Yusuf sûresi, 12/3

نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ أَحْسَنَ الْقَصَصِ بِمَۤا أَوْحَيْنَۤا إِلَيْكَ هٰذَا الْقُرْاٰنَ وَإِنْ كُنْتَ مِنْ قَبْلِهِ لَمِنَ الْغَافِلِينَ

“Bu Kur’ân’ı sana vahyetmekle geçmiş ümmetlerin birtakım haberlerini en güzel şekilde beyan ediyoruz. Oysaki Sen daha önce bunları bilmiyordun.”

‘En Güzel Kıssa’

Kur’ân’ın her sûresi, her âyeti, her kelimesi ve her harfi ilahîdir ve dolayısıyla güzeldir. Bununla beraber, muhteva ve verdikleri dersler bakımından farklı farklı hususiyetlere sahiptirler. Mesela Hazreti Yusuf kıssasında ayrı bir letafet vardır ki daha sûrenin girişinde “ahsenü’l-kasas” yani en güzel kıssa olarak isimlendirilmiştir. Bu tabiri, daha geniş mânâda Kur’ân’ın beyan güzelliği ile alâkalı olarak düşünüp ‘en güzel beyan’ şeklinde de anlayabiliriz ki baştan sona Kur’ân’ın, beyanların en güzeli, onun ifade tarzının da en güzel ifade tarzı olduğunda şüphe yoktur.

Yusuf sûresi Hazreti Yusuf’un hayatını baştan sona genel hatlarıyla anlatır. Ancak bu genel ve kapsamlı anlatım içerisinde mesaj dolu pek çok detay da vardır. Mesela peygamber ocağında bile olsa insandaki haset damarının ortaya çıkıp düşmanlığa dönüşmesi, bunun neticesinde Hazreti Yusuf’un öz kardeşleri tarafından ölüme terk edilmesi, köle olarak satılması, gurbet ve ayrılık acısı, sarayda karşılaştığı imkân ve imtihanlar, iffetine yapılan saldırı ve ismetini koruması, hapis arkadaşlarıyla diyaloğu gibi onun hayatına dair ana çizgilerin yanında, yaşadığı onca olumsuzluklara rağmen hiçbir zaman tevekkülünü yitirmemesi, asla isyan etmemesi, hep ihsan duygusuyla hareket etmesi, gönüllere girerek insanları kazanmaya çalışması, geleceğe ümitle bakması, küsüp darılmaması, sonunda bir aziz olarak ülkenin kaderinde söz sahibi olması ve o bölgeyi ıslah etmesi… gibi detaylar da kıssanın satır aralarında yer alır.

Hazreti Yusuf kıssası, yeri geldiğinde insanı sevindiren yeri geldiğinde de hüzünlendiren pek çok olayı içinde barındırır. Bazen sevinçten bazen de hüzünden ağlatan, kimi zaman heyecanlandıran kimi zaman da ulvî hisleri coşturan yanlarıyla insan duygularını harekete geçiren etkili bir anlatış tarzına sahiptir. Sahneye konulan hayat kareleri insandaki merak duygusunu tetikleyen sürükleyici bir özellik arz eder. Ayrıca Hazreti Yusuf’un yaşadığı bazı olaylarda birbirine zıt ve çatışan gelişmeler de dikkatleri çeker. Dahası bu kıssa, bir sûrenin içinde tek parça hâlinde anlatılmış olması yönüyle biyografik bir özelliğe sahiptir. Bu son özelliğiyle Yusuf sûresinin Kur’ân’da ayrı bir yeri vardır.

Peygamber Efendimiz’in Ümmiliği ve Hazreti Yusuf Kıssası

Kur’ân’ın indiği dönemde Hicaz bölgesinde okuma-yazma oranı çok düşüktü. Bundan dolayı o bölge Mısır, Hint ve Yunan gibi dış kültürlerden etkilenmemişti. Aynı zamanda coğrafî olarak da diğer hâkim kültürlerden uzakta bulunuyordu.

