SADAKAT
Sadakat, peygamberliğin en birinci vasfı, peygamberlerden sonra gelen insanların da büyüklüklerinin önemli bir şiarıdır. En büyük halife olan Hz. Ebû Bekir’e, sahip olduğu sadakatten ötürü “Sıddık-ı Ekber” denilmiştir. Sadakatin açmayacağı bir kapı yoktur. Resûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) a’lâ-yı illiyyin-i kemalâta (en yüksek makama) çıkaran sadakat olduğu gibi, Müseylimetü’l-Kezzab’ı esfel-i sâfiline (aşağıların en aşağısı) iten de kizbdir (yalandır). Bu ikisi arasında sera ile süreyya kadar fark vardır.
Allah’a Karşı Sadakat
Hiç şüphesiz bir mü’min, öncelikle Allah’a karşı sadık olmaya çalışmalıdır. Allah’a karşı sadakat, O’nun üzerimizdeki emanetlerini gözetme konusunda çok vefalı olunması, inhirafın (yoldan sapmanın) her türlüsünden uzak durulması ve en küçük bir hıyanet mülâhazasına dahi girilmemesi demektir.
Biraz daha açacak olursak, Allah’a karşı sadık olma, İbrahim Hakkı Hazretlerinin dediği gibi her zaman şöyle diyebilmedir:
“Gelse celâlinden cefa
Yahut cemalinden vefa
İkisi de cana safa
Lütfun da hoş, kahrın da hoş.”
Allah’a karşı sadakat içerisinde olan bir mü’min, sadece O’ndan gelen lütuf ve nimetler karşısında değil, her tür cefa durumunda da rıza ve hoşnutluktan ayrılmaz, hamd ve şükrünü devam ettirir. Zira o bilir ki Allah’a Mabud-u Mutlak ve Maksud-u Bi’l-İstihkak olduğu için kulluk yapılır; nimetlere gark olmak, hatta Cennet’e girmek için değil. Bir insanın O’nun hoşnutluğu dışında hiçbir şeye bağlamadan Zat-ı Ecell ü Âlâ’ya karşı kulluk vazifesini yerine getirmesi sadakatinin gereğidir. Çünkü O’nun rıza ve hoşnutluğu, bırakalım dünyevî lezzetleri, Cennet nimetlerinin de Rü’yetullah’ın da (Allah’ın mü’minler tarafından görülmesi) üzerinde bir mazhariyettir.
Hak kapısının sadık bir bendesi olabilmiş bir mü’min bir kere gözünün ağyara kayması karşısında ızdırapla iki büklüm olur. O, hayal dünyasına gelip çarpan, “Benim de güzel bir dünyam olsun, önünden ırmakların aktığı bahçeli evlerde yaşayayım, villalarda rahat bir hayat süreyim…” şeklindeki mülâhazalardan fevkalâde rahatsız olur, bunları sadakatle telif edemez ve hayalini kirletmiş olmanın sancısıyla yeniden Allah’a yönelir; tevbe, evbe ve inabe ile arınmaya çalışır. Zira düşmek insan için mukadder olduğu gibi, dönüp yeniden sadakat ufkunu ihraz etmek de mukadderdir. Allah çok gafur ve rahimdir. Yeter ki biz himmetimizi âli tutabilelim, sadakatten ayrılmama azmiyle yaşayalım.
Allah Resûlü’ne Karşı Sadakat
İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı sadık olabilme ise tıpkı Hz. Ebû Bekir gibi hiçbir tavır ve davranışını sorgulamadan O’nun peşinden gidebilmeye, O’nun sadık bendesi olabilmeye bağlıdır. Miraç olayından sonra müşrikler Hz. Ebû Bekir’e gelerek, “Senin arkadaşın dün gece Mescid-i Aksâ’ya gittiğinden bahsediyor.” dediklerinde, o sorgulamadan ve hiç tereddüt etmeden, “Ben her gün onun gökler ötesi âlemlerden mesaj alıp bize sunduğuna inanıyorum. (O da ne oluyor ki!)” şeklinde cevap verir.27 İşte sadakat budur. Hz. Ebû Bekir, –hâşâ– saf bir insan değildi. Halifeliği döneminde üstesinden geldiği devâsa problemlere bakılacak olursa onun nasıl üstün bir dehaya sahip olduğu görülür. Fakat o, aklını, kalbini ve hislerini nerede kullanacağını çok iyi biliyordu. Efendimiz’e öyle inanmıştı ki canını istese tereddüt etmeden verirdi.
Dava Arkadaşlarına Karşı Sadakat
Allah’a ve Efendimiz’e sadakatin yanı sıra, dine, gönül verilen yüce mefkureye, beraber yol yürünen dostlara, kendi milletine karşı olmak üzere farklı sadakat çeşitlerinden bahsedilebilir. Bunların her biri farklı sorumluluklar ister. Mesela dava arkadaşlarına karşı sadakatin ölçüsü, onlara yüksek paye, mansıp ve makamlar vermek değildir. İnsan, sevdiği insanlara gavslık, kutupluk gibi haddi aşan ve mübalağa içeren payeler vereceğine her zaman onların yanında ve onlara destek olmayı bilmelidir.
