TEBLİĞDE ÜSLUP PROBLEMİ
Her mümin donanım ve kabiliyeti, imkân ve konumu ölçüsünde dinini anlatmakla yükümlüdür. Ancak Kur’ân ve Sünnet’i sathî olarak bilmek, dini doğru anlatma adına tek başına yeterli olmuyor. Bu önemli misyonu eda etme adına yapılması gerekenler noktasında başta çok iyi bir plan ve projenin olması, neyin nasıl yapılacağının çok iyi belirlenmesi gerekiyor. Ne yazık ki günümüz Müslümanlarının birçoğu tebliğ ve irşatta doğru bir usul takip edemediğinden insanları kendilerinden uzaklaştırıyor, hatta dinden nefret ettiriyorlar. Hâlbuki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), يَسِّرُوا وَلَا تُعَسِّرُوا وبَشِّرُوا وَلَا تُنَفِّرُوا “Müjdeleyin nefret ettirmeyin, kolaylaştırın zorlaştırmayın.” buyuruyor.73 Dinin meselelerini zor göstermemek, insanların nazarında onları yaşanmaz bir şey gibi lanse etmemek, kimseyi ürkütmemek ve dinden kaçırmamak gerekir.
Din-i mübîn-i İslam “yüsr” yani kolaylık üzere vazedilmiştir; fıtratları ve karakterleri gözetmeden, dini şiddetlendiren ve ağırlaştıran kimse, onun ruhuna aykırı bir iş yapmış olur. Kolaylık üzere bina edilmiş ve müsamahaya dayalı gelmiş bu dini zorlaştırmamak ve ondan nefret ettirmemek; bilakis onun yaşanabilir olduğunu göstermek ve sevdirmek, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) emridir. Halis mümin, insanları neyin kaçırıp, neyin çekeceğini çok iyi hesaplamalı ve her zaman şefkat ve mülayemetle gönülleri kazanmaya çalışmalıdır.
Dinden Soğutanlar
Maalesef günümüzde niceleri, kabalık ve sertlikleriyle insanlarla dinin arasına giriyor. Nerede ne söyleyeceklerini bilemediklerinden, kime karşı nasıl davranılması gerektiğini doğru tayin edemediklerinden insanlarda dinî değerlere karşı antipati uyandırıyor.
Müslümanların Allah Resûlü’nün takip ettiği usulü yeterince takip etmemeleri, meseleleri makul ve yumuşak bir üslupla sunmamaları şimdiye kadar bize çok pahalıya mâl oldu. Pek çok kimse bu yüzden dinden soğudu, mabetten uzaklaştı. Meselelerimizi, balyozla kafalarına vuruyor gibi kabalıkla ve huşunetle arz ettiğimizden ötürü bizden ürktüler, kaçtılar. Yanlış usul ve üslubumuzla insanların ümitlerini kırdık. Hatalarını yüzlerine vurarak, onlara liyakatsiz olduklarını söyleyerek, dini onlara zor göstererek Allah’la kullarının arasına girdik. Çok basit hatalarımız yüzünden ağır faturalar ödemek zorunda kaldık.
Şu tür ifadeleri hepimiz duymuşuzdur: “Bir kere bayram namazına gittim, gitmez olaydım.” Veya nicelerinin imam yüzünden camiden uzaklaştığına şahit olmuşuzdur. Nice vaiz, sözleriyle insanları kaçırmıştır. Demek ki baltayı taşa vuruyoruz. Kim bilir insanları dinden soğutan ne olumsuz şeyler konuşuyoruz. Siz ömründe bir kere camiye gelmiş insana, “Bütün sene hiç camiye gelme, cumaları bile kılma, sonra da kalk bir bayram namazıyla Allah’ın seni affedeceğini bekle, daha çok beklersin!” derseniz o da “Şu hâlde ben beyhude gelmişim.” düşüncesine kapılır ve bir daha gelmez. Oysaki bir irşat erine düşen vazife, söz ve tavırlarıyla böyle birine destek olmak, onun elinden tutmak, bir kere geldikten sonra bir daha camiden ayağını kesmesine fırsat vermemektir.
