İMAN VE IZDIRAP
Dertsizlik ve ızdırapsızlık kadar insanın başına musallat olmuş büyük bir afet, musibet yoktur. Allah içimize öyle bir ızdırap koru atsın ki iman etmeyen, sırat-ı müstakimden sapan, haşin ve hırçın insanların perişan hâllerini kendi derdimiz gibi içimizde duyabilelim.
Yanlış anlaşılmasın! Bunun mânâsı, gidin ve sun’î olarak kendinizi ızdırap verecek durumlara maruz bırakın demek değildir. Bilakis ben iman kuvveti, ruh enginliği, vicdan genişliği kaynaklı, bütün insanlığa açık bir sinenin dert ve ızdırabından bahsediyorum. Kastettiğim; dünyevî acı, kayıp ve mahrumiyetlerden hâsıl olan ızdırap değil; kalbin gölgesinde ve ruh enginliğinde bir hayat yaşamaktan hâsıl olan ızdıraptır.
Izdıraplı bir insan olayım diyerek ızdırap sahibi olunmaz. Bu, kendi başına hedef hâline getirilecek ve talep edilecek bir mesele değildir. Bilakis inanmaya bağlıdır, imanın tabiî bir neticesidir. Öteki âlemin ifade ettiği mânânın önemini kavramakla alâkalıdır. Allah’la irtibatı güçlü olan, imanda yakîne ulaşan bir insan, bütün mahlûkata karşı öyle bir şefkat besler ki suya düşüp çırpınan bir karınca karşısında bile onun kalbi tir tir titrer. Ayağının altında ezilip ölen bir böcek karşısında, tıpkı kendisi eziliyormuş gibi acı hisseder. Hayvanlar karşısında bile şefkat hissi bu derece inkişâf etmiş bir mü’minin, insanların Cehennem’e yuvarlanması karşısında nasıl bir hafakan içine gireceğini varın siz hesap edin.
İman zaafı yaşayan, Allah’a pamuk ipliğiyle bağlı olan ve iğreti bir Müslümanlık yaşayanların bunu anlaması çok zordur. Böyleleri kurtulamazlar mı? Elbette kurtulabilirler. Allah, bizim gibi taklidî imanın pençesinden kurtulamamış dertsiz ve ızdırapsız nicelerini Cennet’e koyabilir. Bu başka bir meseledir. Biz, insan-ı kâmil olmaktan, imanda tahkike ulaşmaktan ve bunun ızdırabını duymaktan bahsediyoruz. İşte bu yönüyle ızdırap, Allah’a yürekten inanmışlığın tezahürüdür, hâlisane bir duruşun ifadesidir.
Bazen olur ki ızdırap, belli bir seviyenin insanları için ayn-ı lezzet (lezzetin kendisi) hâline gelir; kişi, çektiği ızdıraptan ruhî ve manevî bir haz alır. Fakat bir mü’minin hayatını böyle bir lezzete de bağlamaması gerekir. Bediüzzaman Hazretleri, iman-ı billah, mârifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanî şeklinde bir sıralamadan bahsediyor. Zahiren bakıldığında zevk-i ruhanînin bir hedef olarak gösterildiği zannedilebilir. Oysaki insan, belirli bir seviyeden sonra havass-ı zâhire ve bâtınesinde ruhî bir zevke ulaşsa da ne ubudiyetini ne de ızdırabını böyle bir zevke bağlamamalıdır. İman, ubudiyet, mârifet ve muhabbetin Allah’ın hakkı; bizim de vazifemiz olduğu şuuruyla hareket etmeli ve bunları hiçbir şekilde maddî-manevî bir karşılığa bağlamamalıdır. Zira bu, Allah’a karşı hak iddiasında bulunma mânâsına gelebilir, dolayısıyla hassasiyetle ele alınması gereken bir meseledir.
Sahabeyi durup dinlenmeden Allah yolunda koşturan, onların bu dert ve ızdıraplarıydı, i’lâ-yı kelimetullah mülâhazalarıydı. Ebû Eyyüb el-Ensârî Hazretleri, ızdırapsızlığın ve çilesizliğin bir nevi ölüm olduğunu bildiği için ilerlemiş yaşına rağmen İstanbul önlerine kadar gelmişti. Onun gibi yaşlı ve hasta niceleri de kendilerini bineklerinin üzerine bağlatmış ve öyle sefere çıkmışlardı. Çünkü onlar, Rablerinin adını âleme duyurmadan daha önemli bir şey bilmiyorlardı. Allah Resûlü’nden (sallâllahu aleyhi ve sellem) bunu görmüş, bunu öğrenmişlerdi. O’ndan tevarüs ettikleri anlayış ve felsefeyi ömürlerinin sonuna kadar sürdürmek istiyorlardı. Böyle bir yolda katlanacakları meşakkatin, sıkıntı ve ızdırabın kendilerine çok farklı şekilde geri döneceğine inanmışlardı. Çok iyi inanmış, işin hakikatini anlamış, Kur’ân ve Sünnet’i derinliğiyle kavramış, Allah’a aşk u iştiyak içinde bir ömür geçirmiş ve ötelere açık yaşamışlardı.
