Birinci Bölüm Üç Aylar Ve Ramazan
A. Üç Aylar
1. Kutlu Zaman Dilimi Üç Aylar
Üç ayların kendilerine mahsus bir tadı, bir şivesi vardır ki onları yılın diğer aylarından ayırır.. her ayın güzellik ve nefâsetinin zâhirî duygularımızla hissedilip yaşanmasına mukabil, bu müstesna zaman dilimi kalble ve bâtınî duygularla yaşanır. Bu aylarda gönül dünyalarına yönelen insanlar, iman ve iz’anlarından fışkıran ışıklarla eşyanın perde arkasını süze süze, duygularıyla, içinde ebedî bir ömür sürecekleri firdevslere uyanmış ve ulaşmış gibi olurlar. Onlar için bu aylardaki günler, geceler, hatta saatler ve dakikalar âdeta bir başka büyüyle gelir-geçer; gelip geçerken de derecesine göre herkese mutlaka bir şeyler fısıldar.
Bu aylarda zaman hep uhrevî renklerle tüllenir.. insanlar tıpkı öbür âlemin sakinleriymişçesine mûnisleşir ve sırlı bir derinliğe ulaşırlar. Herkes kendi iç derinliklerinden olduğu gibi, varlığın sinesinden de ukbâ buudlu bir şiiri dinler ve yığın yığın hülya ve hatıraların, beklenti ve rüyaların gurup ve tulû’larında dolaşır. Yer yer hüzünlü, zaman zaman da neşeli tedaileriyle üç aylar, bize hem yitirilmiş bir Cennet’in hasretini hatırlatırlar hem de buğu buğu onu yeniden bulabileceğimiz ümidiyle bütün benliğimizi sararlar. Evet, hayatımızın her dakikasını ayrı bir saadet ve neşeye, ayrı bir gerilim ve hamleye çeviren bu günlerdeki hatıra ve tedailer, duygularımızı sessiz bir şiire, hayatlarımızı da sihirli bir güzelliğe çevirirler.
Biraz da üç aylardaki nurların gönüllere sinmesiyle sokaklardaki ışıklar, minarelerdeki mahyalar, her taraftaki ruhanî canlılık ve mabetlere koşan insanların simalarındaki letafetle dünyadakinden daha çok Cennet’teki zamanları hatırlatan bu nurefşan zaman dilimi, kadrini, kıymetini bilenlere ayrı ayrı lezzetler ve zevk-i ruhanîler sunar. Evet, o, imanı, İslâm’ı, mabedi ve ibadeti duyup anlayanları; marifet, muhabbet ve ledünnî hazlara açık olanları, değişik dalga boyundaki ışıklarının renkleri, latîf latîf esen havasının incelikleri, uğradığı herkesi büyüleyip geçen zamanın seslerinden toplanmış ve ruhları sarıp okşayan o sonsuz zevk meltemleriyle kucaklar hepimizi.
Hemen her sene zamanın bu altın dilimini idrak edince, âdeta, ötelerin ayn-ı hayat olan o sevimli, neşeli mavimtırak günlerine bir kere daha kavuşur gibi oluruz. Evet, bir kere daha gönül gözlerimizde her yan baharla tüllenir.. her tarafta yeniden hayat köpürür.. dağ-bayır yeşerir ve renklerle kahkaha atar.. çiçekler raksa durur, bülbüller naralar yağdırır.. ve duygular gülden, laleden alevlerini alıyor gibi olur. Öyle ki her yanda esen bu umumi hava gönüllerimizi bir mutluluk vaadiyle kaplar ve bize ne bilinmedik ne sezilmedik şeyler fısıldar. Hatta hayatları bedbinliğe, karamsarlığa kilitlenmiş insanlar bile bu semavî şehrâyinden nasiplerini alırlar. Hele günler, o ibadetle derinleşen saatlerini, hayatın gerçek mânâsını terennüm etmek için gönüller üstünde bir mızrap gibi hareket ettirdiğinde, kuş cıvıltıları safvetinde ve bir çocuk neşesi tadındaki ezan dakikalarının Cennet güzellikleri kadar tesirli ve bu güzelliklere meftun bir kalb gibi olgun ve dolgun ibadet saatlerinin, Hakk’ı muhatap alma ve Hakk’a muhatap olma mânâsıyla tüten zebercet duyguların zikr u fikirle sinelerimizi coşturan şiiri başlar.. başlar da, varlığın çehresindeki perdeler sıyrılır ve Hakk’a yakın olmanın o kendine mahsus, huzur ve itmi’nan dolu lezzetli, sımsıcak mavi dakikaları bizim olur. Günde beş, haftada lâakal otuz beş defa, âdeta bir nurdan helezon çevresinde dolaşır, gönüllerimizde miraç fırsatlarına erer ve hep insan-ı kâmil olmanın rüyalarıyla yaşarız.
Üç ayların başlangıcı, kamer birkaç gün önce zuhur etse de, rağbetlere açık inayetle tüllenen bir perşembe akşamı “merhaba” der ve bir mızrap gibi gönüllerimize iner. Ulu günlere ve daha bir ulu güne akort olmaya teşne duygularımızı ilk defa uyarıp coşturan “Regâib” bir ses ve enstrüman denemesi gibidir. Yirmi küsur gün sonra gelecek olan Miraç ise, tam hazırlanmış ve gerilime geçmiş ruhlar için âdeta, semavî düşüncelerle, gök kapılarının gıcırtılarıyla ve uhrevilik esintileriyle gelir. Berat bu tembihlerle uyanmış ve tetikte bekleyen sinelere kurtuluş muştularıyla seslenir. Kadir gecesine gelince bu kadirşinas insanları, tasavvurlar üstü ve ancak bin aylık bir cehd ile elde edilebilecek feyiz ve bereketle kucaklar ve onları afv u mağfiret meltemleriyle sarar.
Üç ayların bu olabildiğince tatlı ve imrendiren sıcaklığı, imanlı gönüller için gece-gündüz demeden devam eder. Her gün bütün parlaklık ve canlılığıyla bereketlerini başımıza boşalttıktan sonra gidip ufka kapanınca, arkadan yepyeni, âsûde ve buğu buğu güzellikleriyle bir başka sabah tulû’ eder.. gönüllerimizi dolduran, iç âlemlerimizde gizli gizli bir şeyler örgüleyen hüşyar gönüller için oldukça hülyalı bir sabah.
Recep ayının girmesiyle Rahmeti Sonsuz’a karşı dua, niyaz, hamd ü sena ve tam bir teyakkuzla hazırlığa geçen ruhlar, ayın sonuna doğru ötelere uyanmış gibi tam bir temaşa zevkine ererler.. ererler de hemen herkesin dili, edası, üslubu değişir ve çehrelerini bir heybet, bir haşyet ve bir ümit sevinci bürür. Herkes daha ziyade kalb diliyle konuşmaya başlar.. beşerî sertlikler daha bir yumuşar.. ve bunlar arasında bir hayli insan, miraç yapacakmışçasına bütün dünyevî ağırlıklarını atar ve âdeta ruh hiffetine ulaşır. Derken Hakk’a yönelmiş bu insanların gönüllerinden taşan nuraniyet ve simalarındaki rengârenk incelik en katı kalbleri dahi yumuşatacak ve rikkate getirecek ölçülere ulaşır.
Recep ayının girmesiyle, her zaman ayrı bir derinlikle tüllenen geceler, daha bir büyülü hâl alır ve herkese ne dâhiyâne düşünceler ilham ederler. Hele, ondaki bu gecelerin ötelere açık menfezleri sayılan kutlu zaman parçaları, her zaman bize, gönüllerimize benzeyen emeller ve Cennet duygularıyla coşan hülyalar aşılarlar.. aşılar da, sonsuzluk arzularımızı kucaklar ve ruhlarımıza yeni yeni rüyaların kapılarını aralarlar. Hemen her gece benliğimizde uyukluyor gibi sessiz sessiz duran hislerimizi uyarır ve bize dünyadakinden daha derin saadet düşünceleri ilham ederler.
Kitaplarda “Şehrullâhi’l-Muazzam” diye geçen Şaban ayını, bütün varlığa ve benliğimize sinmiş bir lezzet gibi duyar ve gönüllerimizin ümide, beklentiye, uhrevî güzelliklere kaydığını hisseder gibi oluruz. O, gecesiyle-gündüzüyle, insana Ramazan besteli büyülü bir musiki gibi tesir eder.. ve kendisine sığınanları semavî kollarıyla sarar.. bir anne şefkatiyle kucaklar ve onları rahmetin enginliklerinde dolaştırır. Onu kendi ruhuyla idrak edenler için, sanki zaman delinmiş de duygularımıza zamanüstü âlemlerden bir şeyler akıyor gibi olur. Öyle ki, herkes onun aydınlık dakikalarında ve onu duymanın enginliklerinde bir adım daha atsa, kendini, bir sihirli merdivene binip ötelere yürüyecekmiş sanır. Hemen her gün, her gece, her saat ve her dakika fıtratlarımızdaki gizli sonsuzluk arzusu ve ebediyet düşüncesiyle kimbilir kaç defa ötelere ihtiyacımızı hisseder ve bu Allah ayının araladığı menfezlerle emellerimizi temaşaya koşarız.
Derken sımsıcak, olabildiğince yumuşak ve hummalı dakikalarıyla Ramazan ufukta belirir.. vicdanlar teyakkuza geçer, bütün gönüller uyanır, bütün duygular coşar.. ve insanlar oluk oluk mabede akar; oradan da Rabbine yürür. Ramazan’ın gelmesiyle ruhunun rabıtaları daha bir güçlenir.. uhrevî arzu ve emeller daha bir köpürür; köpürür ve duygular üzerine bir mızrap gibi inip kalkan bir Ramazan mülâhazası, inanmış sineleri aşkla, şevkle coşturur ve onların ruhlarında âdeta yangınlar meydana getirir. Denebilir ki Ramazan, senenin en nurlu, en içli, en tesirli, en lezzetli günleri ve ledünnî hayatımızın da en önemli bir iç dinamizmi olarak bütün benliğimize siner ve bize en uhrevî hazlar yaşatır. Çarşı-pazar ve sokakların görüntüsü ötelere ait duygularla köpürür. Minarelerin solukları gönüllerde Kur’ân hüznüyle yankılanır.. mabetler ışıktan fistanlara bürünür ve imanlı gönüllerin avazlarıyla inler. Evden mabede, mabetten mektebe her yerde Hakk’a yönelişin sevinç ve itmi’nânı yaşanır.. ibadetle şahlanan sineler, bütün güzelliklerini ortaya döker.. en mahrem çizgileriyle iç dünyalarından kopup gelen aşklarını, şevklerini haykırırlar. Bu insanlar, güya “vuslata hazırlanın” emrini almış gibi her geceyi bir “şeb-i arûs” arefesi sayar ve her günü de engin bir vuslat duygusuyla geçirirler.
