DİNİN ÂFETİ ÜÇ ZÜMRE
Soru: آفَةُ الدِّینِ ثَلاَثَةٌ: فَقِیهٌ فَاجِرٌ وَاِمَامٌ جَائِرٌ وَمُجْتَهِدٌ جَاهِلٌ “Dinin âfeti üçtür: Günahkâr fakih, zalim idareci ve cahil müçtehit.”46 hadisinde geçen üç zümreyi din için bir felaket sebebi kılan ortak özellikler nelerdir?
Cevap: İbn Abbas’tan rivayet edilen bu söz, hadis kriterleri açısından tenkit edilse de mânâ olarak önemli bir hakikati ifade ettiğinde şüphe yoktur. Burada bahsedilen bu üç zümreyi sırasıyla daha yakından tanımaya çalışalım:
Günahkâr Fakih
Bunlardan birincisi, facir fakihtir. Facir, umursamadan günah işleyen kimse demektir. Öyle bir kişi düşünün ki; Kitap ve Sünnet’le meşgul oluyor, bu iki kutsî kaynaktan hüküm çıkarıyor, fakat yaşantısı itibarıyla fısk u fücûr içerisinde. Sırat-ı müstakimde yürüyemiyor, çizgisini koruyamıyor. Dinin haram kıldığı bazı fiilleri işliyor, günaha giriyor. Mesela kazancında helal haram sınırlarını gözetmiyor, eline ve diline hâkim olmuyor, heva ve hevesinin, arzu ve tutkularının arkasından koşuyor. Demek ki ilminin kendisine faydası yok. Kur’ân-ı Kerim, bu tür kişileri sırtında kitap taşıyan merkeplere benzetir. Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) dualarında, fayda vermeyen ilimden Allah’a sığınmıştır.47 Yine Allah Resûlü şöyle buyurur: “İlminin artmasına muvazi (paralel) olarak dünyaya karşı müstağniliği artmayan kimsenin ancak Allah’a olan uzaklığı artar, başka değil.”48
Böyle bir kişinin işlediği günahlar, sadece şahsıyla sınırlı kalmaz. Zira insanlar onun gözünün içine bakmakta, sözüne kulak vermekte, yaptıklarını örnek almaktadır. Dinî sorularına cevaplar veren, müşküllerini halleden bir âlimin fısk u fücûr içinde yuvarlanıyor olması, çoklarının kuvve-i maneviyesini de sarsar. Kur’ân ve Sünnet’i bilen, sürekli dinî meselelerle meşgul olan biri, yoldan çıktığında çoklarını da arkasından sürükler. Hele böyle bir kişi fetvalarında da “Hudâ” yerine “hevâ”ya tâbi oluyorsa iş iyice çığırından çıkar. Böyle biri kalkar, “Yolsuzluk hırsızlık değildir.” derse çokları, “O hâlde bize hırsızlık yolu açıldı.” diye düşünebilir. Âlim kisvesine bürünen bir kişi kalkar da rüşvete farklı kılıflar bulursa, halkın rüşvete karşı duyarlılığı kaybolur da bütün işler rüşvet yörüngesinde cereyan etmeye başlar.
Bu itibarladır ki görüş ve içtihatlarıyla topluma yön verip yol gösteren din âlimlerinin mesuliyeti çok büyüktür. Çokları onlara bakarak yol ve yönlerini tayin ederler. Onların inhirafı kendileriyle sınırlı kalmaz, çevrelerine de sirayet eder. Onların sukûtu (düşüşü) sıradan bir insanın sukûtu gibi değildir. Bu kişiler söz veya fiilleriyle çizgi kayması yaşadıklarında, toplumu da inhirafa sevk etmiş olurlar. Bu sebepledir ki onların yanlışlarının toplum üzerindeki negatif etkisi, yer yer şeytanın vesvese ve iğvalarından (baştan çıkarmalarından) bile daha çaplı ve büyük olabilir. Çünkü şeytan soldan gelir ve insana kötülükleri telkin eder. Kişi heva ve hevesine tâbi olmazsa şeytanın oyunlarından salim kalabilir. Ne var ki dinî kisveye bürünmüş, ağzından âyet ve hadis düşürmeyen kimselerin etkisi böyle değildir. İnsanlar, onların sözlerine kulak verirler. Onların küçük bir inhiraf ve tavizi bile halk üzerinde büyük tesirler meydana getirir. Mesela söz-amel birlikteliği olmayan, dinin emirleri noktasında gevşek davranan bir âlim, insanların dine olan güvenlerini zedeler. Dini siyasi hedeflerine alet eden, din istismarı yapan bir din adamının dine verdiği zarar, normal bir kişinin verdiği zarar gibi olmaz. İşte bütün bunları göz önüne alacak olursak, hadis-i şerifte dinin afeti olarak niçin ilk başta facir fakihin zikredildiğini daha iyi anlarız. Muhtemelen bunlar, öte tarafta iğfal ve idlal ettikleri (yoldan çıkardıkları) insanların önünde yürüyecek ve hep hacalet (utanç) yaşayacaklardır.
