3. Mücadele Ruhu
وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِاَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ
“O müminler, kendilerine tevdi edilen her türlü emaneti korur ve verdikleri sözleri tastamam yerine getirirler.” (Mü’minûn Sûresi, 23/8)
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهۘ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُۤ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَآءُ بَـيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكَّعاً سُجَّداً يَـبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللهِ وَرِضْوَاناًۘ س۪يمَاهُمْ ف۪ى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۘ ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِۚۛ وَمَثَلُهُمْ فِى الْاِنْج۪يلِ۠ۛ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْــٔهَُ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِه۪ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَۘ وَعَدَ اللهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْراً عَظ۪يماً
“Muhammed, Allah’ın Resûlü’dür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler. Onları, rükû ve secde halinde ve Allah’tan lütuf ve hoşnutluk isterken görürsün. Onların secde eseri olan alametleri yüzlerindedir. İşte bu, onların Tevrat’ta ve İncil’de anlatılan durumlarıdır: Onlar, filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ziraatçıların hoşuna giden bir ekin gibidirler. Allah, inkârcıları öfkelendirmek için onları böyle sağlam ve dirençli kılar. Allah, içlerinden iman edip salih amel işleyenlere bir bağışlama ve büyük bir mükafat vaat etmiştir.” (Fetih Sûresi, 48/29)
Muhterem Müslümanlar!
Mukaddes İslam dini bir yönüyle Allah tarafından bize tevdi buyrulmuş bir emanettir… Riayeti gerekli olan bir emanet. Bizden sonra gelecek nesillere arızasız ve pürüzsüz teslim etmekle mükellef olduğumuz bir emanet. Aldığımız gibi vermekle mükellef olduğumuz bir emanet.
Aynı zamanda bu mukaddes emanette bizim neslimizin ve gelecek nesillerin saadet teminatı, huzurunun müjdesi vardır. Buna sarıldığımız nispette aziz olarak yaşayacağımıza dair Allah’ın vaadi vardır.
Her iki yönüyle de mahz-ı hayr (sırf hayır) olan böyle bir mesele karşısında günümüz insanının ne pahasına olursa olsun isabetli, istikametli iyi bir karar vermesi lazımdır. İnsanımız bu mevzuda iki durumla karşı karşıyadır:
Birincisi; emaneti koruma, ona riayet etme, emanete hıyanet edenler arasında haşr u neşr olma endişesini içinde taşıma… Kur’ân’ı, önceki nesillerden aldığı gibi bozmadan, tahrif etmeden gelecek nesillere teslim etme duygu ve düşüncesi…
İkincisi; saadetinin, hatta mevcudiyetinin ve hür olarak yaşamasının buna bağlı olduğunu bilme. Onun vaat ettiği, teminat altına aldığı hususları elde etme.
İnsanımız işte bu iki durumla karşı karşıyadır. Sonunda kararını isabetli verdiği takdirde emanete ihanet etme durumundan kurtulacak; emanete riayet eden bir insan olarak haşrolacaktır. Geçmiş nesiller arasında mualla yerini (yüce mevkiini) alacak ve gelecek nesiller tarafından da rahmetle yâd edilecektir.
Veya emanete hıyanet edecek; geçmiş nesiller arasında kendisine yer bulamayacak, gelecek nesiller tarafından da lanetle anılacaktır.
Emanete riayet veya hıyanet!
Saadet ve huzurun teminatına sımsıkı sarılma veya ellerini gevşetip perişan olma…
Aklı başında olan insan, saadetinin teminatına sımsıkı sarılacak, geleceğin nesillerinin lanetle anmasından kurtulacak ve geçmiş nesiller arasında mualla yerini alacaktır.
Mesele, huzur-u Rabbi’l-âlemine gittiğimizde ümmet-i Muhammed arasında yerimizi alabilme meselesidir. Ama onun da âdâb ü erkânı vardır.
Evvela, Allah’ın dinine sahip çıkacaksınız. Razı olup yeryüzünde yaymak istediği dine… Onu, hayatınızın gayesi ve en tatlı hülyanız hâline getireceksiniz. Yatarken duanız, kalkarken münacatınız olacak. Sofrada besmeleniz, yemekten sonra hamdeleniz o olacak. Tavafta duanız, Allah’a karşı sözünüz hâline gelecek. Mescitten içeriye girerken ahd ü peymana (verdiğiniz söze) sadakatin ifadesi olarak tecdid-i biatınız hâline gelecek. Dert hâline, sancı hâline gelecek.
