Hac öyle bir ibadettir ki, hakkıyla ifa edildiği zaman Allah’ın izni ve inayetiyle, insanı annesinden doğduğu günkü gibi günahsız tertemiz bir hâle getirir. Nice insan vardır ki dağ kadar günah yüküyle hacca gelmiş ancak kendisini kuşlar kadar hafif hissederek memleketine dönmüştür. Kusurlarına tevbe edip önceki hayatını tamamen değiştiren, günahlar fasit dairesinden kurtulup salih amel doğurgan döngüsüne girenlerin haddi hesabı yoktur. Bu açıdan hac, pek çok insan için bir dönüm noktasıdır. Ama onun bu fonksiyonunu eda edebilmesi hakkıyla değerlendirilmesine bağlıdır.

Bugün isteyen ve gücü yeten pek çok insan rahatlıkla hacca gidebilmektedir. Gerek ulaşım vasıtalarının gelişmesi, gerekse konaklama ve sair ihtiyaçların giderilmesi hususundaki gelişmeler haccı nispeten kolaylaştırmıştır. Ne var ki mesele, hacca gidip menâsiki şöyle veya böyle yerine getirmekle bitmemektedir. Gitmeden önce fikren ve ruhen hazırlanmadan, orada da vazifeleri bihakkın yerine getirmeden ondan istenen semereye ulaşmak mümkün değildir. Nitekim maddî, mânevî, ruhî, fikrî bir hazırlığı olmayan pek çok insanın haccı, turistik bir seyahat görünümü arz etmektedir. Mâneviyat adına fayda umulan bir yerden –Allah muhafaza– eli boş dönmek, insan için ne büyük bir hüsrandır.

Bu bölümde, haccı hakkıyla değerlendirebilme, ondan istenen semereleri elde edebilme adına neler yapılması gerektiğini ele almaya çalışacağız.

1. Gitmeden Önce Yapılacaklar

a. Tevbe ve İstiğfar

Hac yolcusunun yola çıkmadan evvel yapacağı öncelikli işlerden birisi, o güne kadarki hayatının muhasebesini yapmak, günahlarına tevbe ve istiğfar etmektir. Zira kişi, hacca, farz bir ibadeti yerine getirme niyetinin yanında bir de günahlarından kurtulup yeni, tertemiz bir hayata başlama ümidiyle gider.

Hakikat-i hâlde bir insanın, büyük küçük bütün günahlardan tamamen uzak kalması mümkün değil gibidir. Zira fıtratı itibarıyla o, melekler gibi günahtan masun (korunmuş) tutulmamıştır. Bu açıdan her zaman hata işlemekle yüz yüzedir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Herkes hata işler. Hata işleyenlerin en hayırlıları ise tevbe edenlerdir.”53 mübarek beyanı da bu hususu ifade eder. Özellikle günümüz dünyası, çarşı-pazarıyla âdeta bir günah deryası hâline gelmiştir. Bugün şeytan ve onun avanesi her yerde kol gezmekte, her köşe başında ağına düşecek kurbanlarını beklemektedir. Bu şartlar altında yaşayan her mü’min, Bediüzzaman’ın ifade ettiği şekliyle, “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır.”54 ikazını hatırından hiç çıkarmadan hareket etmek zorundadır. Zira zamanla, hadis-i şerifte beyan buyrulan, “Kul bir günah işlediği vakit, kalbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer tevbe edip vazgeçer, af dilerse kalbi yine parlar. Ama tekrar günaha dönerse o leke büyür, nihayet bütün kalbini ele geçirir.”55 hakikati –Allah muhafaza– zuhur edebilir. Neticesi de âyette, “Allah onların kalblerini mühürlemiştir.”56 ifadesiyle anlatılır –Allah cümlemizi muhafaza buyursun–. Kalbi mühürlenen, hakikate kapatılan kimseler ise –yine Kur’ân’ın ifadeleri içerisinde–duymazlar, bilmezler, anlamazlar.. günahlara dalar, yollarını kaybeder, gaflet içerisinde heva-yı nefislerine tâbi olurlar.. en kötüsü de imana karşı kapanırlar. İşte her bir günahın içinden küfre giden bir yol olmasının mânâsı budur.

Evet, günaha girmemeye azmetmek asıl olsa da insanın tüm günahlardan bütün bütün uzak kalması çok zor olduğu için, önemli olan, sürçüp düştükten sonra tekrar ayağa kalkmak ve eskisinden daha temkinli olarak yoluna devam edebilmektir. İşte onu meleklerden daha yüksek seviyeye ulaştıracak şey de budur.

Cenâb-ı Hak, yüce kelamında, tevbe edenlere şöyle iltifat eder: إِنَّ اللهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ Şüphesiz Allah, çokça tevbe edip günah kirlerinden arınanları sever.”57 Demek, Allah’ın sevgisine mazhar olabilmek için ortaya konması gereken en önemli aksiyonlardan biri, maddî-mânevî kirlerden arınmanın vesilesi olan tevbedir. Âyette geçen ve “çokça ve derince tevbe edenler” şeklinde dilimize aktarabileceğimiz “tevvâbîn” lafzı, kullanıldığı kip itibarıyla “mübalağa” ifade eder. Yani onlar, tevbe mevzuunda çok ciddi bir azim ve cehd ortaya koyar, hata ve günahlarının pişmanlığını bütün benliklerinde duyar, onu kalb heyecanları ve gözyaşlarıyla soluklar, Allah’tan af ve mağfiret talep eder ve bunu bir kez değil, her hataya düştüklerinde, işledikleri günahları her hatırlayışlarında yapar; yapar ve tevbe kurnalarına koşarak tertemiz hâle gelirler, demektir.

Hâsılı, hacca niyetlenen bir kimse evvela günahıyla-sevabıyla geçmiş hayatının bir hesabını yapmalı, işlediği hata ve günahlara karşı içinde pişmanlık hissetmeye çalışmalıdır. Henüz yola çıkmadan böyle bir pişmanlığı vicdanında hisseden ve samimi bir kalble tevbeye yönelen biri için hac, çok büyük hayırlara vesile olacak; yeni, tertemiz, günahsız, Allah’a itaatle geçecek yeni bir hayatın başlangıcı sayılacaktır. Bu ruhî ameliyeyi gerçekleştirmeksizin çıkılan bir hac yolculuğunun, zahiren bazı fiillerin yerine getirilmesinin ötesinde bir anlam ifade etmesi zordur.

Herkes kendi derecesine göre günahlarından pişmanlık duyar ve tevbede bulunur. Yeri gelmişken ulemanın, tevbenin tevbe olması için saydıkları şartları zikrederek bu bahsi bitirelim:

Birincisi: İrtikap edilen günah, ruhta bir ızdırap şeklinde duyulmalı, vicdanda o günaha karşı bir nefret, tiksinti ve ürperti hissetmelidir. Bir insan, işlediği günahlar karşısında hasta olmuyor ve ızdırap çekmiyorsa, alışılagelmiş sözlerle tevbe etse dahi, onun yaptığı tevbe değildir, sadece bir merasim ve yararsız birkaç söz söylemekten ibaret bir şeydir. Tevbe, vicdanın duyduğu nedamet ve bu nedametle insanın iki büklüm olmasıdır. Dil ile söylemek ise ancak, içte kaynayıp duran bu nedamet ve hacalete kavlen iştirak ve bir tercümanlık mânâsına olduğunda bir kıymeti haizdir.

İkincisi: Bir daha aynı günaha dönmemek üzere ciddi ve kesin bir kararlılık içinde olunmalıdır.

Üçüncüsü: İşlenen günah kul hakkıyla alâkalı ise evvela o hak, sahibine verilmeli ve ondan helallik dilenmelidir.

Dördüncüsü: İşlenen kusur Allah hakkına ait ise fevt edilen şeyler tamamlanmaya çalışılmalıdır. Kılınmayan namazlar, tutulmayan oruçlar, verilmeyen zekâtlar… hâsılı ihmal edilen her ne varsa hâlis bir niyetle elden geldiğince kazası yapılmalı ve telafi yollarına bakılmalıdır.

b. Üzerindeki Haklardan Kurtulma

Hac yapmayı düşünen bir insan, üzerindeki Allah hakları için tevbe ve istiğfarda bulunduğu gibi, kul haklarından da kurtulmalı; bunun için, borcu varsa ödemeli, eskilerin tabiriyle “redd-i mezâlim” yapmalı yani zulmen birinin hakkına tecavüz ettiyse, birine haksızlık yaptıysa telafi etmeli ve o kişiden helallik istemelidir. Dolayısıyla, temizlenmek için geleceği hacca temizlenerek hazırlanmalı, temizlik ameliyesini daha gelmeden başlatmalıdır.

Zulüm; başka birinin hakkını gasp etmek, birinin hakkına ulaşmasına mani olmak, kişiyle hakkı arasına girmektir ve Kur’ân’da şiddetle yasaklanmıştır. Cenâb-ı Hak, “Zulmedenlere küçük bir temayülle dahi olsa eğilim göstermeyin. Yoksa size ateş dokunur.”58 buyurmak suretiyle, zalim olmak, zulmetmek bir yana, zalimlere temayül dahi göstermeyi yasaklayarak zulmün önünü daha baştan keser. Zira işlenen zulümlere ve onların sahiplerine az dahi olsa meyleden biri hiç farkına varmaksızın zalimlerin sürüklendiği levsiyatın içine düşebilir.

Bu noktada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir husus; zulmün sadece apaçık haksızlık ve taşkınlıklar olarak anlaşılmaması gerektiğidir. Bilinmelidir ki, herhangi bir mevkide bulunan bir idarecinin kendi yakınlarını, taraftarlarını, kendisi gibi düşünen insanları kayırıp kollaması zulüm olduğu gibi, arpa kadar dahi olsa milletin malını, başkasının hakkını yeme de bir zulümdür. İşte âyet-i kerimede, hangi seviyede olursa olsun zalime meyletme, ateşin insana dokunması için yeterli bir sebep olarak gösterilmektedir.

Evet, İslâm insan haklarına büyük önem vermiş ve onu muhafaza altına almıştır. Her Müslümanın, hangi din ve milletten olursa olsun başkalarının haklarına saygılı davranması ve bir başkasının hakkını üzerine geçirmemeye dikkat etmesi gerekir. Zira herkesin hesap endişesiyle titrediği kıyamet gününde hiçbir suale tâbi tutulmadan Cennet’e girecek olan şehidin bile hesap vereceği tek husus “kul hakkı”dır. Kıyamet ve mahşerin bir provası mahiyetinde olan hacca da insan bütün kul haklarını sırtından atmış olarak gelmelidir.

Üzerinde kul hakkı bulunan biri, hakkın sahibini bulup helallik dilemek mecburiyetindedir. Bu hak, gıybet, iftira, yalan isnadı gibi mânevî boyutlu haklar ise ancak hak sahibiyle açık-seçik konuşularak helal ettirilebilir. Eğer hakkın borç-alacak gibi maddî yönü varsa bunları da hemen ödeme cihetine gidilmelidir.

Devr-i risalet-penahide bir gün mescide bir cenaze getirilir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Borcu var mıydı?” diye sorar. “Evet” cevabını alınca da, “Buyrun, kardeşinizin namazını siz kılın.” diyerek bir tavır sergiler.59 Oysaki, Efendimiz’in, başka günahlara düşmüş kimselerin namazını kıldığını biliyoruz. Bundan, borçlu olarak öteye gitmenin ağırlığını anlamak mümkündür. Neyse ki bir sahabi, vefat eden zatın borcunu tekeffül eder ve Allah Resûlü de namazını kıldırır.

İşte hac öncesi insanın bütün davranışlarını, diğer insanlarla hatta sair mahlukatla olan münasebetlerini gözden geçirmesi, hakka girme mânâsına zulmün en küçüğüne dahi bulaşmışsa ondan kurtulmanın yollarını araması, temizlenmiş şekilde Rabb’in huzuruna gelmesi çok önemlidir.

c. Bol Bol Sadaka Verme

Hacca niyetlenen bir kimsenin yola çıkmadan önce yapacağı amellerden birisi de bol bol sadaka vermektir. Hakikat-i hâlde bir mü’min, sadece hac ile ilgili değil, hayatının her safhasında sadaka vermeyi, insanlara karşılıksız iyilik yapmayı bir ahlâk haline getirmelidir. Zira Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), “İnsanın her bir eklemi için her gün bir sadaka gerekir.”60 buyurmuştur. Yola çıkmadan önce her hak sahibine hakkını vermeye azmetmiş olan hacı namzedi, elden geldiğince hak sahipleriyle birebir görüşür, onlardan helallik diler. Haklarını tastamam ödeyebilmek için elinden gelen gayreti sarf eder. Ancak öyle durumlar olur ki ya hak sahibine ulaşamaz veya zayi ettiği hakkın belli bir sahibi yoktur. İşte bu durumda sevabının hak sahibine gitmesi niyetiyle bol bol sadaka vermeye çalışır.

