7. Cihat Aşkı
وَاللهُ يَدْعُوٓا اِلٰى دَارِ السَّلَامِۘ وَيَهْد۪ى مَنْ يَشَآءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ
“Allah, insanları esenlik ve mutluluk diyarına davet eder ve dilediği kimseleri doğru yola iletir. (Yûnus Sûresi, 10/25)
Muhterem Müslümanlar!
Bizler, bir imtihan meydanı olarak önümüze açılan bu dünyada, fırsatlardan ibaret olan bir kısım hususları değerlendirmekle sorumluyuz. Bu hususları değerlendirmemiz, ebedî saadetimizin temeli hükmündedir.
Dünyaya bir kere geldik ve bir kere dünyadan göçtükten sonra artık geri dönme imkânı yoktur.
هَيْهَاتَ هَيْهَاتَ لِمَا تُوعَدُونَ
“Heyhat ki Heyhat! Size vaat edilen şey (öldükten sonra dünyaya geri gelmek) ne kadar da uzak!” (Müminûn Sûresi, 23/36)
Bir daha dirilmek ancak öbür âlemde olacak…
Burada dökülen tohumlar orada neşvünema bulacak, büyüyüp ağaç olacak…
Burada ekilen her şey orada karşımıza çıkacak…
Burada çekilen zahmetler, katlanılan zorluklar orada cennet meyveleri hâlinde bize sunulacak…
Bu sebeple insanın, bitip tükeninceye kadar bu dünyayı değerlendirmesi gerekir.
Hakk’a götüren, saadet yurduna ulaştıran bütün yollardan istifade etmemiz, onların hepsine başvurmamız, hangisinden Allah’a ulaşacağımızı intizar ederek behemehal bütününü değerlendirmemiz gerekir. Cenab-ı Hak bu konuda bizlere anlayış ihsan eylesin.
Bir irşat vazifesiyle mi karşı karşıya kaldınız?
Dinî bir müesseseyi ihya vazifesiyle mi karşı karşıya kaldınız?
Hakkı bâtılın savletinden kurtarmakla mı karşı karşıya kaldınız?
Müslümanlığa eski onur ve iffetini yeniden iade etmek vazifesiyle mi karşı karşıya kaldınız?
Ne pahasına olursa olsun İslam’ın gösterdiği istikamette koşmaya çalışın.
Hicret’in üstünden kırk küsür sene geçmişti. İslam âleminin her köşesinde ciddi bir hareketlilik göze çarpıyordu. Müslümanlar, yepyeni, güçlü kuvvetli bir ordu teşkil ediyorlardı. Yaşlısı genci, kadını erkeği herkes bu orduya iştirak etmek istiyordu.
Kâinatın Fahri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) köyünde, Medine’de de herkeste aynı heyecan vardı. Kollarına girerek zorla yürüttükleri, zorla ata bindirdikleri yaşlı bir insan vardı ki o da cihada iştirak etmek istiyordu. Zira bunu herkes yüce, kutsi bir cihat kabul ediyor; gerçekleşecek fethi, Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olarak görüyordu.
Yapılacak bu büyük cihat için Nebiler Nebisi,
لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَلَنِعْمَ الْأَمِيرُ أَمِيرُهَا وَلَنِعْمَ الْجَيْشُ ذَلِكَ الْجَيْشُ
“İstanbul muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne yüce ne âl-i cenâb ne güzel kumandan, o büyük serdarı dinleyen asker de ne güzel askerdir.”10 buyurmuştu.
Herkes, Allah Resûlü’nün bahsettiği ordunun içinde yer alarak onun güzel bir askeri olmak, bu ordunun başına geçip o talihli serdar-ı azam olmak istiyordu.
İşte bu ordu içindi bütün heyecan.
Bugün ata binmekte zorlanan o yaşlı insan, bundan yaklaşık kırk küsür sene evvel Medine farklı bir gün yaşarken, çiçeği burnunda otuzlu yaşlarında bir delikanlıydı. Hicret dediğimiz, İslam tarihine başlangıçlık yapan hadise gerçekleşmiş, Nebiler Nebisi Medine’yi şereflendirmişti. Allah Resûlü yerini yurdunu değiştirmiş, İslam devleti kurulmuştu.
