Yusuf sûresi, 12/109

وَمَۤا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ إِلَّا رِجَالًا نُوحِۤي إِلَيْهِمْ مِنْ أَهْلِ الْقُرٰۤى أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَدَارُ الْاٰخِرَةِ خَيْرٌ لِلَّذِينَ اتَّقَوْا أَفَلَا تَعْقِلُونَ

“Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de başka değil, ancak şehir/belde ahalisi arasından vahye mazhar ettiğimiz erkeklerdi. Bu inkarcılar yeryüzünde hiç dolaşmıyorlar mı? Dolaşıp da kendilerinden önce yaşayanların akıbetlerinin nasıl olduğunu görmüyorlar mı? Ahiret diyarı elbette takva dairesinde yaşayanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”

Peygamberliğin Hususiyeti

Peygamberlerin erkeklerden seçilmesi, Allah’ın hikmetlerinden biridir. Çünkü peygamberlik, kuvvet, kudret ve devamlılık ister. Kadın ise kendine has hâlleri itibariyle her zaman kudretli olamayacağı gibi devamlılığa da müsait değildir. Nübüvvet, her zaman önde ve örnek olmayı gerektirir. Kadın ise yaratılışı itibariyle her zaman bu konumda bulunamaz. Mesela namazda imamlık yapamaz. Bu ve benzeri hikmetlere binaen Allah Teâlâ bütün peygamberleri erkeklerden seçmiştir.

Bu durum kadını küçümsemek ya da onu arka plana atmak mânâsına gelmez. Erkeğin toplum içindeki yeri önemli olduğu gibi kadının sosyal bünyedeki yeri de şüphesiz çok önemlidir. Fakat o, fıtratına uygun hareket eder ve yaratılışına uygun işlerde çalışırsa gerçek değerini bulur. Bu, erkek için de böyledir. Erkek ile kadını birbiriyle yarıştırmak ya da birini diğerinin yerine koymak, onları değersizleştirmek, dahası onların fıtratını bozmaya çalışmak demektir. Hasılı; yaratılan her şey ve herkes kendi konumuna uygun hareket ederse yaratılış maksadına uygun bir hayat sürmüş olur.

Âyetteki ehl-i kurâ’dan maksat şehir gibi yerleşim yerlerinde yaşayan halktır. Peygamberler, peygamberliklerini hep bu şehirler gibi merkezî yerlerde ilan etmiş ve oralarda vazifelerini yapmışlardır. Bundan hareketle çöl hayatı yaşayan bedevilerden peygamber gelmediği rahatlıkla söylenebilir. Efendimiz çölün herhangi bir yerinde değil, din ve ticaretin merkezi olan Mekke’de gelmiştir. Sonra beraberindeki yetişmiş insanlarla Medine’ye intikal etmiş ve orasını da medenileştirmiştir. Sonra o Medine, bütün medeniyetlerin merkezi ve beşiği hâline gelmiştir.

Bedevî hayat bir yönüyle, peygamberlik misyonunu üstlenmeye daha müsait gibi görünebilir. Çünkü bedevî insan ümmidir. Onun zihni durudur. Kendisini yoldan saptıracak fikirlerle karşılaşmamıştır. Böyle biri, kendisine gelen vahyi saf hâliyle insanlara intikal ettirme avantajına sahiptir. Onu geçmişte elde ettiği malumatlarla bozmaz, değişime uğratmaz. Fakat bedevilik, peygamberliğin genel muhtevası ve hedefleri açısından yetersiz kalır. Çünkü nihayet peygamberlik bütün insanlığa gelmiştir. Peygamberler özellikle de medeni insanlara hitap ederler. Diğer insanları da o medeniler vesilesiyle medeniyet seviyesine çıkarmayı hedeflerler. Zaten insanların çoğunluğunu teşkil eden şehir insanları bir meseleye evet dedikleri zaman köylerde, kırsalda, çölde yaşayan insanlar da genel itibariyle onlara tâbi olurlar.

Ayrıca bedevilikte genel olarak sertlik, kabalık ve anlayışsızlık gibi menfi özellikler ziyadesiyle belirgindir. Çölde yetişmiş bir bedevî, şehir ortamında belli medeni kurallara göre yaşayan medenilerin hâlinden anlamayabilir. Onu doğru okuyamayabilir. Dolayısıyla ona nasıl muamele edeceğini bilemez. Farklı konularda gerekli eğitim ve öğretimlere sahip olmadığı için de nesillerin akıllarına, gönüllerine hitap edemez. Hâlbuki sevk ve idare işi, muhatabı anlamayı, empati yapabilmeyi, doğru görüp doğru okumayı ve bütüncül bakmayı gerektirir. Bedeviyet seviyesindeki biri bunu yapamayacağından, medenileri idare edemeyecektir.

