Namaz, İslâm’ın beş temel esasından biridir. O, dinin direği, duaların özü ve esası, insanı Allah’a yaklaştırmada hem bir vesile hem de yakınlaşmanın ta kendisidir. Bundan dolayı namaz, mü’min için büyük önem arz eder; o, dünyevî meşgaleler arasında geçiştirilecek bir iş değildir. Bırakın başka bir iş yüzünden onun ihmale uğraması ya da aceleye getirilmesini, gerektiğinde her şey ona feda edilmelidir. Evet, namaz, insanın, hayatında yapacağı şeylerin en güzelidir ve en güzeli olmalıdır. Hayatın en tatlı hatıraları namazla ilgili bulunmalıdır. Zira miraca namazla çıkılır; Allah’a namazla ulaşılır ve enbiyanın huzuruna da namazla varılır. Ayrıca ferdin, –şuurunun derinliğine göre– günde beş defa Allah’a arz-ı ubûdiyette bulunması onu yücelttikçe yüceltir.
Namazın muhtevası, insanların engince düşünmelerine vesile olacak kadar geniştir. İnsan namaz kılarken kendisini bazen derinlemesine aşk u şevk içinde Allah’ın huzurunda bulur, bazen Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında saf tutan cemaatten bir fert olduğunu hisseder, bazen doğrudan doğruya meleklerin safları arasında kendisini görür, bazen de bir hamlede Arş’ın örtüsüne alnını koyuyor gibi olur. İnsanın buna muvaffak olabilmesinin ilk şartı; namazı tıpkı bir miraç veya miracın gölgesi gibi bilmesidir.
Mü’min için her namaz bir miraç vesilesidir. Dolayısıyla bu hususta mü’mine düşen şey, her namazda, farklı buudlarda bile olsa, miracını tamamlamasıdır. Namazda gönlün her teli, bamteli olmalı ve tıpkı bamteli gibi ses vermelidir. Öyle namaz kılmalıdır ki herkesin namazı bir diğerine misal olsun ve secde, doyulmaz bir neşveye; dualar, insana bıkkınlık vermeyen bir gıdaya; rükû ayrı bir edaya dönüşsün ve kıraat de dâne dâne canlı kelimeler armonisi hâlini alsın. Nitekim الَّذِي يَرَاكَ حِينَ تَقُومُ وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِدِينَ “Allah, Senin, geceye (namaza) kalkıp, secde edenler arasında dolaşmanı / secdede nasıl kıvrım kıvrım kıvrandığını görüyor-biliyor.”1 âyeti, bize Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) namazını tasvir etmenin dışında, nasıl namaz kılmamız gerektiğini de öğretmektedir.
Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) nasıl namaz kılıyor idiyse bizim de öyle kılmamız gerekir. Elbette ki bir nebinin kıldığı namazı şekil ve mânâ itibarıyla yakalamamız, O’nun duyduklarını duymamız mümkün değildir. Fakat bu, o yolda olmaya da mâni değildir. Allah Resûlü, bir hadis-i şeriflerinde “ihsan” kavramını anlatırken, “Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmek” ifadesini kullanır ve “Sen O’nu görmesen de O seni görüyor ya!” buyurur.2 Namaz, işte böylesine engin bir şuurla eda edildiği takdirde zannediyorum kendisinden beklenen semereyi verecektir.
Yine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِذَا قُمْتَ فِي صَلَاتِكَ فَصَلِّ صَلَاةَ مُوَدِّعٍ “Namazını veda namazı olarak kıl.” buyurmuştur.3 Veda namazı, insanın, namazını, ömrünün son namazıymış gibi kılması demektir. Bir insana, “Bir vakit namaz kılacak kadar ömrün kaldı!” denildiğinde, nasıl ki o insan bu namazı son namazı olduğu şuuruyla özene-bezene ve kâmil mânâda eda ederse, işte bütün namazların da bu şekilde eda edilmesi gerekir.