O gün Allah Resûlü’nün kutlu devesi Medine sokaklarında dolaşıyordu. Benî Saîd oymağının önünden geçerken zimam tutuluyor, “Bizde misafir ol yâ Resûlallah!” deniyordu. Deve ipini kurtarıp başka yöne yöneliyordu. Benî Hâris b. Hazrec’in önünden, Benî Beyâd’ın önünden geçerken her biri, “Bizde misafir ol yâ Resûlallah!” diye yalvarıyordu. Allah Resûlü ise, “Deveyi bırakın, o ne yapacağını bilir.” diyordu. Nihayet deve, Benî Neccâr b. Mâlik’in kapısının önünde çöktü. Deve burada çökünce keyfinden ne yapacağını bilemeyen bir delikanlı arz-ı dîdâr etti. Bu kişi, bizim Ebû Eyyûb el-Ensârî olarak bildiğimiz Halid b. Zeyd’di. Henüz bir iki sene evvel, Akabe’de Resûl-i Ekrem’in elini sıkmış ve “Gel yâ Resûlallah!” demiş yetmiş kişiden biriydi. Öyle can u gönülden davet etmişti ki, işte Allah Resûlü evine kadar gelmişti.
O gün için Medine’nin garibi Aziz İnsan, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin misafiriydi. Evliyken dul kalan, anne görmüşken yetim kalan, himaye görmüşken hâmisiz kalan o Kıymetli Misafir, Ebû Eyyûb’un alt katında kalmaktaydı. Bu yüzden Ebû Eyyûb ne yapacağını bilememekteydi. Resûl-i Ekrem evin alt katında, kendisi ise çoluk çocuğuyla birlikte üst kattaydı. Resûlullah’ı gürültüleriyle rahatsız etmekten çok korkuyordu. Nihayet bir gün dayanamadı ve: “Ya Resûlallah! Af buyur, büyük hata ettik. Lütfederseniz üst kata çıkmanızı istiyoruz.” deyiverdi.. Allah Resûlü başta çıkmak istemedi. Ancak ısrarlar neticesinde üst katta kalmayı kabul buyurdu. Artık Allah Resûlü üstte, Ebû Eyyûb ise alttaydı. Allah Resûlü’nün mübarek ayağı Ebû Eyyûb’un omuzlarının üzerindeydi. Allah, Resûlü’nü misafir etme şerefine ermiş bu kutlu sahabiyi, yağız atların üzerinde şehadet şerbetini içmek üzere Anadolu’ya kadar gönderecektir.
Ebû Eyyûb, hayatında cihattan dûr olmamış; Resûl-i Ekrem hayattayken Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te… heryerde bulunmuştur.
Ağzından sık sık dökülen bir cümle vardı ki herkes onu duyardı:
اِنْـفِرُوا خِفَافاً وَثِـقَالاً
“Yaya olarak, ağır yüklü veya hafif yüklü, sahip bulunduğunuz imkânlarla Allah yolunda cihat edin, seferber olun.” (Tevbe sûresi, 9/41)
Neye malik iseniz onunla cihat edin.
Nefsinizle, malınızla, canınızla Allah yolunda cihat edin.
En çok söylediği söz bu idi.
Hazreti Ali ile Muaviye arasındaki meselede de o, Hazreti Ali’nin tarafında bulunmuştu. Mesele sulhla bertaraf edilince fitneye sebebiyet vermemek için o da o tarafa biat edivermişti. Fitne olurum diye endişe ediyor, tir tir titriyordu.
Bir gün İstanbul’u fethetmek üzere Yezid kumandasında bir ordu teşkil edilince bu orduya katılmayı arzu etti. Yetmiş küsur yaşındaydı. Seneler önceki hicret döneminin delikanlısı şimdi ata binecek güçte değildi. Ama ruhunda, cihat yapma, mücahedede bulunma şevki ve enerjisi vardı. Bedeni yaşlanmış ancak ruhu ihtiyarlamamıştı.