Bize gelmiş, kapımıza dayanmış bu kimseler, belki bizi bir merdiven, bir asansör gibi kullanıp hakikate yükseleceklerdi. Söz, beyan, tavır, davranış, hâl ve temsilimizi bir yönüyle rehber yaparak ulaşmaları gerekli olan yere ulaşacaklardı. Ama gördükleri, duydukları şeylerle, tavır ve davranışlarımızla onları ürkütüp, korkutarak dinden uzaklaştırdık, nefret ettirdik. Oysaki bize düşen vazife tebşirdi (müjdelemek), tenfir (nefret ettirmek) değil! Özellikle yolun başındaki bir kimseye meseleyi kolay ve yaşanabilir göstermezseniz onu ürkütür, kaçırırsınız. Elden geldiğince meseleyi şahıslara göre izah edip, zorlaştırmamak, yaşanabilirlik esprisi içinde götürmek gerekir. İnsanlara en güzel hakikatleri bile anlatacak, onları Cennet’e götüren roketlere, peyklere, uçaklara bile bindirecek olsanız yine de bu işi makuliyet ve yumuşaklık içinde yapmalısınız. Yoksa sizden kaçarlar ve neticede dinden uzaklaşmış olurlar. Dolayısıyla da dalalete düşer, gayyalara yuvarlanırlar.
Nasıl olduysa sertlik ve huşunet kültürümüzün bir parçası olmuş. Kur’ân kurslarında, mektep ve medreselerde şiddet ve dayak yer etmiş. Eli sopalı hoca figürü normal hâle gelmiş. Yanında uzunca bir sopa olmazsa sanki hocalığı eksik kalacak zannedilmiş. Fakat yediği dayaktan ötürü camiden kaçan, Kur’ân’dan soğuyan, dinle arasına mesafe koyan insanların sayısı hiç de az değildir. Şahsen ben, tabiatım itibarıyla şiddet ve hiddetten çok rahatsız olur, böyle bir muameleyle karşılaşacak olsam o gün dersime çalışmazdım. Aslında çoğu insan böyledir. Kimse ekşi surat görmeyi, hakarete uğramayı, şiddete maruz kalmayı istemez. Bu tür sertlikler insanları kaçırır. Fakat ne acıdır ki “Sopa Cennet’ten çıkmıştır.” diyerek bir de dayağı kutsallaştırmışız. Ne işi var sopanın Cennet’te! Sopa Cennet’in semtine bile uğramamıştır. Cennet’te sevgi vardır, kucaklama vardır, af ve merhamet vardır. Allah, Cennet’te insanların içlerindeki her tür gıllugışı , kin ve nefreti, tasa ve hüznü silip atacaktır. Dolayısıyla bütün bunlar toplumun yanlış telakkileridir, usul-üslup hatalarıdır, Allah’la kullarının arasına girmedir. Neylersiniz ki bu yanlışların düzeltilmesi kolay değil.
Dini Sevdirmede Nebevî Yöntem
İrşat ve tebliğ dinde çok önemli bir esastır, peygamber mesleğidir. Bu yüzden tüm müminlerin bu konuda ellerinden geleni yapmaları gerekir. Fakat şunu unutmamak gerekir ki tebliğ ve irşadı emreden din olduğu gibi, onun nasıl yapılacağını bize talim eden de odur. Kur’ân’ın altın hakikatleri, Efendimiz’in nurefşan beyanları varken onları bir kenara bırakarak biz kendi heva ve hevesimize göre stratejiler geliştiremeyiz. Allah Resûlü’nün yol ve yöntemine aykırı hareket ettiğimiz takdirde farkına varmadan insanları O’ndan uzaklaştırırız. Niyetimiz her ne olursa olsun, üslubumuz bozuk, usulümüz yanlış olduğu sürece maksadımızın aksiyle tokat yeriz.
Bu mevzuda takip edilmesi gereken, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın yoludur. Nitekim O (aleyhi’s-selam) hiç kimseyi küstürmeden, ürkütmeden, mükellefiyetleri yirmi üç seneye yayarak, teker teker herkesi rehabilite ederek, belki işin en ağırını bile bir gün seve seve, candan, yürekten yapabilecek hâle getirdi. O terbiye ile Ebû Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler, Aşere-i Mübeşşereler, sahabe-i kiramlar, hatta o insanların arkasında yerlerini alan tâbiin-i fihamlar, tebe-i tâbiinler yetiştirdi. Onlar öyle nebevî ahlak ile ahlaklandılar ki dinin en küçük meselesinden bile taviz vermez hâle geldiler. Küfür sıfatlarına karşı sağlam tavır içinde dimdik durdular. Yeryüzünden Allah’ı inkârı silip bütün gönüllerin Allah’la buluşması için ellerinden gelen her şeyi yaptılar ve neticede nicelerini hakla ve hakikatle tanıştırdılar. Dolayısıyla tebliğ ve irşat alanında yaşanan problemin çözümü ancak Muhammmedî yolla olur.