Bir diğer yandan, sadaka vermekle ihtiyaç sahiplerinin gönüllerini kazanmış ve onların hayır dualarını da yolculuğunda yanına azık olarak almış olacaktır. Kim bilir alacağı bu dualar onu ne gibi bela ve musibetlerden –Allah’ın izniyle– muhafaza edecektir. Hacca giderken arkasında, kendisini daima hayırla yad edecek, tekrar memleketine dönene kadar ona duada bulunacak insanlar kazanmış olacaktır. Bu şekilde gönül kazanma, Allah katında çok önemli bir husustur. Zira cenazede bile Cenâb-ı Hak, cenazeye iştirak edenlerin şehadetlerine bir değer atfediyor, insanların ölen kişiye bakışlarına bir kıymet biçiyorsa, hac gibi ulvi bir yolculuğa çıkanlar hakkında dile getirilen iyi düşünceleri, yapılan hayır duaları da zayi etmeyecektir.

d. Hacca Helal Para ile Gitme

Hac yolcusu, özellikle hac için ayırdığı paranın helal olmasına dikkat etmelidir. Haddizatında mü’minlerin her zaman helal-haram hassasiyetine sahip olmaları gerekir. Zira haramdan beslenen bir vücutla, haram vesilelerle elde edilmiş imkânlarla ve üzerinde haram yoldan kazanılmış elbiseler olduğu hâlde Rabbin merhametine nail olmak kolay olmayacaktır.

Hazreti Rezzâk-ı Kerîm, Allah’ın size rızık olarak verdiği şeylerden helal ve temiz olmak suretiyle yiyin!”61 mealindeki âyet-i kerimeyle nimetlerden istifadenin çerçevesini ortaya koymuş, helal ve temiz rızkın peşine düşülmesi gerektiğini beyan buyurmuştur. Bu itibarla insan, Cenâb-ı Allah’ın nimetlerinden, helal kıldığı şeylerden afiyetle yiyip içebilir. Fakat bu, hangi yolla elde edildiğine bakmaksızın her eline geçeni kullanabileceği mânâsına gelmez. İstifade edeceği nimetlerin dinî bakımdan yasaklanmış veya şüpheli şeyler olmamasına yani bizatihi helal olmasına dikkat etmesi gerektiği gibi, onların meşru yoldan elde edilmişliğine, kendisinin onlardan istifade etme salahiyetinin olmasına, onlarda bir başkasının hakkının bulunmamasına da dikkat etmelidir. Helalinden kazanmalı ve maddî-mânevî tertemiz olan nimetlerden meşru dairede kalmak suretiyle faydalanmalıdır.

Günümüzde olduğu gibi, helalinden kazanmanın çok zorlaştığı, birçok şeyin haram kanalların içinden geçerek, haramın levsiyatıyla bulaşık olarak geldiği dönemler olabilir. Hâlbuki haram-helal mevzuu dinimizde çok önemlidir. Fukaha-i kiram, Müslümanlığın helal ve haramdan ibaret olduğunu söylemişlerdir. Bir insan namazını kılıp orucunu tutsa da eğer helalinden kazanma hususuna dikkat etmiyorsa ona kâmil bir Müslüman denemez.

Evet, kâmil bir Müslüman, rızkının nereden ve nasıl geldiğine çok dikkat etmeli, onun içine bir arpa kadar dahi haramın girmesine asla meydan vermemelidir. Şayet helalinden kazanmanın zor olduğu böyle bir zamanda dikkat kesilir, edip eylediği her şeyin helal olmasına azami derecede hassasiyet gösterirse, Cenâb-ı Hak da onun bu dert, gayret ve ızdırabını karşılıksız bırakmaz; namaz, oruç ve hac gibi mükâfatlandırır.

Meseleye ister Allah hakkı isterse kul hakkı açısından bakalım, meşru olmayan her türlü kazanç ancak zarar ve perişaniyet getirir. Sahih-i Müslim’deki bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:

أَيُّهَا النَّاسُ، إِنَّ اللهَ طَيِّبٌ لَا يَقْبَلُ إِلَّا طَيِّبًا، وَإِنَّ اللهَ أَمَرَ الْمُؤْمِنِينَ بِمَا أَمَرَ بِهِ الْمُرْسَلِينَ، فَقَالَ: {يَا أَيُّهَا الرُّسُلُ كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحًا إِنِّي بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ} وَقَالَ: {يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ} ثُمَّ ذَكَرَ الرَّجُلَ يُطِيلُ السَّفَرَ أَشْعَثَ أَغْبَرَ، يَمُدُّ يَدَيْهِ إِلَى السَّمَاءِ، يَا رَبِّ، يَا رَبِّ، وَمَطْعَمُهُ حَرَامٌ، وَمَشْرَبُهُ حَرَامٌ، وَمَلْبَسُهُ حَرَامٌ، وَغُذِيَ بِالْحَرَامِ، فَأَنَّى يُسْتَجَابُ لِذَلِكَ؟

Ey insanlar! Allah her türlü kötülükten münezzehtir; kullarının da nezih olmasını ister, onların kendisine sunduğu şeylerden de ancak güzel, temiz ve helal olanlarını kabul eder. Allah, mü’minlere de peygamberlere buyurduğu gibi buyurmuştur: ‘Ey resûller! Helal ve temiz olan şeylerden yiyin için ve salih ameller işleyin! Yaptığınız her şeyi bilirim.’62 ve ‘Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin helal ve temiz olanlarından yiyin için!’63 Bir adam düşünün, (mesela hac için) upuzun yoldan gelmiş, saçı başı dağınık, toz toprak içinde.. ellerini semaya kaldırır, ‘Yâ Rab, yâ Rab!’ diye dua eder.. fakat yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, bedeni hep haramla beslenmiş… bunun duası nasıl kabul olur?”64

Bir başka hadis ise şu şekildedir:

إِذَا خَرَجَ الرَّجُلُ حَاجًّا بِنَفَقَةٍ طَيِّبَةٍ، وَوَضَعَ رِجْلَهُ فِي الْغَرْزِ، فَنَادَى: لَبَّيْكَ اللَّهُمَّ لَبَّيْكَ، نَادَاهُ مُنَادٍ مِنَ السَّمَاءِ: لَبَّيْكَ وَسَعْدَيْكَ، زَادُكَ حَلَالٌ، وَرَاحِلَتُكَ حَلَالٌ، وَحَجُّكُ مَبْرُورٌ غَيْرُ مَأْزُورٍ، وَإِذَا خَرَجَ بِالنَّفَقَةِ الْخَبِيثَةِ، فَوَضَعَ رِجْلَهُ فِي الْغَرْزِ، فَنَادَى: لَبَّيْكَ، نَادَاهُ مُنَادٍ مِنَ السَّمَاءِ: لَا لَبَّيْكَ وَلَا سَعْدَيْكَ، زَادُكَ حَرَامٌ وَنَفَقَتُكَ حَرَامٌ، وَحَجُّكَ غَيْرُ مَبْرُورٍ

Bir insan helal parayla hacca çıkarsa, atının üzengisine ayağını koyup ‘Lebbeyk, Allahümme lebbeyk (Buyur Allahım buyur, emrine amadeyim!)’ dediğinde, gökten bir münadi seslenir: ‘Sana da lebbeyk ve sa’deyk (Sen de dile ne dilersen, makbuldür, Allah seni mesut bahtiyar etsin); azığın helal, bineğin helal; dolayısıyla haccın da makbuldür.’ Öte yandan bir kimse haram bir parayla hacca çıkarsa, atının üzengisine ayağını koyup ‘Lebbeyk, Allahümme lebbeyk (Buyur Allahım buyur, emrine amadeyim!)’ dediğinde, gökten bir münadi ona da şöyle seslenir: “Ne lebbeyk ne de sa’deyk (Ne sesin duyulur ne de sana cevap verilir)”; azığın haram, paran haram; dolayısıyla haccın da merduttur (makbul değildir).”65

Allah muhafaza böyle biri Kâbe karşısında Lebbeyk, Allahümme lebbeyk! nidalarıyla etrafı inletse, Arafat meydanını gözyaşlarına boğsa ama üzerindeki ihramda haram bir kazancın tozu varsa ona verilecek cevap, “Sana bugün lebbeyk de yok sa’deyk de!” olacaktır ki ne acıdır! Kazanma kuşağında kaybetme diye işte buna denir.

Hak dostlarından biri şöyle der: “Bazen haram bir lokma ile kalb öyle bir değişir ve başkalaşır ki, bir daha eski hâlini alamaz. Günahlar kalbi katılaştırır ve özellikle gece kıyamına mani olur. Teheccüd namazıyla ve gece ibadetiyle karanlıkları aydınlatmanın önündeki en büyük engel haram lokmadır. Helal lokma da, başka hiçbir şeyin yapamayacağı şekilde kalbe müspet tesir eder ve onu cilalandırır; kalbi iyiliğe ve ibadete sevk eder. Kalblerini murâkabe halinde bulunduranlar, helal ve haram rızkın tesirlerini –İslâm’ın şehadetinin yanı sıra– kendi tecrübeleriyle de bilirler.”

Demek ki mü’min, elbisesinin ipliğinin bile haram veya şüpheli olmamasına dikkat etmeli, bilmeyerek olanından da Allah’a (celle celâluhu) sığınmalı ve harama düşme endişesiyle gönlü her zaman tir tir titremelidir. Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) “Haramdan sakının! Midesine haram lokma giren bir insanın duası kırk gün kabul olmaz.”66 buyurmuştur.

Bir gün Sa’d İbn Ebî Vakkas hazretleri, “Ya Resûlallah, dua buyur da Allah Teâlâ benim her duamı kabul etsin!” istirhamında bulununca, İnsanlığın İftihar Tablosu, “Dualarınızın kabul olmasını istiyorsanız, helal lokma ile besleniniz! Çok kimse vardır ki haram yer, haram giyinir; sonra da ellerini kaldırıp dua eder. Böyle birinin duası nasıl kabul olur ki?”67 demiştir.

Hâsılı, hacca gitmeye niyet eden bir kimse, kazancına haram karıştırmama hususunda son derece hassas olmalıdır. Hem haccının makbul olup günahlarının bağışlanması hem de orada yapacağı duaların kabulü açısından bu son derece önemlidir.

e. Me’sûr Dualarla Yola Çıkma

Hac bir yönüyle namaza benzer. Namazda bedenen yapılması gereken hareketlerin yanında okunması gereken âyet, dua ve zikirler vardır. Hacca gitmeye niyet eden kimseler de yola çıktıkları andan itibaren ağızlarından duayı eksik etmezler. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi sellem) haccını anlatanlar O’nun, Medine’nin hemen çıkışında Zülhuleyfe’de iki rekâtlık ihram namazı kıldığını ve burada telbiye getirmeye başladığını zikrederler. Ardından yol boyunca ara ara insanların işitebileceği şekilde telbiye getirmeye devam etmiştir.

“Duanız olmasa Rabbim sizi ne yapsın (ne ehemmiyetiniz var!)”68 âyetinin ifade ettiği hakikate göre, insanın çok önemli bir yanı, onun dua ile Allah’a teveccühüdür. Çünkü dua, ibadetin, ubûdiyetin özü mesabesindedir. Bazı ibadetlerin içine riya ve süm’a girme ihtimali vardır. Hâlbuki dua, bir nispette riyaya ve süm’aya da kapalıdır. Zira o, gönlün Rabbine teveccühü, içten içe niyazı, tazarruudur. İnsan dua sayesinde, hiç kimsenin olmadığı bir mekânda bütün gönlüyle Rabbine teveccüh eder, ellerini açar, gözyaşları ile yana yakıla yalvarır durur.

Duanın belli bir mekânı da yoktur. O, Allah’a yönelen her kulun gönlünden Rabbülâlemîn’e yükselen bir dilekçedir.

Duada sebeplere de müracaat edilmez. O, esbabın bi’l-külliye sukût ettiği noktada insanın tutunduğu daldır.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Dua, ibadetin özüdür.”69 buyuruyor. Evet, hakikatinde tüm ibadetlerin aslı, esas unsuru duadır; Rabb’e iç dökme, yalvarıp yakarmadır, dünya-ahiret ihtiyaçlarımızı O’na arz ve O’ndan istemedir.

Bir mü’min, ellerini kaldırıp Allah’a teveccüh ettiği zaman artık onunla Allah arasında herhangi bir engel yoktur. Esbap, Allah ile kul arasına giremez. Sebepler, Cenâb-ı Hakk’ın izzet ve azametine bir perdedir. Dua eden kişi, bütün bu perdeleri aşarak doğrudan doğruya Hazreti Azîz ü Kerîm’in kapısının tokmağına dokunur, isteyeceğini yalnız O’ndan ister ve böylece hâlis tevhid ufkuna yelken açmış olur.

Dua eden kimsenin huzur-u ilâhîde bulunuyor olma şuuruyla ellerini kaldırması, ağzından çıkan kelimeleri şuurluca telaffuz etmesi ve diliyle kalbinin aynı şeyleri söylemesi çok önemlidir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, “Allah, ne dediğini bilmeyen, söylediğinden habersiz bir kalbin duasını kabul etmez.”70 buyurmak suretiyle, gaflet hâlinde ve şuursuzca yapılan duaların Hak katında makbul olmadığı uyarısında bulunmuştur. İhsan şuuruyla, huzur, hudû ve huşû içinde dua etmek çok önemlidir. Öyle ki insan, derin bir konsantrasyonla Allah’a (celle celâluhu) yönelmeli ve dua ederken kendisinden geçmelidir. Söylediklerini içten söyleyemiyor, duanın heyecanını dolu dolu gönlünde duyamıyorsa ortada bir iman, yakîn ve mârifet problemi var demektir.

Evet, dua çok önemlidir. Özellikle “me’sur dualar” dediğimiz, Kur’ân’da varid olan, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sair büyüklerden nakledilen dualarla Allah’a teveccüh etmenin ayrı bir ehemmiyeti vardır. Elbette ki insan sadece bunlarla sınırlı kalmamalı, içini her zaman Rabbine dökebilmeli ve bunu günlük yaşantısının bir parçası hâline getirmelidir. Ancak büyüklerin duaları, özellikle Kur’ân ve Sünnet’te geçen, çok büyük sırları içinde barındırmasının yanında, Rabbimizden neyi nasıl isteyeceğimiz noktasında bize rehberlik etmesi açısından da çok büyük bir öneme sahiptir.