O hâliyle at sırtında İstanbul önlerine kadar nasıl geldiğini bilmiyoruz. Belki iple atın sırtına bağladılar, belki de bir hevdece yerleştirdiler. Zira o, atın üzerinde duracak kadar bir güce sahip değildi. Bu vaziyette İstanbul önlerine kadar geldi ve ilk tabya harbi esnasında da ağır yara aldı ve ruhunu Allah’a teslim edeceği dakikaları beklemeye başladı. O sırada ordunun kumandanı Yezid yanına geldi ve son arzusunu sordu: “Mâ hâcetüke yâ Ebâ Eyyûb!” Son arzusu sorulan herhangi bir insan, çocuklarına, hanımına vasiyetlerde bulunur. Fakat o mücahit ruh, bunların yerine, tarihe geçecek şu istekte bulundu:
“Beni alın, götürebildiğiniz kadar Rum diyarının içine götürün ve oracığa gömüverin. Zira bu ordu İstanbul’u fethedemese de bir gün bir fatih ordu gelecek, ben o fatih ordunun atlarının kişnemesini, kılıçlarının şakırtısını duyacağım. Bunun için beni içerilere doğru götürdükçe götürün!”
Nitekim vefatından sonra askerler vasiyetine uyar ve Allah Resûlü’nün mihmandarını omuzlarına alırlar. Savaşın bin türlü tehlikesine rağmen “Ta içerilere kadar!” sözüne uyarak götürdükçe götürür, Ebû Eyyûb el-Ensârî’yi Rum diyarının göbeğine yani bugün medfun bulunduğu yere yakın bir mevkiye defnederler.
Yezid’in başında olduğu ordu, fatih ordu olamadı. O fatih ordu, Fatih Sultan Mehmet’iyle, Akşemsettin’iyle, Ulubatlı Hasan’ıyla Osmanlının içinden zuhur edecektir.
Fatih, İstanbul’u fethetti. Ebû Eyyûb, atların kişnemelerini duydu mu duymadı mı bilmiyoruz, ancak her gün yüzlerce minareden Allahuekber, Allahuekber sedaları semaya doğru yükselirken âdeta Ebû Eyyûb’un tebessüm eden dudaklarından şunları duyarız:
صَدَقَ اللهُ مَا وَعَدَنَا وَرَسُولُهُ
“Allah’ın ve Resûlü’nün bize vaat ettiği şey doğru çıktı.” ve biz bugün onu müşahede ediyoruz.
Allah’ın rahmet ve gufranı Ebû Eyyûb el-Ensârî’yle beraber bütün mücahitlerin ruhuna olsun.
Muhterem Müslümanlar!
Onların bu tehlikelere atılmasına sebep olan şey neydi?
Neydi onlara hayatı istihkâr ettiren, hafife aldıran husus?
Neydi evlad ü ıyali terk ettiren mesele?..
Neydi o yaşlı mücahidi ata binmeye zorlayan ve o şekilde İstanbul önlerine kadar getirten düşünce?
Ve neydi, “Beni düşman diyarına gömün.” dedirten hissiyat?
Neydi acaba atların kişnemesinden duyduğu hazzın manası?
Bütün bunların arka planında, inandığı bir saadet yurdunda Allah’ın rızasını kazanma ve Hazret-i Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), turfanda hurmalarla donatılmış mukaddes sofrasına oturma duygu ve düşüncesi vardı.
Hazret-i Muhammed’le beraber olma, haşr u neşre inanma, öldükten sonra dirileceğine, ba’sü ba’de’l-mevt’e inanma, hakiki hayatın ve saadetin âhiret yurdunda olduğuna inanma, onları bu tehlikelere atılmaya zorlayan hususlardı. Zira insanlar, öldükten sonra dirilmeye inandıkları nispette tehlikelere göğüs gerer, meşakkatlere katlanır, hayatı istihkâr eder, önemsiz görürler.
Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, saadet ve selamet intizar eden, fakat saadet ve selametin yolunu kaybeden, her biri ayrı bir vadide, bir tuğyan içinde bocalayıp duran neslimizi tarîk-i müstakime hidayet eylemek suretiyle darü’s-selâma ulaştırsın.
Âmîn.
23 Kasım 1979, Merkez Camii, Bornova-İzmir
10 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/335; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/38; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/468.