Öte yandan Arapça, dil itibariyle saf bir dildi. Etrafında onu bozacak bir yabancı dil cereyanı oluşmamıştı. İçinde, aynı havzada bulunduğundan dolayı İbranice, Aramice gibi dillerden gelen bazı kelimeler olsa da bunlar hem çok azdı hem de zamanla Arapçalaşmıştı. Bu sebeple denebilir ki Efendimiz ve sahabe gibi Arapçanın kendisi de ümmî idi. Yani diğer dillerden kayda değer şekilde etkilenmemişti.

Bu, Cenab-ı Allah’ın, Peygamber Efendimize ve O’nun ashabına bir ihsanıdır. Çünkü o bölge eğer yazılı kültüre geçip çevre medeniyetlerle temas kursaydı bunun vahyin yorumlanmasına bir kısım olumsuz tesirleri olabilirdi. Yabancı fikirler ve bakış açıları saf vahiy bilgisine karışıp o berrak kaynağı bulandırabilirdi. Bu yönüyle Efendimiz ve sahabenin ümmiliği Kur’ân’ın doğru anlaşılıp doğru yorumlanmasında çok önemli bir rol oynamıştır.

Diğer yandan Efendimizin ümmiliği Kur’ân hakkındaki bazı yersiz iddiaları çürütmüştür. Şöyle ki hem o dönem hem de sonraki asırlarda Kur’ân’daki kıssaların önceki semavi kitaplardan alındığı şeklinde iddialar ortaya atılmıştır. Bu iddiaların doğru olması için Efendimiz’in okuma yazma bilmesi gerekirdi. Kur’ân bu hususta şöyle der: “Ey Resulüm! Sen vahyimizden önce okuyan-yazan bir insan değildin; eğer böyle olsaydı, batıl iddia peşinde olanlar şüphe edebilirlerdi.”28

Ayrıca Efendimiz’in daha önce bilmediği bir kıssayı sıradan beşerî bir konuşma şeklinde değil, Kur’ân’ın etkileyici ve orijinal üslubuyla sunması da onun ilahî kaynaklı olduğunu gösterir. Eğer bu kıssa daha önceden bilinip sözlü kültürde dolaşıyor olsaydı Efendimiz’in onu hadislerde gördüğümüz o kendine has üslubuyla anlatması beklenirdi. Hâlbuki Yusuf kıssası baştan sona hadislerde anlatılmadığı gibi, kısım kısım da yer almamaktadır. Bazı hadislerde sadece kıssadaki bazı hususlara işarette bulunulmaktadır. Netice itibariyle Yusuf kıssası tam hâliyle sadece Kur’ân’da yer almakta ve Kur’ân üslubuyla anlatılmaktadır.

Diğer yandan, Cenab-ı Hakk’ın Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha önce bilmediği bir kıssayı anlatması, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunun delillerindendir. Çünkü o dönemde herkes bilmektedir ki bir kıssaya ulaşmanın yolu ya mukaddes kitaplar ya da sözlü kültürdür. Efendimiz’in ümmiliğinden dolayı mukaddes kitapları okumuş olması mümkün değildir. Sözlü kültürde de kıssa bu hâliyle yer almamaktadır. Buna rağmen Efendimiz, hiç tereddüt etmeden kıssayı baştan sona okumuştur. Bu ise ancak Allah’tan gelen vahiyle mümkündür. Dolayısıyla kıssanın hem kaynağında hem de üslubunda ilahilik açıkça kendini göstermektedir.