İşte hac boyunca edeceğimiz Kur’ân’dan, Sünnet’ten dua ve zikirlere ilaveten, yola çıkmadan önce ve yol boyunca telbiye, tekbir, tehlil, tesbih getirmeyi, bol bol dua etmeyi ihmal etmemeli; özellikle me’sûr duaları dilden düşürmemelidir. Böylece mübarek topraklara giden yol, hacı adayının kalbî, ruhî ve mânevî olarak oralara hazırlanmasına yardımcı olacaktır.

f. Hac Hakkında Bilgi Sahibi Olma

Hacca niyet eden bir mü’min yola çıkmadan önce hac hakkında bilgi edinmelidir. Haccın menâsiki ilk başta insanlara karışık gelebilir. Bu sebeple, pek çok insanın ömründe sadece bir defa yapacağı bu ibadeti düzgün bir şekilde yerine getirebilmek için mutlaka önceden hazırlık yapılmalıdır.

Farzını, vacibini, sünnetini, mendubunu, adabını iyice öğrenmeden hacca başlayan pek çok Müslüman haccı yerine getirirken hatalar yapıyor. Hatta bu hataların bir kısmı, yapılan ibadeti sakatlayacak, belki iptal edecek derecede büyük olabiliyor. Bu sebeple, hacca gidecek insanların hacla ilgili olarak yeterli şekilde bilgi sahibi olmaları ve iyi bir eğitimden geçmeleri şarttır.

Hacla ilgili yazılmış kitaplar bu konuda bize yol gösterecektir. Haccın hem yapılışını hem de mânevî cephesini anlatan kitaplar, makaleler temin edip okuma, ibadetimizi hem âdâb u erkânına uygun hem de duya duya yapma adına önemli bir adım sayılır. Bunun yanında, hacca daha önceden gitmiş, oraları tanıyan, hac hakkında malumat sahibi insanlara danışmak da çok önemlidir. Zira nazarî bilgi her zaman yeterli olmayabilir. Daha önce hac vazifesini yapmış, bilgi, tecrübe ve kanaatlerine güvenebileceğimiz birilerinin hac mekânlarını anlatması, belki kendi düştüğü hatalardan örnekler vererek bizleri uyarması daha tesirli olacaktır.

Fakir, öteden beri iki mevzuda insanların eğitime tâbi tutulup diploma/sertifika almaları gerektiği hususunda ısrarcı oldum. Bunlardan biri hac, diğeri de nikâh mevzuu.

Evet, hacca gidecek veya evlenecek kişiler için “Bu kişi hacca gidebilir.” veya “Bu kişi evlenebilir.” şeklinde bir diploma/sertifika verilmeden hacca gitmeye veya evlenmeye müsaade edilmemesi gerektiği kanaatindeyim. Belki bu teklife, “Şekil ve usûl itibarıyla dinde böyle bir şey yoktur.” denilerek itiraz edilebilir. Fakat bilinmesi gerekir ki dinde cehalete de, cahil olarak hayatını sürdürmeye de cevaz yoktur.

2. Hac Esnasında Yapılacaklar

Günümüzde, geçmişe nispeten seyr ü seyahat imkânlarının arttığı, yolculukların kolaylaştığı, mukaddes topraklarda hac farizasının daha rahat eda edildiği bir gerçektir. Fakat daha da önemlisi, birkaç asırdan beri üzerine ölü toprağı saçılmış gibi uyuşuk bir halde bulunan İslâm dünyasının yeniden din ve diyanete uyanmaya başlamasıdır. Şu an hacca giden iki üç milyon insanın yanında, kendilerine böyle bir fırsat tanınmadığından dolayı gidemeyenlerin sayısı da az değildir. Hac kayıt merkezlerine müracaat ettiği hâlde kendilerine böyle bir imkân doğmadığından dolayı ağlayarak geriye dönen insanlara şahit olduğumuzda, bu bize, toplumdaki dinî duygu ve dinî düşünce adına umut ve sürur kaynağı olmaktadır.

Vâkıa, insanlarla alâkalı değişim ve dönüşümler bir anda çarçabuk gerçekleşmez. İnsana yapılan yatırımın geriye dönmesi seneler ister. Dolayısıyla bu bir süreçtir ve öyle inanıyoruz ki, Allah’ın izni ve inayetiyle, bu diriliş süreci daha geniş çapta artarak devam edecektir. Belki önümüzdeki yıllarda Arafat’ta on milyon insan aynı anda ellerini kaldırıp Allah’a yalvaracak; bunun neticesinde kim bilir arş-ı rahmet nasıl ihtizaza gelecek, Cenâb-ı Hak ne lütuflarda, ne ihsanlarda bulunacak ve böylece inanan gönüller bir kez daha kendi ayakları üzerine doğrulup iman, itmi’nan, huzur ve emniyet soluklayacaktır.

Ne var ki böyle bir tablonun oluşması ve bu temennilerimizin yerine gelmesi için haccın hakkının verilmesi gerekir. Mü’min, üzerinde sayılamayacak kadar lütufları bulunan Rabbinin emrine inkıyadın gereği olarak hac farizasını hüşyar bir gönülle, mânâsını derinden duyarak, kabul olacağına gönülden inanarak, her tür günahtan, yakışıksız söz ve tavırdan uzak durarak, dua dua Allah’a yalvararak yerine getirmelidir.

Bu saydığımız hususları biraz daha açmaya çalışalım:

a. Hüşyar Bir Gönülle ve İhlâsla Eda Etme

Haccı hüşyar, uyanık bir gönülle eda etmeye çalışmak gerekir. Bunun için insan, daha baştan gittiği yerin şuurunda olmalıdır. Evet, hac yolcusu, yola çıkarken, Sidretü’l-Müntehâ’nın izdüşümüne, bir yönüyle Cenâb-ı Hakk’ın teveccüh ettiği bir âleme yolculuk yaptığının, Müslümanların mihrabına doğru ilerlediğinin farkında olmalı ve sinesi bu duygularla dopdolu olarak oraya varmalıdır. Haccı; farz, vacip, sünnet, müstehap ve adabına riayet ederek eda etmeye çalışmalı ve bu esnada kalbi hep Allah’a müteveccih olmalıdır. Diğer bir ifadeyle, orada olduğu süre içerisinde hep Allah için başlamalı, Allah için işlemeli, Allah için oturmalı, Allah için kalkmalı.. Allah için ihrama girmeli, Allah için Kâbe’ye yürümeli, Allah için Kâbe karşısında el açmalı, Allah için Mültezem’e yüzünü koymalı, Allah için Hacerü’l-Esved’i istilam etmeli, Allah için Mina’ya çıkmalı, Allah için Arafat’ta bulunmalı, Allah için Müzdelife’ye inmeli, Allah için şeytan taşlamalı, Safâ-Merve arasında Allah için sa’y etmeli… yaptığı her şeyi Allah için yapmalı ve böylece saniyelerinin içine, Allah’ın izni ve inayetiyle, seneleri sığdırmaya çalışmalıdır.

Hacı adayı Müslüman, hac boyunca, laubaliliğe açık ortamlardan kaçmalıdır. Bunun için de elden geldiğince fuzuli işlerden ve fuzuli işlerle meşgul edebilecek kimselerden kendini uzak tutmalıdır. Evet, insan orada gereksiz muhabbetlere girmek yerine, gönüllerin yumuşayıp gözlerin ceyhun olduğu yerleri kollamalıdır. Mesela Muvâcehe’de, parmaklıklara yapışmış bir Peygamber aşığının hali ve ifadeleri benim yüreğimi delmişti. Şöyle diyordu o zat: “Ya Resûlallah! Günlerden beri buradayım. Sesini alamadım. Şimdi Kâbe’ye gideceğim. Bana ‘Ne getirdin?’ diye sorarlarsa ne diyeyim ben?” Buna benzer daha başka öyle şeyler söylüyordu ki insanın etkilenmemesi mümkün değildi. İşte o mübarek mekânlarda gönüllerde heyecan uyaracak böyle fırsatlar kollanmalı ve “Bir daha nasip olur mu, olmaz mı?” şuuruyla hareket edilmelidir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

الْإِسْلَامُ ثَمَانِيَةُ أَسْهُمٍ: الْإِسْلَامُ سَهْمٌ، وَالصَّلَاةُ سَهْمٌ، وَالزَّكَاةُ سَهْمٌ، وَحَجُّ الْبَيْتِ سَهْمٌ، وَالصِّيَامُ سَهْمٌ، وَالْأَمْرُ بِالْمَعْرُوفِ سَهْمٌ، وَالنَّهْيُ عَنِ الْمُنْكَرِ سَهْمٌ، وَالْجِهَادُ فِي سَبِيلِ اللهِ سَهْمٌ، وَقَدْ خَابَ مَنْ لَا سَهْمَ لَهُ

“İslâm, sekiz parçadan meydana gelir. İslâm (kelime-i tevhid hakikati) bir parçadır, namaz bir parçadır, zekât bir parçadır, hac bir parçadır, oruç bir parçadır, iyiliği yaymak bir parçadır, kötülüğe mani olmak bir parçadır, Allah yolunda cihad bir parçadır. Bu parçalardan hiçbirinden nasibi olmayan hüsrandadır.”71

Bu sekizi bir arada olduğu zaman insan İslâm’dan hissesini tastamam almış olur. Yapılan bir ibadete ibadet denilebilmesi için onun rükün ve şartlarının tamamının yerine getirilmesi gerektiği gibi, bir Müslümanın hakiki ve tam olarak Müslüman sayılabilmesi için de İslâm’ın bu sekiz parçasının hepsinden payının olması gerekir. Bir kısmı var, bir kısmı yoksa o, olan kadarıyla Müslüman demektir.

Hadiste birinci parça olarak zikredilen İslâm, “La ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah” hakikatidir ki en büyük pay ona aittir. Bu hakikat, İslâm’a girmek için bir kapı, bir menfez mahiyetindedir. Onunla içeriye girilir. Sair erkânın kilidini açacak olan da yine bu hakikattir. Bu olmadıktan sonra namazın da, orucun da, haccın da mânâsı yoktur.

Sayılan bu parçalar işin bir yönünü teşkil eder ve belki bazı formüllerin yerine getirilmesinden ibarettir. Asıl olan, dış görünüşü itibariyle şekilden ibaret olan bu amellerin hakikatini ve bâtınını kavramak ve yaşamaktır. İbadetlerimizi eda ederken kalıpların ötesinde onların mânâlarını duyarak yapmaya çalışacağız. Namaz ne mânâ ifade ediyorsa, oruç ne mânâ ifade ediyorsa, hac ne mânâ ifade ediyorsa… bunları öğrenecek ve bu mânâları mülâhazaya alarak ibadeti eda edeceğiz. İşte ancak o zaman kulluğumuzu hakkıyla ifa etmiş sayılabiliriz. Mesele bu yönüyle kalbde olup bittiği için, bunlar ancak iç duruluğu ile ifa edildiği zaman bir kıymet ifade edecektir. Yaptıklarınızın Allah katına yükselmesi ve sizin de semalara pervaz edip terakki etmeniz, ancak yaptığınız iş ve ibadetlerinizdeki ihlâs ve samimiyetiniz ölçüsünde olacaktır. Yapılan bu formüllerin ruhu ihlâstır; ihlâs da ortaya konan her şeyin sırf Allah için yapılmasıdır. Namaz da, oruç da, hac da, zekât da… hepsi Allah için olursa bir değer ifade eder. Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bizi, şu kötü duruma karşı uyarır:

“Öyle bir zaman gelecek, ümmetimin zenginleri tenezzüh (seyahat) için, orta hallileri ticaret için, fakirleri dilenmek için, Kur’ân okuyanları da riya ve gösteriş için hacca gidecekler.”72

Hac, bütün günahları affettirebilecek büyük bir ibadettir. İnsanı anasından doğduğu gün gibi günahsız, tertemiz hâle getirir. Ne var ki onun bu semereyi vermesi, kulun ihlâs ve samimiyetine, duygularının hüşyar ve uyanık olmasına ve onun marifetullahtaki derinliğine bağlıdır. Duygu ve düşünceleri açık olarak menâsiki eda eden bir mü’min, –Allah’ın izni ve inayetiyle– günah yüklerini sırtından atmış olarak memleketine döner.

Marifetullah ufkuna ulaşmış gönlü aydın biri için, pek çok Müslümana nasip olmayan, pek çoklarına da ancak ömründe bir kere nasip olan bu büyük ibadeti gaflet içinde geçirmek ne büyük bir hüsrandır. Beş-on günlük bu uhrevî ticareti esnasında mü’min gözünü dört açmalı, bir ânını bile kaçırmadan Hak’tan gelen meltemlere gönlünü, latifelerini açık tutmalı ve kalbi nurlanmış olarak memleketine dönmeye bakmalıdır.

b. Mânâsını Düşünerek Eda Etme

Mü’min, haccını hem zâhirî şartlarına riayet ederek hem de bâtınî veçhesini anlamaya gayret ederek eda etmeye çalışmalıdır. Bunu yapabilmesi için de haccın ve menâsikinin taşıdığı mânâları bilmesi gerekir. Bu yönüyle hac, bir bilgiyle başlar, bir şevkle devam eder, bir azimle doruğa ulaşır ve kişi masivadan alâkasını kestiği nispette talep ettiği şeylerin kapısı açılıverir.