Namazın kâmil mânâda edasını, fıkıh kitaplarındaki “kâmilen ve nâkısen eda” değerlendirmelerine has kılmamak gerekir. Bunun mânâsı çok daha genel düşünülmeli ve o, maddî-mânevî namazın bütün yönlerini içine alacak bir husus olarak görülmelidir. Evet, namaz kâmil mânâda kılınırsa –pek çok hadiste de işaret buyrulduğu gibi– günahları siler, temizler. Çünkü namazda, tevbenin şuur hâline gelmesi söz konusudur. Tevbe, namazın bütün rükünlerine öyle sinmiştir ki onu namazdan ayrı mütalâa etmek âdeta imkânsızdır. Her namaz elbette tevbe demek değildir. Fakat insanın namazla bütünleşmesi ve bu bütünlük içinde Rabbinin huzuruna çıkması, onda tevbe adına bir şuur mayalar. Yeter ki namaz, istenen ölçüler içinde eda edilmiş olsun.
Bir de Cenâb-ı Hak, namaz için, إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ “Şüphesiz ki namaz, insanı fuhşiyattan ve münkerattan alıkor.”4 buyuruyor. Namazın kul üzerinde böyle bir tesir icra edebilmesi için, öncelikle onun istenen seviyede yerine getirilmesi lazımdır. Kul, günahının ızdırabını yirmi dört saat gönlünde duymalıdır ki bu, o günahların affına bir davetiye olsun. Daha açık bir ifadeyle başta tadil-i erkâna riayet etmeli, uzunca Kur’ân okumalı, kıyamda, rükûda ve secdede uzunca durmalı ve her bir rükünde ayrı buudlar yakalamaya çalışmalıdır.
Diğer taraftan bu rükünlerdeki her bir inhiraf, –Efendimiz’in ifadesiyle– insanı sîreten (iç görünüşü itibarıyla) hayvaniyete götürür. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), imamdan önce hareket eden için, “Sizden biri, rükû ve secdede başını imamdan önce kaldırdığı zaman Cenâb-ı Hakk’ın, onun başını merkep başına veya suretini merkep suretine çevire(rek dirilte)ceğinden korkmaz mı?”5; acelece yapılan secde için, “Başınızı yem gagalayan karga gibi koyup kaldırmayın!”6; teşehhütte yanlış oturma şekli için, “Otururken kendinizi köpekler gibi salmayın!”7 buyurmuştur. Demek ki namaz, insanın, insan-ı kâmil olmasını ifade etmektedir. Bundan dolayı insan, kıldığı namazlarını bir kere daha yorumlamalı; kıyam, rükû ve secdeyi derinlemesine bütün benliğinde duymaya çalışmalıdır.
Huşû ve hudûun yanında, namazın şart ve rükünlerine uygun olarak kılınması da çok önemlidir ve hiç kimse bunu basit göremez. Çünkü namazın, dış şekliyle iç muhtevası arasında sıkı bir münasebet vardır. Ne var ki bu mükellefiyeti sadece şekle irca etmek kat’iyen doğru değildir. Şeklin yanında namazın mutlaka mânâ ve muhtevasına da uygun olarak kılınması gerekir.
Hâsılı, namaz, ibadet adına çok önemli bir esastır. Hatta ihtiva ettiği mânâlar itibarıyla ona “ibadetlerin özü” de denilebilir. Bundan dolayı sahabe, namaz kılmayana münafık nazarıyla bakmış, ulema ise çok defa “amelî nifak” konusuna, namazın terk edilmesini misal vermiştir.
Evet, namaz deyip geçmemeli; namazdan geçen, korkarım ki bir gün dinden de geçer. Bir insan şayet namaz kılmıyorsa hayatının en büyük kayıp kuşağında yaşıyor demektir. O hâlde illa namaz, illa namaz!
1 Şuarâ sûresi, 26/218-219.
2 Buhârî, îmân 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, îmân 5, 7.
3 İbn Mâce, zühd 15; Ahmed İbn Hanbel, el–Müsned 5/412.
4 Ankebût sûresi, 29/45.
5 Buhârî, ezân 53; Müslim salât, 114, 115.
6 Ebû Dâvûd, salât 147; Nesâî, tatbîk 55.
7 Ahmed İbn Hanbel, el–Müsned, 2/311; et–Tayâlisî, el–Müsned s.338.