HER ŞEY OLMAYA AÇIK ÇOCUKLUK DÜNYASI

Her millet, ülkesini, insanını ve millî değerlerini onlara emanet edeceği genç kuşakları, kendi düşünce dünyası istikametinde ve kendi kültürüyle yetiştirme mecburiyetindedir. Yoksa, o milletin gelecekte kendi olarak kalması mümkün değildir. Nesillerin yetiştirilmesinde hemen herkesin kabul ettiği iki hayatî müessese vardır ve önemleri itibarıyla, birini diğerine tercih etmek de oldukça zordur: Bunlardan biri yuva, öteki de mekteptir.

Duygu ve düşünceler ilk defa yuvada, birer tohum gibi çocukların ruhlarına saçılır, sonra da yeşerip çimlenmeye terk edilir. Uzun bir sessizlik ve beklemeden sonra tıpkı toprağı delip gün yüzüne çıkan rüşeymler gibi; göz, kulak ve his yoluyla onların bağrına saçılan her insanî ve İslâmî değer de öyle yeşerir, boy atar, gelişir ve bütün bir hayatı vesâyâsı altına alacak seviyeye ulaşır. Bir çocuğun, bizim duygu ve düşünce dünyamız adına çevresinde olup biten şeyleri değerlendiremeyeceği söylenemez. Zira bu dönemde dahi o, kendi idrak ölçüleri içinde her şeyi görür, duyar, düşünür; vakti gelince de, ruh ve hafızasına tohumlar mâhiyetinde serpilen bu şeyler –tabiî, içtimaî ve ahlâkî erozyonlara uğramazlarsa– çiçek çiçek açar ve meyvelerini vermeye başlarlar. Seneler sonra dahi olsa, eskiden görüp duyduğu hemen her şey, onun ruh ve vicdanını tesir altına alarak, yıllar ötesinden ona seslenen talâkatlı birer nasihatçi gibi onu yönlendirir ve her zaman ona ışık ve burak olur.

Yıllar ve yıllar geçse de o, kendine has çocuksu düşüncelerle, görüp duyduğu, sezip anladığı şeyleri, yaşın başın kazandırdığı seviyeyle ve daha derince, bir kere daha hisseder, bir kere daha kavrar ve bir kere daha bütün benliğiyle yaşar…

İlk dönemlere ait hatıralar, çocukların zihin ve hayal seviyelerine göre şekillenir, büyüyüp gelişmeleri ölçüsünde de derinleşir, daha ileri buudlara ulaşır.. böylece yaş ve baş itibarıyla hep onlarla yaşar giderler. Zamanla görüp duydukları, işitip anladıkları şeyler o minik hatıralarda, bir daha silinmeyecek şekilde öyle billûrlaşır ki; onlar plâklar üzerindeki iğneler gibi olurlar ve isteseler de, istemeseler de önceden kaydedilmiş bu sesleri ortaya çıkarmaktan başka ellerinden bir şey gelmez.

Hatta bizler dahi, azıcık, hülyalarımızı kurcalasak, bir sürü hatıranın ses verdiğini duyacak ve irkileceğiz. Ömürlerimiz devam ettiği sürece de, hayatın hemen her dönemecinde aynı rüya ve hülyaları tekrar ber tekrar yaşayacak, yer yer sevinç ve neş’elerle gerilecek, zaman zaman da ürperten râşelerden kurtulamayacağız. Biz ve rüyalarımız, bizden evvelkilerin eserleri olduğu gibi, çocuklarımız, onların rüya ve hülyaları da bizim onlara bırakacağımız miraslarımız olacaktır. Bizleri insan yapan ahlâkımız, huyumuz; insanlar içinde arızasız yaşamamızı temin eden tabiatımız, mizacımız; yaşatan aşk u şevkimiz, öldüren bedbinlik ve yeislerimiz; hatta bütün arzularımız, isteklerimiz bize, soy ağacımızın damarlarından süzülüp gelmiş saf veya bulanık kan gibidir. Şimdilerde yaptığımız hemen her şey, o dönemde birer nüve şeklinde kalb ve ruhumuza saçılan tohumların hakikate inkılap etmesinden başka bir şey değildir. O gün his ve zihin dünyamıza yerleşen her şey, zamanla benliğimizde yeşererek bizden birer parça hâline gelir, bizimle beraber yaşar; bize imalarda bulunur, nasihatler eder, yol gösterir, sinyal verir ve mesajlar sunar. Eğer bu ilk nüveler iyinin, güzelin ve doğrunun nüveleri ise, sıyanet melekleri gibi bir lâhza peşimizi bırakmadan bizleri takip eder ve bizlere kurtuluş yollarını gösterirler.

Çocukluk dönemimize ait o hakikat ve rüya karışımı dünyalar, bugünkü hayatımız için âdeta bir kanaviçe gibidir. İs­tikbaldeki bütün icatlarımız, keşiflerimiz, tespitlerimiz bu kanaviçeye göre şekillenir ve ortaya çıkar. Ne var ki, imkân ve şartların müsaadesizliğinden gelişme fırsatını bulamayan meyveler gibi, bizim, o ilk basit ve sathî bilgilerimiz de yeşerip olgunlaşma imkânını elde edemeyince kurur ve ölür.

Bizler, çocukluk dünyamızla o kadar içli dışlıyızdır ki, her zaman o günlerin, o günkü çevrenin çırakları olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten çocukluk, gençlik ve olgunluk o kadar iç içedir ki, birinin nerede bittiğini, öbürünün, nerede başladığını kestirmek âdeta imkânsızdır.

