47. Müminin Dünyaya Bakışı

قُلْ اِنْ كَانَ اٰبَآؤۨكُمْ وَاَبْنَآؤُۨكُمْ وَاِخْوَانُـكُمْ وَاَزْوَاجُكُمْ وَعَش۪يرَتُـكُمْ وَاَمْوَالٌۨ اقْـتَـرَفْـتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَـرْضَوْنَـهَآ اَحَبَّ اِلَـيْـكُمْ مِنَ اللهِ وَرَسُولِه۪ وَجِهَادٍ ف۪ى سَب۪يلِه۪ فَـتَـرَبَّصُوا حَتّٰى يَاْتِـىَ اللهُ بِاَمْرِه۪ۘ وَاللهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الْفَاسِق۪ينَ۟

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabanız, ter dökerek kazandığınız mallar, kesada uğramasından endişe ettiğiniz ticaret, hoşunuza giden konaklar size Allah’tan ve Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihat etmekten daha sevimli ve önemli ise… O hâlde Allah emrini gönderinceye kadar bekleyin! Allah öyle fasıklar güruhunu hidayet etmez, umduklarına eriştirmez.” (Tevbe Sûresi, 9/24)

Muhterem Müslümanlar!

Müminin mayası muhabbettir, sevgidir. Allah, müminin kalbine en kıymetli şey olarak muhabbeti koymuştur. Kâinata karşı kapılar, pencereler açmış; her şeyle tanışıp-görüşmesini, her şeye karşı bir alâkasının olmasını, her şeyi sevmesini, her şeyden, yerinde ve gerektiği gibi istifade etmesini ona göstermiştir. Müminin anlayış, şuur ve idraki bu muhabbetin tesiri altında gelişir, bu muhabbetin tesiri altında işler, bu muhabbetin tesiri altında vereceği semereleri verir.

Kâfir ise imandan mahrum olduğu gibi muhabbet ve sevgiden de mahrumdur. Kalbinde iman olmadığından ötürü hayatı ağzına kadar başka şeylerle doludur. Onun için hırsla mütemadiyen dünyayı tahsil etme, dünyayı kazanma uğrunda lazım gelen her şeyi feda eder; haysiyetini feda eder, izzetini feda eder.

Mümin, Allah’ın izzetine intisap ederek kazandığı izzeti değil dünya için, âhiret hesabına dahi feda etmez. Cennetin çeşit çeşit nimetleri için dahi feda etmez. O, o kadar azizdir.

Aynen öyle de mümin, Allah’tan başka hiç kimseyi kendinden büyük görmez ve Allah’tan ötürü her şeyi sever, Allah’ın sevmediği hiçbir şeye karşı da kalbî alâkası olamaz. O’nun hatırına, O’ndan ötürü her şeye karşı derin bir muhabbeti, alâkası ve bağı vardır. Binaenaleyh mümini kendi şuuru ve anlayışı içinde ele aldığınız zaman onu, dünyayı terk etmiş, dünyadan kaçan bir insan olarak görmüyoruz.

Bilakis onun, dünyanın servetinden zinetine, evinden, ailesinden çocuklarına kadar hepsine karşı çok candan, gönülden, sıkı ve alabildiğine samimi bir alâkası vardır. Bu alâka o kadar candan ve samimidir ki ne ihtiyarlama ne hastalık ne başka türlü malul bulunma gibi şeyler o muhabbetin devamına mâni olabilir. Çünkü o muhabbet tâ âhirete kadar, Allah’ı görmeye kadar devam edecektir.

Mümin, Allah’tan ötürü sevdiği için icabında onları Allah yolunda seve seve feda edebilir. Öylesine büyük bir fedakârlıkta da bulunabilir. Onun için ailenin, çoluk çocuğun ve malın varlığı, mümin için zararlı değildir. Elverir ki mümin, imanı içine oturtmuş olsun. Elverir ki dünya karşısında aldanmamış bulunsun. Ara sıra kendini yoklasın; “Ben bütün bu sahip olduğum şeyleri Allah yolunda verebilir miyim, terk edebilir miyim?” desin.

Yok, dünya kalbine hâkim olacaksa, Allah’ı ona terk ettirecekse, yanlış bir yola girmeden, hayatta eğri bir çizgi çizmeden hemen dönüversin o yoldan, Allah’a dönsün ve Allah’a sığınsın.

Kâfirin hayatı, dünya hesabına zikzaklarla doludur. Zira o tamamen dünyaya bağlıdır, onun hesabında Allah ve âhiret yoktur.

Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, hutbenin başında zikrettiğim âyet-i celile-i kerimesiyle, dünya mülküne, evlad ü ıyale ve servete sahip müminlerin, mâmeleklerinin, evlatlarının, servetlerinin icabında seve seve Allah, Resûlullah yolunda feda edildiğini ve edileceğini, edilmesi lazım geldiğini anlatıyor.