Evet, Ramazan’daki her seste bir başlangıç vaadi, her solukta bir kurtuluş ümidi nümâyândır. İftarlar, bize bir kısım sırlar fısıldar ve ufkumuzda büyük buluşmanın çağrışımlarıyla tüllenirler.. teravihler ümit dünyamıza neler neler vaat ederler.. geceler, âdeta nazlı bir gelin edasıyla bize harem kapılarını aralar ve vâridâtın her türden dalga boyuyla ışık olur gönüllerimize akarlar.. imsaklar tıpkı vapur düdüğü, uçak sesi ve füze tarrakalarıyla tınlar ve Dost’a vuslat yolunda bir gece yolculuğunu salıklarlar… Nihayet upuzun bir gün, o tatlı buluşmanın telaşlı ama dikkatli, heyecanlı fakat ümitle dolu saatleriyle gelir her yanımızı sarar.
Ramazan’da hayat o kadar derin ve anlamlıdır ki konuşulan her söz, duyulan her ses insana, onun gönlünden fışkıran bir besteymiş gibi gelir; gelir de en tatlı nağmeler hâlinde duygularımız süzülmeye başlar. Her zaman ruhun bir tomurcuk gibi açılmasına ve benliğin derinliklerinde uyuyan duyguların uyanmasına vesile olan ve bizi en büyüleyici, en enfes hülyalar âleminde dolaştıran Ramazan, hepimizi ta iliklerimize kadar bir aşk u şevk ve bir vuslat ihtiyacıyla yoğurur ve gönüllerimize gerçek hayatın neşvesini duyurur.
Ramazan’da tam azığını alabilen herkes, burada elde ettiklerinin ötesinde, yürüdüğümüz bu nurlu fakat biraz buğulu yolun sonunda, hep özleyip durduğu bir ebedî saadetin var olduğunu anlar ve bütün benliğiyle O’na yönelir. Evet, her iftar ve her imsakta insan, kendine yepyeni bir vuslat kapısının aralandığını seziyor gibi olur ve iki adım ötede daha çaplı ve daha büyüleyici bir buluşma ihtiyaç ve ümidini duyar; duyar da bir tarafta gurbet ve yalnızlık, diğer tarafta da beklenti ve hülyalar onları daha engin bir büyü ile sarar ve hakiki aşkın derinliklerine çeker. Öyle ki, onların sinelerinin enginliklerinde olduğu gibi, mekânın sonsuzluğunda da her şeyin aşk etrafında cereyan ettiğini duyar ve kendilerinden geçerler. Kadın-erkek, genç-ihtiyar, zengin-fakir herkes, kendi idrak seviyesine göre, Ramazan’da önemli bir hazırlık dönemi yaşar; sonra da hiç bitmeyecek bir yol mülâhazasıyla hep Allah’a yürüyor gibi olurlar…6
2. Üç Ayların Fazileti
Üç aylar, kutlu bir zaman dilimidir ve mü’minlerin hayatında müstesna bir yer teşkil eder. Her mü’min, bu zaman diliminin geleceği ânı heyecanla bekler/beklemelidir. Böyle bir bekleyiş bize Efendimiz’den miras kalmıştır. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), üç ayların geleceği günleri gözler ve onun gelişiyle birlikte şöyle duada bulunurdu:
اللَّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فِي رَجَبٍ وَشَعْبَانَ وَبَلِّغْنَا رَمَضَانَ
“Ya Rab! Recep ve Şaban’ı bizler için mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.”7
Recep Ayı
Üç ayların başlangıcı olan Recep, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim’de haram aylar (içinde savaşın haram olduğu aylar) olarak zikrettiği dört aydan biridir:
إنَّ عِدَّةَ الشُّهُورِ عِنْدَ اللهِ اثْـنَا عَشَرَ شَهْراً ف۪ى كِـتَابِ اللهِ يَوْمَ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ مِنْهَٓا اَرْبَعَةٌ حُرُمٌۜ
“Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır.”8
Recep ayında sevapların âdeta yağmur gibi yağması sebebiyle bu aya “Recebü’l-asabb” ismi verilmiştir. “Asabb” kelimesi Arapça’da “bol bol dökülen” anlamına gelir. Yani Allah’ın rahmetinin coşup, ikram ve ihsanlarının sağanak sağanak kulları üzerine yağdığı ay demektir.
Bu aya “Recebü’l-asamm” da demişlerdir. “Asamm” sağır demektir. Recep ayı, savaşın haram olduğu aylardan olduğu için bu ayda silahlar susar, savaş çığırtkanlıkları duyulmaz olur, her tarafa sulh ü sükun hakim olurdu. Onun için ona bu ismi vermişlerdir.
Allah dostları, Recep ayını, tarlaya tohum atma dönemine benzetmişlerdir. Şaban ayı, bu tohumların ve çıkan başakların bakım dönemi, Ramazan ise hasat mevsimi gibidir. Bu bakımdan bir mü’min, ahirete yönelik mahsüller elde etmek için yola çıkmışsa ilk etapta tohumu iyi atmalıdır. Yapacağı salih ameller ve bu amellerdeki niyeti, ahiret mahsüllerinin en güzel tohumları olacaktır.
Bediüzzaman Hazretleri de üç ayların faziletine dair şu ifadeleri kullanır: “Her hasenenin sevabı başka vakitte on ise Receb-i Şerif’te yüzden geçer, Şaban-ı Muazzam’da üç yüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarek’te bine çıkar ve cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadir’de otuz bine çıkar.”9
Recep ayının ilk cuma gecesine Regâib gecesi denir. Allah Teâlâ bu gecede mü’minlere türlü türlü ihsanlarda bulunur. Onlar da bu ihsanlara karşı rağbet gösterirler. Zaten regâib tabirinin aslı “rağbet” kelimesine dayanmaktadır. Cenâb-ı Hak bu geceye hürmet edenlere merhametiyle muamelede bulunur. Bu sebeple o günün gecesini ve gündüzünü salih amellerle değerlendirmeye gayret etmek gerekir. Elden geldiğince namaz, oruç, sadaka, Kur’ân tilaveti gibi ibadetler yapmalı; hastaların, yaşlıların, fakirlerin gönüllerini almaya çalışmalıdır.
Recep ayındaki mübarek gecelerden birisi de Miraç gecesidir. Resûlullah Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gökler ötesi âlemlere açılıp Cenâb-ı Hak’la mülâki olduğu Miraç hâdisesi, hicretten yaklaşık bir yıl önce Recep ayının 27. gecesi vuku bulmuştur. O gece Peygamber Efendimiz ilk olarak Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Beytü’l-makdis’e götürüldü. Bu yolculuk Kur’ân-ı Kerim’de “gece yürüyüşü” anlamına gelen “isrâ” kelimesiyle zikredilir. Buradan da “miraç” unvanıyla Cenâb-ı Hakk’ın yüce katına davet edildi. Miraç’ta Cenâb-ı Hak, Efendimiz’e, ümmetinden Allah’a şirk koşmayanların Cennet’e gireceğini müjdeledi; Bakara sûresinin son âyetlerini vahyetti ve beş vakit namazı farz kıldığını bildirdi.
Şaban Ayı
Üç ayların ikincisi olan Şaban da fazilet bakımından son derece değerlidir. Bu hususta Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
وَهُوَ شَهْرٌ تُرْفَعُ فِيهِ الْأَعْمَالُ إِلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ، فَأُحِبُّ أَنْ يُرْفَعَ عَمَلِي وَأَنَا صَائِمٌ
“Ameller, Âlemlerin Rabbi’ne Şaban ayında arz edilir. Ben de amelimin oruçluyken O’na arz edilmesini isterim.”10
Peygamber Efendimiz bu ayda bol bol oruç tutardı. Nitekim Âişe Validemiz’den (radıyallâhu anhâ) şöyle rivayet edilmiştir:
“Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bazen o kadar oruç tutardı ki ‘Herhâlde hiç ara vermeyecek’ derdik. Bazen de oruca o kadar ara verirdi ki ‘Herhâlde hiç oruç tutmayacak.’ derdik. Resulullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ramazan dışında hiçbir ayı bütünüyle oruçlu geçirdiğini görmedim. Hiçbir ayda da Şaban ayındaki kadar oruç tuttuğunu görmedim.”11
Kendisi bu ayda çok fazla oruç tuttuğu gibi ümmetine de öyle yapmalarını tavsiye buyurmuştur. “Ramazan’dan sonra en faziletli oruç hangisidir?” diye sorulan bir soruya Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Ramazan’ı tazim için Şaban ayında tutulan oruçtur.” diye cevap vermiştir.12
Şaban ayının 14’ünü 15’ine bağlayan gece Berat gecesidir. Bu kelime; berî olmak, aklanmak, suçsuz olmak gibi anlamlara gelir. Mü’minlerin bu gece günahlarından kurtulup temize çıkmaları umulduğundan dolayı ona bu isim verilmiştir.
Bazı âlimlere göre Duhân sûresinin ilk âyetlerinde bahsedilen mübarek gece Berat gecesidir:
حٰمٓۜ وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةٍ مُبَارَكَةٍ إِنَّا كُنَّا مُنْذِرِينَ فِيهَا يُفْرَقُ كُلُّ أَمْرٍ حَكِيمٍ أَمْرًا مِنْ عِنْدِنَا
“Hâ-Mîm. Açık olan ve gerçeği açıklayan bu kitaba yemin ederim ki; Biz onu kutlu bir gecede indirdik. Çünkü Biz haktan yüz çevirenleri uyarırız. O, öyle bir gecedir ki her hikmetli iş, tarafımızdan bir emir ile o zaman ayırt edilir.”13
Selef ulemâsından rivayet edildiğine göre hikmetli işlerin birbirinden ayırt edilmesi şu mânâya gelir; bu geceden itibaren bir sonraki seneye kadar meydana gelecek bütün hâdiseler melekler tarafından kader defterlerine yazılır. Öyle ki rızık, ecel, zenginlik, fakirlik, ölüm, doğum… hep bu gece belirlenir.
