ÜÇ TALİ’SİZ
Soru: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadis-i şeriflerinde anne-baba hakkını gözetmeyen, ism-i şerifi anıldığında kendisine salavat getirmeyen ve Ramazan’ı hakkıyla değerlendirmeyenlerin hüsranda olduklarını belirtmektedir. Bu üç hususun özellikle zikredilmesinin hikmetleri neler olabilir?
Cevap: Soruda bahsedilen hadis-i şerif farklı şekillerde rivayet edilmiştir. Bazı rivayetlerde, bu sözleri Cebrail Aleyhisselam’ın söylediği ve Peygamber Efendimiz’in de tasdik ettiği nakledilir. Söz konusu rivayetlere göre bir seferinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hutbe vermek üzere minbere çıkarken farklı basamaklarda üç defa “âmîn” der. Bu durum, Allah Resûlü’nün her hareket ve sözünü dikkatle takip edip anlamaya çalışan sahabenin gözünden kaçmaz ve hikmetini sorarlar. O da şöyle buyurur:
“O esnada Cebrail (aleyhisselâm) geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlık vakitlerine yetişmiş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak Allah’ın merhamet ve mağfiretini yakalama fırsatını değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün!’ dedi, ben de ‘âmîn!’ dedim. Cebrail, ‘Ya Resûlallah! Bir yerde adın anıldığı hâlde Sana salât ü selâm getirmeyene de yazıklar olsun!’ dedi, ben de ‘âmîn’ dedim. Ve son basamakta Cebrail yine, ‘Ramazan’ı idrak etmiş olduğu hâlde Allah’ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfireti bulamamış kimseye de yazıklar olsun!’ dedi, ben de ‘âmîn’ dedim.”59
Hadisin diğer bir rivayetinde ise bu sözler doğrudan Allah Resûlü’ne nispet edilir: رَغِمَ أَنْفُ رَجُلٍ ذُكِرْتُ عِنْدَهُ فَلَمْ يُصَلِّ عَلَيَّ، وَرَغِمَ أَنْفُ رَجُلٍ دَخَلَ عَلَيْهِ رَمَضَانُ ثُمَّ انْسَلَخَ قَبْلَ أَنْ يُغْفَرَ لَهُ، وَرَغِمَ أَنْفُ رَجُلٍ أَدْرَكَ عِنْدَهُ أَبَوَاهُ الكِبَرَ فَلَمْ يُدْخِلَاهُ الجَنَّةَ “Yanında ismim anıldığı hâlde bana salavat getirmeyen kimseye yazıklar olsun. Ramazan ayına girdiği hâlde mağfirete mazhar olmadan Ramazan’dan çıkan kimseye de yazıklar olsun. Anne ve babası yanında ihtiyarlamasına rağmen onları razı etmediğinden dolayı Cennet’e giremeyen kimseye de yazıklar olsun, burnu sürtülsün.”60
Hadis-i şeriflerde geçen “rağıme enfuhû” ifadesi, Arapçada bir deyimdir. Bu tür deyimleri başka bir dile tercüme etmek ve o dildeki tam karşılığını bulmak kolay değildir. “Ra-ğı-me” fiiliyle aynı kökten gelen “rağâm” sözcüğü toz, toprak anlamına gelir. Rağıme enfuhû, burnu toprağa sürtülsün şeklinde bir anlam taşır. Türkçemizde de benzer şekilde kullandığımız bu deyim, zelil ve perişan olmak demektir.
İnsan, bunlara karşı alâkasız kalıyor, kendisini kıymetler üstü kıymete ulaştıracak böylesine kıymetli vesileleri değerlendirmiyorsa esasında kendi burnunu kendisi yere sürtüyor demektir. Önüne serilen fırsatları kaçıran böyle birinin âhirette burnu yere sürtülür. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, yukarıdaki ifadeleriyle mü’minleri ikaz ediyor ve onlardan akıllarını başlarına almalarını istiyor. Efendimiz’in bu ifadeleri, ümmetine karşı şefkatinin, onların uhrevî saadeti elde etmeleri istikametinde gösterdiği gayretin bir tezahürüdür.