Babalarınız diyor, kardeşleriniz diyor, evlatlarınız diyor, muaşerette bulunduklarınız, oturup kalktıklarınız, eşleriniz, aşiretleriniz ve kabileleriniz, dünya malınız, yok olup gitmesinden endişe ettiğiniz servetler, ticarî kazançlarınız… Bütün bunlar Allah’tan, Resûlullah’tan ve Allah yolunda cihattan daha sevgiliyse;

فَـتَـرَبَّصُوا حَتّٰى يَاْتِـىَ اللهُ بِاَمْرِه۪

Bekleyin… Allah’ın emrinin geleceği ânı intizar edin. Allah’ın emrinin geleceği ânı…

Mümine büyük ders vardır bunda. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan mümine diyor ki: Allah’ın getireceği, senin beklediğin o gün gelmeden ne dünyadaki ticaretin ne Allah yoluna kendini verdiğinden ötürü ticaretindeki kesadın, işlerindeki aksama, dünya cihetinde bazı şeyleri kaybetmen ne evlat sevgisi ne aile sevgisi ne mal mülk ne bağ-bahçe sevgisi… Bunların hiçbiri sana mâni ve perde olmamalı. Bütün bunların ötesinde daima Allah’ı, Allah’ın cemalini ve O’nun rızasını görmelisin.

Ve şartlar gerektirdiği zaman bunları sırtından atıp rahat etmelisin. Yok, böyle yapmaz da bunlara maksud-u bizzatmış, asıl gayeymiş gibi bağlanırsan yani dünyaya ve içindekilere kâfirin nazarıyla bakarsan, فَـتَـرَبَّصُوا حَتّٰى يَاْتِـىَ اللهُ بِاَمْرِه۪ Allah’ın getireceği o günün gelmesini bekleyin, diyor Allah.

Ve sonunda, وَاللهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الْفَاسِق۪ينَ Allah fasıklara, başını dinin hududundan dışarıya çıkarmışlara, yanlış yola girmişlere, açık vermişlere hidayet etmez, buyuruyor.

Muhterem Müslümanlar!

Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) temiz, nadide, eşsiz, emsalsiz cemaati dünyada büyük başarılara ulaşmış bir cemaattir. Dünya işlerini rahatlıkla çekmiş, çevirmiş bir cemaattir.

Dünyada, onların hâkim oldukları devirde ciddi bir problem görülmez. Onlar dünyanın en mamur devletini kurmuşlardı. Ve o güne kadar en mamur olan devletler onların karşısında hâk ile yeksân olmuş, imparatorluklar yıkılmıştı.

Kendi medeniyetlerini imar etmelerinin yanı başında, yıktıkları yerlerde de hakiki ümranlar kurmuş ve gittikleri her yerde, mabetlere Mabud-u Hakiki’yi getirmiş, insanlara hakiki olan Mabud-u Mutlak’a, bir olan Allah’a kul olma zevkini duyurmuş ve böylece gönülleri doyurmuşlardı. Sevginin temsilcileri ve dünyanın imarcıları hâline gelmişlerdi.

Bu insanların bütün meziyetleri; imanı gönüllerine sağlam oturtmaları ve o iman uğruna, seve seve her şeylerini feda etmeleriydi.

Kaynaklarda şöyle bir hâdise anlatılır:

Ramazan-ı Şerif ayıydı. Müminlerin hepsi oruçluydu. Abdurrahman b. Avf’a iftar vakti bir bardak soğuk su getirdiler.

Şerefli sahabi, Aşere-i Mübeşşere’den Abdurrahman b. Avf…

Uhud’da aldığı yaralardan dolayı hayatının sonuna kadar topallayarak yürüyen ve bu durumu vesile-i iftihar olarak gören, başka meziyetim yoktur, diyen insan…

Yüzü gibi, yüzünün güleçliği gibi kalbi de temiz olan, o devirde ve daha sonraki devirlerde hiç kimse tarafından kınanacak tarafı bulunmayan bu nadide insan, tek meziyet olarak Uhud’da Allah Resûlü’nün önünde bir uzvunu sakat etmeyi sayıyor; Allah’ın huzuruna giderken bu sakat uzvumu göstereceğim, şuuru içinde yaşıyordu.

Gelen bu bir bardak su, bir tabak yemek karşısında hıçkırıklarını tutamayıp ağlıyor ve şöyle diyordu:

Mus’ab b. Umeyr ve Hamza b. Abdulmuttalip benden daha hayırlıydılar. Onlar Uhud’da şehit oldukları zaman bedenlerini tam olarak sarabileceğimiz bir kefen bulamadık.