Kur’ân’ın bu gecede indirilmesi meselesi ise bu gecenin Berat gecesi olduğunu düşünen âlimler tarafından şöyle açıklanmıştır: Kur’ân-ı Kerim Berat gecesinde Levh-i Mahfuz’dan dünya semasına toptan indirilmiştir ki buna “inzâl” denir. Kadir gecesinde ise Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır ki buna da “tenzîl” denir.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde Berat gecesinin feyiz ve bereketini şu sözleriyle anlatır:
إِذَا كَانَتْ لَيْلَةُ النِّصْفِ مِنْ شَعْبَانَ، فَقُومُوا لَيْلَهَا وَصُومُوا نَهَارَهَا، فَإِنَّ اللهَ يَنْزِلُ فِيهَا لِغُرُوبِ الشَّمْسِ إِلَى سَمَاءِ الدُّنْيَا، فَيَقُولُ: أَلَا مِنْ مُسْتَغْفِرٍ لِي فَأَغْفِرَ لَهُ أَلَا مُسْتَرْزِقٌ فَأَرْزُقَهُ أَلَا مُبْتَلًى فَأُعَافِيَهُ أَلَا كَذَا أَلَا كَذَا، حَتَّى يَطْلُعَ الْفَجْرُ
“Şaban’ın 15. gününün gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirin. O gece güneş battıktan sonra Allah rahmetiyle dünya semasına tecelli eder ve şöyle seslenir: ‘Yok mu istiğfar eden, affedeyim! Yok mu rızık isteyen, vereyim! Yok mu başına bir musibet gelen, sağlık ve afiyet vereyim!’ Bu nida böylece tan yeri ağarana kadar devam eder.”14
Rivayet edildiğine göre Berat gecesinde Resûlullah’ı (aleyhissalâtü vesselâm) yanında bulamayan Hazreti Âişe (radıyallâhu anhâ) kalkar ve aramaya çıkar. Nihayetinde O’nu Cennetü’l-Bakî kabristanında başını semaya kaldırmış, tefekkür ve duaya dalmış bir hâlde bulur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu gecenin faziletini muazzez zevcesine şu sözlerle anlatır:
إِنَّ اللهَ عَزَّ وَجَلَّ يَنْزِلُ لَيْلَةَ النِّصْفِ مِنْ شَعْبَانَ إِلَى السَّمَاءِ الدُّنْيَا، فَيَغْفِرُ لأَكْثَرَ مِنْ عَدَدِ شَعْرِ غَنَمِ كَلْبٍ
“Allah Teâlâ, Şaban’ın on beşinci gecesinde dünya semasına rahmetiyle tecelli eder ve Benî Kelb kabilesinin koyunlarının kılları sayısınca insanın günahlarını bağışlar.”15
Üstad Bediüzzaman da bu gecenin faziletiyle ilgili şu görüşlerde bulunur: “Bu gelen gece olan Leyle-i Berat, bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderât-ı beşeriyenin programı nev’inden olması cihetiyle, Leyle-i Kadir’in kudsiyetindedir. Her bir hasenenin Leyle-i Kadir’de otuz bin olduğu gibi bu Leyle-i Berat’ta her bir amel-i salihin ve her bir harf-i Kur’ân’ın sevabı yirmi bine çıkar. Sair vakitte on ise şuhûr-u selâsede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyâli-i meşhurede on binler, yirmi bin veya otuz binlere çıkar. Bu geceler elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için elden geldiği kadar Kur’ân’la ve istiğfar ve salâvatla meşgul olmak büyük bir kârdır.”16
Ancak, Allah’ın rahmetiyle muamelede bulunduğu bu gecede –Resûlullah Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadeleri çerçevesinde– bir kısım kimseler bu rahmetten mahrum kalacaklardır:
إِنَّ اللهَ لَيَطَّلِعُ فِي لَيْلَةِ النِّصْفِ مِنْ شَعْبَانَ، فَيَغْفِرُ لِجَمِيعِ خَلْقِهِ، إِلَّا لِمُشْرِكٍ أَوْ مُشَاحِنٍ (وَ فِي رِوَايَةٍ): وَلَا إِلَى قَاطِعِ رَحِمٍ وَلَا إِلَى عَاقٍ لِوَالِدَيْهِ وَلَا إِلَى مُدْمِنِ خَمْرٍ
“Allah (celle celâluhu) Şaban’ın on beşinci gecesi geldiğinde rahmetiyle nazar eder ve bütün mahlûkatını mağfiret eder. Yalnız şunlar müstesnadır; müşrikler, çok kin güdenler, (bir rivayete göre de:) akrabalık bağlarını koparanlar, ana-babasını incitenler ve içkiye düşkün olanlar.”17
3. Üç Aylardan İstifade
Üç aylar, insanın Allah’a en yakın olabileceği, O’nun engin rahmetine liyakat kesbedebileceği, günahlarından sıyrılıp kalb ve ruh ufkunda seyahat edebileceği kutlu zaman dilimleridir. Zaten nefsin tezkiyesi, ruhun terbiyesi ve kalbin tasfiyesi açısından insanın her sene mutlaka böyle semavî bir rehabilite sürecine ihtiyacı vardır. İşte bu mübarek zaman dilimleri böyle bir rehabiliteyi gerçekleştirme adına çok önemli vesilelerdir.
İnsanın bu yümünlü vakitlerde bedenî ve nefsanî ağırlıklardan sıyrılıp belli bir ufka yükselerek belli bir seviyeyi yakalayabilmesi en başta ciddi bir tefekkürü gerektirir. Ancak bunu yaparken o, kalb ve ruhunu da sürekli mâneviyata açık tutmalıdır. Yani mü’min, bu aylarda bir taraftan iman ve Kur’ân’a dair meseleleri akıl ve zihin melekelerini kullanarak müzakere yoluyla anlamaya çalışırken, diğer yandan da üzerine sağanak sağanak yağan mâneviyat ve ışık yağmurunu yudum yudum içine çekmeye çalışmalıdır.
Şimdiye kadar pek çok insan, kendi ufku itibarıyla bu zaman dilimleriyle alâkalı nice güzel söz söylemiş, nice güzel beyanda bulunmuş, gündüz ve gecesiyle bu ayların mü’min hayatına kazandıracağı nice güzelliklere dikkat çekmiştir. Hazine kıymetindeki bu eserlerin karşılıklı okuma yoluyla kelime kelime üzerinde durulup tahlil edilmesi, müzakere metoduyla sindirilip içselleştirilmesi, bu ayların insana kazandıracağı vâridât ve füyûzâtı anlama ve duyma adına çok önemlidir. Evet, üç aylarla alâkalı yazılanlardan tam istifade edebilmek için sığ ve sathî bir okuyuş tarzından uzaklaşıp, mevzuun derinliklerine açılmasını bilmek gerekir. Bu duygu ve düşünce geliştirilmediği sürece okunup dinlenenlerden hakkıyla istifade etmek mümkün olmayacaktır.
Üç ayların kendine mahsus güzelliklerini ve insan gönlüne akseden zevk ve lezzetlerini kâmil mânâda duyup tadabilmek için daha baştan bunların “ganimet ayları” olduğunun bilinip takdir edilmesi, arkasından da saniyesi zayi edilmeksizin gece ve gündüzüyle ciddi şekilde değerlendirilmesi gerekir. Azim ve kararlılıkla geceleri kalkıp Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeyen ve gece vâridâtını yudumlamayan bir kişinin, dile getirilen güzellikleri derinliğiyle hissedip onların tadına varması mümkün olmaz. Evet, insan ciddi bir metafizik gerilim içinde bu aylara girmez, ciddi bir kulluk şuuruyla kendini ibadete vermez ve işin içine salmazsa, bu bereketli zaman parçalarının ifade ettiği mânâlar bardaktan boşanırcasına yağıp dursa da onun nasibine bir şey düşmez. Hatta o, başkalarının en harikulâde ifadelerini kendi idrak ve istidadının mihengine vurur da onları bir lüks ve fantezi olarak değerlendirebilir ya da o çok canlı ve parlak sözler, onun nazarında cansız bir ceset gibi sönük kalır. Öyle ki bu mevzuda ne İbn Recep el-Hanbelî’nin bamteline dokunan ifadeleri ne de İmam Gazzâlî Hazretleri’nin yüreklere aşk u heyecan salan sözleri onun gönlünde bir aks-i seda bulur. “Acaba bu adamlar ne söylüyor ki!” der, geçer gider. Çünkü bir sözün tesiri adına, söylenilen sözün kıymeti kadar, muhatapların bakış açısı, niyeti, idrak ve sinelerinin o meseleye açık oluşu da önem arz eder.
Evet, bu mübarek günlerin tepemizden aşağıya sağanak sağanak boşalttığı vâridatı duyabilmek, öncelikle ona inanıp teveccüh etmeye bağlıdır. Zira teveccühe teveccühle mukabele edilir. Siz bu ayların ruh ve mânâsına teveccüh etmezseniz onlar da size kapılarını açmaz.
Bu itibarla insan meseleyi öyle sahiplenmeli ki âdeta Recepleşmeli, Şabanlaşmalı ve Ramazanlaşmalıdır. Evet, bu kutlu aylarla öyle bütünleşmeli ki onların insan ruhuna neler söylediğini duyup hissedebilsin. Bu açıdan, sathilikten kurtulamayan, laubaliliğe açık duran, böyle bir ganimet mevsiminde kendini yenileme gibi bir gayret içinde olmayan, hâl ve hareketlerinde ciddiyeti yakalayamayan insanların bu aylardan istifade etmeleri çok zordur.
Dinin Ruhuna Uygun Programlar
Öte taraftan meselenin toplumdaki genel kabule bakan yönü de vardır. Vâkıa bu mübarek ayların ifade ettiği gerçek derinlik ve enginliğin duyulup hissedilmesi kalb ve ruh ufku itibarıyla derin insanlara mahsus bir mazhariyettir. Fakat şu anda Müslümanların belli ölçüde bu ayların kıymet ve bereketini takdir ettiği, camilere yöneldiği ve Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ettiği de bir gerçektir. İşte bu durum önemli bir vesile olarak değerlendirilip bu bereketli zaman dilimlerinde farklı program ve aktivitelerle insanların ruhuna belli mesajlar üflenebilir. Aynı şekilde üç ayların içinde yer alan Regâib, Miraç, Berat ve Kadir gecelerinde de dinin ruhuna sadık kalınarak çağımızın insanına hitap edecek daha hususi programlar tertip edilebilir. Böylece bu kutlu geceleri, insanları Allah’a yaklaştırma ve dinin hakikatini gönüllere duyurma adına değerlendirmiş oluruz. Camiye gelen insanların gönüllerine bu istikamette bazı hakikatler duyurulabileceği gibi, farklı meclislerde bir araya gelişler de müzakere ve sohbetlerle değerlendirilebilir. Böylece bu ayların kendileri için bir şey ifade ettiğine inanan insanların teveccüh ve beklentileri de doğru değerlendirilmiş olur.