Arapçada بِقَدَرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِي diye bir söz vardır. Yani çekilen sıkıntı ve meşakkat ölçüsünde yüce makamlar elde edilir. Herhangi bir meselede ne kadar sıkıntıya maruz kalır ne kadar zorlanır, ne kadar terler, ne kadar karın ağrısı çeker, ne kadar şakaklarınızı zonklatırsanız muvaffakiyete o kadar yakın olursunuz, uhrevî amellerde de o kadar çok sevap kazanırsınız. Bu, haddizatında kolay işleri yaparken bile mutlaka kendinizi zorlayın, ekstra meşakkatlerin altına girin demek değildir. Bilakis sizi zorlayacak olan, üstesinden gelinmesi kolay olmayan işlerin size çok sevap kazandırabileceğini; maddî ve manevî muvaffakiyetlere, zirvelere ulaşmanın farklı mahrumiyetlere katlanmayı gerektirdiğini anlatır.
Anne-Baba Hakkına Riayet
İnsanın anne-babasının rızasını kazanması, kılı kırk yararcasına onların haklarına riayet etmesi hiç de kolay değildir. Anne-babada evlatlarına karşı cebrî ve fıtrî (zorunlu ve yaratılıştan gelen) bir şefkat ve merhamet hissi vardır. Allah, onları âdeta, çocuklarına şefkat duymaya mecbur etmiştir. Bir insan, bütünüyle dejenere olmamış ve vicdanı tefessüh etmemişse (bozulmamışsa) evladına karşı merhametli olur. Evladını dünyaya getirdiği andan itibaren onun üzerine titrer. Onun sağlık ve selameti adına her tür zorluğa göğüs gerer, bütün meşakkatlere katlanır.
Ne var ki evlatlar anne-babalarına karşı aynı duygulara sahip değildir. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim, ısrarla anne babaya itaat etme ve onların haklarını gözetme üzerinde durur. Hâlbuki Kur’ân’da evlada karşı merhametli olmayı emreden herhangi bir âyet yoktur. Çünkü evlada karşı merhamet, zaten insan tabiatında mündemiç olan bir duygudur. Kur’ân, insan fıtratının bir gereği olarak ortaya konulan bu tür davranışları fıtrata havale ederken tabiatın tezahürü olarak ortaya çıkmayan meselelerde tahşidatta bulunur. Nitekim çocuklarını ihmal eden veya onlara kötü muamelede bulunan anne babaların sayısına nispetle anne-babasının bakımını aksatan, onlara kötü muamelede bulunan çocuk sayısı çok daha fazladır. Bu sebeple Kur’ân farklı âyet-i kerimelerde Allah’a kulluktan hemen sonra anne-babaya iyi davranmayı emretmiştir. Mesela Nisâ sûresinde şöyle buyrulur: وَاعْـبُدُوا اللهَ وَلَا تُـشْرِكُوا بِه۪ شَيْــٔاً وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَاناً “Yalnız Allah’a ibadet edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne babaya da güzel muamele edin.”61
İsrâ sûresinde de anne baba hakkına şöyle vurgu yapılır: وَقَضٰى رَبُّكَ اَلَّا تَعْبُدُٓوا اِلَّآ اِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَاناًۜ اِمَّا يَـبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِـبَرَ اَحَدُهُمَآ اَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَآ اُفٍّ وَلَا تَـنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلاً كَر۪يماً “Rabbin şöyle buyurdu: Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Ana-babalarınıza da güzel muamele edin. Şayet onların ikisinden biri ya da her ikisi birden yaşlılık zamanlarında senin yanında bulunurlarsa sakın onlara hizmetten yüksünme, ‘öf” bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve gönül alıcı sözler söyle.”62
Görüldüğü gibi Cenab-ı Hak, her iki âyet-i kerimede de kendisine kulluk yapılmasını emrettikten hemen sonra anne babaya ihsanda bulunmayı, yani iyilik yapmayı ve civanmert davranmayı emretmiştir. İkinci âyet-i kerimede anne-babaya karşı “öf” demek gibi küçük bir olumsuz fiil dahi yasaklanmak suretiyle, konunun hassasiyeti ortaya konulmuştur. Zira bir fiilin en azı dahi yasaklanmışsa ötesi çok daha büyük bir günahtır. Anne babasına karşı “öf” bile dememesi gereken bir insanın, onlara karşı sesini yükseltmesi, üzerlerine yürümesi, onlara el kaldırması onu ciddi bir veballe karşı karşıya bırakacaktır. Âyet-i kerime, bir taraftan anne-babaya karşı iyilik yapmayı emrederken diğer yandan onlara karşı küçük-büyük her türlü kötü muameleyi yasaklamıştır.