Temkinli Hareket ve Mutlu Son

Yusuf sûresinde Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) hayatı anlatılır ve güzel bir sonla noktalanır. Bu hâliyle bizde mutlu sonla biten bir film etkisi bırakır. Nitekim bu kıssanın da filmini yaptılar. Orada da görüldüğü gibi, o dönemde inananlar sadece üç beş insandan ibaret değildi. Gençlerden gizli gizli inananlar vardı. Fakat ağır basan putperestlik karşısında inançlarını ilan edemiyorlardı. Bu durum Hazreti Musa’nın çağdaşı Firavun zamanında da söz konusuydu. O dönemde de imanını gizleyen insanlar vardı. Bunlar zulüm ortamında inançlarını açıklayamıyorlardı. Bunun istisnası, Firavun’un ailesinden olan, Kur’ân’da ismi verilmeden konuşmaları nakledilen mümin zat idi. O, Hazreti Musa ile Firavun arasında tarafını açıklamış, tavrını ortaya koymuş, gürül gürül konuşuyordu. Fakat halka yaptığı tavsiyelerden de anlaşıldığı üzere, genel olarak zulmedenleri tahrik etmeyecek, ayrı cepheler oluşturmayacak şekilde hareket ediyordu. Yusuf aleyhisselâm döneminde öyle bir zulüm yoktu ama o da hususi durumundan dolayı temkinli hareket ediyordu. Zira Yusuf (aleyhisselâm) her ne kadar Mısır’a çok hizmet eden bir aziz olsa da aslen Mısırlı olmayıp taşralıydı. Oraya köle olarak getirilmiş, üstelik hapse atılmıştı. Ona karşı insanların zihinlerinde ‘öteki’ mülahazasının kalıntıları bulunabilirdi. Bu duyguları tahrik etmeme adına o ve diğer inananlar hep temkinli hareket etmişlerdir.

Hassas zeminlerde güzel işler yapanlar için her zaman ve her devirde temkinli harekete ihtiyaç vardır. Zira insan fıtratında olan ve ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan kibir, haset ve kavmiyetçilik gibi duygular adaletsiz, kanunsuz hareketlere kapı açabilir. Haset ve kine yenik düşmüş bazıları, küçümseyici bakış açısıyla başkalarını köylü görüp ona göre muamele edebilirler. Kafalarında bir kast sistemi oluşturup, kendileri gibi olmayanları hiçbir sınıfa ait görmeyip en alta, parya tabakasına yerleştirebilirler. Günümüzde de görüldüğü üzere ne kadar makul ve masum işler yapılsa da bunları bir türlü hazmedemeyenler çıkabilir. Yapılan güzel işlerin büyümesi karşısında gayzla köpürüp hiddete, şiddete ve hileye başvuranlar bulunabilir. Onları rekabet duygusu da tetikliyor olabilir. Her başarılı iş karşısında, “Neden biz yapmıyoruz da onlar yapıyorlar?” derler. Bütün bunlar karşısında, yapılan hizmetleri korumak, güzergâh emniyetini tehlikeye atmamak, yeni yeni düşmanlar edinmemek ve düşman cephelerin oluşmasına mâni olmak için başvurulacak en güzel ve en makul yol, Firavun ailesindeki o inanmış insanın üslubunu kullanıp temkin ve teyakkuzla hareket etmektir. Bu şekilde hareket etmek asla bir korkaklık ve umursamazlık değil, bilakis yürünen yolun gereğidir.

Tekrar Hazreti Yusuf kıssasına dönecek olursak; hayatın akışı içerisinde olaylar öyle bir noktaya gelir ki onun gözünde artık dünya ile ukba eşitlenir. İşte tam bu noktada Hazreti Yusuf’ta (aleyhisselâm) bir ayağı dünyada diğer ayağı ukbadaymışçasına huzurlu bir insanın rahatlığı görülür. Fakat o, böyle bir anda ayrı bir temkin ortaya koyar ve ötelerin iştiyakıyla رَبِّ قَدْ اٰتَيْتَنِي مِنَ الْمُلْكِ وَعَلَّمْتَنِي مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ فَاطِرَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ أَنْتَ وَلِيِّي فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ“Ya Rabbi! Sen bana iktidar ve hâkimiyet verdin. Vahyi, hâdiseleri ve rüyaları yorumlama ilmini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünya’da da ahirette de mevlam, yardımcım Sen’sin. Sana tam itaat içinde bir kul olarak canımı al ve beni hayırlı ve dürüst insanlar arasına dahil eyle!”29 deyiverir.