Yeri gelmişken bu tür programlarla alâkalı önemli gördüğüm bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum: Bizim, farklı vesileleri değerlendirerek yapacağımız bütün faaliyetlerdeki gayemiz, insanları düşünce ve his dünyaları itibarıyla bir adım daha Allah’a yaklaştırmak olmalıdır. Şayet meşgul olduğumuz program ve aktiviteler bizi bizliğimize götürmüyor ve kendimizi bulma istikametinde bize rehberlik etmiyorsa boş şeylerle uğraşıyoruz demektir. Evet, düzenlediğimiz programlarda Rabbimize ait bir kısım hakikatleri seslendiremiyor, insanları biraz daha Efendiler Efendisi’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaklaştıramıyor da sırf insanların heva ve heveslerine hitap eden programlar düzenliyor ve neticede onlara sadece “Hoş dakikalar geçirdik.” dedirtiyorsak, zaman israfına, belki de günaha giriyoruz demektir. Zira Allah’a (celle celâluhu) götürmeyen ve Efendimiz’e ulaştırmayan her yol bir aldanmışlıktır. Zaten insanları eğlendirme, şölen ve karnavallar düzenleme de bize ait bir iş ve vazife değildir.
Ayrıca bilinmesi gerekir ki günümüzde genel durumları itibarıyla insanların eğlenceye açık bir hayat tarzı vardır. Dolayısıyla onların bu mevzuda gösterecekleri alâka sizi aldatabilir. Öyle ki onların memnuniyetine bakarak iyi bir iş yaptığınızı zannedersiniz. Oysaki önemli olan onların alâkasından ziyade yapılan işin Kur’ân ve Sünnet’in kıstaslarına göre doğru olup olmadığıdır. Bu itibarla ortaya konulan faaliyete alâka gösterilmese ve katılım az olsa bile, siz her zaman doğrunun peşinde koşmalısınız. Diğer bir ifadeyle mühim olan, insanların takdir ve alkışı değil, yapmış olduğunuz programın kalbî ve ruhî hayatımız adına bir mânâ ifade etmesidir.
Bu itibarladır ki göklerin nura gark olduğu, zeminin semavî sofralarla bezendiği böyle bereketli bir zaman diliminde biz, insanları kalbî ve ruhî hayatları itibarıyla hep derinleşmeye yönlendirmeli ve yapacağımız her işi mutlaka yüksek hedeflere, engin mülâhazalara bağlamalıyız. Öyle ki muhatap olduğumuz insanların gönüllerine her seferinde yeni bir mânâ, yeni bir ruh aşılamalı ve onlara, mâneviyat adına doymazlığa doğru yelken açtırmalıyız. Bunu gerçekleştirmek için ister eskiden beri bilinen ilâhiler, naatlar, münacatlar okunsun, ister yeni beste ve güftelerle bu mânâlar ifade edilsin, biz mutlaka her faaliyetimizle insanlarda ebed arzusunu tetiklemeli, gönüllerde sonsuz saadeti kazanma iştiyakını ve kaybetme endişesini harekete geçirmeli ve netice itibarıyla muhatap olduğumuz insanları dinin ruhuna uyarmaya çalışmalıyız.
Hâsılı, camiler, cemaatler, cumalar, Recepler, Şabanlar, Ramazanlar, Regâibler, Miraçlar, Beratlar ve Kadirler mutlaka insanları Cenâb-ı Hakk’a yönlendirmeye vesile yapılmalı ve her ânı sonsuzluğu peylemeye açık bu kutlu zaman dilimlerinde tertip edilen bütün aktiviteler yüce ve yüksek gayeleri gerçekleştirmeye matuf olmalıdır.
B. Ramazan Ayı ve Fazileti
1. Gufranla Tüllenen Ay
Hiç dinmeyen bir neşe, hiç bitmeyen bir zevk, hiç eksilmeyen bir aşkla tütüp giden bir ay varsa o da Ramazan’dır. Bir sene içinde geçen bütün nazlı mevsimlerin, ayların özünü, ruhunu, gerçek mânâsını ve onlardan süzülmüş, toplanmış üsareleri en tatlı bir şive ile sunan Ramazan günleri, Ramazan geceleri; her lahza gönülleri ayrı bir haz ve ayrı bir tatlılıkla sarar, şefkatle onları kucaklar, muhabbetle okşar ve yaşama zevkiyle coşturur.
Ramazan günleri, dünyanın her yanında, hususiyle Müslüman ülkelerde ve Müslümanlar arasında ve hele bizim dünyamızda bütün alâkalara merkez, bütün ruhanî zevklere meydan, bütün heyecanlara sahne, bütün terakkilere nurdan bir helezon ve bütün insanî hususiyetlerin inkişafına açık bir fırsat, bir ganimet alanıdır.
Geceleri ayrı bir duygu, gündüzleri ayrı bir aydınlıkla tulû’ eden Ramazan günleri, gönüllere ayrı bir ruh çalar geçer.. ve toplumun birbirinden kopmuş parçalarını biraraya getirir, bütünleştirir, bütün inzivazedelere cemaat yolunu açar ve onların gurbetlerini izale eder.. herkese değişik buudda bir his ve fikir ziyafeti verir ve herkesi bir kere daha hayata uyarır.
Ramazan, minarelerin başındaki mahyâlardan camilerin derûnundaki avizelere, mescitlere uzanan yolların sağındaki, solundaki kandillerden evlerimizin içindeki lambalara, mü’minlerin yüzlerindeki duruluktan gönüllerindeki aydınlığa kadar her yerde ışıkla tüllenir. Hele dinin yeniden gençliğe erdiği günümüzde o, seher yellerine açık sahurları ve gizli lütufların tecellileriyle tüten iftarlarıyla öyle farklı bir hava, farklı bir ziya ve farklı bir şive ile gelip gönülleri okşar ki, olsa olsa ancak aşkın vuslat ümidiyle kanatlanması bu kadar cezbedici, bu kadar imrendirici olabilir. Sanki Ramazan ayına kadar ruhun sonsuzluk iştiyakı ile insan arasında bir perde varmış da oruçla o perde aralanıyor gibi olur.. ve o âna kadar kalbin bir köşesinde sessiz sessiz uyuyan aşk u şevk birdenbire canlanır, kabarır, köpürür; bütün benliği sarar ve önüne geçilmez bir vuslat arzusuna inkılap eder. Bu mukaddes arzuyu gerçekleştirme yolunda, üfül üfül bâd-ı tecellilerin estiği seherler kollanır, insanlar için hep ötelere açık birer menfez gibi müşahit bekleyen namaz vakitleri olabildiğince değerlendirilir.. ruhlara revh u reyhân teravihlerle gönüller coşturulur.. ve duygulara kâse kâse ilâhî nefehât içirilir.. derken, herkes derecesine göre âdeta uhrevîleşir, ledünnîleşir ve birer melek hâlini alır.
Ramazan, Kur’ân ayı olması itibarıyla bütün bir sene Kur’ân’dan uzak kalmış olanlar bile ciddi bir susamışlık içinde kendilerini o nurefşan iklimde bulur.. ve Kur’ân sağanak sağanak onların başlarına boşalttığı ruh, mânâ, esrar ve eltafla benliklerinin kurumaya yüz tutmuş bütün vadilerini sular.. bir baştan bir başa gönül dünyalarını tıpkı bir çiçek bahçesi hâline getirir ve onları varolma zevkiyle coşturur. Onlar, Kur’ân’da bütün varlığı duyar ve dinler; duygu ve düşünceleriyle kanatlanır.. Kur’ân’da bütün hilkatin soluklandığını hisseder, ürperir.. yer yer ra’şelerle kendilerinden geçer; zaman zaman da gözyaşlarıyla nefes alır, gözyaşlarıyla boşalır, aradan perdelerin kalktığını duyar, Allah’a yakınlardan daha yakın olduklarını hisseder ve kendilerini âdeta bir zevk zemzemesi içinde bulurlar.
Kur’ân’ın ledünnî muhtevasını ancak onda bütün varlığın sesini duyabilenler ve onun derinliklerinde insan ruhuna ait korku ve ümit, tasa ve sevinç, keder ve neşe musikisini birden dinleyebilenler anlar. Onu sanki kendine inmiş gibi dinleyebilen zaman-üstü ruhlar, onda Cennet meyvelerinin lezzetini, Firdevs bahçelerinin renk ve güzelliğini, Reyyân yamaçlarının çağlayan ve manzaralarını müşahede eder ve onunla gürül gürül hâle gelirler. Kur’ân’ı, Ramazan’ın şeffaflaştırıcılığı ve kalbin kadirşinas ölçüleriyle ele alıp onun derinliklerine yelken açabilen saf gönüller, her lahza ayrı bir uhrevî kıymete ulaştıklarını hisseder ve her an “beka”nın ayrı bir buuduyla tanışırlar. Bu insanların düşünce ve hayatlarında “metafizik” “fizik”i tamamlar, mânâ da maddenin gerçek muhteva ve değeri olur ve her şey perde arkası kıymetleriyle ortaya çıkar. Ve yine bu insanların çehrelerinde sanki ilâhî isim ve sıfatların engin dairesine açık bulunmadan mülhem gizli bir seziş, derin ve farklı bir anlayış ve Kur’ân’la inlemiş günlerin uhrevîliklerinden kalma bir olgunluk, bir doygunluk, bir safvet, bir içtenlik ve imanın altın zevkleriyle beslenmiş bir letafet, bir cazibe ve bir mürüvvet çağlıyor gibi bir büyü hissedilir. Onlar, hiçbir şey konuşmasa, hiçbir şey anlatmasalar bile, o anlamlı tavırlarından, edalarından, endamlarından, bakışlarından, duruşlarından bu mânâlar her zaman taşar gelir, gelir ve her tarafta yankılanırlar.