Anne-baba hakkına dair daha birçok âyet ve hadis vardır. Bütün bunlara bakıldığında iki şey göze çarpar: Birincisi, onların hakkını ödemenin zorluğu, ikincisi de bu zor vazifeyi yerine getirmenin Allah katında ne kadar önemli ve değerli olduğudur. Eğer bir kişi, Allah’ın bu konudaki emrine riayet ederek anne babasının üzerine titrer ve onlara ihtimam gösterirse kazancı da o nispette büyük olacaktır. Âyetin, Allah’a ubudiyetin hemen peşi sıra anne-babaya ihsanı emretmesi de bunu gösterir.
İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, “Yanında ihtiyar anne-babası bulunmasına rağmen onları razı etmediğinden dolayı Cennet’e giremeyen kimseye yazıklar olsun.” buyurmak suretiyle bu hakikate işaret etmiştir. Yani bir taraftan anne-babanın rızasını kazanmayı Cennet’e girmenin önemli bir vesilesi olarak zikretmiş, diğer yandan da böyle bir fırsatı kaçıran bir insanın âhirette nasıl zelil ve perişan bir hâle düşeceğine dikkat çekmiştir.
Allah Resûlü’ne Salât u Selam
Hadiste zikredilen diğer bir mesele salât u selamdır. Peygamber Efendimiz, “Yanında ismim anıldığı hâlde bana salavat getirmeyen kimseye de yazıklar olsun.” buyurmak suretiyle bunun önemini ifade etmiştir. Her bir salât u selamla birlikte Efendimiz’in şefaat makamı da genişlemekte ve daha çok kişiyi şümulüne (içine) almaktadır. Yine hadislerden öğrendiğimize göre O’nun şefaati büyük günah işleyenlere bile ulaşacaktır.63
İşte biz, Efendimiz’e ettiğimiz dualarla bir taraftan O’nun şefaatini celbetmiş, diğer yandan da O’nun Makam-ı Mahmud’u ihraz buyurması, şefaat-i kübra sahibi olması ve şefaat ufkunun genişlemesi için talepte bulunmuş oluyoruz. Malum olduğu üzere, bir şeye vesile olan da onu yapan gibi sevap kazanır. Salât u selamlar vesilesiyle O’nun şefaat alanı genişlediği ve daha çok insan bundan istifade ettiği için, aslında salâvat getiren kişi bir yönüyle hem kendisi hem de başkaları için bir zemin oluşturmuş, kendisinin de içine gireceği bir atmosfer hazırlamış ve affedilme adına önemli bir yatırım yapmış olur. Bu sayede o, âhirette günahlarıyla huzura çıktığında, Peygamber Efendimiz, Allah’ın verdiği şefaat salahiyetiyle onun elinden tutacak ve sahil-i selamete çıkaracaktır.
Öte yandan İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) salât u selam getirmenin bizzat Allah’ın emri olduğu unutulmamalıdır: اِنَّ اللهَ وَمَلٰٓئِكَـتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِـىِّۜ يَآ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْل۪يماً “Muhakkak ki Allah ve melekleri o şanı yüce Peygambere hep salât (rahmet ve sena) ederler. Ey iman edenler! Siz de O’na salât edin ve tam bir içtenlikle selâm verin.”64 Dolayısıyla Efendimiz’e salât ü selam getiren bir insan aynı zamanda Allah’ın emrine uymuş ve O’na teveccüh etmiş olur.
Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki, İnsanlığın İftihar Tablosu’na salât ü selam getirmek mü’minler açısından vefanın bir gereğidir, bir borçtur. Çünkü biz varlığı O’nun sayesinde doğru okuyabildik, Rabbimizi O’nun sayesinde doğru tanıyabildik ve O’na nasıl kulluk yapacağımızı da yine O’nun rehberliğinde öğrendik. Bu sebeple meseleye sadece dille Efendimiz’in adını zikretme şeklinde bakmamak gerekir. O’na salât ü selam getirme o kadar önemlidir ki biz namaz gibi farz bir ibadetin içinde bile bunu yapıyoruz. Meseleye bütün bu açılardan bakıldığında bunu ihmal eden bir kişinin neyi ihmal ettiği, ne gibi kazanımlardan mahrum kaldığı çok daha iyi anlaşılacaktır.
Biri Bin Yapma Mevsimi Ramazan
Peygamber Efendimiz’in hadiste zikrettiği son grup, Ramazan ayını hakkıyla değerlendirmeyenlerdir: “Ramazan ayına girdiği hâlde günahlarını bağışlatmadan Ramazan’dan çıkan kimsenin de burnu sürtülsün.”
Ramazan ayının her bir günü, belki her bir dakikası çok büyük kıymet ifade eder. Onun saatlerini, dakikalarını, saniyelerini hakkıyla değerlendirebilen bir insan Allah’ın rahmet ve mağfiretine nail olur. Bu yönüyle Ramazan ayına “on bir ayın sultanı” denilmiştir. Biz de “zamanın altın dilimi” diyoruz.
Ramazan-ı Şerif, Cenab-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed’e büyük bir lütfudur. Allah’ın bu aydaki lütuflarını, tahta çıkan padişahların karşılıksız dağıttıkları ulûfelere benzetebiliriz. Nasıl ki padişahlar ulûfe dağıtırken kadr ü kıymete bakmaksızın herkese bir şeyler verirler; Cenab-ı Hakk’ın bu aydaki rahmet ve mağfiret tecellileri de herkesi kuşatır.
Ramazan ayının kendine mahsus bir derinliği vardır. Fakat onun bu derinliğinin anlaşılması biraz da insanın kendi derinliğine bağlıdır. İnsanın derinliği ona da derinlik katar. Biz hiç kimsenin ibadet ü taatini hafife alamayız. Bir insan ihlâslı ve samimi ise, riya ve süm’a için, başkaları görsün duysun diye ibadet yapmıyorsa kıldığı namazların, tuttuğu oruçların, kalktığı sahurların, eda ettiği teravihlerin, okuduğu hatimlerin, verdiği zekât ve sadakaların sevabını kat kat alır. Bunun yanında Ramazan’ı şuurlu bir şekilde idrak eden, gafletten uzak ve bilerek yaşayan bir insanın ondan istifadesi ise çok daha farklı olacaktır. O, meseleyi daha da ileri götürmüştür. Ulûfe-i ilâhiyenin herkese açık olduğu böyle bir ganimet mevsimini neden dolu dolu değerlendirmeyelim!
Maalesef günümüzün Müslümanları bu gibi konularda oldukça tali’izdir. Tali’siz bir dönemin tali’siz Müslümanlarıyız. Beslenme kaynaklarından mahrum yetişiyoruz. Aile, sokak, mektep, mabet, verilmesi gereken değerleri vermiyor. Bu kurumlar, çocukların terbiye edilmesi, bilinçlendirilmesi ve bilgilendirilmesi noktasında gerekli şeyleri yapacak kabiliyette değildir. Aile çok cahil, sokak çok insafsızdır. Cami, formalitelerin icra edildiği ve ciddi bir donukluğun yaşandığı mekân hâline gelmiştir. Beslenme kaynaklarının hepsinde kısırlaşma olduğu, memeler süt vermeyi kestiği için Müslümanlığı dolu dolu yaşayamıyor, onu gerektiği ölçüde duyamıyoruz. Metafiziğe açılamıyor, kalb ve ruhun hayat derecelerine yükselemiyoruz. Böyle bir açlıkla Ramazan’ı duymamız da zor görünüyor.