En başta Alîm ve Hakîm isimlerinin zikredilmesiyle hangi yörüngede yol alacağına dair işaretleri verilen Hazreti Yusuf kıssası işte böyle birbirini takip edip giden mânâ yüklü hâdiseler silsilesinden ibarettir. Evet, bu bir macera değil, ilim yörüngeli bir kıssadır. Hikmet de ilme tâbidir; ilimsiz hikmet olmaz. Kıssadaki bütün malzemeyi, bütün faktörleri ilmin rehberliğinde, hikmetin gölgesinde beraber mütalaa etmek, müşterek düşünmek gerekir. Böyle düşünülmediği takdirde sûrenin içerdiği muhteva hakkıyla anlaşılamaz.

‘Sen Henüz Bilmiyordun!’

Âyette geçen “gafil” kelimesi, bilmeyen anlamında kullanılmıştır ve Allah Resulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), sûrede geçen hâdiselere önceden muttali olmadığını, o bilgiye ulaşmasının ancak vahiyle mümkün olduğunu anlatır. Evet, Allah metlüv ya da gayr-i metlüv30 vahiyle bildirmeyince Allah Resulü’nün bunları bilmesi söz konusu olamazdı. Ne var ki, Cenab-ı Hak, Rab-kul münasebeti içinde Efendimiz’e hitap ederken “bilmiyordu” anlamına gafil kelimesini kullansa da bizim O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında bu kelimeyi kullanmamız edep açısından uygun değildir. Zira Efendimiz başta olmak üzere enbiya-ı izamı anarken onların hususiyetlerini mutlaka göz önünde bulundurmak gerekir. Onlar, Allah’ın insanlar arasından peygamberlik gibi önemli bir vazife için seçtiği mümtaz simalardır.

Âyetteki gafil kelimesi, halk arasında kullanılırken zihne ilk gelen mânâda bir gafleti ifade etmez. Bu yüzden buradan olumsuz bir mânâ çıkarılmamalıdır. Burada gafil, –yukarıda belirttiğimiz gibi– bir şey hakkında habersiz, daha önce onu hiç işitmemiş olan mânâsında kullanılmıştır. Kur’ân, bununla Kureyş ve Haşimoğulları’nın kulaklarını çınlatır, onlara der ki: “Peygamber bütün bunlara daha evvel vâkıf değildi. Muttali olmadığı şeyleri gayb âlemlerini bilen Allah O’na bildiriyor, O da size naklediyor. O’nun anlattıklarında en ufak bir şüphe yoktur.”


28 Ankebût sûresi, 29/48.

29 Yusuf sûresi, 12/101.

30 Vahiy, Allahu Teâlâ’nın, bilgi, emir ve yasaklarını kullarının arasından seçmiş olduğu peygamberlere göndermesidir. Vahiy genel kabule göre iki çeşittir: Birincisi, metlüv (manasıyla beraber lafzı da Allah’a ait olan) vahiy olup, Kur’ân’ın tamamı böyledir. Metlüv kelimesi, tilavet edilen, okunan demektir. Metlüv vahyin lafzı Allah’a ait olduğundan dolayı tilavetinin yani okunmasının da ibadet olduğunu belirtmek için böyle isimlendirilmiştir. İkincisi, gayr-i metlüv (lafzı değil yalnızca mânâsı Allah’tan olan) vahiydir. Allah Resulü’nün sünneti böyle ortaya çıkar. Bu genel kabule göre Kur’ân ve Sünnet, vahyin farklı tezahürlerinden ibarettir.

-+=
Scroll to Top