BİD’AT
Soru: Bid’atın mahiyeti ve çerçevesi nedir?
Cevap: Bid’at, Sahib-i Şeriat tarafından din tamamlandıktan sonra din adına yeni hükümler icat etme, dine yeni ilavelerde bulunma veya şer’î delillere muhalif şekilde tavır ve davranışlar ortaya koyma demektir. Mesela Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Benim namazıma bakın, siz de namazlarınızı aynen benim kıldığım gibi kılın.”34 buyurmuş ve namaza dair bütün şart ve rükünleri detaylı bir şekilde ümmetine talim etmiştir. Artık bundan sonra namaza yapılacak her ilave, her değişiklik “bid’at”tır.
Aynı şekilde, Kur’ân ve Sünnet’in nasıl oruç tutulacağını tafsilatlı bir şekilde izah etmesine rağmen bu konuda bir kısım değişikliklere gidilmesi, mesela orucun vakitleriyle oynanması veya başka din mensupları gibi yenilecek şeyleri kısıtlamak suretiyle oruç tutulması bid’ate örnek olarak gösterilebilir.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurur: “Sözlerin en hayırlısı, Allah’ın kitabı Kur’ân’dır; tutulup gidilecek yolların en hayırlısı da Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yoludur, Sünnet’idir. İşlerin en şerlisi, Sünnet’e muhalif olarak, sonradan ortaya çıkarılanlardır (bid’at). Her bid’at de dalâlettir.”35 Görüldüğü üzere bid’at çıkaran bir insan, dinin çizdiği çerçevenin dışına çıkmış demektir.
Sahabenin Bid’at Karşısındaki Temkinli Tutumu
Sahabe-i kiram efendilerimiz bid’atlere karşı olabildiğince hassas davranmışlardır. Mesela bir seferinde Abdullah İbn Ömer (radıyallâhu anhuma) namaz kılmak için mescide girdiğinde müezzinin kametten sonra insanları namaza çağırmak için gereksiz yere bir daha nida ettiğini duyunca namaz kılmadan hemen mescitten çıkmış ve yanındakilere, “Haydin, bu bid’atçının yanından uzaklaşalım.” demiştir.36 Esasında böyle bir şeyi mahzurlu görmek, hele onun dalalet olduğunu söylemek hiç kolay değildir. Fakat onlar dinden olmayan bir şeyin dine karışmaması noktasında oldukça temkinli davranmışlardır. Çünkü onlar, Sahib-i Şeriat tarafından ortaya konulan hükümlerle dinin tamamlandığını, kemale erdiğini düşünüyor ve ancak bunlar vesilesiyle Allah’ın rızasına ulaşılabileceğine, bunların dışında başka bir şeye ihtiyaç olmadığına inanıyorlardı. Bir de onlar dinin ilk halkasını teşkil ediyorlardı. İlk halkanın bu konuda azami derecede hassas durması gerekiyordu ki sonraki asırlara din orijinaliyle intikal edebilsin.
Buradan anlıyoruz ki ibadetlerde en ihtiyatlı yol, Kur’ân’la veya fiilî, kavlî ve takrirî sünnetle sabit olan hükümlerin dışına çıkmamak; elden geldiğince onların içine, Sünnet’te varit olmayan ameller sokmamaktır. Bir yerde oturup bin İhlâs, şu kadar Fatiha okuyabilirsiniz, istediğiniz gibi dua edebilir, dilediğiniz miktarda Allah’ı tesbih ve takdiste bulunabilirsiniz. Kur’ân okuma, dua etme, Allah’ı zikretme gibi ameller ibadet ü taat cinsinden olduğu için her birinden sevap kazanırsınız. Fakat kafanıza göre namazın secdesi, rükûu, kavmesi veya celsesiyle oynayamazsınız. Onlar için Sünnet’te bahsi geçmeyen özel dualar veya belirli sûreler tayin eder ve daima bunların okunmasını gereklilik gibi görürseniz bid’at çıkarmış olursunuz.