O hâlde ne yapmalıyız?
Şekil ve formatlarla oynayarak, gerekirse kendi aramızda bir mukavele imzalayarak nispeten Ramazan’ı daha derin şekilde değerlendirmenin yollarını arayabiliriz. “Gelin bu Ramazan’da şu kadar Kur’ân okuyalım, onu aramızda müzakere edelim, teravihi hatimle kılalım, teravih aralarında gürül gürül salât u selamlar getirelim veya Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye gibi duaları okuyalım, hâcet namazı kılalım ve ümmet-i Muhammed’e dualar edelim…” diyebiliriz. Böylece farklı argümanları değerlendirmek suretiyle evde, sokakta, camide, mektepte yeterince beslenemeyen insanları kısmen de olsa rehabilite edebilir, onların dini daha canlı yaşamalarını sağlayabiliriz. Ramazan’da biri bin yapma biraz da bizim ceht ve gayretimize bağlıdır.
Ramazan’a “Kur’ân ayı” denmesi itibarıyla bu ayda bir kere daha Kur’ân’a yönelmeliyiz. Özellikle İslâm dünyasının hiç olmadığı kadar Kur’ân’dan koptuğu ve ona karşı yabancılaştığı bir dönemde yeniden ona yönelmeliyiz. Maalesef çokları Kur’ân’ı okuyor ama anlamıyor. Onun özüne nüfuz edemiyor, arka plânını göremiyor, maksatlarına vâkıf olamıyor. Biz ona ne kadar teveccüh edersek o da o nispette kapılarını bize açacak, bir güneş gibi kalb ve ruhlarımızı aydınlatacaktır. Allah’ın murad-ı sübhanisini ve nübüvvet hakikatinin özünü içinde taşıyan bu mübarek Kitab’a karşı alâkasız kalmamalıyız. Biz ona ne kadar önem verir, alâka duyarsak ondan istifademiz de o nispette fazla olacaktır. Biz yeniden Kur’ân’la buluşur ve onu bayraklaştırırsak Allah da bizi bayraklaştıracak, sürüm sürüm olmaktan kurtaracaktır.
Kısacası, ne yapıp edip Ramazan ayını çok verimli ve kazançlı bir şekilde değerlendirmenin yollarını aramalıyız. Bir kimse böyle bir ganimet ayının kıymetini bilemiyor, bu ayın fazilet ve bereketinden hissedar olamıyor ve günahlarından sıyrılamıyorsa onun kaybı büyük demektir. Daha doğrusu her saat ve dakikası altın kıymetinde olan böyle bir zaman dilimini değerlendiremeyen, Allah’ın âdeta “yağmadır, alan alsın” dediği ulufe-i sübhaniyelerine karşı alâkasız kalan, bu aydaki ilâhî ihsanlara karşı vurdumduymaz davranan bir insan, kendi kendisinin burnunu yere sürtüyor demektir.
Altınların, zebercetlerin dağıtıldığı bir yerde, bakırcılar çarşısına giderek bakır toplayan bir insana başka ne denir ki! Onu gören en şefkatli, en insaflı ve vicdanı en geniş kişi dahi “Yazıklar olsun sana!” demekten kendini alamayacaktır.
59 et-Taberânî, el–Mu’cemü’l–kebîr 19/144; el-Beyhakî, Şuabü’l–îmân 2/215.
60 Tirmizî, daavât 114; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 12/421.
61 Nisâ sûresi, 4/36.
62 İsrâ sûresi, 17/23.
63 Bkz.: Tirmizî, kıyâmet 12; Ebû Dâvûd, sünnet 21.
64 Ahzâb sûresi, 33/56.