İşte o zaman, Allah da sizi aziz kılacak. Yüzünüzü yere getirmeyecek, ırzınızı pâyimâl, namusunuzu talan ettirmeyecektir. Bir bayrak gibi yüksek burçlarda dalgalanacaksınız. Başkaları size selam duracak.
Ama o burca çıkıncaya kadar yorulmak lazım. Oraya çıkıncaya kadar tehlikelere göğüs germek lazım. Oklara hedef olmak, kandan, irinden deryaları geçmek, dikenli tarlaların içine girmek lazım. Hayatın rahat ve rehavetini terk etmek, meşakkati tercih etmek ve Allah yolunda ölmeyi hayatın en tatlı neticesi görmek lazım.
Nasıl bir cemaat bu bezme dem tutuyor, bu bayrağı o yüce burçlara dikiyordu? İsterseniz bunu bir görelim:
Belli bir dönemeçte yolunu tayin eden, Resûl-i Ekrem’in muhteşem tilmizlerinden birisi de Halid b. Velid’dir. Halid, kendi devrinde bir kasırga, bir fırtınadır. O, esrarlı bir fırtına gibi Sasaniler’in burçları önünde estiği zaman her şey altüst oluverir. Oradan istikamet değiştirip de Bizans’a doğru yönelince bu defa da Bizans altüst oluverir.
Bir fırtına olarak yaşamış, hayatı boyunca ölüm kovalamış bu insan artık ölüm döşeğindedir. Kendi beyanları içinde, vücudunda, okun, kılıcın, mızrağın değmediği para kadar bile yer kalmamıştır. Ancak kovaladığı, arkasından koşup durduğu ölümü de hayatı boyunca bir türlü yakalayamamıştır.
Yakalasaydı –Allahu a’lem– şöyle diyecekti:
“Allah’ım, hayatımın bir dönemine kadar Peygamber’inin karşısında yer aldım. O’nun peygamberliğinin on üçüncü senesine kadar bütün Mekke hayatı boyunca O ve ben hep karşı karşıyaydık. Hicret’ten altı sene sonrasına kadar yine O ve ben karşı karşıyaydık. Bu kadar büyük bir günaha karşı benim çok ciddi bir kefarette bulunmam lazım. Bu kefaret bir harp meydanında ancak şehit kanı olabilir. Sen, bunu bana lütfettiğinden dolayı arınmış olarak gidiyorum.”
Fakat Halid, ümniyeleri içinde kurup durduğu bu şeye muvaffak olamıyordu. Cihanı fethetmişti, ancak bu hayalini gerçekleştiremeden şimdi ölüm döşeğinde son nefeslerini veriyordu.
Eski silah arkadaşı Said b. Zeyd bir gün Halid’i hasta yatağında iken ziyaret etmişti. O, alabildiğine bitkindi ve hastalıkların üst üste gelmesi karşısında artık belini doğrultamıyordu. Hususiyle Said b. Zeyd ve Halid b. Velid Yermuk’ta omuz omuza beraber savaşmışlardı ve ikisi de bir adım geriye atmamıştı. Fakat Halid’in harp meydanlarında bir kasırga gibi hareket eden vücudu artık başını taşıyamıyordu. Koca kumandan hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.
Said: “Seni ağlatan ölüm korkusu mudur?” diye sorunca Halid şu cevabı verdi: “Şu cesedimde ok, mızrak veya kılıç isabet etmeyen para kadar yer kalmamıştır. Ancak arkasından koşup durduğum ölümü harp meydanlarında yakalayamadım.”
Mahzumoğulları’ndan bir şair şöyle der:
وَمَا مَاتَ مِنَّا سَيِّدٌ عَلَى حَتْفِ اَنْفِهِ
“Bizden hiçbir efendi yatağında ölmedi.”
“Ben ise şimdi burada, yatağımda ölüyorum ya ona üzülüyorum. Halid yatakta mı ölmeliydi?”
Ve sonra kendi kendine hayallere dalıyor: “Ey Halid’in günleri, geçin gözümün önünden… Şimdi Mute’deyim. Şu an Yermuk’tayım. Sema şakır şakır yağmur boşaltıyor üstüme. Soğuktan tir tir titriyorum. Ve düşmanın karşısında celadetle durmanın zevkini iliklerime kadar duyuyorum. Geçin Halid’in günleri, geçin… Şu son dakikada ona bir lezzet fırtınası daha getirin ve geçin!” diyordu.
Bir aralık, içinde bir şimşek çakmış gibi, “Bana şu kılıcımı verir misin?” dedi. Mücahit, kılıcı eline aldığı zaman ne yapar? Onu bir bayrak gibi yukarıya kaldırır, sonra öper, başına koyar. Halid de son dakikalarında bunu yapacaktır. Kılıcını alır ve üzerine dayanarak ayakta durmaya çalışır. Ölümü böyle karşılayacaktır.