İbadetler ve Bid’at
İbadet ü taatlerde dinin özüne ve ruhuna aykırı davranmamaya kati surette dikkat edilmelidir. Bid’at, sadece dine yeni bir şeyler dâhil etme değildir; var olan ibadetleri değiştirme ve farklı kalıplara sokma da bid’at sayılır. Mesela âlimler, “Allahuekber” ile başlayıp “lâilâhe illallah” ile biten ezan lafızlarının, onun rüknü olduğunu söylemişlerdir. Çünkü ezan, iki farklı sahabenin aynı rüyayı görmesi, rüyalarında kendilerine ezanın talim edilmesi ve Allah Resûlü’nün de (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu tahsin ve tasdik etmesiyle teşri kılınmıştır. Artık bu hükmün değiştirilmesi söz konusu olamaz. Bu demektir ki; ezanın lafızları değiştirildiği takdirde ezan, ezan olmaktan çıkar. Arapça ezan lafızları yerine tercümeleri kullanılamaz. “Tanrı uludur, Tanrı uludur, bilirim bildiririm Tanrı’dan başka yoktur tapacak…” diyerek ezan okunamaz. Aksi takdirde bid’at çıkarılmış, dinî bir hüküm değiştirilmiş olur. Bir insan bu lafızları elli defa tekrar etse dahi bir kere ezan okumuş olmaz. Bildiğim kadarıyla, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminden günümüze kadar, bir dönem ülkemizde olanın dışında, dünyanın hiçbir yerinde ezanın erkânına dokunulmamıştır.
Bir dönemde namazların bile Kur’ân-ı Kerim’in tercümesiyle kılınması teklif edilmiş; fakat ulemanın buna karşı çıkmasıyla uygulama rafa kaldırılmış, hayata geçirilememiştir. Geçirilseydi, çok daha büyük bir bid’at işlenmiş ve namazlar namaz olmaktan çıkarılmış olurdu. Bazıları bu konuda Ebû Hanife’nin fetvasına sarılır. Ne var ki onun fetvası, yeni Müslüman olduğundan ötürü Arapçaya dili dönmeyen kimseler için geçici bir süre Fatiha’nın Farsça veya başka bir dil ile okunabilmesine münhasırdır. Kaldı ki diğer fukahâ-yı izam Ebû Hanife’nin bu fetvasına iştirak etmemişlerdir . Hatta onun bu yöndeki fetvası, Hanefi mezhebi içinde bile amele esas olmamıştır.37 Sadece Fatiha sûresi için verilen böyle bir fetvayı gerekçe göstererek, namazdaki kıraatin başka dillerde yapılabileceğine hükmetmenin hiçbir meşru temeli yoktur.
Bediüzzaman Hazretleri, “Ehl-i keşiften rivayeten Ramazan’da Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacağı haber verildiği hâlde zuhur etmedi. Böyle ehl-i vilayet ve keşif neden hilaf-ı vaki haber veriyorlar?” şeklinde bir soruya şöyle cevap verir: “Maalesef camilere Ramazan-ı Şerif’te bid’atler girdiğinden, duaların kabulüne sed çekip ferec gelmedi.”38 Hz. Pîr, bid’atin ne olduğunu açıklamıyor. Çünkü o gün itibarıyla bunu söylemek suçtu. Burada onun bid’atle kastettiği, camilere Türkçe ezan ve kâmetin girmesidir. Bundan dolayı ilâhî teveccüh kesintiye uğramıştır. Bediüzzaman’ın bu tespiti, Sahib-i Şeriat’ın ortaya koyduğu disiplinlerin korunmasının ne kadar önemli olduğunu gösterir.
Cenab-ı Hak bir âyet-i kerimede şöyle buyurur: اِنَّا نَحْنُ نَـزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ “Hiç şüphe yok ki Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz.”39 Kur’ân’ın ve dolayısıyla İslâm’ın korunmuşluğunun insanlara bakan en önemli yönü, bid’atlerden uzak durulmasıdır. Çünkü her bir bid’atle birlikte dinin özüne, esasına dokunulmuş ve onun bir parçası tahrif edilmiş (bozulmuş) olur. Aslında önceki semavî dinlerin tahrifi de böyle küçük gibi görülen bid’atlerle başlamıştır. Kelimelerle oynanmış, lafızlar aslî mânâlarından uzaklaştırılarak onlara farklı anlamlar verilmiş; tahrifleri tahrifler, tağyirleri tağyirler takip etmiş ve derken aslından çok uzak yeni bir din ortaya çıkmıştır. Çünkü ilâhî kelamın kelime ve lafızlarıyla veya mânâlarıyla oynanmaya başlandığı anda, onları arzu ve hevese göre yorumlamanın önü açılmış olur.