Haccın hakikatiyle eda edilebilmesi için onun anlamının bilinmesinin gerektiğini ifade ettik. Bu cümleden olarak kul, kendisinin hacca Rabbülâlemîn tarafından davet edildiğinin farkında olmalıdır. O, Allah’ın misafiridir ve mihmandar-ı kerîm olan Allah’ın evine davet edilmektedir. Misafir olduğu Zât ona çeşit çeşit ikramlarda bulunacak, cismaniyetinin yanında kalbine ve ruhuna da, onlara uygun gıdalar ihsan edecektir. O da bu gıdalarla dolmuş ve doymuş olarak memleketine geri dönecektir.

Kerem sahibi bir ev sahibi, davetine icabet ederek evine gelenleri ikramsız bırakmaz. Cenâb-ı Hakk’ın en büyük ikramı, cemalini göstermesidir. O, cemalini gösterecektir ama dünyada bu gözlerimizin O’nu görmeye, idrak etmeye gücü yetmez.لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ Gözler O’nu göremez, idrak edemez ama O bütün gözleri görür.”73 Bunun içindir ki mü’min, O’nu burada vicdanıyla görüp kalbiyle muttali olacak; cismani gözü ile öbür âlemde müşahede edecektir. Evet insan, Allah’ın evini ziyaret ettiği zaman kendini, sanki gerçekten O’nun huzurundaymış gibi hisseder. Mânevî ikramlarını –bilâ teşbih– bizzat O’nun elinden alıyormuş gibi vicdanında duyar.

İşte mü’min, hacca böyle bir misafirlik havası ve anlayışı içinde gitmelidir. Bu havayı yakalayan kimsenin içinde oraya karşı ciddi bir şevk ve iştiyak uyanacaktır. O, büyük lütuflara mazhar olacağı bir mekâna yolculuk yapmaktadır, nasıl şevk u iştiyak içinde olmasın ki!

Böylesine bir anlayış ve iştiyak içinde haccını eda eden biri, ister istemez masivadan alâkasını kesecek, O’nun dışındaki bütün güzelliklere gözlerini kapayacaktır. Sadece O’nu düşünecek ve hayaline başka şeylerin girmesine izin vermeyecektir. Aslında hacca giden her insanda az-çok müşahede edilen bir durumdur bu. Gözünü O’ndan gayrısına kapama, yalnız O’nunla oturup-kalkma, dünyevî meseleleri hatıra getirmeme… herkeste az-çok vardır ancak tam mânâsıyla bu duyguyu hissetmesi için insanın buna ciddi şekilde azmetmesi gerekir.

Evet, aşk u şevkle geldiği bu mübarek mekânda mü’minin azim sahibi olması gerekir. Peki neye karşı azim? Hayaline başka şeylerin girmesine fırsat vermeme adına azim. Sadece matlup ve maksudu olan Allah’ı düşünme, başka şeylere kalbini kaptırmama, çarşı-pazara takılmama adına azim. Sadece ve sadece Allah’ı mülâhazaya alma, O’nu görme, O’nu duyma, O’nu bilme, O’nunla hemdem olma, kendini O’na enis ü celis kılma adına azim. Cenâb-ı Hakk’ın misafiri ve ziyaretçisi olduğunu bir an hatırdan çıkarmama havası içinde yapılan hac, işte bu azmin ifadesidir.

Hacda böyle bir azmi yakalayabilmenin yolu, insanın yakasında hiçkimsenin elinin bulunmamasından geçer. Daha önce bahsettiğimiz gibi insan hacca gelmeden önce redd-i mezâlimde bulunacak, zulüm adına ne işlemişse hepsinden kurtulmaya çalışacaktır. Her türlü kul hakkından sıyrılıp melekleşmenin yolunu arayacaktır. Birilerine kötü söz söylemiş, birilerini çekiştirmiş, birilerinin gıybetini etmiş, birilerine haksızlık etmiş olabilir; önceden bunların hepsini tek tek gözden geçirip hak sahipleriyle helalleşecek ki kalben ve ruhen rahat olabilsin. Bu rahatlığı yakalayan bir mü’min, hacca daha bir şevkle gelecek, ona daha bir azimle sarılacaktır.

Kıyametin bir numunesi olan hac, Allah’ın ancak selim kalbleri, temiz gönülleri kabul ettiği bir yerdir. Kıyamet gibi orada da ne malın ne evlad ü iyalin insana faydası olur. Orada geçerli tek akçe, selim bir kalbdir. Öyleyse mü’min oraya giderken kalbinde kimseye karşı kin taşıyarak gitmeyecek; bütün kavgalarını, dedikodularını, düşmanca davranışlarını arkada bırakacak. Haccını en temiz hislerle, en pak düşüncelerle eda edecek, ne onun eli bir başkasının yakasında olacak ne bir başkasının eli onun yakasında.

İşte bu, Allah’a hakiki mânâda misafir olmadır. Mahiyetinde kendisini esfel-i sâfilîn’e çekecek herhangi bir şey kalmamış, temizlenmiş, arınmış, pâk olmuş, her şeyden sıyrılmış ve sonra Rabbini ziyarete azmetmiştir. Öyle değilse, yapılan münacatlar Allah katında kabul görmeyecek, –hadisin ifadesiyle– o, “Lebbeyk, Allahümme lebbeyk” dedikçe Cenâb-ı Hak ona, “Lâ lebbeyke velâ sa’deyk!” diyecektir.

Bu anlayış ve hava içinde vatanından ayrılan bir insan dünyadan ayrılıyor gibidir. Sanki vefat etmiş, tabutuna koymuşlar, omuzlar üzerinde Rabb’in huzuruna gitmektedir. İşte bu hava içinde önce bir gusül abdesti alacak, iki rekât namaz kılacak, sonra kefeni andıran ihram bezini giyecektir. Bu haliyle sanki vefatından sonra yıkanıp kefenlenmiş, tabutunda mezarına doğru yol almaktadır.

Mîkat sınırına geldiği zaman artık o, Allah’ın evinin sınırlarından içeri girmektedir. Burası Cenâb-ı Hakk’ın mahrem kıldığı alandır ve sınırlarına Mîkat ismi verilir. Bu sınırlardan geçen herkes o bölgenin adap ve erkânına riayet etmek zorundadır. Allah, o bölgede bulunan hacıların kalblerinin safvetine, duygularının duruluğuna, niyetlerinin hulûsuna nazar eder. İnsanların dışlarını gören Allah, onların içlerinin derinliklerini de görür ve kullarını asıl buna göre değerlendirir.

Mü’min, Mîkat sınırlarından içeri bu düşüncelerle dolu olarak girer ve bu düşünceler onda ciddi bir teyakkuz meydana getirir. Bu sebeple başka şey düşünmemek, masivaya nazar etmemek, mâlâyani şeyler konuşmamak için telbiyeyi kendine vird-i zeban eder. Uğradığı her noktada Lebbeyk, Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke Lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk. Lâ şerîke lek.” der. Beytullah’a ulaşacağı âna kadar bu virde devam eder. Beytullah’ı karşıdan müşahede edince telbiyeyi keser ve ellerini kaldırıp duaya durur. Zira Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Beytullah’ı ilk gördüğünüz anda yapacağınız dualar makbuldür.”74

Allah’ım! Bu Senin evin, Senin haremindir. Burayı ilk defa ziyaret eden ben değilim. Benden evvel nice enbiya, nice evliya, nice salih kimseler geldiler, etrafında pervaneler gibi döndüler. Hâlâ da insanlarla birlikte melekler onun etrafında dönüyorlar. Herkes ellerini açmış Senden bir şeyler diliyor ve dileniyor. Ben de onların elleri arasında ellerimi kaldırıyor ve Senden af ve inayet istiyorum. Beni mağfiret ve merhametine mazhar eyle…

Ardından ciddi bir vakar ve sekine içinde Beytullah’a doğru ilerler. Artık Rabb’in, her hâline nigehban olduğuna katiyen emindir. Sırtında bir yumurta küfesi var gibi çok dikkatle hareket etmektedir. Rengi kaçmış, benzi solmuş, bir edep abidesi haline gelmiştir. Mahşerde Rabb’in huzuruna hesap vermek üzere çıkıyor gibidir. Kendisine verilen bütün selamları, bir emanet gibi muhafaza eden Hacerü’l-Esved’in karşısına dikilir. Tıpkı Fahr-i Kâinat Efendimiz’in selamladığı gibi o kutlu taşı o da selamlar. İmkân bulursa yaklaşır ve Resûl-i Ekem’in onu öpmesinden kalan mânâyı taşıyan o mübarek taşı öper. Yaşaran gözleri yüzünü ıslatırken o çoktan Kâbe’yi sol tarafına alarak Metâf’taki75 yerini almıştır. Hakk’ın evinden içeriye girmek, kendisine açılan bir menfezden Hakk’ın cemalini vicdanında müşahede edebilmek için Beytullah’ın etrafında dönmeye başlar. Cenâb-ı Hak, tahammülümüzü hesaba katarak bu dönmeyi yedi defa ile sınırlandırmış. İnsanın tavaf edecek takati kalmadığı zaman oturup Beytullah’ı ve Beytullah’ın etrafında pervane dönen Allah kullarının o ruhani hâllerini seyretmesi daha efdaldir.

Ardından, Makam-ı İbrahim’de iki rekât namaz kılar. Bu namazda tercihen Kâfirûn ve İhlâs sûrelerini okuyarak tevhid-i ulûhiyeti ilan eder ve âdeta miraca yükselir.

Daha sonra sinesi yanmış, dudağı kurumuş olarak zemzem içmeye yönelir. Hatta imkân bulursa başından aşağı boşaltarak âdeta onunla yıkanır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tavaftan sonra namaz kılıp zemzem kuyusuna indiklerinde Abdülmuttalipoğulları’nın harıl harıl su çektiklerini gördü. Onları takdir ederek şöyle buyurdu:

“Ey Abdülmuttalipoğulları! Çok güzel bir iş yapıyorsunuz. Eğer ben indiğimde başkalarının da inip yaptığınız işe mani olacaklarını düşünmeseydim iner, ipi omuzuma atar, sizinle beraber su çekerdim.”76

Zemzem’den de içtikten sonra bir zevk ü şevk zemzemesi içinde “mes’â”ya77 koşar. Önce Safâ’ya78 çıkar ve safayı bulmuş gibi zevk içinde Merve’ye bakar. Sonra bu ikisinin arasındaki vadide belki yerine göre mecnun gibi koşmaya durur. Bu esnada mazi, kitap sayfaları gibi önünde bir bir açılmaya başlar. Hazreti İbrahim’i görür, Hazreti Hacer’i takip eder, Hazreti İsmail’in hallerine şahit olur. Sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz’in devrine gelir. Müşriklerin, Ashâb-ı Kirâm’ı uzaktan uzağa seyrettiklerini görür ve Ashâb-ı Kirâm’ın, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) emrine imtisalen cevval bir şekilde koşar adımlarla yürümelerine nazar eder. Safâ ve Merve’ye her çıkışında Beytullah’a bir kere daha teveccüh etmek suretiyle selam verir ve Beytullah’ın putlardan temizlenmesini izliyormuş gibi olur. Putlardan temizlenmeye bir selam… Gerçek tevhide ermeye bir selam… Bu lütuf ve ihsanlara erişine bir selam… Kâbe’ye selam verme makamını elde ettiğinden dolayı selam… her fırsatı değerlendirip selam verir. Sırtında hâlâ ihram vardır ve bu haliyle mahşerde kefeniyle sağa-sola koşturuyor gibidir.

Ve nihayet gün gelir çatar, Arafat’a çıkma fermanını alır. Sırtındaki yükler bir nebze hafiflemiş olarak Arafat’a çıkar ve durumuna göre bazen ayakta bazen oturarak saatlerce el açıp Allah’a yalvarır. Arafat tam bir mahşerdir. İnsanların, dünyaya ait bütün kayıtlardan sıyrılıp bir arazide toplanmasını ifade eder. Orası, dünyada sayısız örneği bulunan basit bir dağ değil, Cenâb-ı Hakk’ın özel bir kıymet atfettiği ulu bir dağdır. Herhangi bir şey, herhangi bir yer, Allah’ın büyük kılmasıyla büyük olur. Bugüne kadar kim bilir ne kadar enbiya, evliya, salihîn oraya çıktı, el açıp dua ettiler. Orası, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin bol bol yağdığı bir mekândır. Dünya üzerinde bir kısım yerlerin şeytanın karargâhı olmasına bedel, orası nebilerin karargâhıdır. Bu sebeple o atmosferin içine girenlerin duygularında bir yumuşama olacak ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine kendilerini salıvereceklerdir.

Orada ağlayıp kendinden geçen o kadar çok insan görürsünüz ki… İnsanlar mahşerdeymiş gibi hıçkıra hıçkıra ağlar, dize gelip yerlere kapanırlar. Herkes günahlarını dökme ümidiyle orada çırpınır durur.

Arafat’ta yeme-içme gibi dünyevî meşguliyetlere çok vakit ayırmamak gerekir. Belki yalnız belini doğrultacak kadar bir şeyle iktifa etmeli. Efendimiz’in Arafat’ta, zeval vaktinden ta güneş batacağı âna kadar devesinin üzerinde, bir eli yorulunca öbürünü kaldırıp dua dua yalvardığı nakledilir. Evet, Arafat’ın bir ânını bile boş geçirmemeye dikkat etmek gerekir.

Efendimiz’in, Müzdelife’de de vaktini dünyevî şeylerle geçirdiğine dair hiçbir rivayet yoktur. Aksine, İbn Abbas’ın nakline göre şafak sökünceye kadar orada da dua etmiş, yalvarıp yakarmıştır. Etrafında yer alan sahabe de O’nun duasına “amin” demiştir.