Sevk ve idarede olduğu gibi tebliğ ve irşatta da asıl mesele, muhatapları doğru okumak, onların hissiyatlarını anlamak, değer verdikleri şeyleri göz önünde bulundurmak ve onlarla empati kurabilmektir. Akabinde fevkalade bir yumuşaklık ve saygı içinde işi devam ettirmek gerekir. Baskı, sindirme, yıldırma, korkutma, tepelerine binme ile insanlara tebliğ ve irşat yapılamaz, yapılmamalı da! Zaten hiç kimse bir şeye baskı altında inanmaz, inanmak da istemez. Belki inanmış gibi görünür. Baskıyla, korkutmayla, değişik azarlama ve ithamlarla insanlara tebliğ yaptıklarını zannedenler, yarın muhataplarının kendilerine nasıl düşman kesildiklerini görecek ve acı acı inleyeceklerdir. Evet insan hür yaratılmıştır. O, inanıp inanmamakta da hürdür. Ona yapılacak muamele cenneti kazandıracak bile olsa bu onun hürriyetini elinden alarak yapılamaz.

Peygamberlerin medeniyet merkezi olan şehirlerde ve büyük kentlerde neşet etmeleri, onların kent kültürünü alıp toplumun çoğunluğunu oluşturan kısmını tanımaları ve buna göre tavır ve davranışlarını ayarlayıp mesajlarını sunmaları açısından çok önemlidir. Zira toplumu bütüncül bir nazarla ele alıp okumak, onu aydınlatma yolunda yapılacak stratejiler için şarttır. Bu açıdan Hazreti Yusuf’un konumu önem arz ediyor. Öncelikle o, saray çevresinde bulunarak yönetim kadrosunu ve kast sistemine göre toplumun üst tabakasını tanımıştı. Daha sonra hapse girerek orada kast sisteminin en alt tabakasıyla tanıştı. Böylece o toplumun iki ucunu da tanımış oldu. Daha sonra önemli bir mevkiye geldiğinde de toplumun her tabakasıyla ilgilenme imkânını buldu. Cenab-ı Hakk’ın sevki ve peygamberlik firasetiyle o, böyle bütüncül bir bakış yakalamış, olayları o bakışla yorumlayabilmiş ve halkına daha geniş perspektifler sunabilmişti.

Hazreti Yusuf’un bu geniş ve aynı zamanda yumuşak yaklaşımları, asırlar sonra gelecek olan Hazreti Musa’ya da zemin hazırlamıştır. Hazreti Yusuf zamanındaki toplum, katı bir yapıya sahip olup putperestliğe teslim olmuş vaziyetteydi. Reenkarnasyona inanılıyordu. Buna rağmen Hazreti Yusuf iç dış güzelliği, tedbiri ve yumuşak yaklaşımlarıyla insanların tevhid inancına ulaşmalarına ve tek Allah’a inanmalarına vesile olmuştu. Fakat inançsızların varlığı kısmen de olsa devam etmiş ve bu durum Hazreti Musa zamanına kadar sürmüştü. Bunu da bize Mümin sûresinde firavunun yakını olup imanını gizleyen mümin zatın sözleri anlatmaktadır.182

Hazreti Yusuf (aleyhisselâm), yaptığı hizmetlerle asırlar sonra gelecek olan Hazreti Musa’ya silinmez izler bırakmış, sağlam bir güzergâh hazırlamış, Hazreti Musa da o güzergahta rahat yürüme imkânı elde etmişti. Öyle olmasaydı, Hazreti Musa zamanındaki sihirbazlar, hakikati görünce hayatları pahasına bir anda Hazreti Musa’ya inanmayabilirlerdi. Tâ Hazreti Yusuf döneminden ataları vasıtasıyla akıp gelen ve kulaklarına çalınan bir inanç vardı. Asırların geçmesiyle bu inanç belki küllenmişti ama hakikat karşısında birden parlayıverdi ve sihirbazlar kalblerinde yanan iman nurunun tesiriyle hep beraber secdeye kapandılar. Hatta denebilir ki Hazreti Yusuf’un açtığı o emniyetli güzergâh, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dönemine kadar uzanmıştı. Nitekim sahabe, Mısır’a kılıçların değil Kur’ân’ın gölgesinde girmişti. İnsanlar orada Kur’ân’a ve imana maddî gözlerini değil basiretlerini açtı ve büyük bir hüsn-ü kabul gösterdiler.

Son olarak âyet, ilk muhataplarını kendi yaptıkları işlerden misal vererek düşünmeye sevk ediyor. O dönemdeki insanlar ticaret için kışın Yemen’e, yazın da Şam’a gidip geliyorlardı. Yol güzergahında Âd ve Semûd gibi geçmiş kavimlerin yaşadığı yerlere uğruyorlardı. Âyet onlara geçip gittikleri bu yerlerden tefekkür ederek geçmelerini, geçmişte bu yerlerde yaşamış kavimlerin izlerinden hakikat namına ders ve ibret almalarını tavsiye ediyor.


182 Mü’min sûresi, 40/34.

-+=
Scroll to Top