Kur’ân kanatlı ve Kur’ân buudlu Ramazan-ı Şerif kadar gecesi ayrı nuraniliğe ve gündüzü de ayrı aydınlıklara açık bir başka ay yoktur. İnsan, her yeni Ramazan’la bir kere daha, hem de bütün tazeliğiyle Kur’ân’ı ve onun gökler ötesi kaynağını, tüllenen ilâhî marifeti ve onun kevn ü mekânlara dağılmış işaretlerini, Allah aşkını ve onun inanmış simalardaki pırıl pırıl izlerini görür, duyar ve sezer.
Evet, Ramazan’da Kur’ân, bütün bir kaderin yonttuğu bu pırıl pırıl yüzlerin ve bütün bir mânânın iç derinliğini gösteren bu ışıl ışıl gözlerin hepsinde ayrı bir uhrevilikle parıldar.. kadın-erkek, yaşlı-genç, zengin-fakir, âlim-cahil, aristokrat-halk hemen herkes bu mübarek zaman diliminde hayat ve yaşayış basamakları itibarıyla Ramazanlaşır ve Ramazan’la gelen mânâları soluklar…
Evet, herkes istidadına göre ve kabiliyetinin elverdiği ölçüde onunla değişik bir buudda, çeşitli münasebetsizliklerden, insanı başaşağı götüren rezilelerden ve bütün mânevi kirlerden arınır, nurlanır.. ve Cennetlere ehil hâle gelir. Ramazan ayı, yümün ve bereketiyle o kadar zengindir ki, gölgesine sığınan hemen herkes O’nun servet ve gınasından istifade eder ve uhrevî sultanlıklara erebilir: Gençler-ihtiyarlar, sağlam mü’minler-arızalılar, zekiler-ahmaklar, akıllılar-deliler, eşyanın perde arkasına kapalı olanlar-açık bulunanlar, bir işe yarayanlar-yaramayanlar, havadan nem kapanlar-yağmurun altında bile ıslanmayanlar, hâkim olmak için yaratılmış bulunanlar-mahkûm olarak dünyaya gönderilenler, binbir gaile içinde dahi dimdik ayakta durmasını bilenler-en küçük sarsıntıya mukavemet edemeyerek devrilip gidenler, hayatlarını karamsarlık içinde ve inleyerek geçirenler –Cehennemlerin içinde bile ümit şakıyanlar, ömürlerini başkalarına dayanarak sürdüren dermansızlar– en onulmaz dertlerle kıvranırken dahi neşeyle gürleyen iradeler, yaşayışlarını yeme, içme ve uyumaya göre programlamış tenperverler-yemeyi, içmeyi ve uyumayı aşmış gerçek insanlar… Evet, bütün bu birbirinden ayrı, birbirinden farklı sınıflar, değişik ölçülerde de olsa, onun aydınlık ikliminde mutlaka başkalaşır, farklılaşır ve hâlinin müsaadesi nispetinde bir yerlere ulaşırlar.
Ramazan’ın güzellik ve nuraniyeti ve o nuraniyete açık gözlere akseden varlığın mânâ dolu ihtişamının bu birbirinden ayrı ve farklı gruplar üzerine saldığı sır dalga boyundaki bir kısım tayflar sayesinde o, kendine has tadı, havası, ruhu ve mânâsıyla gönüllere öyle bir siner ki, en inatçı kafalar bile mukavemet edemez ve ona teslim olurlar.
Ramazan’da, her şeyi kendi sırlarıyla bürüyen geceler o kadar mûnis ve tatlı, insanın duygu ve düşüncelerini ayrı bir halâvetle kucaklayan gündüzler o kadar sıcak ve yumuşak, inanmış simalar o kadar hisli ve derin, Allah’a davet eden sesler o kadar şefkatli ve bunların hepsinin ifade ettiği mânâlar o kadar duygulandırıcıdır ki, bu gufran ayına sinelerini açabilenler muvakkaten dahi olsa, tasalardan, kederlerden birbir sıyrılıp Cennet mutluluğunu duyabilirler.18
2. Ramazan Kelimesinin Anlamı
Ramazan kelimesinin anlamı hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bunlar:
1. الرَّمَضُ (er-Ramaz) ve الرَّمْضَاء(er-Ramzâ) kelimeleri, “şiddetli sıcak” mânâsına gelir. Bu kelimelerden türediği düşünüldüğünde Ramazan, “günahları yakıp yok eden ay” anlamına gelir. Ayrıca insanların oruçtan dolayı aç-susuz kalmalarından hâsıl olan hararet sebebiyle de bu ismi almış olabilir.
2. الرَّمَضُ (er-Ramaz) kelimesinin bir mânâsı da yazın sonunda ya da sonbaharın başlarında yağan, sıcaktan kavrulmuş toprağa hayat verip yeryüzünü tozlardan temizleyen yağmurdur. Buna göre Ramazan, “yanmış gönülleri serinleten, günahları yıkayıp temizleyen ay” mânâsına gelebilir.
3. Ramazan Ayının Fazileti
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabına, Ramazan ayının yaklaşması münasebetiyle vermiş olduğu bir hutbesinde şunları söylemiştir:
“Ey insanlar! Yüce ve mübarek bir ayın gölgesi başınızın üstüne kadar geldi. Bu öyle bir aydır ki içinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi vardır. Allah, bu mübarek ayın gündüzlerini farz olan oruçla, gecelerini ise nafile ibadetlerle değerlendirmenizi takdir buyurdu. Bu ayda nafile bir hayır yapan, başka aylarda bir farz eda etmiş gibi sevap alır. Bu ayda bir farz yapan başka aylarda 70 farz yapmış kadar sevap kazanır. Bu ay sabır ayıdır. Sabrın karşılığı ise Cennet’tir. Bu ay paylaşma ve yardımlaşma ayıdır. Bu ayda mü’minin rızkı artar. Bu ayda kim bir oruçluya iftar ettirirse yaptığı bu iş onun günahlarının affedilip Cehennem’den âzâd olmasına vesile olur. Oruçlunun sevabından bir şey eksilmeden onun sevabı kadar sevaba kavuşur.”
Ashab-ı kiramdan bazıları, “Ya Resulallah, hepimiz bir oruçluya iftar ettirecek durumda değiliz.” dediler. Bunun üzerine Resulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allah bu sevabı, bir hurma, bir yudum su veya bir yudum süt ile iftar ettirene de verir.”
Efendimiz devamla şöyle buyurdular: “Bu ayın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da Cehennem’den kurtuluştur. Bu ayda her kim işçisinin, hizmetçisinin işini hafifletirse Allah onu affeder ve Cehennem’den âzâd eder. Bu ayda dört şeyi çok yapın. Bunlardan ilk ikisiyle Rabbinizin rızasını kazanırsınız diğer ikisinden de zaten müstağni kalamazsınız. Rabbinizin rızasını kazanacağınız iki amel, Kelime-i Şehadet’e ve istiğfara devam etmektir. Müstağni kalamayacağınız iki amel ise Allah’tan Cennet’i istemek ve Cehennem’den yine O’na sığınmaktır. Her kim oruçlu birini yedirip-içirir hoşnut ederse Allah da ona mahşer günü havuzumdan öyle bir su içirir ki Cennet’e girinceye kadar bir daha susuzluk çekmez.”19
Allah’ın her günü mübarektir. Fakat insanların değerlendirmesiyle günler ayrı bir bereket kazanır ve zamanın birer altın dilimi hâline gelirler. Ancak Ramazan ayı, Cenâb-ı Hak tarafından ekstradan altın hâline getirilmiş bir zaman dilimidir. Zira o, bütünüyle rahmet ve gufran ayıdır.
Evet, Ramazan-ı Şerif, bütün Müslümanlar için ayrı ve hususi bir önem arz eder. Bundan dolayı her Müslüman Ramazan’ı farklı değerlendirmek ister. Bu vesileyle kimisi Mekke-Medine gibi kutsî mekânlara giderek, kimisi de bulunduğu yerde ibadet ü taatini artırarak ona ayrı bir derinlik katmaya çalışır.. çalışır ve niyetinin hulûsu ölçüsünde Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına mazhar olur.
Ramazan, insana, dünyada olduğu halde, yılda bir ay müddetince Cennet yamaçlarında seyahat etmek gibi gelir. Cennet’te cuma yamaçlarında Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşahedeye koşmak gibi, iftar beklentileri de Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşahedeyi bekleme hissi uyarır. Bir ay boyunca sahurlara kalkış, haşr u neşr kalkışı gibi duyulur vicdanlarda. Onun için de Ramazan Bayramları, birer sevinç günü olmasına rağmen, bütün bu duyuş ve sezişlerin gitmesi sebebiyle bugünlerde bir hüzün yaşanır ve “Keşke Ramazan bitmeseydi!” denir.
Diğer taraftan Ramazan sadece bir ay gibi kısa bir müddet olmasına rağmen, on bir aylık alışkanlıklarımıza galebe çalar ve onları unutturuverir. Âdeta “Zamanın en değerli dilimi benim.” der ve üzerimizde on bir aydan daha fazla tesir icra eder ve zamana bütünüyle hükmeder. Onun bu değeri sadece içindeki oruç ve teravihlerden kaynaklanmaz. Aynı zamanda, o bir Kur’ân ayıdır ve bu itibarla Ramazan’da Cenâb-ı Hakk’ın farklı bir buudda bize yakınlığı da söz konusudur. Allah, gecenin belli bir vaktinde yeryüzü semasına tecellî buyurur ve مَنْ يَدْعُونِي فَأَسْتَجِيبَ لَهُ، وَمَنْ يَسْأَلُنِي فَأُعْطِيَهُ، وَمَنْ يَسْتَغْفِرُنِي فَأَغْفِرَ لَهُ “Yok mu dua eden, duasına icabet edeyim! Yok mu bir şey isteyen, istediğini vereyim! Yok mu bağışlanma dileyen, bağışlayayım…”20 der; der ve her gecesinde bize –tasavvufî ifadesiyle– bir kurbet yaşatır. Bütün bu hâller bizim vicdanımızı, latîfe-i rabbâniyemizi, his ve şuurumuzu sarar; sarar ve onları gerçek müşahedeye, Rab’le mülâki olmaya hazırlar.