Zalim İdareciler
Hadiste zikredilen ikinci grup, zalim idarecilerdir. İdareci kelimesi ile, bir müessesenin başındakinden bir devletin başındaki insana kadar geniş bir çerçeveyi kastediyoruz. Tabii ki mevzuumuzla ilgili öncelikli olarak akla gelmesi gereken kişiler, devlet başkanı ve sair devlet erkânıdır.
Adil idarecilerin Allah katındaki derece ve makamı ne kadar yüksekse, bulunduğu makamı insanlara cevr u cefa etmede kullanan zalim yöneticilerin de Allah katındaki yeri ve konumu o kadar aşağıdır. Malum olduğu üzere, arşın gölgesinde gölgelenecek yedi grup insan sayılırken ilk olarak adil yönetici zikredilir.49 Ağzına bir arpa kadar haram koymayan, yarım kelimeyle olsun yalana tenezzül etmeyen, bir dirhem dahi olsa kimsenin hakkını yemeyen/yedirtmeyen, kimsenin haysiyet ve şerefiyle oynamayan idareciler âhirette enbiya-i izamın arkasında yerlerini alacaklardır. Bunun tam aksine, tebaasına zulmeden yöneticiler, hadisin ifadesiyle, toplumlar ve fertler açısından bir musibettir. Bir devletin idaresinden sorumlu serkârlar halka cevrediyor, insanların canını yakıyor, onlara haksızlık ediyorlarsa o toplum musibetzede, âfetzededir. Hele hele gözünü iktidar hırsı bürüdüğünden dolayı kendisi için tehdit gördüğü bütün muhalifleri bertaraf etme adına şeytanı utandıracak tuzaklar kurup hileler yapmak, onlar hakkında haksız yere ta’n u teşnîde bulunmak (kötülemek), farklı iftira ve suçlamalarla onları cezalandırmak, türlü türlü yolsuzluklarla tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemek gibi şenî (fena) davranışlar öyle büyük birer musibettir ki, böyle bir musibete dûçar olmuş bir toplumun belini doğrultması artık çok zordur.
Haklarına girdiği insanlarla birer birer helâlleşmedikçe bu tür zalim yöneticilerin Cennet’e girmesi mümkün değildir. İsterse İstanbul’u fethetmeye denk elli tane amel işlesinler. Zulmü bırakmadıkça ve zulmettikleri insanların rızalarını almadıkça Allah’ın azabından ve gazabından yakalarını kurtaramazlar. Âhirette arşın gölgesinde gölgelenme gibi fevkalade bir paye kazanma imkânını elde etmiş, zirvelerde dolaşma fırsatı yakalamış bir insanın, halkına yaptığı cevr ü cefa ile esfel-i sâfilîne yuvarlanması ne büyük bir bahtsızlıktır!
Günahkâr fakih ile zalim idarecinin peş peşe zikredilmesi de ayrıca manidardır. Zira fakihleri doğru yoldan sapan bir ülkenin idarecileri de zulüm yolunu tutacaktır. Fakihler saray fetvacılığına soyunduklarında, görüşleri ve fetvaları ile yöneticileri de şaşırtacak ve saptıracaklardır. Dinî nasları suiistimal ederek idarecilerin eline öyle kozlar, öyle doneler vereceklerdir ki pek çok şenaat ve denaat dinî kılıf altında işlenecektir. Sırtlarını din adamlarına dayayan zalim yöneticiler, zulümlerini bile dinî bir motivasyonla yapacak, çeşit çeşit haramlar irtikâp ederken bile kendilerini haklı görmekten ve göstermekten geri durmayacaklardır.
Cahil Müçtehitler
Hadis-i şerifte son zikredilen grup cahil müçtehitlerdir. Bunlar; Kur’ân’ı ve Sünnet’i derinlemesine anlamayan, bu iki kaynağa mahruti olarak bakamayan, siyer felsefesini bilmeyen, fakat buna rağmen içtihada soyunan kişilerdir. Çağımızda maalesef bunların da sayısı bir hayli fazla. Ortalık müçtehitten geçilmiyor. Üstelik bunların bir kısmı Ebû Hanife’yi, İmam Mâlik’i, İmam Şafii’yi, Ahmed b. Hanbel’i beğenmeyecek kadar da kendilerine güvenen tipler. Gel gör ki, dikkatle baktığınızda bunların pek çoğunun ciddi bir Kur’ân ve Sünnet bilgisinden mahrum olduklarını görürsünüz. Hâlbuki Kur’ân ve Sünnet; dinin üzerine temellendirildiği aslî kaynaklardır. Kur’ân’ı, gözünün önüne açılmış bir harita ölçüsünde bilmeyen, Kur’ân’ı bize izah edip temsiliyle hayata taşıma keyfiyetini gösteren Sünnet’i ihatalı şekilde tanımayan birinin içtihat iddiası kabul edilemez.
