Yusuf sûresi, 12/84
وَتَوَلّٰى عَنْهُمْ وَقَالَ يَۤا أَسَفٰى عَلٰى يُوسُفَ وَابْيَضَّتْ عَيْنَاهُ مِنَ الْحُزْنِ فَهُوَ كَظِيمٌ
“Onlardan yüzünü çevirip öte tarafa dönerek (ufuklara seslendi): ‘Âh Yusuf’um! Nerdesin?’ Yusuf diye diye üzüntüsünden gözlerine ak düştü. Yaptıklarından dolayı oğullarına duyduğu kızgınlığını belli etmiyor, yutkunup duruyordu.”
Hazreti Yakub’un Dinmeyen Izdırabı
Bünyamin’in Mısır’da alıkonulduğu ve büyük kardeşin de yolda kaldığı haberi geldikten sonra Hazreti Yakub’un hüznü daha da katlandı. Çünkü bu olay ondaki Yusuf’a olan hasreti derinleştirmişti. Bu yüzden Bünyamin diye değil Yusuf diye inliyordu.
يَۤا أَسَفٰى tabiri “Âh Yusufum! Neredesin!” anlamını ifade eder. Esefâ kelimesinin sonundaki elif ‘nüdbe elifi’dir. Nüdbe, teessürü, hüznü ve maruz kalınan şeyin şiddetini ifade etmek için yapılan nidâdır. Kelimenin sonundaki elif ise bu mânâyı seslendirmek için gelir. Bu tür nida ifadeleri, edebî eserlerin yanında Zeynelabidin Hazretleri ve Abdülkadir Geylanî Hazretleri gibi büyük zatların içli yakarışlarında de yer alır. Onlar, derin muhasebe duygularıyla kıvranırken hâllerini Allah’a bu tür ifadelerle arz etmişlerdir.
Âyetten anlaşıldığı üzere Yakup (aleyhisselâm), Yusuf diye yıllarca inledi durdu ve sonunda gamdan, kederden gözlerine ak düştü. Yoksa sadece Bünyamin’den ayrılığından dolayı görmez hâle gelmiş değildir. وَابْيَضَّتْkelimesinin mazi sigasında gelmesi, böyle düşünmeye imkân veriyor. Göze ak düşmesi, bildiğimiz katarakt hastalığı olabilir. Bu hastalıkta yaşlılığın yanında kederin, hüznün ve bunlardan kaynaklanan ağlamanın da etkili olduğu düşünülebilir. Nitekim tâbiîn âlimlerinden de ileri yaşlarda çok ağlamaktan dolayı gözleri görmez olanlar vardır.
Âyette Hazreti Yakub’un hüznünün yanında bir de كَظِيمٌ ifadesiyle onun öfkesini yuttuğu nazara veriliyor. كَظْمٌ “gizlemek, hapsetmek, tutmak” demektir. كَظِيمٌ ise “hüznünü gizleyen, öfkesini yutan, kederini içinde hapseden” demek olur. Kipi dikkate alındığında kelime, insanın çok fazla gamı, kederi olduğu hâlde bunları kuvvetli şekilde bastırması mânâsına gelir. Yakup (aleyhisselâm), çocuklarının yaptıklarından dolayı hiddetlenmemiş, şiddete başvurmamış, gamını, kederini hep içine atmış, içi hafakanlarla dolup taşmasına rağmen bu hâlini dışına yansıtmamış ve yıllarca yutkunup durmuştu. Öyle ki ona كَظْم’ın (öfkeyi yutmanın) kendisi olmuştu da diyebiliriz. Nasıl olmasın ki Hazreti Yusuf gibi bir evladını kaybetmiş ve onlarca sene ondan haber alamamıştı. Vefat ettiğini bilse ona göre davranırdı. Fakat onun yaşadığına dair emareler görüyor, ancak nerede, nasıl olduğunu bilmiyordu. Bu yüzden de bir gün çıkıp geleceği ümidiyle yaşıyordu. İleride eda edeceği vazifeden dolayı gönlünü ona bağlamıştı. O, sıradan bir baba evlat ilişkisinin ötesinde bir irtibatı hak ediyordu. Çünkü başta görmüş olduğu rüya boşuna değildi. İçinde tahakkuk etmeyi bekleyen bir mesaj vardı. Hazreti Yakup, Hazreti Yusuf’u İsrailoğulları’nın bayrağını dalgalandırmaya en layık oğlu olarak görüyordu.
Temsil edilen kutsal misyonun insanın kendi nesli tarafından devam ettirilmesi isteği öyle güçlü bir duygudur ki bu, Hazreti İbrahim ve Hazreti Zekeriya’yı Allah’tan bir evlat istemeye sevk etmiştir. Belki daha nice büyükler, Yüce Allah’tan kutsî davalarını miras bırakacakları evlatlar istemişlerdir.