Ramazan ayı Allah katında ayların en şereflisidir. Bu sebeple on bir ayın sultanı olarak anıla gelmiştir. Onun, senenin geri kalan aylarına karşı bariz bir üstünlüğü vardır. Diğer ayları da Allah yaratmıştır ancak Ramazan’a ayrı bir fazilet ihsan etmiştir. Onun başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da Cehennem’den âzâd olmaktır. Kıyamete kadar tüm insanlığa rehberlik yapacak olan Cenâb-ı Hakk’ın yüce kelâmı Kur’ân-ı Kerim bu ayda dünya semasına indirilmiştir. Bu sebeple Ramazan ayı aynı zamanda Kur’ân ayıdır. Mü’minler bu ayda sürekli Kur’ân ile meşgul olur, onu defalarca hatmetmek, ezberlemek ve mânâlarını iyice öğrenmek için gayret gösterirler. Yine Cenâb-ı Hakk’ın bizzat Kur’ân’da geçen ifadesiyle, “bin aydan daha hayırlı”21 olduğunu söylediği Kadir gecesi bu ayda yer alır. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ayın faziletini anlattığı şu hadis-i şerifi aslında meseleyi çok güzel özetlemektedir:
لَوْ يَعْلَمُ الْعِبَادُ مَا فِي شَهْرِ رَمَضَانَ لَتَمَنَّى الْعِبَادُ أَنْ يَكُونَ شَهْرُ رَمَضَانَ سَنَةً
“Eğer kullar, Ramazan ayının faziletlerini bilselerdi bütün senenin Ramazan olmasını temenni ederlerdi.”22
Ramazan’da yapılan ameller diğer aylarda yapılanlara göre Allah katında daha değerlidir ve daha çok sevaba ve hayra ulaşmaya vesiledir. Bu sebeple Ramazan’ın bir ânını bile boşa geçirmemek için ölesiye bir gayret sarf edilmelidir. Her mü’min diğer aylarda kıldığı beş vakit namaza bir beş vakit daha eklemeye, her gün okuduğu bir cüz Kur’ân’a belki birkaç cüz daha ilave etmeye, bol bol sadaka dağıtıp sıla-i rahimde bulunmaya, tabiri caizse her türlü hayır yolunda daha fazla koşturmaya çalışmalıdır. Abdullah İbn Abbâs’tan (radıyallâhu anhumâ) rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
إِنَّ عُمْرَةً فِي رَمَضَانَ تَقْضِي حَجَّةً أَوْ حَجَّةً مَعِي
“Ramazan ayında yapılan bir umre, bir haccın hatta benimle birlikte yapılmış bir haccın sevabı kadar sevaba medardır.”23
Mü’min, hayatında her sene bu üç aylık kutlu mânevi sürece şahitlik eder. Bu süreç Recep ayı ile başlar ve gittikçe artan bir dozda Ramazan’da zirveye ulaşır. İnsan Ramazan’la birlikte âdeta bütünüyle uhrevileşir. Nasıl uhrevileşmesin ki!? Ebû Hüreyre’den (radıyallâhu anh) rivayet edildiğine göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
إِذَا دَخَلَ رَمَضَانُ فُتِّحَتْ أَبْوَابُ الجَنَّةِ وَغُلِّقَتْ أَبْوَابُ جَهَنَّمَ وَسُلْسِلَتِ الشَّيَاطِينُ
“Ramazan–ı Şerif girdiğinde Cennet’in (bir rivayette semanın, başka bir rivayette de Allah’ın rahmetinin) kapıları açılır, Cehennem’in kapıları kapanır ve şeytanlar zincirlere vurulur.” 24
Cenâb-ı Hak sanki insanın melekleşmesi için şeytanlara zincir vurup Cehennem’e giden koridorları kapadığı gibi Cennet’e giden koridorları da sonuna kadar açar. Allah’ın Ramazan’a bahşettiği bu ihsanın farkında olan bir insan, bunu sonuna kadar kullanıp Cennet’e ehil hâle gelmeye uğraşır. Hele Ramazan’ın son on gününe gelince bu gayretlerin artık zirveye ulaşması gerekir. Zira Rehber-i Ekmel Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizzat öyle yapmıştır. O’nun pâk zevcesi Hazreti Âişe’nin (radıyallâhu anhâ) ifadeleriyle:
“Ramazan ayının son on günü gelince Resûlullah gecelerini ibadetle ihya eder, ailesini uyandırır, dünyadan el-etek çeker ve kendisini bütünüyle Allah’a kulluğa verirdi.”25
O (sallallâhu aleyhi ve sellem), sadece ibadet etmekle yetinmez, hayr u hasenat adına ne varsa hepsini yapmaya ve böylece Allah’a kurbet yolunda mesafe almaya gayret ederdi. İbn Abbâs (radıyallâhu anhümâ) şöyle demiştir:
“Resûlullah, insanların en cömerdi idi. Cömertliğinin zirveleştiği anlar ise Ramazan’da Cebrail (aleyhisselâm) ile buluştuğu zamanlardı. Cebrail (aleyhisselâm), Ramazan’ın her gecesinde Resûlullah ile buluşur, Kur’ân’ı mukabele ederlerdi. Bu dönemlerde O (sallallâhu aleyhi ve sellem), hiçbir engele takılmaksızın hızla esen bereketli bir rüzgârdan daha cömert olurdu.”26
Ramazan ayının faziletlerinden birisi de onun, insanda günah adına ne var ne yoksa hepsini temizlemesidir. “Ramazan” kelimesinin lügavî mânâsının da buna işaret ettiğini daha önce ifade etmiştik. İşte bu mânâyı teyit eder mahiyette Hazreti Ebû Hüreyre’den (radıyallâhu anh) rivayet edilen bir hadiste Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
الصَّلَوَاتُ الْخَمْسُ وَالْجُمُعَةُ إِلَى الْجُمُعَةِ وَرَمَضَانُ إِلَى رَمَضَانَ كَفَّارَاتٌ لِمَا بَيْنَهُنَّ إِذَا اجْتُنِبَتِ الْكَبَائِرُ
“Büyük günahlardan kaçınılması hâlinde, beş vakit namaz, cuma namazları ve (ibadet ü taatle değerlendirilen) Ramazan ayları (aralarda işlenen) günahlara kefârettir.”27
Cenâb-ı Hak, mükâfatını vermeyi bizzat kendi üzerine aldığı oruç ibadetinin başka bir ayda değil de Ramazan’da eda edilmesini farz kılmıştır. Bir ay boyunca tutulan oruçlar Allah’ın rızasına ulaşma yolunda Ramazan’a ayrı bir değer katar. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ayda tutulacak oruç hususunda şöyle buyurmuştur:
مَنْ أَفْطَرَ يَوْمًا مِنْ رَمَضَانَ مِنْ غَيْرِ عُذْرٍ وَلاَ مَرَضٍ لَمْ يَقْضِهِ صِيَامُ الدَّهْرِ وَإِنْ صَامَهُ
“Herhangi bir özrü olmaksızın Ramazan’da bir gün oruç kaçıran kimse, bunun yerine yıl boyu oruç tutsa yine de Ramazan’daki o bir günün sevabına nail olamaz.”28
Bu ayda her gece belki binlerce, belki milyonlarca günahkâr kul, Allah’ın af ve merhametine mazhar olur; Cehennem’e müstahak iken Cennet’e layık hâle gelir. Bu ayda rahmet kapıları açılır, ameller kat be kat fazlasıyla değerlendirilir. Yine bu ayda oruçlu birine iftar ettiren kimsenin amel defterine, o kimsenin oruçtan kazandığı sevabın bir misli daha yazılır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
مَنْ فَطَّرَ صَائِمًا كَانَ لَهُ مِثْلُ أَجْرِهِمْ، مِنْ غَيْرِ أَنْ يَنْقُصَ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْءٌ
“Kim bir oruçluya iftar ettirirse, oruç tutan kadar sevap kazanır. Oruçlunun sevabından da hiçbir şey eksilmez.”29
Fırsatı Kaçıran Üç Kişi
Bir hadis-i şerifte anlatıldığına göre Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir keresinde hutbe vermek üzere minbere çıkarken her üç basamakta da “amin!” dediler. Sahabe efendilerimiz hutbe bitince, “Ya Resûlallah! Bugün Sizden daha önce duymadığımız bir şeyi duyduk; minbere çıkarken üç defa ‘amin’ dediniz. Bunun hikmeti nedir acaba?” diye sordular. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular:
“O esnada Cebrail (aleyhisselâm) geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlık vakitlerine yetişmiş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak mağfireti yakalama gibi bir fırsatı değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün!’ dedi, ben de ‘amin!’ dedim. Cebrail, ‘Ya Resûlallah! Bir yerde adın anıldığı hâlde, Sana salât ü selâm getirmeyene de yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün!’ dedi, ben de ‘amin’ dedim. Ve son basamakta Cebrail yine, ‘Ramazan’ı idrak etmiş olduğu hâlde Allah’ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfireti bulamamış kimseye de yazıklar olsun!’ dedi, ben de ‘amin’ dedim.”30
Cenâb-ı Hak, insanlara, bir kısım külfet ve zorluklar da içeren sorumluluklar yükler. İmtihan boyutu ayrı olmakla birlikte bu sorumluluklardaki ilâhî hikmet ve gaye, kulun mağfirete mazhar olup affedilmesidir. Ne var ki kul, vazifesini yerine getirmezse hem Allah’ın takdir etmiş olduğu nimetten tam olarak istifade edemez hem de duruma göre cezaya müstahak olur. Yukarıda geçen hadis-i şerifte de Allah’ın, insanlara yüklediği bu sorumluluklardan üç tanesi zikredilmektedir.
Bunlardan birincisi insanın dünyaya gelmesine vesile olan anne-babasına hizmet etme sorumluluğu; ikincisi dine ait her şeyi kendisinden öğrendiği Peygamberine şükür ve minnetini ifade etme mesuliyeti; üçüncüsü ise günahlardan arınabilmesi için Cenâb-ı Hakk’ın insanlara bahşettiği bir nimet olan Ramazan ayını değerlendirme mükellefiyetidir.