Kardeşinin düşmesi ve devrilmesi karşısında elinden tutup onu kaldırabiliyor, üzerine bulaşmış lekeleri temizleyebiliyor ve sonrasında da, “Aslında sen bunları yapacak insan değildin; demek ki Allah’ın ağır bir imtihanına maruz kaldın.” diyerek onun için Allah’tan af dileyebiliyorsa işte bu insan sadık bir dosttur. Tek bir kusurundan ötürü kardeşini kenara iten, kapıyı yüzüne kapatan ve sürgüleyen kimsenin vefasından da sadakatinden de bahsedilemez. Bilakis sadakate yakışan tavır, arkadaşının en zor hâlinde bile kapıyı arkasına kadar açık tutmak, o geldiğinde de, “Niye geç kaldın, ne zamandır seni bekliyorum!” diyerek ona sarılmasını, onu bağrına basmasını bilmek ve böylece kardeşliğin hakkını verebilmektir.
Sadakat ve vefanın gereği odur ki, insan öbür tarafta da “kardeşim” dediği insanı yalnız bırakmasın ve Allah müsaade ederse onun elinden tutabilsin. Burada şunu vurgulamak gerekir ki birbirleri hakkında negatif düşüncelere sahip olan, önyargılarla hareket eden insanların birbirinin elinden tutabilmesi çok zordur. Bu sebeple hiç kimseyi herhangi bir kusurundan ötürü ademe (yokluğa) mahkûm etmemeliyiz. Hiçbir kardeşimizin bataklık içine düşmesine meydan vermemeli, bir şekilde düşenlerin de orada çırpınmasına göz yummamalıyız. Aynı mefkûreyi paylaşan ve aynı yolun yolcuları olan adanmışlar affedici olmalı, birbirlerine bağrını açmalı ve vefalı davranmalıdır.
Görüldüğü üzere sadakatin çok yönü vardır. İnsanın, şahsî günahlarından ötürü arkadaşıyla münasebetini bozmaması sadakattir. Aynı zamanda arkadaşını gördüğü hata ve yanlışlardan usulünce ikaz ederek vazgeçirmeye çalışması da yine sadakatin gereğidir. İstikametten sapacağı ve inhiraf edeceği anda onun elinden tutarak buna mâni olması veya kendisine ne vaat edilirse edilsin onun aleyhinde davranmaması da ayrı birer sadakat örneğidir. Hatta daha önce de ifade edildiği üzere sadakat sadece bu dünyayla da sınırlı değildir. İnsanın, gücü yettiği ve kendisine fırsat verildiği takdirde mahşerde, mizanda, sıratta dahi kardeşlerinin yanında olmayı düşünmesi de yine sadakatin göstergesidir.
Meşhur bir menkıbeye göre bir şeyhe bağlı müritler misal âleminde şeyhlerinin “şakî” kaydedildiğini görürler. Bunun üzerine biri dışında hepsi onu terk eder. Şeyh, “Herkes gitti, sen niye duruyorsun.” dediğinde müridin cevabı şu olur: “Madem sizin sayenizde bizim gözlerimiz açıldı, şu anki seviyemize ulaştık. Bence asıl mesele bundan sonra sizden ayrılmamaktır!” İşte sadakat budur! Bizim mesleğimiz de sadakat mesleğidir. Birbirimize yüce payeler, mansıplar, makamlar vereceğimize fevkalâde sadık olmalıyız. Hepimiz Allah’ın kullarıyız; ayaklarımız yerde sıradan insanlarız. En büyük gaye-i hayalimiz de insanlar arasında bir insan olabilmektir. Bu sebeple kimse hakkında mübalağalı ifadeler kullanmamalı, kimseye yüce payeler vermemeli, bununla beraber birbirimize karşı vefa ve sadakatte de kusur göstermemeliyiz.
Milletine Karşı Sadakat
Kişinin, milletine karşı sadakatinin ölçüsü ise onun devletler muvazenesinde hâkim bir unsur hâline gelebilmesi, gözünün içine bakılır bir devlet olabilmesi adına dur durak bilmeden bir küheylan gibi koşması, bunun karşılığında da hiçbir beklentiye girmemesidir. Milletine, devletine, toplumuna sadık olan bir insan, ona hizmet yolunda büyük fedakarlıkları göğüslese bile kendine bundan bir hisse ayırmayı, sahip olduğu imkânları şahsî hesabına değerlendirmeyi asla düşünmez. Yoksa popülist bir tavırla, konum ve makamlarını şahsî kredileri adına değerlendirenler, millî mefkûreden ziyade kendi hiziplerinin çıkarlarını düşünenler, millete hizmet ettiklerini iddia etseler de millete karşı büyük bir ihanet içerisindedirler. Bunların yapmış oldukları iş ve amellerde ihlâs ve samimiyet bulunmadığı için başarılı olmaları da çok zordur. Dışarıdan çalımlı yürüyor gibi görünseler de bunların işlerinin neticesi çoğu zaman falso ve fiyaskoyla neticelenir. Zira asıl önemli olan, yapılan işin kutsiyeti, niyetin yüceliği ve Allah’ın bu işe bakışıdır.
Aynı şekilde gönül verilen davaya karşı sadakatin ölçüsü de adanmışlık ve beklentisizlik duygusuyla dur durak bilmeden koşturabilmektir. Hizmet-i imaniye ve Kur’âniyeye gönül vermiş sadıklar, ücret ve mükafat peşinde koşmazlar. Onlar, Allah için başlar, Allah için işlerler. Yaptıkları hizmetler karşısında kimseye el açmaz, kimseden bir şey beklemez, itibarlarını zedelemezler. Esasen insanların gönül verdikleri hizmet-i imaniye içerisindeki yer ve konumları da sadakatleri ölçüsündedir.
27 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/245.