Tarih boyunca Kur’ân için de hep aynı oyunlar plânlanmış; fakat her defasında, Allah’ın izni ve inayetiyle, ulema tarafından bu oyunlar bozulmuştur. Çünkü yukarıdaki âyette de ifade edildiği üzere bu konuda Allah’ın vaadi vardır. Allah, nazil olduğu günden itibaren ilâhî kelamını her tür tahriften muhafaza buyurmuştur. Onun tek bir harfini değiştirmek bile mümkün olmamıştır.
Temel Disiplinlere Uygunluk
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur: Dinin hüviyet-i asliyesini (temel yapısını) bozacak hükümler, yorumlar, uygulamalar icat etmek ne kadar yanlışsa öz ve ruhuna uygun olup olmamasına bakmadan önüne gelen her şeye bid’at demek de o kadar yanlıştır. Mesela dua çok önemli ibadetlerden biridir. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun “ibadetin özü” olduğunu beyan buyurmuştur.40 Dua, Cenab-ı Hakk’a sebepler üstü teveccühün bir unvanı olması itibarıyla hâlis bir ibadettir. Fakat onun hangi dilde, ne zaman, nasıl, kaç defa yapılacağıyla ilgili kesin hükümler yoktur. İnsan, istediği dilde, istediği şekilde, istediği zaman, istediği kadar dua edebilir. Bunların hiçbiri bid’at olarak görülemez. Önemli olan, insanın dua ederken dinin muhkematına muhalif bir şey istememesi, temel disiplinlere aykırı sözler söylememesidir.
Edilen duaların illaki âyetlerden alınması veya me’surattan olması da şart değildir. Fakat bir insanın, Kur’ân âyetlerinde bize talim buyrulan veya Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptığı dualarla Allah’a yalvarması, dualarını onlarla bezemesi elbette daha güzeldir. Çünkü Efendimiz, kâmil bir kul olması itibarıyla istek ve taleplerini Allah’a nasıl bir üslupla, nasıl bir tavırla arz edeceğini bizden çok daha iyi bilir. İnsanlar eskiden, resmi bir makama dilekçe yazmak istediklerinde arzuhalcilere giderlerdi. Onlar işin usul ve adabını, maksadın nasıl ifade edileceğini, sözün nasıl söyleneceğini bilirlerdi. İşte Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dualarına da böyle bakılabilir.
Ne var ki herkesi bununla mükellef tutmak doğru değildir. Böyle bir şey hem teklif-i mâlâyutak (insanlara taşıyamayacakları yükü yüklemek) hem de ibadetin alanını daraltmaktır. Kimsenin buna hakkı yoktur. İnsanlar nasıl dua etmek istiyorlarsa o şekilde dua edebilirler. Bu konuda sınırlama getiremeyiz. Hangi dilde ve hangi şekilde maksat ve meram rahat ifade edilebiliyorsa onunla Allah’a dua edilebilir.
Bazı dualar, zikirler ve salavatlar vardır ki ne Efendimiz ne sahabe ne selef-i sâlihin ne de fukahâ-i kiram tarafından yapılmıştır. Fakat bu gerekçeyle bunlar bid’at olarak görülemez. Mesela Fatiha, İhlâs veya Muavvizeteyn gibi sûrelerin fazilet ve sevabına dair sünnet-i seniyyeden gelen rivayetler vardır. Bir insan buna binaen bir yere oturup yüz defa İhlâs sûresini okuyabilir. Veya seleften birçok zatın yaptığı gibi, bir kısım Kur’ân âyetlerinden hareketle bir kısım münacatlar çıkarabilir. Asr-ı Saadet’te veya sahabe döneminde bulunmadığı gerekçesiyle bu tür şeylere bid’at denemez. Çünkü bunlar özü itibarıyla dinde teşvik edilen amellerdir. Bir şeyin bid’at olup olmadığını tespit etmedeki temel kriter; onun dinin özüne dahil edilip edilmediği ve temel disiplinlere uygun olup olmadığıdır.
34 Buhârî, ezan 18; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/53.
35 Müslim, cuma 43; Nesâî, iydeyn 22; İbn Mâce, mukaddime 7.
36 Tirmizî, salat 31.
37 es-Serahsî, el-Mebsût 1/37; Ekmeleddin el-Babertî, el-İnâye şerhu’l-Hidâye 1/286.
38 Bediüzzaman, Lem’alar, s.129-130 (On Altıncı Lem’a).
39 Hicr sûresi, 15/9.
40 Tirmizî, daavât 1.