Müzdelife’de vazifesini yaptıktan, beraatine dair son bir senet aldıktan sonra şeytanı ve onun aklına düşürdüğü vesveseleri taşlamak üzere Mina’ya varır. O, akl-ı meâşını mîkat sınırlarının dışında bırakıp hâlis bir ubûdiyet düşüncesiyle menâsik-i haccı eda ederken, şeytan, bir kısım menfezler bularak içine birtakım şüphe ve tereddüt okları atmış olabilir. İşte bütün bu şüphe ve tereddütleri, sembolik olarak attığı taşlarla yerle bir etmeyi hedefler.

Bütün bunlardan sonra saçlarını traş ederken düşen her saç teliyle beraber günahlarının da bir bir döküldüğünü düşünür. Sonra da ibadetini yapabilme güç ve imkânı veren Rabbine şükranının bir ifadesi olarak kurban keser ve bir kere daha tavaf yapar…

İşte bir mü’min, bütün bu mânâları zihninde, gönlünde çevire çevire menâsikini eda ettiği sürece hac hac olur, kendisi de anasından doğduğu günkü gibi tertemiz hale gelir.

c. Kabul Olacağına İnanarak Yapma

Bir mü’min, Allah tarafından üzerine yüklenmiş, kulluğun gereği olan ibadetlerini yaparken, her bir ibadeti, Cenâb-ı Hakk’ın vaz’ ettiği şekilde ve ihlâsla, sadece O’nun rızasını dileyerek yaptığı gibi, aynı zamanda, yaptığı ibadetini Rabbisinin kabul edeceğine inanarak yapmalıdır.

Her ibadet için geçerli olduğu gibi hac farizasını eda ederken de bu husus büyük önem arz eder. Mü’min, öncelikle, haccın gereklerini tam olarak yerine getirmeye çalışacak; tavafını, vakfesini, ihramını, sa’yini… tam tekmil yerine getirmenin yoluna bakacaktır. Bunları yerine getirirken de ihlâs ve samimiyeti elden hiç bırakmayacaktır. Zira ibadetin özü-hülasası ihlâstır. İhlâssız yapılan, sırf Allah için ifa edilmeyen bir ibadetten geriye kalacak olan sadece yorgunluk ve uykusuzluktur. İhlâsla yapılan ufacık bir amel bile Allah katında çok kıymeti hâizdir.

Cenâb-ı Hakk’ı hoşnut etme niyetiyle başlanan bir ibadet, üzerinde sabr ü sebat edilerek kemâle erer. “Olsa da olur olmasa da olur.” değil, “Olmazsa ben helâk olurum, mutlaka bu ibadetimi bihakkın yerine getirip Allah’ın rızasına ermem gerek.” düşüncesiyle, bu hususta ısrarcı ve sebatkâr olmak gereklidir. Nazar-ı merhameti üzerine celbedebilmek için ısrar edeceksin.. Cennet’i hak edebilmek için ısrar edeceksin.. seni seyreden ervah-ı tayyibeyi memnun ve mesrur edebilmek için ısrar edeceksin… Hâsılı, yapılmaya başlanan bir ibadette ihlâs ve samimiyetin yanında, sebat etmek, o kapıdan ayrılmamaya azmetmek de çok önemlidir.

Sonrası ise Rabb’e karşı, senin ibadetini kabul edeceğiyle ilgili hüsnüzan beslemekle ilgilidir. “Benim gibi günahkâr birinin haccını Allah niye kabul etsin ki? Ben ne kadar istesem de haccı O’nun razı olduğu şekliyle yapamam! Ben Allah’ın misafiri olmaya layık değilim…” gibi düşünceler nefis muhasebesi açısından güzel olsa da, azmedilip yapılmaya başlanan bir ibadet hususunda Allah hakkında suizanda bulunmayı ifade etmeleri açısından mahzurludur.

Evet, her ne kadar hiçbirimiz Allah’ın misafiri olarak hacca gelmeye, Beytullah’ı ziyaret edip o kutlu evin sahibinin rızasını kazanmaya layık olmasak da bir ibadete başlamışsak artık o hususta Rabbimiz hakkında hüsnüzanda bulunuruz. Elimizden gelen bütün gayreti gösterdikten sonra O’nun, haccımızı kabul edeceğini umut eder, bu duygu ve düşünceyle memleketimize döneriz. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir kudsî hadiste Cenâb-ı Hakk’ın şöyle buyurduğunu nakleder:

أَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي، وَأَنَا مَعَهُ إِذَا ذَكَرَنِي، فَإِنْ ذَكَرَنِي فِي نَفْسِهِ ذَكَرْتُهُ فِي نَفْسِي، وَإِنْ ذَكَرَنِي فِي مَلَإٍ ذَكَرْتُهُ فِي مَلَإٍ خَيْرٍ مِنْهُمْ، وَإِنْ تَقَرَّبَ إِلَيَّ بِشِبْرٍ تَقَرَّبْتُ إِلَيْهِ ذِرَاعًا، وَإِنْ تَقَرَّبَ إِلَيَّ ذِرَاعًا تَقَرَّبْتُ إِلَيْهِ بَاعًا، وَإِنْ أَتَانِي يَمْشِي أَتَيْتُهُ هَرْوَلَةً.

“Ben, kulumun benim hakkımdaki zannının yanındayım (yani beni nasıl düşünüyorsa ona öyle muamele ederim). Beni andığında da onun yanında olurum. Beni gizliden gizliye kendi içinde anarsa ben de onu öyle anarım. Eğer beni başkalarının yanında anarsa ben de onu, onun içinde bulunduğu topluluktan çok daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. O bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın79 yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.”80

İçinde müteşabih unsurlar da barındıran bu hadis, her zaman Rabbimizle ilgili hüsnüzanda bulunmamız gerektiğini çok beliğ şekilde ifade etmektedir.

d. İnsanlarla Olan Muamelelerde Dikkatli Olma

Hac, çekilen zorluk ve sıkıntılar bakımından diğer ibadetlere benzemez. Hacda kısa bir zaman diliminde belli bir bölgede milyonlarca insan bir araya gelir; hepsi aynı anda aynı rüknü eda etmek için gayret sarf ederler. Bu yönüyle haccın kendine göre bazı tatlı meşakkatleri vardır. Hacda yaşanan bu meşakkatler zaman zaman insanların sabırlarını zorlar ve bu yüzden birbirlerine karşı kırıcı olabilirler. Bu yüzden Kur’ân, hacda “cidal”i, sürtüşmeyi yasaklar:

فَـمَـنْ فَـرَضَ ف۪ـيـهِـنَّ الْحَجَّ فَلَا رَفَثَ وَلَا فُسُوقَ وَلَا جِدَالَ فِى الْحَجِّۜ

“Kim hac aylarında haccını eda ederse (bilmelidir ki) hacda eşlere yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur.”81

Hac yapan mü’minlerin, başkalarına sıkıntı verecek davranışlardan şiddetle uzak durmaları gerektiği gibi, başkalarından gelecek bu tür davranışlara da katlanmaları gerekir. Hadis-i şeriflerde genel olarak bir mü’minin sert ve kırıcı davranışlardan sakınması, yersiz tartışmalara girmemesi gerektiği üzerinde durulur ve her zaman kolaylaştırıcı bir tavır takınmasının gerektiğinden bahsedilir. Sair zamanlarda Efendimiz’in bu tavsiyelerine kulak veren mü’minlerin hacda daha bir dikkat kesilmesi gerekir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), mü’minlerin sahip olması gereken bu ahlâkla ilgili şöyle buyurur:

إِنَّ الرِّفْقَ لَا يَكُونُ فِي شَيْءٍ إِلَّا زَانَهُ، وَلَا يُنْزَعُ مِنْ شَيْءٍ إِلَّا شَانَهُ

“Rıfk (yumuşaklık, nezaket) bir şeye girdi mi onu mutlaka süsler, güzel kılar; bir şeyin içinde olmaması da onu mutlaka kusurlu kılar.”82

e. Günahlardan Uzak Durma

Cenâb-ı Hak, bir Müslümanın her zaman dikkat etmesi gereken günahlardan uzak durma konusunu hac yapacaklar için özellikle tekrar nazara verir. Yukarıda zikrettiğimiz âyeti hatırlayacak olursak:

فَـمَـنْ فَـرَضَ ف۪ـيـهِـنَّ الْحَجَّ فَلَا رَفَثَ وَلَا فُسُوقَ وَلَا جِدَالَ فِى الْحَجِّۜ

“Kim hac aylarında haccını eda ederse (bilmelidir ki) hacda eşlere yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur.”83

Hacca giden kimse, başka zaman olduğundan daha da dikkatli olmak zorundadır. Hayatına daha bir çekidüzen vermesi, sair zamanlarda yaptığı laubalilik sayılabilecek davranışlardan uzak durması gerekir. Bu cümleden olarak gerekli-gereksiz kimseyle tartışmaya girmemeye özen göstermeli, konuşmalarında mâlâyâniyattan ve çirkin sözlerden sakınmalıdır. Normal zamanlarda mubah olan ailevî münasebetten –ibadetin ruhu bunu gerektirdiği için– uzak durmalı, hele açıkça günah olan fiillere karşı kapılarını tamamen kapamalıdır.

Her günah, her hata ve her kötülük insanın zihninde mutlaka bir iz bırakır. O, çok defa böyle bir zihin kirlenmesinin farkına varmasa da zamanla tezahürlerini gönlünde ve duygularında hissedebilir. Böyle bir kirlenme, hayırlı işlere devam etme arzusunu kırar, salih amellerde süreklilik isteğini azaltır ve fenalıklara meyil gücünü arttırır. Bu durum, şeytanın müdahalesine de ortam hazırlar. İnsanlar dupduru bir gönülle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etme imkânı bulamaz. Dahası, birer pas, birer leke olan günahlar, tevbe ve istiğfarla temizlenmez ve arttıkça artarsa o zaman üst üste yığılan bu kirler bir perde oluşturur; Allah’tan gelen tecellilerin önünü keser, rahmet esintilerine ve ilâhî inayete mani olur ve artık himayesiz kalan kalbler şeytandan gelecek küfür oklarına bile açık birer hedefe dönüşür.

Dışarıdan gelecek günah hücumlarına karşı ümmetini koruma mevzuunda çok hassas davranan Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), kadın-erkek herkesin iffete kilitlendiği bir dönemde, hem de hac vakfesini yapıp Arafat’tan döndükleri bir sırada, terkisine aldığı gencin başını sağa-sola çeviriyor ve gözünün namahreme ilişmesine engel oluyordu.84

Haccını kusursuz yapmak isteyen bir insan, günahın nerede ve ne şekilde karşısına çıkacağını bilemediği için, öncelikle günahlardan, yılandan-akrepten çekinir gibi çekinmeli, onlara maruz kaldığında da tevbe ve istiğfarda bulunup arınmaya çalışmalı ve Efendimiz’in şu beyanını aklından çıkarmamalıdır: “Kim Allah için hac yapar ve bu esnada kötü söz ve davranışlardan ve Allah’a karşı gelmekten, günahlardan sakınırsa hacdan, annesinin onu doğurduğu günkü gibi (arınmış, tertemiz olarak) döner.”85

f. Hac’da Dua

Hac’da, o mukaddes mekânlarda bulunmayı, tazarru ve niyazlarımızı Cenâb-ı Hakk’a sunma adına çok iyi değerlendirmeliyiz. Mesela Kâbe’nin ilk görüldüğü an, duaların kabul buyrulduğu sırlı ve sihirli bir andır. Böyle bir anın dua adına çok iyi değerlendirilmesi gerekir. Aynı şekilde insan Mina’ya gittiği zaman burayı Arafat’a çıkmak için ilk arınma kurnası olarak görmeli ve saniyesini boşa geçirmeksizin orada Rabbine içini dökmelidir.

Arafat’a gelince, ehl-i tahkikin ifadesiyle, Cenâb-ı Hak orada yapılan duaları çoğunlukla kabul buyurur. Hatta diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hak, Kendisine gönülden teveccüh etmiş insanların hürmetine, liyakati olmayan kişilerin dualarını da orada kabul eder. Daha önce de zikrettiğimiz bir hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi sellem) Arafat vakfesinin gerçekleştiği Arefe günü hakkında şöyle buyurur:

“Şeytanın en hakir, en zelil, en perişan ve en hınçlı olduğu gün, Arefe günüdür. Bunun sebebi, o gün Allah’ın rahmetinin indiğini, Allah’ın, kullarının büyük günahlarını dahi bağışladığını görmesidir. Onu bu kadar kızdıracak bir şeyi, Arefe dışında sadece Bedir günü görmüştür. O gün, Hazreti Cebrail’in, melekleri savaş için hizaya soktuğunu görmüştü.”86

Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm), Arafat’ta hep ümmeti için dua etmiş, kul haklarının bile affedilmesi için orada âdeta çırpınıp durmuştur. Bir hikmete binaen bu duanın orada kabule karin olmadığı rivayet edilir. Ancak Rahmet ve Şefkat Peygamberi (aleyhissalâtü vesselâm) kalbi kırık ve mahzun olarak Müzdelife’ye geldiğinde, orada da ellerini açmış ve sabaha kadar hiç uyumaksızın ümmeti için dua dua yalvarmıştır. İbn Abbas (radıyallâhu anhumâ), bu esnada Efendimiz’in yanında bulunduğunu, duasının sonuna doğru Efendiler Efendisi’nin tebessüm ettiğini nakleder ve bunu, duanın kabul buyrulup Efendimiz’e bu mevzuda müjde verildiğine hamleder.