Evet, bu üç sorumluluk da birtakım zorluk ve külfetler içermektedir. Ne var ki Allah’ın bunlara vaat ettiği mükafat ile karşılaştırıldığı zaman zorluk yanı çok küçük kalır. Karşılığında Cehennem’den kurtuluş, Cennet ve Cenâb-ı Hakk’ın rü’yeti gibi pek pahalı mükâfatlar olan hiçbir zorluk büyük görülmemelidir. Aslında bir insanın anne-babasını idrak etmesi, yanında nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin yâd edilmesi ya da Ramazan-ı Şerif’e erişmiş olması onun için başlı başına önemli birer ilâhî nimettir. Fakat buna rağmen bu ihsan ve nimetlerin kadrini bilemeyen kimse, kapısının önüne kadar gelen fırsatları değerlendirememiş, dolayısıyla da cezaya müstahak hâle gelmiş demektir.
Bu sebeple Cebrail (aleyhisselâm), bu kadar küçük külfetlere katlanıp karşılığında büyük nimetleri elde edemeyen insanların haybet ve hüsranda olduğunu ifade etme sadedinde “burnu yere sürtülsün” ifadesini kullanmış; Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu tasdik mânâsında duasına “amin” demiştir.
C. Ramazan’ın Değerlendirilmesi
1. Ramazan’a Fikren Hazırlanma
Ramazan ayını en güzel şekilde değerlendirebilmek için daha önce de işaret ettiğimiz gibi öncelikle onun kıymetinin bilinmesi gerekir. İnsan, kıymetini bilmediği bir şeyi nasıl ve nerede değerlendireceğini de bilemez. Diyelim ki elinizde demirden yapılmış fakat antika kıymetinde bir yüzük var. Bu yüzüğü demirciler çarşısına götürseniz ona gerçek kıymetinin çok çok altında bir fiyat biçeceklerdir. Ancak onu antikacılar çarşısına götürdüğünüzde gerçek değerini onlar size söyleyeceklerdir. Bu sebeple elinizde bulunan o yüzüğün önce mahiyet ve değerini öğrenmeniz gerekir. Aynen bunun gibi Ramazan ayının kıymetini bilmeyen bir kişi onu değerlendirme konusunda yetersiz kalacaktır. Değerini bilen kimse ise onun bir ânını bile boşa geçirmemeye gayret edecektir. Bu açıdan öncelikli olarak Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde Ramazan ve oruçla ilgili konuların okunup iyice kavranması gerekir. Böyle yapan biri Ramazan’ı değerlendirme yolunda ilk adımını atmış demektir.
Ayrıca Ramazan’ın kıymetini, onu idrak edip değerlendirenlerden öğrenmek gerekir. Bu açıdan, Allah dostlarının, faziletli ve âlim kimselerin bu hususta yazdıklarını okumak çok önemlidir. İmam Gazzâlî, İmam Rabbanî, Muhyiddin İbn Arabî, Bediüzzaman gibi zatların Ramazan ve oruçla ilgili değerlendirmeleri bu hususta bizlere yol gösterecektir. Ayrıca Allah dostlarının, hayat sergüzeştleri içinde Ramazan’ı nasıl değerlendirdiklerini bilmek de bu konuda ayrı bir motivasyon ve rehabilitasyon dinamiği olacaktır.
2. Oruç Tutma
Ramazan ayının en bariz özelliği bu ayda tutulan oruçtur. Mü’minler, üç ayların başlamasıyla birlikte Ramazan’da tutacakları oruç için hazırlık yapar, gerek vücutlarını gerekse zihinlerini oruca alıştırmaya çalışırlar. Bu açıdan Recep ve Şaban aylarında tutulan nafile oruçların, Ramazan orucuna alıştırma hususunda oynadığı rol çok önemlidir. Ramazan ayına ulaşan bir Müslüman’ın –eğer herhangi bir özrü yoksa– oruç tutmaktan başka bir alternatifi yok demektir. Zira daha önce de geçtiği üzere Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) özürsüz olarak Ramazan ayında terk edilen bir günlük orucun, diğer aylarda tutulacak bir yıllık oruçla bile telâfi edilemeyeceğini ifade buyurmuştur.31 Dolayısıyla bir Müslümanın, Ramazan ayını değerlendirme adına yapacağı amellerin başında orucun geldiğini söyleyebiliriz.
Kitabın ilerleyen sayfalarında oruca dair ayrı bir bölüm açacağımızdan dolayı şimdilik bu kadarla yetineceğiz.
3. Kur’ân’la Meşgul Olma
Kur’ân-ı Kerim, Ramazan ayında nüzûl etmiştir. Bu açıdan Ramazan, aynı zamanda “Kur’ân ayı” olarak bilinir. Mü’minlerin hidayet kaynağı olan Kur’ân, her zaman için okunup düşünülmesi ve üzerinde derin derin tefekkür edilmesi gereken bir kitaptır. Zira mü’min, Kur’ân’a her şeyden daha fazla muhtaçtır. Maddi hayatını devam ettirebilme adına ekmek, su, hava ne ifade ediyorsa mânevi hayatı açısından da Kur’ân onu ifade eder. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatını insanları Kur’ân’a çağırmak ve onunla amel etmelerini temin etmek için geçirmiştir. Ashab-ı kirâm, Peygamberimiz’in, bilhassa namazlarda uzun uzun Kur’ân okuduğundan bahseder. Efendimiz kendisi Kur’ân okuduğu gibi ayrıca ashabından bazılarına da okutup dinlemiştir. Ramazan ayı geldiğinde Efendimiz’in Kur’ân’la meşguliyeti daha da artar, ona ayrı bir ehemmiyet gösterirdi.
Kur’ân ile meşgul olmanın faziletine dair pek çok hadis vârid olmuştur. Mesela Hazreti Ebû Ümâme’den (radıyallâhu anh) rivayet edildiğine göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
اقْرَءُوا الْقُرْآنَ فَإِنَّهُ يَأْتِي يَوْمَ الْقِيَامَةِ شَفِيعًا لِأَصْحَابِهِ
“Kur’ân okuyunuz. Çünkü Kur’ân, kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaatçı olacaktır.”32
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir başka seferinde ise şöyle buyurmuştur:
مَنْ قَرَأَ حَرْفًا مِنْ كِتَابِ اللهِ فَلَهُ بِهِ حَسَنَةٌ، وَالحَسَنَةُ بِعَشْرِ أَمْثَالِهَا، لاَ أَقُولُ اَلٓمٓ حَرْفٌ، وَلَكِنْ أَلِفٌ حَرْفٌ وَلاَمٌ حَرْفٌ وَمِيمٌ حَرْفٌ
“Kur’ân-ı Kerim’den okunacak her harf için sevap vardır ve bu sevaplar on katı olarak kişinin sevap hanesine yazılır. Mesela, elif-lâm-mîm bir harften ibaret değildir; elif bir harf, lâm bir harf, mîm de bir harftir.”33
Hazreti Âişe’den (radıyallâhu anhâ) rivayet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
الَّذِي يَقْرَأُ القُرْآنَ وَهُوَ مَاهِرٌ بِهِ مَعَ السَّفَرَةِ الكِرَامِ البَرَرَةِ، وَالَّذِي يَقْرَؤُهُ وَهُوَ عَلَيْهِ شَاقٌّ، فَلَهُ أَجْرَانِ
“Kur’ân okumada mahir, onu gereği gibi güzel okuyan kimse, vahiy getiren şerefli ve itaatkâr meleklerle beraberdir. Öte yandan, bu hususta mahir olmayan, Kur’ân okurken zorlanan, onu kekeleyerek zorlukla ancak okuyabilen kimseye ise (bu hâline rağmen Kur’ân okumaya devam ettiği için) iki kat sevap vardır.”34
Kur’ân’ı öğrenip okumanın yanında onu başkalarına öğretmenin de Allah katında büyük bir değeri vardır. Hazreti Osman İbn Affân’dan (radıyallâhu anh) rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
خَيْرُكُمْ من تَعَلَّمَ الْقُرْآنَ وَعَلَّمَهُ
“Sizin en hayırlılarınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.”35
Kendisine gıpta edilecek iki kişiden biri de Kur’ân’la meşgul olandır. İbn Ömer’den (radıyallâhu anhümâ) rivayet edildiğine göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:
لاَ حَسَدَ إِلَّا فِي اثْنَتَيْنِ: رَجُلٌ آتَاهُ اللهُ القُرْآنَ فَهُوَ يَتْلُوهُ آنَاءَ اللَّيْلِ وَآنَاءَ النَّهَارِ، وَرَجُلٌ آتَاهُ اللهُ مَالًا فَهُوَ يُنْفِقُهُ آنَاءَ اللَّيْلِ وَآنَاءَ النَّهَارِ
“Sadece şu iki kimse gıpta edilmeye layıktır: Biri, Allah’ın kendisine Kur’ân (ilmi) verdiği ve gece gündüz onunla meşgul olan kimse, diğeri de Allah’ın kendisine mal verdiği ve bu malı gece gündüz O’nun yolunda harcayan kimse.”36
Abdullah İbn Amr’ın (radıyallâhu anhümâ) rivayet etmiş olduğu şu hadisten ise insanın ahiretteki derecesinin okuduğu Kur’ân’a göre olacağı anlaşılmaktadır:
يُقَالُ لِصَاحِبِ الْقُرْآنِ: اقْرَأْ وَارْتَقِ، وَرَتِّلْ كَمَا كُنْتَ تُرَتِّلُ فِي الدُّنْيَا، فَإِنَّ مَنْزِلَكَ عِنْدَ آخِرِ آيَةٍ تَقْرَؤُهَا
“Her zaman Kur’ân ile meşgul olan kimseye şöyle denecektir: ‘Oku ve yüksel, dünyada tertîl ile okuduğun gibi burada da tertîl ile oku. Şüphesiz senin merteben, okuduğun son âyetin yanındadır.’”37
İçinde Kur’ân okunup müzakere edilen evleri Allah’ın rahmeti sarıp kuşatır. Ebû Hüreyre’den (radıyallâhu anh) rivayet edildiğine göre Resûlullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
مَا اجْتَمَعَ قَوْمٌ فِي بَيْتٍ مِنْ بُيُوتِ اللهِ، يَتْلُونَ كِتَابَ اللهِ، وَيَتَدَارَسُونَهُ بَيْنَهُمْ، إِلَّا نَزَلَتْ عَلَيْهِمِ السَّكِينَةُ، وَغَشِيَتْهُمُ الرَّحْمَةُ وَحَفَّتْهُمُ الْمَلَائِكَةُ، وَذَكَرَهُمُ اللهُ فِيمَنْ عِنْدَهُ