Bizler, çocuklukta şuuraltı olan şeylerin farkına varamayız. Daha sonra şuuraltına yerleşen bu şeylerin birdenbire hissiyatlarımızla kaynaşıp bütünleştiğini ve benliğimizin bir parçası hâline geldiğini görür ve duyarız. Sanki çocukluk ve gençliğimizde, kaderimizin rüyalarını görüyor, olgunluk döneminde de onları temsil ediyor gibiyiz.

Hep sathîliklere takılıp kalan aklımız, günübirlikçilik içinde günlük hâdiselerle gülüp eğlenirken, insanî duygularımız, aklın alâka göstermediği hatta lâkayt kaldığı gizli hakikatlerle tanışır, onlarla kucaklaşır, onlarla zaman üstü münasebetleri kavrar ve onların aydınlık ikliminde ölümsüzlüğe erer.

Bu itibarla denebilir ki, hayatı hecelemeye başladığımız ilk günlere ait, göz, kulak ve hislerimize çarpıp geçen hemen her güzel şey, hiç zayi olmadan şuuraltı ve zihinlerimize yerleşir; sonra da alıp işleyecek, işleyip geliştirecek usta ve mahir eller beklemeye başlar…

Çocuk o dönemlerde, benliğinde iz bırakan bu mânâların, zamanla derinleşip başka buudlara ulaşacağını sezemese de, mevsimi gelince o küçük tahayyüller bir bir ortaya çıkacak ve onun beklenen şahsiyetini mutlaka belirleyecektir.

Ancak çocukluk ve gençlik mevsiminde duyulan ve sonra ruhlarda hatıralaşan her renk, her ses ve her söz karantina ve korunmaya alınmazsa silinip gider ve yerlerini de başka şeylere bırakırlar. Çocuğun çocukluk döneminde şuursuz gözlerle süzdüğü, alâkasız bakışlarla seyrettiği ve her biri birer hakikatin nüvesini teşkil eden ne kadar iyilik, güzellik varsa, silik yazıların üzerinde kalemin yeniden gezdirilmesi gibi, ele alınıp işlenmezlerse, ilk tenbihle kapalı kalır ve ümit edilen meyveleri de veremez…

Evet, şayet bu ilk duygu ve düşünceler, mekteple beslenmez, delikanlılık muhitinde takviye görmez, olgunluk döneminde de aklın ve basiretin himayesine alınmazlarsa, neşv ü nemâ bulmadan ölür giderler.

Mektebin ilk vazifesi, çocuğun duygu ve düşünce dünyasına serpilen bu iyi tohumların korunmaya alınıp geliştirilmesi, fena tohumların da ayıklanıp temizlenmesi olmalıdır. Olmalıdır ki; yıllarca çocuğun şuuraltında çimlenen iyilik ve güzellik nüveleri çürüyüp bozulmasın, fenalık ve kötülük tohumları da boy atıp gelişmesin..! Olmalıdır ki; o, içinde tüllenen hatıralar hâlindeki duyguların temsilcisi ve mimarı olabilsin; kendi idraki ölçüsünde hafızasında yaşayan renkleri ve şekilleri canlandırma fırsatını bularak, vaktiyle aynı seviyede zevk edemediği hatta alâkasız ve isteksiz bakışlarla süzdüğü, o döneme ait duygu ve düşüncelerin izlerini ve gölgelerini, tıpkı çiçeklere konup kalkan arıların onlardan bal özü aldıkları gibi, birer birer toparlayıp kendi hayat peteğini örebilsin…

Denebilir ki, bu vadide çocuğun ilk intibaları, ilk müşâ­hede ve ilk ihsasları ne kadar mükemmel olursa olsun, onun ruhunun fakültelerini bütünüyle işleyip geliştirecek, şahsiyetli maarif ve onun ışık ordusu muallimlerdir. Bu mânâ mimarları sayesindedir ki, çocuk yeniden kendini bulur, düşünce tarzını ayarlar, soyunun kültürüyle bütünleşir ve yüksek ideâllere yelken açar…

Mektep, her çeşit ilim mevzuunda olduğu gibi, dinî hayat, memleket-millet meseleleri ve dünya hâdiseleri karşısında da onları zapturapt altına alacak, metotlu düşünüp, metotlu çalışmaya alıştıracak ve yuvanın, onların ruhunda çimlendirdiği iyi ve güzel şeyleri tımar edip geliştirecek biricik müessesedir. Metotlu düşünce, metotlu çalışma ilim ve hikmet açısından önemli esaslardır. Aklın ilhama açık hâle getirilip dosdoğru kullanılması demek olan hikmet, din, ahlâk ve sanatın da en ehemmiyetli desteği ve en mübarek kaynağıdır.

Bu çerçeve ile idealize edilen mektebin gayesi, müdâ­vimlerine üstün vasıflar kazandırarak, onları, ruh ve madde planında bütün milletlerin üstüne çıkarmak ve bir zamanlar olduğu gibi onlara medeniyetler üstü medeniyet inşâ etme yollarını göstermek… Bu gayeye ulaşmak için de, teker teker bütün müdavimleriyle uğraşmak, onlara mukaddesat ve millî değerleri bizzat temsil ederek gösterip aşılamak; her yanı türlü türlü yabancı düşünce ve asimilelerle boz bulanık hâle gelmiş ülkemizde, gerçek millî ahlâkın, faziletli insan şahsiyetinin doğup gelişmesini hazırlayıp ortaya koymak olmalıdır.

Yoksa bir kısım namüsait muhitlerde dejenerasyona maruz kalmış nesiller zayi olup gidecekleri gibi, yuvanın, bir ölçüde donatıp ihya ettiği gençleri muhafaza etmemiz de mümkün olmayacaktır.

-+=
Scroll to Top