Evet, Kâbe, Mina, Arafat ve Müzdelife Cenâb-ı Hakk’a teveccüh, tazarru ve niyaz adına açılmış birer koridor gibidir. Oralarda Cenâb-ı Hak, kendisine müteveccih olanları asla mahrum bırakmaz. Öncelikle buna yürekten inanmak gerekir. Zaten, Efendiler Efendisi de (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bize, kabul olacağına gönülden inanarak dua etmeyi tavsiye buyurmuyor mu?87 Bu açıdan insan, “Ben dua edeyim de ne olursa olsun.” düşüncesiyle değil, “Allah’ım, bahtına düştüm. Allah’ım, büyüklüğüne sığınıyorum. Allah’ım, rahmetinin enginliğine dehalet ediyorum. Allah’ım, ne olur, beni, benim çirkinliklerimle baş başa bırakma! Allah’ım, buraya arınmaya geldim! Ne olur, arındır beni ya Rabbi!” gibi şuurlu ifadelerle, göbeğini çatlatırcasına, yüreğini yırtarcasına gönülden dua etmelidir.

Ümmet-i Muhammed İçin Yakaran Gönüller

İnsan bu mübarek mekânlarda ve bu kutlu zaman dilimlerinde kendisi, evlad ü iyali ve yakınları için dua edebilir. Fakat özellikle günümüzde ümmet-i Muhammed’in hali, kanaatimce, bizim şahsî durumumuzdan çok daha fazla önem arz etmektedir. Zira Müslüman coğrafyası olarak bugün hâl-i pürmelalimiz ortada. İslâm tarihi boyunca hiç bu kadar perişan bir vaziyete düşmemiştik. Bu acı tablo karşısında iki büklüm ızdırapla kıvranıp duran Hazreti Pir, ümmet-i Muhammed’in dertlerini düşünmenin, onu kendisini düşünmekten alıkoyduğunu ifade ediyor.88

Bu açıdan, haccetme imkânını elde eden Müslümanlar Kâbe’yi gördüklerinde ellerini açarak, yüreklerini çatlatırcasına, “Allah’ım, ümmet-i Muhammed’e selamet ver! Allah’ım, ümmet-i Muhammed’e merhamet eyle! Allah’ım, ümmet-i Muhammed’i mağfiret eyle! Allah’ım, Müslümanlara derlenip toparlanmayı müyesser kıl! Allah’ım, ümmet-i Muhammed’e dirilişe giden yolları göster!” diyerek ümmet-i Muhammed için dua dua Allah’a yalvarmalıdırlar.

Mina’ya yürürken ve orada gecelerken de aynı şekilde yüzlerini yere koymalı ve ümmet-i Muhammed’i dileyerek aynı duaları tekrar edip durmalıdırlar. Zira Mina, kendine has hususiyetleri bulunan mübarek bir mekânın adıdır. Düşünün ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’de ve daha başka yerlerde muhataplarından bulamadığı cevabı orada bulmuş, orada O’na sahip çıkılmıştı. “Akabe bey’atı” olarak İslâm tarihinde yerini alan o kutlu hadise, Mina’da, Akabe denilen mevkide gerçekleşmişti. Bu açıdan belki sahip çıkılma esprisi açısından oranın ayrı bir kıymeti vardır. İşte Cenâb-ı Hakk’ın bu ölçüde bir teveccühünün bulunduğu mekânda bize de sahip çıkılacağı ümidiyle ellerimizi açmalı ve “Allah’ım, ümmet-i Muhammed’in bükülmüş belini doğrult!” diye dua etmeliyiz.

Arafat’a doğru yürürken de çok önemli bir yere yüründüğünün farkında olunmalıdır. Kim bilir belki de orası yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’a en yakın olunan bir mekândır. Veli olmayan insanlar bile orada ciddi bir kurbet yaşayabilirler. Evet, Cenâb-ı Hak orada fevkalâdeden lütuflarda bulunuyor olabilir. Bu itibarla da ötelere en yakın bu karargahta insan yine içini dökmeli ve ümmet-i Muhammed adına Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakarmalıdır. Orada yeme-içmeyle vakit kaybedilmemeli; ağza, açlığı yatıştıracak kadar bir-iki lokma bir şey alınmak suretiyle güneş batıncaya kadar, Arafat’taki o altın zaman dilimi, saniyesi fevt edilmeksizin, hep dua, yalvarma ve yakarmayla geçirilmeli ve Arafat’ta bulunmanın gerektirdiği samimiyet ve sadakat ortaya konmalıdır.

Bir kez daha ifade edelim ki, insan bu mübarek mekânlarda kendisi ve yakınları için dua etse bir kusur işlemiş olmaz. Fakat “Allah’ım, ben şu anda kendimi sildim. Üzerime bir çarpı koydum. Nazarımı ümmet-i Muhammed’e tevcih ettim. Sadece onları düşünüyor, onları diliyorum.” diyerek isteyeceklerini ümmet-i Muhammed için istemesi, fedakârlık ve hasbilik mülâhazaları adına çok önemlidir.

Bu mevzuda belki herkesle aynı seviyede dert ve ızdırap paylaşılamayabilir. Farklı bir ifadeyle, başkaları için yaşamanın önemi kavranamadığından dolayı bu hassasiyet herkes tarafından kabul edilmeyebilir. Fakat her şeye rağmen o mübarek mekânlarda yüz, iki yüz insanla bir araya gelip halkalar teşkil edebiliyorsanız, yüreğinizden kopup gelen inilti ve dualarınızı o insanlarla paylaşabilir; onların sinelerine bir avuç kor atarak içlerinde bir yangın meydana getirebilir, sonra da yüreği yanan insanların feryad u figanıyla birlikte el açıp yalvararak ümmet-i Muhammed’in yeniden dirilişi adına onlara da “amin” dedirtebilirsiniz.

Duaların külliyet kesbedince kabul edileceğine dair hazreti Pîr-i Muğan’ın bir ifadesi var.89 Bir topluluk tarafından bir duaya ‘amin’ deniyorsa o dua Allah’ın izni ve inayetiyle kabule karin olur. Bu sebeple, imkân olduğu sürece bu türlü fırsatları kaçırmayıp değerlendirmek lazım.

Bazen hac için Kâbe, Arafat, Müzdelife ve Mina’da bulunan insanların hâline bakıyor ve uzaktan bu şuuru arıyorum. İçlerinde delice Allah’a (celle celâluhu) dua eden, heyecanla köpüren birileri olup olmadığına bakıyorum. Eğer orada bin tane insan samimi olarak elini açsa ve yüce mülâhazalar bin ağızdan birden Cenâb-ı Hakk’a yükselse, külliyet kesbeden böyle bir duanın geriye çevrileceğine ihtimal vermiyorum. Hatta benim bu konudaki inancım şudur: Şayet orada bulunan üç milyon insan ellerini kaldırsa ve “Allah’ım, bu yeryüzünü değiştir!” deseler, ayaklarının altındaki yeryüzü birden bire değişikliğe uğrar ve farklı bir âlem olur.

Heyhat! Âlem-i İslâm’ın, var olduğu günden bu yana, günümüzde olduğu kadar derbeder ve perişan olduğuna, bu kadar dağıldığına şahit olunmamıştır. Ama demek ki insanlar bu felâketleri, bu zillet hâlini bütün fecaatiyle hissedemiyorlar. Şayet hissetselerdi, en azından bir dua ölçüsünde bu durumdan kurtulma gayretleri olurdu. İnsanlar bu ızdırabı hissetmedikleri gibi etraflarındaki küfür dalgalarının darbelerinden rahatsızlık da duymuyorlar. Dolayısıyla da küllî bir duaya yönelme lüzumunu hissetmiyorlar.

Hâsılı, Cennet bizim için çok önemlidir. Allah bizi Cennet’ten mahrum edip Cehennem’e koymasın. Bununla birlikte, orada ümmet-i Muhammed’in derlenip toparlanması, bir araya gelmesi, bütün dünyadaki bela ve musibetlerin, fitne ve fesatların, harb ü darplerin, nifak ve şikak ateşlerinin sönmesi için insan öyle dua etmeli, kendini duaya öyle salmalı ki, belki Cehennem’den azat olma, Cennet’e girme duasını unutmalı. Kendini tamamen o işe vermeli; o işin delisi gibi orada yalvarmalı, yakarmalı, kendini yerden yere vurmalı. Bugün her şeyden daha ziyade böyle bir ruha ihtiyacımız var.

3. Hacdan Sonra Yapılacaklar

Hacca niyet edip yola çıkan, onu adap ve erkanına göre ifa etmeye gayret ederek tamamlayan bir mü’minin hacdan sonra da yerine getirmesi gereken bazı hususlar vardır. Bunları iki başlık altında toplayabiliriz:

a. Dolduktan Sonra Dönme

Hac, belli bir mevsimde İslâm cemaati tarafından mutlaka yapılması ve ihmal edilmemesi gereken bir ibadettir. İhmal veya terk edilmesi, İslâm toplumu açısından büyük kayıplara sebebiyet verir. Bununla birlikte bir başka tehlike de hac vazifesi bittiği hâlde içtimaî konumlarına, yapacakları vazifelere bakmaksızın insanların o mukaddes mekânlarda kalma istek ve arzularıdır.

Hac mevsimi bittikten sonra bilhassa kendilerini iman ve Kur’ân hizmetlerine adamış kimseler, –içlerindeki arzu ve hasrete rağmen– orada uzun süre kalmayı düşünmemelidirler. Çünkü o mübarek mekân, herkes için kalma değil; dolma mekânıdır. Günde beş vakit camiye namaz kılmak için uğrayıp sonra dışarıya çıktığımız; senede bir kere Ramazan’a uğrayıp, oruç tuttuktan sonra ayrıldığımız gibi, hac vazifesini yaparken de en mukaddes ve mübarek yerlere uğrar, oralarda belli bir zaman misafir olarak kalır ve sonra oradan ayrılırız. Hac bir ziyarettir. Samimi bir kalble Allah’a yöneldikten ve hacca dair vazifelerini yerine getirdikten sonra insanın, orada kazandığı faziletlerle, huzur ve aşk içinde, Hakk’a kilitlenmiş bir gönülle yaşamak ve duyduğu bu güzellikleri başkalarına da duyurmak için memleketine dönmesi gerekir.

Bu hakikati kendisinden öğrendiğimiz büyük basiret sahibi Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), hac vazifesi bittikten sonra halkı ikaz eder ve şöyle dermiş: “Ey Şam ahalisi, haydi Şam’a! Ey Yemenliler siz de Yemen’e! Ey Iraklılar, ne duruyorsunuz, haydi Irak’a… ayrılın buradan!”90 Hazreti Ömer efendimizin ikazlarından da anlaşılacağı üzere, o kutlu mekânlar, mânevî olarak doyma, gönül kabını doldurma yeridir. Kabını dolduranlar, gönüllerindeki nuru dünyanın dört bir yanına taşımak için yollara koyulmalıdırlar.

İşin bir yönü de şudur: Mekân ne kadar mukaddes olursa olsun, insan bir yerde uzun süre kalınca oraya karşı içinde bir ülfet oluşabilir. Oraya ait renkler solar da, duygu ve düşünceler ilk günkü canlılığını koruyamayabilir. Aşkla-şevkle etrafında pervaz edip döndüğü Beytullah, nazarında zamanla normal bir yapı haline gelebilir. Böyle bir durum, mü’min için büyük bir handikaptır. Zira orada sevaplar katlanarak yazıldığı gibi günahlar da katlanarak yazılır. İnsan, ülfetten hâsıl olabilecek bir gafletle dünyevî mülâhazalara dalıp günahlara girebilir. Oranın gerektirdiği edebe her zaman riayet edemeyebilir. Bu sebeple, hacca dair vazifelerini bitirenler orada kalmayı düşünmemeli, Ebû Hanife mantığıyla, Kâbe’de kalıp Bağdat’ı özlemektense Bağdat’ta kalıp Kâbe’yi özlemeyi tercih etmelidir.

b. İyi Bir Hayat Sürme

Hac, ölü gönülleri dirilten, duygu ve düşünceleri canlandıran, insanın hayatına yeniden yön veren çok önemli bir ibadettir. İnsan daha yola çıkmadan bütün günahlarından arınmaya çalışır; herkesle helalleşir, üzerindeki hakları eda eder, tevbe eder öyle yola çıkar. Yani üzerindeki yükleri atmış olarak o mübarek beldelere gider. Eğer bu durumunu hacda da muhafaza edebilir ve menâsiki usûlüne uygun yerine getirebilirse, –Allah’ın izniyle– bütün günahlarından kurtulur.

Mü’min, hac sayesinde elde ettiği bu hâli hacdan sonra da sürdürme niyet ve kararlılığında olmalıdır. Kazandığı Allah’a kurbiyeti, günahlardan arınmış tertemiz bir hayatı, –her ne sebeple olursa olsun– insanları kırmamaya gösterdiği özeni, dünyevî düşüncelerden sıyrılıp tamamen uhrevîleşmeyi… hâsılı, kazandığı her şeyi hayatının geri kalanına da taşımalıdır. Memleketine döndükten sonra eski hayatını yaşamaya devam eden bir insanın hayatında haccın fazla da bir etkisi olmamış demektir.

Bu mânâda, Pakistan’ın milli şairi merhum Muhammed İkbal’e izafe edilen bir söz çok manidardır. Hacdan dönen bir grup Müslüman kendisini ziyarete gelirler. Yanlarında getirdikleri hurma, tesbih, takke gibi şeyleri hediye olarak takdim ettiklerinde İkbal onlara şöyle der: “Hediyeleriniz için teşekkür ederim. Hepsi güzel hediyeler. Ama keşke hacdan Hazreti Ebû Bekir’in sadakatini, Hazreti Ömer’in adaletini, Hazreti Osman’ın hayâsını, Hazreti Ali’nin ilmini de getirseydiniz. Onlarla yeni bir Pakistan inşa edilirdi.”