Kahramanlar, silahlarıyla beraber ölmeyi arzu ederler. İsterler ki vefat ettikleri zaman kılıçları da beraberlerinde gömülsün. ‘Bir vasiyetname, bir dua gibi’ silahım yanımda olsun.” derler. Halid de kılıcına dayalı olarak ölecek; ölümü öyle karşılayacaktır.
Onun, kılıcının üzerinde ölmek istemesinin aslında ayrı bir manası daha vardır: Halid de herkes gibi Rabbin huzuruna gidecektir. Ondan evvel niceleri silahları omuzlarında ve kanlar içinde Rabbin huzuruna vardılar. Allah bunu Halid’e nasip etmedi. O da Allah’ın huzuruna geride bırakacağı iki mirastan biri olan kılıcıyla gitmek istiyordu:
“Rabbim, arkamda sadece atımla kılıcımı bıraktım. Atımı orduya vakfettim. Kılıcıma da dayandım ve vasiyette bulundum. Vefat ederken, tıpkı harp meydanlarında olduğu gibi benim mezarımı da kılıcımla kazın. Onun sesini duymak istiyorum. Ruhum, cesedimle alâkasını devam ettirdiği müddetçe onun sesini duymak istiyorum. Zira yiğitler kılıç sesinden hoşlanırlar.”
Bu, bir yiğit ruhudur. Bu, yatakta ölmekten nefret eden bir yüce ruhtur. Bu, koşarken meydana getirdiği ter içinde boğulmak isteyen âşık bir ruhtur. Bu yüce ruh, yatakta ölmeyi kendisi için en büyük talihsizlik saymaktadır.
İşte bu ruh idi ki milletlerin makûs kaderini değiştirdi. Bir huzur, bir saadet vaadiyle geldi, insanlığa yeni bir neşve getirdi.
Neslimizde uyanmaya başlayan bu ruhu gördükçe Saadet Asrı’nı biraz daha anlama imkânına sahip oluyoruz. Yoksa melekler kadar aziz yaşamış o insanları tanımadan gitmiş olacaktık. Simaları hakikat gamzeden, İslam’ın ızdırabını yaşayan, gönülleri heyecandan çatlayacak hâle gelen bu insanları tanımadan gidecektik.
Sahabe ufkunu yeniden yaşatarak yeni bir Hazreti Muhammed devrinin gelmesini sağlayacak olan bu nesil ise, âyette dile getirildiği şekilde, re’fet ve şefkatle hareket edecek, müminlere karşı mülayim ve tevazu kanatları yerlere kadar inmiş olacak. Şirke, küfre karşı içinde nefret duyacak. Bu hâliyle o, İncil ve Tevrat’ın müjdelediği, Kur’ân-ı Kerim’in haklarında rahmet okuduğu ve Allah’ın, kendilerinden razı olduğunu söylediği topluluklar arasındaki mualla yerini alacak ve kıyamete kadar payidar yaşayacaktır.
لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ أُمَّتِي ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ لَا يَضُرُّهُمْ مَنْ خَزَلَهُمْ حَتَّى يَأْتِيَ أَمْرُ اللهِ
“Ümmetimden bir topluluk hakka arka çıktığı, ona destek olduğu müddetçe kıyamet gelinceye kadar düşmanları onlara zarar veremeyecektir.”3 fehvasınca sizler, hakka arka çıktığınız müddetçe Cenab-ı Hakk’ın emanının ve lütfunun size geleceğine inanabilirsiniz. Cenab-ı Hak sizi bu ümitte inkisara uğratmasın, yeni bir hayal kırıklığıyla başbaşa bırakmasın.
Üç asırdan beri peş peşe bir sürü gece gördük. Şafak söküyor diye ümide kapılıp beklediğimiz her geceyi ayrı bir gece takip etti. Biz, üç asırdan beri geceden başka bir şey görmedik. Onun için ufkumuzda yeni ağarmalar, beyazlanmalar görünce sevinmeye başladık. Ufak emarelere şimdi bel bağladık. Rabbim bizi bağışlasın ve mazur görsün. Ölü gönüllerimizi ihya etmek suretiyle bu bezmde bizden beklenen şeyleri yerine getirmeye bizleri muvaffak eylesin.
Âmîn.
1 Şubat 1980, Merkez Camii, Bornova-İzmir
3 Buhârî, i’tisâm 10; Müslim, imâret 171.