Mus’ab’ı Allah Resûlü’nün huzuruna getirdiklerinde mübarek vücudu parça parçaydı. Elimizdeki bezleri ona kefen yapalım dedik fakat başını örttüğümüz zaman ayakları, ayaklarını örttüğümüz zaman başı açıkta kaldı. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Baş tarafını örtün, açık kalan kısmını da izhir otuyla kapatın.’ dedi.81 İzhir, Medine’de biten, mezarlarda ve evlerin damlarında kullanılan bir ot idi.

Hazreti Hamza da şehit oldu, onun da vücudu parça parçaydı. Meleklerden daha mukaddes o şehit bir kefen isterdi, o gün onun da kefeni yoktu. Eldeki bir gömlek ikiye bölünmüş ve şehitlerin avret yerleri ancak kapatılabilmişti.

O, aziz, mesut ve bahtiyardı. Şehitlerin en aziziydi. O anda yıkanamamış, üzerine bir damla su dökülememişti ama dökülen sulardan daha temiz, daha berrak başka damlalar dökülmüştü. Bu damlalar, meleklerin dahi kapış kapış edip yüzüne gözüne sürdükleri, Resûl-i Ekrem’in gözyaşlarıydı. Resûl-i Ekrem, bu en aziz şehidi âdeta gözyaşlarıyla yıkıyordu. Varsın kefen olmasın. Onlar o gün öyle ölüyorlardı.”

Abdurrahman b. Avf bu vakayı bize anlatırken hıçkırıklarını tutamıyor ve ağlıyordu. “Vallahi, diyor, Mus’ab da benden hayırlıydı, Hamza da benden hayırlıydı. Ben rahat rahat şu lokmaları yutuyor, şu suyu yudumluyorum ama o gün onları saracak kefen yoktu.”

Mus’ab öyle fedai idi ki o gün Resûl-i Ekrem’in cübbesini giymiş Resûl-i Ekrem namına onun önünde arz-ı endam ediyordu.

Ne bahtiyar insandı ki Resûl-i Ekrem’in cübbesi sırtında, şehit oluyor, Allah’ın huzuruna öyle gidiyordu.

Ne bahtiyar insandı ki Resûl-i Ekrem’in mübarek başına inmek üzere kalkan kılıçlar onun başını uçuruyordu.

Resûl-i Ekrem’in koludur diye Mus’ab’ın kolunu kesiyor; bacağıdır diye Mus’ab’ın bacağını kesiyordu. Geriye kalan başını uzatırken, “Bir bu kaldı vur!” diyordu. “O’nun aşkına onu da götür.” diye yalvarıyordu.

Zira Mus’ab, dünyanın zinet ve debdebesinden, her şeyden çoktan geçmişti. Onun bacaklarında, avret mahallini örten sadece bir post vardı o esnada. Resûl-i Ekrem’in cübbesini sırtına geçireceği âna kadar bir posttan ibaretti bütün örtüsü.

Medine’nin zengin insanı, panjurların arasından gözetlenen genç…

O da İslam’ı i’lâ yolunda, cihat yolunda her şeyini terk etmiş, her şeyini kaybetmiş; bir mum gibi yana yana tahtaya dayanmış ama son dakikada Allah’ı bulmuştu. Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gözyaşlarıyla yıkanmıştı. Kıyamete kadar da –günahkâr dahi olsak– bizim gözyaşlarımız akacaktır onun mezarına.

Muhterem Müslümanlar!

Onlar da zengindi…

Onların da malı, mülkü, serveti vardı…

Dünya onlar için de cazipti, onlar da mal biriktirir ve bununla övünüp caka satabilirdi…

Fakat onlar, nazarlarını güzeller güzeline çevirmişlerdi. Dünyanın zinet ve debdebesine aldanmamışlardı. Şeytan onları saptırıp yoldan çıkaramamıştı. Çünkü onlar bir kere nazarlarını Allah’a tevcih etmiş, Allah’a dönmüş ve bir daha da sonuna kadar ebedî mihraplarından, Allah kapısından ayrılmamışlardı. İnsan için mümkün olan bu işi rahatlıkla yapmışlardı. Ve bize çizdikleri tatlı tablolarla, tatlı dersler vermişlerdi ibret alalım diye.

Veyl o kimseye ki bunlardan ders almaz…

Veyl o kimseye ki dünya bütün zinet ve debdebesiyle insanları aldatıp durduğu hâlde, kâfirin dünyası olarak onların karşısına çıktığı hâlde ona aldanır, onun arkasından gider, âhireti terk eder…

Veyl o kimseye ki Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarif ve taliminden ibret almaz, ders almaz…

Allah Teâlâ, o talim ve tariften, o tebliğden ders almaya bizleri muvaffak kılsın.

Âmin.

12 Nisan 1974, Alemizade Sırönü Camii, Edremit


81 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 1/145; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, 4/407.

-+=
Scroll to Top