Esasında Kur’ân ve Sünnet’te irşat adına kullanabileceğimiz o kadar çok malzeme ve argüman var ki! Önemli olan, bunlardan hangisinin kime hitaben kullanılacağını doğru tespit edebilmektir. Günümüzde bazı Müslümanlar bunu bilemediklerinden ve mevcut argümanları yerinde kullanmadıklarından dolayı dinî değerlere karşı nefret duyulmasına sebep oluyorlar. Hâlbuki dinin her bir meselesinin imrendirici ve özendirici bir üslupla arz edilmesi çok önemlidir. Din, her yönüyle mütekâmil bir hüviyete sahiptir. Onda hiçbir eksik ve kusur söz konusu değildir. Burada bize düşen vazife, tebliğ ve irşat adına en uygun üslubu yakalamak, söz ve tavırlarımızla insanlara dinin güzelliklerini gösterebilmek, tabiri caizse dine karşı onların iştihasını kabartabilmektir.
Hastalık Yok, Hasta Var
Dinin güzellikleri anlatılırken şahısların fıtratları nazar-ı itibara alınarak herkes için en uygun üslup seçilmeli ve kişiye ve duruma göre farklı argümanlar kullanılmalıdır. Aksi hâlde, dine çağırma ile dinden kaçırma öyle birbirine karışır; Sonsuz Nur’a koşması beklenenler O’ndan o denli uzaklaşır ki, onları bir daha bu yoldan çevirmek mümkün olmayabilir. Bu itibarla, usulün başı olan “Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” hakikati anlatılırken dahi belli bir üslup takip edilmelidir ki istenmeyen neticeler hâsıl olmasın.
Doktorların enfes bir sözü vardır: “Hastalık yok, hasta vardır.” Bu, hastalığı kabul etmeme demek değildir. Fakat her hastanın hastalığı farklıdır. Bu yüzden herhangi bir hastalık ele alınırken mutlaka hastanın durumunun göz önünde bulundurulması ve buna göre tedaviye girişilmesi gerekir. Tebliğ ve irşatta üslup meselesi de bundan farklı değildir. Muhataplardan her birinin, genel karakteri ve yetiştiği kültür ortamı itibarıyla çok iyi okunması ve onlara muamele ederken bunların mutlaka göz önünde bulundurulması gerekir. Birinde işe yarayan bir usulün bir başkasında yarayacağının garantisi yoktur. Biri için faydalı olan bir metot, bir başkasında tepkiye sebep olabilir.
Tebliğ ve irşatta asıl olan, marufu (iyilikleri, iyilik düşüncesini) bütün güzelliğiyle vicdanlara duyurmak ve münkere (kötülüklere, kötülük düşüncesine) karşı da insanlarda tiksinti hâsıl etmektir. Farklı bir tabirle, insanları eğriliklerden, eğri büğrü yollarda yürümekten kurtarmaktır. Sizin söz ve tavırlarınız onların eğriliklerini düzeltmiyor, bilakis onlarda yeni eğrilikler hâsıl ediyorsa siz dine hizmet etmiyorsunuz, zarar veriyorsunuz demektir. Söz gelimi birine sizin bir şey anlatmanız onda tepkiye sebep olacaksa, onu bir başkasıyla muhatap etmelisiniz. Bu yüzden Hz. Pîr, “Bir başkasına anlattırmak hoşunuza gitsin.” diyor. Sözlerimizle, tavır ve davranışlarımızla kimseyi küstürmeye, kaçırmaya hakkımız yok. Doğru olmak ve doğruyu bilmek çok önemli; fakat doğrunun da doğru şekilde ifade edilmesi, hatta belki bazen söylenmemesi, vakt-i merhununun beklenmesi gerekebilir. Yine Hz. Pîr’in dediği gibi, insanın her söylediği doğru olmalıdır. Fakat her doğruyu söylemek de doğru değildir.74
Maalesef çokları bu tür olumsuzlukların kurbanı oluyor. Eskiden bir hoca diğer bir hocayla karşılaştığında, “Kaç kişinin katilisin?” diye sorarmış. Yani, “Senin yüzünden kaç insan bu ilim ve irfan yuvasından uzaklaştı, kendi hayatına kastetti ve mahvolup gitti?” dermiş. Bizim vazifemiz, Allah’la insanlar arasındaki engelleri bertaraf ederek o müthiş buluşmayı sağlamaktır. Vazifemiz bu iken, eğer üsluptaki hatalarımız, hiddet ve şiddetimiz, iş bilmezliğimiz yüzünden Allah’ın kullarını Allah’tan kaçırırsak hesabımız ağır olur. Üslubumuz, insanları dine celbedici, cezbedici olmalı. Hak ve hakikatin, bizim yarım yamalak üslubumuza, nadanlığa, küstahlığa, sertlik ve kabalığa tahammülü yoktur.
73 Buhârî, ilim 11, edeb 80; Müslim, cihâd 8..
74 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubât, s. 300 (Yirmi İkinci Mektup (Dördüncü Vecih)