4. Efendiler Efendisi’ni Ziyaret

Hac bir farîza-i ilâhiyedir. Rabbimizin hakkı olan bu farîzayı ifa etme dersini biz, Fahr-i Kâinat Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) aldık. Bunun için, haccımızı bitirdikten, Rabbimize kulluk vazifemizi yerine getirdikten sonra, bize bu şehrahı açan, rehberliğiyle bize doğru yolu gösteren, gönüllerimizin sultanı Hazreti Muhammed Mustafa’ya karşı da minnet ve şükranlarımızı arz etmek için O’nu ziyarete gideriz. O’na binlerce salât ve selam olsun.

Nasıl namazlarımızın sonunda okuduğumuz tahiyyatta, “Eşhedü enlâ ilâhe illâllah” diyerek tevhid-i ulûhiyeti ilan ettikten hemen sonra, Peygamber Efendimiz’e de ahd ü peymanımızı yenileme mânâsında Ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûluh” der, O’na selam verir, temenna eder, teşekkür ve senalarımızı arz ederiz. Aynen öyle de, fiilî bir vazifeden ibaret olan hac farîzasını eda ettikten sonra da orada vicdanen duyduğumuz, kalb gözü ile gördüğümüz nimetlere.. Cennet’e götürücü, Rabb’in cemalinden nikabı kaldırıcı lütuflara giden yolda bize rehberlik yapan o Rehber-i Küll’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), yol göstericiliğinin, vesileliğinin teşekkürünü arz etmek üzere bir mesafe daha kateder, Medine-i Münevvere’ye gelir, o Fahr-i Kâinat’ı ziyaret ederiz.

O’nu ziyaret, bir kadirşinaslığın ifadesidir, iyiliğe karşı teşekkürün, temennanın, ihtiramın ifadesidir. Gerçi O’nun buna ihtiyacı yoktur ama bizimkisi, sultana evdeki bir bardak suyu takdim etmedir.. bağında bahçesinde Diclelerin, Fıratların, Nillerin çağladığı zata bir testi su ile gidip, “Çam sakızı, çoban armağanıyla geldik” demenin ifadesidir. “Yâ Resûlallah! Gelişimize de getirdiğimiz şeylere de Senin ihtiyacının olmadığı müsellemdir. Ama huzuruna eli boş gelmekten haya ettik, Sana salât ü selam getirdik, ubûdiyetimizle günahlarımızdan arınmış olarak huzuruna çıkmaya çalıştık, alınlarımızda bir nuranilik, günah lekelerinden arınmış olarak, “gurran muhaccelîn”91 olarak huzuruna geldik” demenin ifadesidir.

Bu bir kadirşinaslıktır, Fahr-i Kâinat Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı medyuniyetimizi izhar ve şükranlarımızı sunmadır, vefadır. Bunu terk ise O’na cefadır, gadirdir, hakkını vermemedir, kadirnâşinaslıktır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

مَنْ حَجَّ فَزَارَ قَبْرِي بَعْدَ مَوْتِي كَانَ كَمَنْ زَارَنِي فِي حَيَاتِي

“Haccedip kabrimi de ziyaret eden kimse, beni hayatımdayken ziyaret etmiş gibidir.”92

مَنْ زَارَ قَبْرِي وَجَبَتْ لَهُ شَفَاعَتِي

“Kabrimi ziyaret edene şefaatim hak olur.”93

مَا بَيْنَ بَيْتِي وَمِنْبَرِي رَوْضَةٌ مِنْ رِيَاضِ الجَنَّةِ، وَمِنْبَرِي عَلَى حَوْضِي

Hanei saadetimle minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Minberim de (Cennet’teki) havzımın başındadır.”94 Yani dünyada oraya gelen, mânâ kadehlerini yudumlayan, ahiretteki havzımdan da benimle beraber kadeh kadeh kevser yudumlayacak demektir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz’in, kendini ziyareti vefanın, terk-i ziyareti ise cefanın ifadesi saydığı yerde kalb ürpermeli, O’na saygısızlık yaparım diye tir tir titremeli. “Kâbetullah’ı ziyaret eder de oranın hatibini ziyaret etmeden nasıl dönerim? Beytullah’ta namaz kılar da Allah’ın evinin imamına selam vermeyi nasıl ihmal ederim?” demeli.

İşte mü’min, böyle bir şevk ve heyecan dolu bir kalble Hazreti Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna gider, selam verir, O’na bağlılığını ifade eder. Allah cümleye nasip ve müyesser eylesin!

Yola çıkan herkes bu aşk u iştiyak içinde çıkar. O’nun köyünün toprağına ayağını basan herkes, Cennet’te geziyor gibi bir hava kazanır.

Burada, kendimi mü’minlerin en günahkârı gördüğümü itirafla beraber bir hissimi anlatmadan geçemeyeceğim. Bunu anlatırken de niyetim şudur: Ben dahi Allah Resûlü’nü bu derece sevebiliyorsam, kim bilir ehliyetli gönüllerde O ne derece sevgiyle tütüyordur. İşte anlatacağım kendime ait hâlet-i ruhiye de bu açıdan değerlendirilmelidir. Yoksa şahsıma ait bir meseleyi anlatmaktan haya ederim.

Cenâb-ı Hak, o mübarek topraklara günahkâr yüzümü sürmeyi nasip ettiği zaman, bana Allah Resûlü’nün köyü öyle parlak öyle parlak geldi ve orada bulunmaktan öyle ruhanî bir haz aldım ki, eğer o anda, –farzımuhal– Cennet’in bütün kapılarından davet edilseydim, inanın hiçbirine gitmez, orada kalmayı tercih ederdim. Aslında Cennet hepimizin arzusudur, oraya girmeyi istemeyen tek bir Müslüman dahi düşünülemez. Her sabah ve akşam dualarımızda, Cehennem’den korumasını ve Cennet’ine almasını Rabbimiz’den isteyip durmuyor muyuz? Bütün bunları kabulle beraber diyorum ki; o anda, şayet nasip olacak olan o yüce pâye verilmek üzere çağrılsaydım, ihtimal, Rabbimden müsaade ister ve Allah Resûlü’nün Ravza-i Tâhire’sinde kalma arzumu söylerdim. Sakın bununla o pâyelere liyakatim olduğunu söylediğim zannedilmesin; sadece Allah Resûlü’ne olan muhabbet ve sevgimi dile getirmek istedim. Yoksa, bütün hayatım boyunca Allah Resûlü’nün sahabesinin en küçüğüne boynu tasmalı bir köle olmak şerefine erebilmek için yalvarıp dua edenlerdenim. “Cenâb-ı Hak, yüzümüzü onların ayağının tozuna sürme düşüncesinden bizi bir lahza uzak tutmasın!” (Âmin) duası çok defa vird-i zebânımız olmuştur.

Aynı hâleti Beytullah’ta da hissetmiştim. Bu duygular belki de hepimizin ortak duygularıdır. Kaldı ki bu hislerle dopdolu yaşayan sadece ben ve benim gibi birkaç kişi değildir. Allah Resûlü’nün nice karasevdalıları vardır ki, onlara benim anlattığım bu hâlet-i ruhiye çok kaba ve ham gelecektir.

Söz bu noktaya gelmişken bir hatıramı daha arz edeyim: O günlerde milletvekili olan Arif Hikmet Bey’le hacda beraberdik. O, daha önceleri kendi kendine, “Medine’ye gidersem bir eşek gibi o mübarek topraklarda yatıp yuvarlanacağım.” diye söz vermiş. Medine topraklarına ayağını basar basmaz, sözünü yerine getiriyor ve o büyük ruh, kendini yere atarak Medine topraklarında yuvarlanıyor. Orada ve burada ne zaman bu tabloyu hatırlasam gözlerim yaşlarla dolar. Kuddusî bu mânâyı ne güzel ifade eder:

Medine menzil-i vahy-i Hudâ’dır

Medine menba-ı feyz-i Hudâ’dır.

Ona dertli varan bulur devalar

Cümle hastaya toprağı şifadır.

Niçün olmaya eşref cümle yerden

Duran ânda Muhammed Mustafa’dır.

Zemîn ü âsumân hep gıpta eyler

Ki me’vâ-yı İmâmü’l-enbiyadır.

Medine ehline kim ede tâzim

Kıyamette yeri tahte’l-livâ’dır.

Medine ehline veren hediye

Ulu devletlere erse revadır.

Medine ehline cevr eyleyenler

Saadet bulmaz, onlar eşkıyadır.

Medine ehlinin ayağı tozu

Bu Kuddusî gözüne tûtiyâdır.

Evet, tozunu toprağını alayım, yüzüme gözüme süreyim, öpeyim, koklayayım, bundan daha tatlı bir koku yoktur diyeyim. Yunus, bütün Anadolu’nun, bütün Hazreti Muhammed âşıklarının, dertlilerinin hissiyatına tercüman olma havası içinde:

Arayı arayı bulsam izini

İzinin tozuna sürsem yüzümü

Hak nasip eylese görsem yüzünü

Ya Muhammed canım arzular Seni!

der, gerçek mü’minin aşk ve heyecanını ifade etmeye çalışır.

Her yıl hacılar oraya gider, yüzlerini gözlerini sürerler. Geride kalanlar da gidememenin inkisarını içlerinde hissederler. Niceleri vardır ki bu huzurla müşerref olur, doğrudan doğruya iltifat görür, selam verir selam alır, oturur da orada sohbet ederler. Niceleri, bu âli meclis içine girer de, هُمُ الْجُلَسَاءُ لاَ يَشْقَى بِهِمْ جَلِيسُهُمْ “Onlarla oturup kalkan bedbaht olmaz.” semavi sofrasından nasiplenir, dua dua yakarışa geçerler: “Resûl-i Ekrem’le konuşan, O’nunla hemdem olup sohbet edenler arasında bulunduk yâ Rabbi, O’na selam verip alanlar arasında bulunduk yâ Rabbi, bizi elimiz eteğimiz boş olarak geriye döndürme, etekleri mücevherlerle dolu olanlarla beraber bizi de haşr u neşr eyle yâ Rabbi!”

İslâm tarihindeki ilk tarikatlardan birini kuran ve açtığı çığırda yetişen binlerce, milyonlarca insana nur-i Muhammedîyi intikal ettirme şerefiyle başı göklere ulaşan Ahmed Rifâî Hazretleri.. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in torunu o büyük zat.. haccını yapmış, ardından Ravza-i Mutahhara’ya gelmiş, şerefli dedesinin huzurunda mahzun ve mükedder oturuyor. O güne kadar nicelerine kederlerinden kurtulma yolunu göstermiş, saadetle tanıştırmış o mübarek zat, mükedder şekilde Resulullah’ın huzurunda oturuyor.. “cemal-i bâkemâlini yakazada görsem, o mübarek ellerine abansam, dudaklarımı o tatlı ellerin üzerinde gezdirsem, günahkâr alnımı sürsem.. ne olur, sultana sultanlık, gedaya gedalık yaraşır.. yâ Resûlallah, lütfediver!”

O bu düşüncelerle, bu iç heyecan ve helecanlarıyla meşgul, dilin tercüman olması mümkün olmayan mânâlarla meşbu iken Efendimiz’in kabrinden çıkan pamuk gibi bir el, Ahmed Rifâî hazretlerinin dudaklarına uzanır. Onun için zaman Cennet olmuştur, mekân Cennet olmuştur. O mübarek eli doya doya öper ve kendisinden geçer. Bu öyle bir lütuftur ki, buna mazhar olan insan o Ravza’nın eşiğine başını koysa, başını eşik taşı yapsa değer ve o da öyle yapar.

Biz de bugünün Müslümanları olarak böyle bir lütuf bekliyoruz. Huzuruna gidip de elini öpeceğimiz ânı bekliyoruz. Bize getirdiği Kur’ân’ı dudaklarımıza götürüp başımızdaki taca sorguç yapacağımız ânı bekliyoruz. O lütfa mazhar olalım, sonra bu uğurda başımızı yere koyalım, bütün insanlık bassın geçsin. O lütuf karşısında bu zilletin ne ehemmiyeti olur? Öyle bir lütuf için buna dünden razıyız. El verir ki Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ölü gönüllerimizi ihya edecek bu iltifatta bulunsun.

Hazreti Muhammed yolu, aşk yolu, şevk yolu, iştiyak yolu.. Hazreti Muhammed yolu, gönüllere inşirah yolu, itmi’nan yolu. Bu zaviyeden bakınca neslimizin ne kadar büyük bir şey kaybettiğini idrak edebilir, aradaki boşluğu görebilirsiniz. O’nu tanımayıp birbirine düşen insanlığın nasıl canavarlaştığına şahit olabilirsiniz. Allah’a hamdolsun, O’nu bize tanıttırdı, gönüllerimize duyurdu, açtığı şehrah içinde bizi O’nun arkasında topladı.

Allah’ın kulu ve Senin ümmetin olarak yaptıklarımızı yaptık, yapamadıklarımıza üzüldük, bağışla yâ Resûlallah! Allah Seni âlemlere rahmet olarak gönderdi, Sana “şefaat-i uzmâ”yı95 verdi. Biz günahkârlara şefaat eyle ey Allah’ın habibi! Rabbimizin huzurunda kemerbeste-i ubûdiyetle Senin arkanda duruyor, dualarına “amin” diyor, elimizden tutmanı bekliyoruz.

