, “Biz kardeşlerin değil miyiz yâ Resûlallah?” deyince “Sizler benim arkadaşlarımsınız. Sizler benim sadık yâr ve yârânımsınız. Benim kardeşlerim henüz gelmediler. Onlar sonra gelecekler. Şerefli bir cemaat, şerefli bir ümmet, şerefli bir millet…”

Bunun üzerine ashâb sorar: “Henüz gelmemiş kimseleri tanıyabilecek misin? Onları nasıl tanıyacaksın yâ Resûlallah?” Allah Resûlü şöyle buyurur: “Bir adam düşünün, öyle bir adam ki, alınları pırıl pırıl atları var. Ayakları sekili bembeyaz atları var. Siyah ve doru atlar içinde kendi atlarını tanır mı, tanımaz mı? Benim ümmetim de ‘Gurran muhaccelîn’ olarak gelecek. Allah’ın huzuruna gelirken karşıdan bakacağım, alınlarında secdenin emaresi nur gamzeler göreceğim. Abdest uzuvları etrafa nur saçıyor şeklinde müşahede edeceğim. Atın sahibi kendi atını tanıdığı gibi ben de ümmetimi tanıyacağım. Ben o kardeşlerimden evvel havzımın başına gidiyorum. Gidiyorum, ta ki onlara yer hazırlayayım. Maşrapalarımı hazırlayayım. Bir misafir gibi onları güzelce karşılayayım, hüsn-ü istikbalde bulunayım.”

Diyordu ki: Secde ede ede alınlarında secde emaresi belirmiş ümmetimi karşılayacağım. Mahkeme-i kübra’da, mahşerde, herkesin “nefsî” dediği yerde, abdest uzuvlarının saçtığı nurlarla tanıyacağım ümmetimi karşılayacağım.

Nicelerini havzımın başından kovdukları zaman yüzü nur gamzeden, abdest uzuvlarından semalara doğru nuranî parıltılar yükselen ümmetimin imdadına koşacak, onlara şefaat edeceğim. Havzımın başına onlardan önce gideceğim.

Fahr-i Kâinat Efendimiz, kendisinden asırlar sonra gelmesine rağmen abdest ve namazla tanınacak, iç berraklığına ulaşacak bir cemaate, Bakîu’l-Garkad ashâbına selam gönderirken asırları aşıyor, temenna ediyor, selam veriyor ve “Ne kadar arzu ederdim kardeşlerimi görmeyi!” buyuruyordu. O cemaat, öyle bir keyfiyete sahip idi ki Allah, Resûl-i Ekrem âhirete irtihal edeceği zaman, O’na hem mezarın altındaki ashâbını hem de bu gelecek ümmet-i Muhammed’i gösteriyordu. Efendimiz, Bakîu’l-Garkad’da âdeta son teftişini yapıyordu. Âhirete irtihal etmiş ümmetiyle birlikte gelecek ümmetinin ruhlarını da teftiş ediyordu. Bu, bir yönüyle cismaniyet itibariyle, bedenî keyfiyetiyle son bir kere daha o muhteşem kumandanın, ümmetine “Sağdan hizaya gel.” demesiydi.

Muhterem Müslümanlar!

Bu, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetine olan sevgisidir, onlara kavuşma iştiyakıdır. Bizdeki iştiyak, O’nun emirlerine uyarak abdest uzuvlarını âhirette nurlanacak şekilde yıkamak, alnımızı, secdenin gamzesiyle süslemek, O’na ümmet olma şiarıyla huzurunda haşr ü neşr olmak, O’nun görme arzusuna buradan icabet etmektir.

Bizi görmek mi arzu ediyorsun, yâ Resûlallah?

İşte Sana kavuşma iştiyakı içindeyiz.

İşte ibadet ü taatimizle Sana yakın olabilmek için çırpınıyoruz.

İşte Senin hadis-i şerifte ifade ettiğin gibi zor zamanlarda abdestimizi tastamam alıyor, sıcakta camide terlememize rağmen namazımızı kılıyoruz.

İşte sana kavuşmak için oruç tutuyoruz. Günler uzun, havalar sıcak, orucunu yiyenler çoktur. Bunların içinde biz, dişimizi sıkmış Senin bıraktığın hatıraya sadakat için yaşıyoruz. Böyle diyebilirsek ne mutlu bize!

O, ümmetine iştiyakının ifadesi olarak on dört asır ötesine selam gönderiyorsa, sen de on dört asır sonrasında, ubudiyetteki inceliğin, ibadet ü taatteki hassaslığın, her şeyi tastamam yapmadaki ciddiyetin içinde kulluğunu ifa etmek suretiyle “ve aleyküm selam” diyeceksin.

O’na karşı sevgin varsa, kavuşma arzu ve iştiyakı içindeysen O’na kavuşma yolunda olacaksın. Zira niceleri var ki mahşere çıkacak ama O’nu göremeyecek. Niceleri var ki hesap görecek ama O’nu göremeyecek. Mizan görecek, O’nu göremeyecek… Bütün bu göremeyen körler ve mahrumlar içinde kör ve mahrum olmamanın yolu mescitten geçer. Kör ve mahrum olmamanın yolu, oruç tutma manasına aç durmadan geçer. Kör ve mahrum olmamanın yolu, malından bir parça ayırıp Hak yolunda zekât vermeden geçer. Kör ve mahrum olmamanın yolu, meşakkate ve masrafa katlanıp, zorluk ve tehlikelere göğüs gerip, hacca kadar gidip ubudiyet-i kübraya mazhar olmak, Kâbe’yi tavaf etmek, Resûl-i Ekrem’in huzuruna gitmek, selam verip ahd ü peymanını yenileme yolundan geçer.

Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, on dört asrın tozunun, toprağının gözünü kör ettiği ümmet-i Muhammed’in gözünü lâhût âleminin mütebessim veçhesine açsın. Bizleri şu gaflet âlemine dalmaktan halas eylesin, kurtarsın. Nazarımızı ebedileştirsin, ulvileştirsin, lahut âleminin sürmesiyle sürmelendirsin. Kâmet-i kıymetine uygun şekilde gerçek âleme bizleri muttali kılsın.

Âmîn.

25 Ağustos 1978, Merkez Camii, Bornova-İzmir


47 Buhârî, vudû’ 3; Müslim, tahâret 34-37.

48 Müslim, tahâret 39; Nesâî, tahâret 150.

-+=
Scroll to Top