Bu demek değildir ki günümüzde içtihat ehliyetini haiz âlimler yetişmez. İçtihat ehliyet işidir. Bu ehliyeti elde eden kimse elbette müçtehit olabilir. Fakat bunun o kadar kolay bir iş olmadığını unutmamak gerekir. Ebû Hanife, İmam Mâlik, Süfyanü’s-Sevrî gibi zatlar bu işe ömürlerini vermiş, sabahtan akşama ilimle meşgul olmuş ve sürekli dinî meseleleri müzakere etmişlerdir. İşte içtihat ancak, onlar gibi aslî ve fer’î kaynaklarıyla dini çok iyi bilen ulemanın altından kalkabileceği ciddi bir iş, ağır bir sorumluluktur. Cahil ve sığ insanların işi değildir! Çünkü bunlar, din adına hüküm verecek, Allah adına konuşacaklardır. Dolayısıyla yapacakları hatalar hem dünya hem âhiret hayatı adına telafi edilemez sonuçlar doğurur. Bu yönüyle, bir toplumda gerçek müçtehitlerin yerini müçtehit taslaklarının alması, dine zarar veren en büyük felaketlerden biridir.
Ulemâü’s-Sû
Hadiste geçen facir fakih ve cahil müçtehitler için ulemâu’s-sû tabiri de kullanılabilir. Bunlar, kötülükten sıyrılamamış, kötülüklerle içli dışlı olan âlimlerdir. Esasında ilmiyle âmil olmayan bir kişiye gerçek anlamda âlim denilemeyeceğini de burada ifade etmek gerekir. Kur’ân’ın ifadesiyle âlim, haşyet duygusuyla iki büklüm olan, yanlış yapma korkusuyla tir tir titreyen, kalbinde sürekli bir ürperti duyan insandır.50 Bir kişi, ilimde hangi dereceye ulaşırsa ulaşsın, bildiğiyle amel etmiyor, öğrendiklerini dini ve diyaneti adına pratiğe dökmüyorsa bu bilgiler onun için kalb, vicdan ve dimağ yorgunluğundan başka bir şey değildir. Böyle biri insanlar nazarında âlim bilinse de din nazarında cahil olmaktan kurtulamaz.
Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’in şahsında, رَبِّ زِدْن۪ى عِلْماً “Rabbim ilmimi artır!”51 duasını talim ve tavsiye etmek suretiyle bizleri ilme, ilmimizin artması için de her gün yeni bir şeyler öğrenmeye yönlendirir. Başka bir âyet-i kerime, Allah’tan en çok haşyet duyan kimselerin âlimler olduğunu haber verir. Peygamber Efendimiz, âlimleri, “peygamberlerin vârisleri” olarak tarif eder.52
Bunların dışında Kur’ân ve Sünnet’te ilmin önemine, âlimin büyüklüğüne atıf yapan pek çok nas vardır. Çünkü âlimler, kutup yıldızı gibi insanlara yol gösterirler. İnsanlar onlara bakarak hangi yolun Cennet’e ulaştıran koridor olduğunu öğrenirler. Ne var ki âlimler söz ve fiilleriyle kötülük yolunu tuttukları takdirde kendileriyle birlikte kitleleri de esfel-i sâfilîn yoluna sokarlar. Gözlerinin içine bakan, sözlerine kulak veren, tavır ve davranışlarını örnek alan çok sayıda insan olması hasebiyle âlimin yapacağı her hata, her kötülük, büyük bir vebali beraberinde getirir. Bu vebal, kişinin temsil ettiği konuma göre değişir. Bir cami imamının inhirafıyla bir müftününki bir olmadığı gibi, bir müftünün inhirafıyla koca diyanet teşkilatının başında bulunan zatın inhirafı da aynı olamaz. Bu mânâda herkesin vebali, kendi tesir alanının genişliği ölçüsündedir.
Hâsılıkelâm ilim; hayır ve iyilik yolunda kullanıldığı takdirde nasıl insanı âlâ-yı illiyyîne yükselten bir merdivene dönüşüyorsa, kötülük yolunda kullanıldığında da aynı ölçüde onun için bir sukût sebebi hâline gelir. Âlime düşen vazife, Cenab-ı Hakk’ın kendisine ihsan buyurduğu ilmi ve irfanı hep iyilik yolunda değerlendirmektir. Böyle bir kişi, her meselede meşru bir yol takip etmeli, meşru dairede dolaşmalı, sahip olduğu bilgileri amel-i salihle yoğurmalıdır. Cenab-ı Hakk’ın kendisine lütfettiği ilmi suiistimal eden kişi, âhirette kendi vebal ve günahlarıyla birlikte, saptırdığı ve aldattığı insanların da günahlarını sırtına yüklenerek huzur-u ilahiye gelir. Cenab-ı Hak böyle bir âkıbetten hepimizi muhafaza buyursun.
46 Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, 10/80.
47 Bkz.: Müslim, zikr 73; Ebû Dâvûd, vitr 32; Tirmizî, daavât 68.
48 el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 6/52
49 Buhârî, ezân 36, zekât 16, rikak 24, hudûd 19; Müslim, zekât 91.
50 Fâtır Sûresi, 35/28.
51 Tâhâ Sûresi, 20/114.
52 Ebû Davud, ilim 1; Tirmizî, ilim 19; İbn Mâce, mukaddime 17