Evet, başı secdeli, kalbi heyecanlı, “gurr u muhaccelîn” olan ümmet-i Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), iki üç asırlık perişaniyet ve derbederliğiyle, Peygamberinin elinin uzanıp ellerinden tutmasını bekliyor. O şanlı Nebi’nin, yüzlerine nazar-ı merhamet ve şefkatle bakacağı anı gözlüyor. O yüzümüze baktığı an içimiz yunacak yıkanacak, tertemiz kimseler olarak O’nun kurb-u huzuruna yükselme havasını kazanmış olacağız.

Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud hazretleri, günlerini uyku içinde geçiren milletimizi ve tüm İslâm milletlerini, Müslümanlığın dağidar olduğu şu zaman diliminde, omuzlarına düşen büyük vazifelerden haberdar eylesin, vecibelerini idrak etmeye muvaffak kılsın, yardım eylesin.

Huzurun Edebi

Resûlullah’ı ziyarete giden mü’min, o huzura girerken âdeta sırtında yumurta küfesi taşıyor gibi hareket etmelidir. O’nun mescidinde ve kabr-i şerifinin yanında yüksek sesle konuşmamalı, her türlü laubali hareketten uzak durmalı, tavır ve davranışlarında ciddi bir vakar ve sekîne hali olmalıdır.

Huzur-u Resûlullah’ta, o büyük makamın ciddiyetiyle bağdaşmayan uygunsuz hareket ve davranışlar görmenin beni ne kadar dağidar ettiğini bilemezsiniz. Eğer gerçek bir kalb taşıyor olsaydım, o manzaralar karşısında o kalbin hareketinin durması, benim hayatıma hatime çekmesi gerekirdi. Zira ümmet-i Muhammed, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in başının ucunda itişip kakışıyor, su-i edep sayılacak pek çok şey yapıyorlardı. Orası, huzurun ve edebin hükümferma olduğu bir yerdir; orada krallara taç giydirilir, kralların başlarından tacı alınır, sikke orada kesilir, tuğra orada mânâsını bulur. Zira yeryüzünde Allah’ın en kâmil halifesi, ferid-i kevn ü mekân orada yatmaktadır.

Huzura; eskilerin deyimiyle “Edeb ya Hu” deyip, edebi libas olarak giyinmek suretiyle girmek ve hep edepli davranmak lazımdır. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in huzuru; edep semti, aşk semti, şevk semtidir. Allah’tan niyaz ederim, duygularımız ve bütün Müslümanların duyguları bu istikamette gelişsin.

Fakir, o huzura çıktığım vakit sinemde taşıdığım kalb buna tahammül edemez zannediyordum.. Efendiler Efendisi’ne kavuşma onu durdurur sanmıştım. Heyhat! Nerede o hâl, nerede ben? Ölü olan kalbimi ben diri biliyormuşum. Gerçek âşıklar, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselâm’ın kapısının gerçek bendeleri oraya gittikleri zaman onların durumu bambaşka oluyor. Huzurdan ancak cenazesi çıkanlar oluyor.

Felaket günlerimizin destanını yazan Mehmet Akif, hayatının bir döneminde Mısır, Suriye, Haremeyn… dolaşır, dertlerini oralarda atmaya, kederlerinden kurtulmaya çalışır. Ravza-i Tâhire’de bulunduğu bir gün bir hadiseye şahit olur. O kutlu mekânda birdenbire bir ses gelir, bakar ki bir Sudanlı.. Allah Resûlü’nün kabrinin parmaklıklarına abanmış.. bağrı yanık.. Resûlullah aşkından sinesi kebap olmuş.. aşkını, hicranını, hasretini dile getiriyor.. yana yakıla söylüyor, söyleniyor.

Önce hikayesini anlatayım, sonra Akif’in şiirini vereyim. Şöyle diyor Sudanlı:

Nasıl ki güneş vurduğu zaman çölün bağrı yanar, ben de Senin hicranınla senelerce yandım yâ Resûlallah! Senelerce arzu ettiğim, harem-i pâkine gelip başımı ayaklarının dibine koymayı düşleyip durduğum hâlde, hep memleketim, evlad ü iyalim karşıma çıktı, bu ziyaretimi geciktirdi. Nihayet hepsini aştım, Sudan diyarını geçtim, üç ay Tihame çölünü katettim. Burcu burcu duyduğum Senin kokun imdadıma yetişmeseydi o çöllerde kemiklerim bile yanmıştı yâ Resûlallah.

(Demir parmaklıkların önünde Resûl-i Ekrem’le hasbıhal ediyor, şikayet ve serzenişte bulunuyor) Elli üç yaşına kadar Senin hicranının azabını sinemde taşıdım. Yanına geldiğim zaman şu başımı çarptığım demir kafes de nedir yâ Resûlallah? Hâlâ vuslat olmayacak mı? Aylarca gözlerime uyku girmedi. Arzu edersen yıldızlara sor, sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü. Dağlarla, taşlarla, bütün mahlukatla hasbihâl ettim; geceye derdimi döktüm, dağları söylettim… ve nihayet huzuruna geldim ama bu demir parmaklıklar da nedir yâ Resûlallah?!

Akif; derinleşmiş, coşmuş bu Sudanlının feryad ü figanını, Peygamber karşısında gerçek bir aşığın nasıl dolu olduğunu müşahede ediyor. Âşık son sözlerini söylerken yavaş yavaş sesi kısılmaya başlamıştır. Akif şöyle bitiriyor: Küçük bir sessizlik oldu, ardından bir “ah” işittim. Döndüğüm zaman, parmaklıkların dibinde yıkılıp gitmişti. Bir Seylanlı gözlerini kapatıyordu. Birkaç dakika sonra cenazesini alıp gittiler. Mübarek cenazesini Bakî mezarlığına kaldırdılar ama ruhu muhtemelen Ravza-i Tâhire’de kaldı.

İşte şiirin aslı:

Henüz dua ediyordum ki, “Yâ Resûlallâh!”

Nidâsı kükreyerek, bir kanatlı tayf-ı siyâh,

Basıp eşikleri tutmuş yığınla gölgelere,

Süzüldü uçtaki “Bâbüsselâm” önünde yere.

Mehîb sayhası hâlâ fezâda çınlardı,

Ki yükselip yeniden, yardı geçti eb’âdı.

Düşünce Ravza-i Peygamber’in ayaklarına;

Sarıldı göğsüne çarpan demir kuşaklarına.

Dikildi cebhe-i dîdâr önünde, müstağrak.

Diyordu inleyerek:

– Yâ Nebi, şu hâlime bak!

Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahrânın;

Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicrânın!

Harîm-i pâkine can atmak istedim durdum;

Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum.

“Tahammül et!” dediler… Hangi bir zamana kadar?

Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var!

Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak;

Önümde durmadı artık, ne hânümân, ne ocak…

Yıkıldı hepsi… Ben aştım diyâr-ı Sudan’ı,

Üç ay “Tihame!” deyip çiğnedim beyâbânı.

Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrâda;

Yetişmeseydin eğer, yâ Muhammed, imdâda:

Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin;

Akar sular gibi çağlardı her tarafta sesin!

İradem olduğu gündür senin iradene râm,

Bir ân için bana yollarda durmak oldu haram.

Bütün heyâkil-i hilkatle hasbihâl ettim;

Leyâle derdimi döktüm, cibâli söylettim!

Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü…

Nücûma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?

Azab-ı hecrine katlandım elli üç senedir…

Sonunda alnıma çarpan bu zalim örtü nedir?

Beş altı sîneyi hicrân içinde inleterek,

Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek?

Demir nikâbını kaldır mezar-ı pâkinden;

Bu hasta ruhumu artık ayırma hâkinden!

Nedir o meş’ale? Nurun mu, yâ Resûlallah?

……………………………………………………….

Sükûn içinde bir an geçti, sonra bir kısa “ah!”…

Ne gördüm, oh! Serilmiş zemîne Sudanlı…

Başında, ağlayarak bir zavallı Seylanlı,

Öpüp öpüp kapıyor elleriyle gözlerini.

Bitince harice nakliyle gasli, tekfini,

“Bakî’”a gitti şehidin vücud-i fanisi;

“Harem”de kaldı, fakat, ruh-i câvidânîsi…

İşte ben de o coşkunluğu duydum, ben de gider orada kalırım zannettim ama heyhat! Anladım ki o bezmin eri değilmişim. Anladım ki Resûl-i Ekrem’e gerçekten gönül vermemişim. Anladım ki Ravza-i Tâhire’yi gördüğü zaman düşüp ölecek kıvamda değilmişim. Onun için, hacalet duydum, orada çok kalmayı düşünmedim. “Senin huzurunda heyecandan durmayan bir kalbi taşımak sırtımda yüktür; Senin köyünde öyle bir kalb taşımaktan haya ederim.” dedim, ayrılmak benim için daha iyi geldi, ayrılıp geldim. Utanırım orada ölü bir gönül taşımaktan.

Eğer diyebilme gücünü kendimde hissedebilseydim, eğer o iktidarı vicdanımda duyabilseydim, ben de o Sudanlı gibi buradan seslenecektim. O kapının önünde, İslâm’ın hakikatlerini ruhuna ve kalbine mal edemeyen bir mücrim olarak yıllardan beridir bekliyorum ama kalbime misafir gelmedi, âlem-i bekânın vüs’atine kalbimde bir menfez açılmadı. Ben de bu hâlimi şerh edecek, derdimi Efendim’in huzurunda dökecektim ama kendimde o havayı ve o iktidarı hissetmiyorum.

Oraya aşk dolu bir gönülle gitmek.. edep dolu bir hava ile ziyaret etmek.. Huzur-u Risaletpenâhî’de dururken, Kâinatın İftihar Tablosu’nun karşısında durduğunun şuurunda olarak durmak.. edeple, adab u erkanına riayet ederek durmak.. aşkla, şevkle vazifeyi yapmak ve geriye öyle dönmek…

Gönüller Allah’ın elindedir.. mürde gönülleri O ihya eder, ölü gönüllere canlılığı O ihsan eder. Rabbimden dilerim, Resûl-i Kibriya’yı ziyaret edeceklerin gönüllerini ihya etsin, gönüllerin mihrabı Hazreti Muhammed Mustafa’nın karşısında aşk u şevk içinde bulunmayı müyesser kılsın.


53 Tirmizî, kıyâmet 49; İbn Mâce, zühd 30; Dârimî, rikak 18.

54 Bediüzzaman, Lemalar, s.9 (İkinci Lem’a, Birinci Nükte).

55 Tirmizî, tefsîru sûre (83) 1; İbn Mâce, zühd 29.

56 Bakara sûresi, 2/7.

57 Bakara sûresi, 2/222.

58 Hûd sûresi, 11/113.

59 Buhârî, havâlât 3, kefâlet 3; Nesâî, cenâiz 67; İbn Mâce, sadakât 9.

60 Buhârî, sulh 11, cihad 72, 128; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 84, zekât 56.

61 Mâide sûresi, 5/88.

62 Mü’minûn sûresi, 23/51.

63 Bakara sûresi, 2/172.

64 Müslim, zekât 65.

65 et-Taberânî, elMucemülevsat 5/251.

66 et-Taberânî, elMucemülevsat 6/311.

67 et-Taberânî, elMucemülevsat 6/311.

68 Furkân sûresi, 25/77.

69 Tirmizî, daavât 2; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 3/293.

70 Tirmizî, daavât 65; el-Hâkim, el-Müstedrek 1/670.

71 İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 4/230, 6/158; Abdurrezzak, el-Musannef, 3/125, 5/173.

72 ed-Deylemî, el-Firdevs bi-me’sûri’l-hitab 5/444.

73 En’âm sûresi, 6/103.

74 et-Taberânî, el-Mu’cemü’lkebîr 8/169, 171; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 3/360.

75 Metâf: Tavaf alanı. Kâbe’nin çevresinde tavaf edilen alan.

76 Buhârî, hac 75; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/9.

77 Mesâ: Safâ ile Merve tepeleri arasında sa’y yapılan yer.

78 SafaMerve: Kâbe yakınındaki iki tepenin adlarıdır. Bu iki tepe arasına mes’â, iki tepe arasında gidip gelmeye de sa’y denir.

79 Arşın: Kolun dirseğiyle parmak uçları arasındaki mesafe.

80 Buhârî, tevhid 15; Müslim, zikir 2.

81 Bakara sûresi, 2/197.

82 Müslim, birr 74-76; Ebû Dâvûd, edeb 11; İbn Mâce, edeb 9.

83 Bakara sûresi, 2/197.

84 Bkz.: Buhârî, hac 1, sayd 24; Müslim, hac 407.

85 Buhârî, hac 4, muhsar 9; Müslim, hac 438.

86 Muvatta, menâsik 97.

87 Tirmizî, daavât 65; el-Hâkim, el-Müstedrek 1/670.

88 Bkz.: Abdulkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat: Bediüzzaman Said Nursi, 1/154.

89 Bkz.: Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası, s.68, 69.

90 Ebû Talib el-Mekkî, Kûtu’l-kulûb 2/203; Diyarbekrî, Tarihu’l-hamîs 1/124.

91 Gurran muhaccelîn: Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde, ümmetinin, devamlı abdest almalarından dolayı, kıyamet günü elleri yüzleri nur içinde haşrolunacağını ifade ederken söyledikleri, “elleri yüzleri nurlu, parlak” mânâsına bir ifade.

92 ed-Dârakutnî, es-Sünen 2/278; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 3/489; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, 4/2.

93 ed-Dârakutnî, esSünen 3/334.

94 Buhârî, hac 222; Müslim, hac 502.

95 Şefaati uzmâ: En büyük şefaat demek olup, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mahşerde ümmetinin ve sair insanların bağışlanması için yapacağı aracılığı, vesileliği ifade eder.

-+=
Scroll to Top