Biz de Kur’ân okuyoruz, kitaplar mütalaa ediyoruz, hocaları dinliyoruz fakat bir türlü onların kıvamını yakalayamıyoruz. Muhtemelen sahabe, kütüphanelerimizi gelip görseydi bize güler, “Allah’ı bilmek için bu kadar malumata ne lüzum var!” derlerdi. Çok sağlam inanmışlardı. Bu inançları sayesinde sizin boyunuzu aşkın kitaplarla çözemeyeceğiniz meseleleri çözmüşlerdi. Dünyanın hiçbir döneminde ümmilikten böyle bir ilim ve irfana geçen bir topluluk gösterilemez. Cahiliye’den çıkmış insanlar, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun arkasında yerlerini aldıktan sonra kendilerini bulmuş, duymuş ve doğru okumuşlardı. Marifet ve muhabbet adına amûdî (dikey) bir yükseliş yaşamış, öbür âlemleri net görmüş ve bir an evvel bu güzelliklere ulaşmak ve başkalarını da bu güzelliklerle tanıştırmak için ellerinden geleni yapmışlardı. Günümüzde onların yaşadıkları hayatın öşrünü (onda birini) bile yaşayamadığımız için ne onların duyduğu ızdırabı ne de zevk-i ruhanîyi takdir edebiliyoruz.
Bizde gevezelik ve ukalalık çok fazla! İş konuşmaya geldiğinde eşimizi dengimizi göstermek çok zor. Demagojiyle ikna edemeyeceğimiz insan yok. Fakat çoğu defa kendimizi anlatıyoruz. Sahabe bizim bu hâlimizi görseydi, “Allah Allah! Bu insanlar ne konuşuyorlar böyle! Bu meseleleri bu kadar uzatmanın ne lüzumu var! Allah bes, baki heves!” der ve hâlimize şaşırırlardı. İllaki onlarla kendimizi mukayese edeceksek şöyle diyebiliriz; bir tarafta tabanın tali’siz insanları, diğer yanda tavanın mümtaz simaları.
Allah’ın rahmetinden ümidim çok fazla olduğu için, kendimin bile Cennet’e gireceği ümidiyle yaşıyorum. Kendi hakkımda böyle bir ümit beslediğime göre, başkaları hakkında hayli hayli böyle düşünüyor ve: “Yapılan amellerin keyfiyetine göre açılan Cennet’in sekiz kapısı var, birinden giremezsek belki öbür kapıdan gireriz.” diyorum. Fakat bu hâlimizle bizi oraya koyarlar mı, koymazlar mı emin değilim.
Kimse hakkında ta’n u teşnîde bulunmaya hakkımız yok. Herkes kendi hâline bakmalıdır. Hayatımda kaç defa ümmet-i Muhammed’in derdi için gece başımı seccadeye koyup bir saat ağladım? İnsanları imanla buluşturma adına nasıl bir ceht ü gayret içindeyim? Herkes kendine bu tür sorular sorup insanlığını bunlarla tartabilir. Mübalâğa yapmıyorum! Zira bir kişinin imanının kemali, mahlûkata şefkati ölçüsündedir. Bir insanın, başkalarını Allah’la buluşturma, onlara Efendimiz’i tanıtma konusundaki azmi, kararlılığı, cehdi, heyecanı ve ızdırabı ne kadar derinse insanlığı da o kadar derin demektir. Erbab-ı basiret size baktığı zaman bu zaviyeden bir değer atfeder. Siz kendinizi nasıl gösterirseniz gösterin, ne tür başarılara imza atarsanız atın, kaç tane okul açarsanız açın; asıl kâmet-i kıymetinizi belirleyecek faktör imanınızdır, Allah’la münasebetinizdir ve bunlara bağlı olarak ortaya koyduğunuz mahlûkata duyduğunuz şefkatiniz, ızdırabınız, derdiniz ve heyecanlarınızdır.
Kur’ân, Efendimiz’in (aleyhissalâtu ve’s-selâm) ümmeti için duyduğu ızdırabı, “Bu söze inanmıyorlar diye arkalarından bakıp neredeyse kendini helâk edeceksin!”65 sözleriyle ifade ediyor. Aynı şekilde Efendimiz de (aleyhissalatü vesselam), “Emredildiğin gibi dosdoğru ol!”66 âyetine işaretle, “Hûd sûresi saçımı ağarttı.”67 buyuruyor. Asr-ı Saadet’teki ciddi açılımın arkasında başta Allah Resûlü’nün, sonrasında da adım adım O’nu takip eden sahabe-i kiramın derdi, ızdırabı, Müslümanlığı dosdoğru yaşamaları vardı.
Kısacası bir insanın Allah’la irtibatı, imanı, mârifeti, insanlığa yüce hakikatleri duyurma istikametindeki heyecanı, çektiği dert ve duyduğu ızdırabı ne kadarsa, çevresinde meydana getireceği etki ve vesile olacağı açılım da o kadar olacaktır. En nihayetinde mesele, iman-ı kâmile, ihlâs-ı etemme, yakîn-i tâmma, marifet ve muhabbetteki derinliğe, aşk u iştiyaktaki samimiyete dayanır. Siz bu alanlarda derinleşirseniz meydana getireceğiniz dalgalanmalar da o ölçüde büyük olur ve dünyanın dört bir yanına ulaşır.
65 Kehf sûresi, 18/6.
66 Hûd sûresi, 11/112.
67 Tirmizî, tefsir (56) 6.