“Bir topluluk Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın kitabını okur ve aralarında müzakere ederlerse, üzerlerine sekîne iner, onları rahmet kaplar ve melekler etraflarını kuşatır. Allah Teâlâ da o kimseleri kendi nezdinde bulunanların arasında anar.”38
Kur’ân-ı Kerim’i çokça okuyup ezberlemenin yanında asıl olan onun içindeki mânâları bilmektir. Zira her ne kadar anlamadan okumanın bir sevabı olsa da Cenâb-ı Hak onu, biz anlayalım ve içindekilerle amel edelim diye inzal buyurmuştur. Bu mânâdaki bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur’ân okuyup onunla amel edenlerin kıyamet günündeki hâllerini şu şekilde resmeder:
منْ قَرَأَ القُرْآنَ وَعَمِلَ بِمَا فِيهِ، أُلبِسَ وَالِدَاهُ تَاجاً يَومَ القِيَامَةِ ضَوْؤُهُ أَحْسَنُ مِنْ ضَوْءِ الشَّمْسِ فِي بُيُوتِ الدُّنْيَا لَوْ كَانَتْ فِيكُمْ، فَمَا ظَنُّكُمْ بِالَّذِي عَمِلَ بِهَذَا؟
“Kim Kur’ân-ı Kerim’i okur ve onunla amel ederse, kıyamet günü ebeveynine bir taç giydirilir. Güneş, dünyadaki bir eve konmuş olsa ne kadar ışık vereceğini tasavvur edin, bu tacın ışığı onun vereceği ışıktan daha güzeldir. Ebeveyni böyleyse, Kur’ân-ı Kerim ile bizzat amel edenin ışığı nasıl olur, düşünebiliyor musunuz?”39
Bir başka hadislerinde ise Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
مَنْ قَرَأَ الْقُرْآنَ وَاسْتَظْهَرَهُ، فَأَحَلَّ حَلاَلَهُ، وَحَرَّمَ حَرَامَهُ أَدْخَلَهُ اللهُ بِهِ الجَنَّةَ وَشَفَّعَهُ فِي عَشَرَةٍ مِنْ أَهْلِ بَيْتِهِ كُلُّهُمْ قَدْ وَجَبَتْ لَهُ النَّارُ
“Kim Kur’ân’ı okur, onu güzelce ezberler, helâlini helâl, haramını haram kabul eder ve bunlara uyarsa, Allah bu sayede o kimseyi Cennet’ine koyar. Ona, hepsi Cehennem’i hak etmiş bile olsa ailesinden on kişiye de şefaat etme hakkı verir.”40
Kur’ân’la meşgul olmanın faziletlerini anlatmanın yanı sıra Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), içinde Kur’ân bulunmayan bir kalbi de harabe bir eve benzetmiştir. İbn Abbâs’tan (radıyallâhu anhümâ) rivayet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
إِنَّ الَّذِي لَيْسَ فِي جَوْفِهِ شَيْءٌ مِنَ الْقُرْآنِ كَالْبَيْتِ الْخَرِبِ
“Kalbinde Kur’ân’dan hiçbir şey bulunmayan kimse harap bir ev gibidir.”41
Ramazan Mukabelesi
Bütün bir sene Kur’ân’dan uzak kalmış olanlar bile Ramazan’ın nurefşân ikliminde ciddi bir susamışlık içinde Kelam-ı ilâhîden kevser yudumlamaya koşarlar. Bunun en önemli vesilelerinden biri de bu gufran ayında, yaygın olarak her yerde yapılan mukabelelerdir.
Kur’ân’ın Allah tarafından indirildiği şekilde korunması ve âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tespit edilmesi için Cibrîl (aleyhisselâm) her sene Ramazan ayında –bir rivayete göre Ramazan ayının her gecesinde– Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelir; Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâya) Kur’ân âyetlerini Hazreti Cibrîl’e okur ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi.
İşte Kâinatın İftihar Tablosu ile Cibrîl-i Emin’in Kur’ân-ı Kerim’i bu şekilde karşılıklı olarak okumalarına “mukabele” denilmiştir. Hem o mukaddes hatıraya saygının bir tezahürü olarak hem de Kur’ân’ın Ramazan’da nazil olması ve özellikle bu ayda Kur’ân okumanın kat be kat fazla mükâfatlandırılacağının müjdelenmesi sebebiyle mü’minler Ramazan boyunca camilerde ve evlerde “mukabele” okumayı ve hatimler yapmayı âdet hâline getirmişlerdir.
Selef-i salihîn efendilerimiz Kur’ân’ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiş; ayda bir kez bitirmeyenin ona karşı vefalı davranmamış ve onu terk etmiş sayılacağını belirtmişlerdir. Bu açıdan Ramazan’ın mübarek günlerini değerlendirerek ayda en azından bir defa Kur’ân’ı hatmetmeye kendimizi alıştıralım ki bu bizim için bir başlangıç olsun ve Ramazan-ı Şerif’ten sonraki aylarda da kelam-ı ilâhîye karşı vefalı olabilelim.
Aslında bilmeyenler her zaman onu öğrenme ve anlama peşinde olmalı, bilenler de bütün idrak ve ihsas güçlerini onu doğru öğretip doğru ifade etmede kullanmalı ve onun okunup anlaşılmasını daha yaygın hâle getirmelidirler. Zira o, anlaşılmak ve anlatılmak için Allah rahmetinin insan akıl ve idrakine en büyük armağanıdır. Onu okumayı öğrenip mânâsını anlamak hem bir vazife hem de bir kadirşinaslık; anlatmaksa onun nuruna muhtaç gönüllere saygı ve vefanın ifadesidir.
Bu itibarla Kur’ân okumayı bilmiyorsak, Ramazan-ı Şerif’i vesile yaparak hemen onu öğrenme yolları arayalım. Kelâm-ı ilâhîyi okuyabiliyor ama anlayamıyorsak, bazı âyetlerin şerhlerini de ihtiva eden bir meale başvuralım ya da daha güzeli istifade edebileceğimiz bir tefsir kitabı mütalaa etmeye çalışalım. Böylece bu bir ayı gerçekten Kur’ân ayı olarak değerlendirmiş olabiliriz. Mesela, bir sayfa Kur’ân-ı Kerim okurken bir sayfa da onun açıklamalı meali okunabilir. Bunu, günün değişik dilimlerine paylaştırarak yapmak da mümkündür. Mesela öğle, ikindi ve teravihte olmak üzere toplam üç fasılda bir cüz okunabilir. Evet, hiç olmazsa onun bu ölçüde hakkını vermeye çalışmalıyız. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de bizden ne istiyor? Makâsıd-ı sübhâniyesi nedir? Onları görme adına can u gönülden Kur’ân’a yönelmeli, Allah kelâmına karşı kalb kapılarımızı sonuna kadar açmalı ve “Cenâb-ı Hakk’ın razı olduğu şeyleri kelâmından anlama” hususunda Ramazan’ın kudsiyetine yaraşır bir gayret ortaya koymalıyız.
Kurân-ı Azimüşşan Hakkı Verilerek Okunmalı
Kur’ân okurken kelimeleri doğru telaffuz etmek çok önemlidir. İnsan, doğru öğrendiği hâlde bilmeyerek yanlış okuyor olabilir. Allah bundan dolayı –inşâallah– onu sorumlu tutmaz. Ancak doğru okumak biraz gayretle mümkünken, bu işe hakettiği önemi vermeyip lakayt ve laubali kalmak, Kur’ân-ı Kerim’e karşı saygısızlıktır. Mü’min, Allah’ın kelâmı olan Kur’ân’ı, en doğru şekilde, en saygılı bir eda ve ruh hâletiyle, saygı dolu his ve nağmelerle okumaya çalışmalıdır.
Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem), إِنَّ الْمُصَلِّي يُنَاجِي رَبَّهُ، فَلْيَنْظُرْ بِمَا يُنَاجِيهِ بِهِ، وَلا يَجْهَرْ بَعْضُكُمْ عَلَى بَعْضٍ بِالْقُرْآنِ “Kişi, namazda (Kur’ân okumak suretiyle) Rabbi’ne münacatta bulunur, O’na içini döker (tabir caizse O’nunla fısıldaşır). Dolayısıyla bunu nasıl yaptığına dikkat etsin. Birbirinize karşı bağıra bağıra Kur’ân okumayın.”42 buyurmaktadır.
Kur’ân okurken Allah ile konuştuğunun şuurunda olan bir insan mutlaka kendine çeki-düzen verecektir. Âdeta komutanı karşısında emir tekrarı yapan asker gibi, kelimesi kelimesine ve her kelimenin ruhî seviyesine göre üzerine basa basa, onlardan zevk duya duya ve o kelimeleri içiyor gibi eda edeceği bir Kur’ân tilâveti, Kur’ân’a ve Sahib-i Kur’ân’a karşı saygısının ifadesidir.
Kur’ân kıraatinde eksikleri olan bir mü’min, fırsatları değerlendirmeli, bir bilenin huzurunda Kur’ân’ı doğru telaffuz edebilecek şekilde öğrenmeli ve namazlarını bol bol Kur’ân kıraat ederek eda etmelidir.
Evet, Kur’ân, Allah kelâmı olarak okunmalıdır. Mevlâna İkbal bu hususu hayatından bir örnekle ne güzel anlatır: “Ben sık sık Kur’ân okurdum. Buna rağmen babam her defasında bana ‘Oğlum, Kur’ân oku!’ derdi. Bir gün canıma tak etti ve babama, ‘Baba, ben hiç elimden bırakmıyorum ki bu mübarek kelâmı.’ dedim. Bunun üzerine babam bana şöyle dedi: ‘Oğlum! Allah’ın, şerefli elçisi Hazreti Muhammed’e indirdiği Kur’ân’ı, Hazreti Muhammed’e inmiş bir Kur’ân olarak okuma. Kur’ân’ı, doğrudan doğruya Mütekellim-i Ezelî’den (celle celâlühü) dinliyor gibi oku! Yani sana söylediği şeyleri, emri tekrar ediyor mahiyetinde dön Allah’a karşı tekrar et ve öyle oku!’” Kur’ân işte böyle okunmalıdır.
Hazreti Bediüzzaman da Kur’ân’ı, Allah’tan veya Cibrîl-i Emîn’den ya da Hazreti Sadık u Masduk’tan dinliyor gibi okumak gerektiğinden bahseder.43 Kur’ân’ı, doğrudan Mütekellim-i Ezelî’den inmiş olduğunu hissederek okumak ve dinlemek çok ciddi bir meseledir. Kur’ân’a karşı bu hisleri taşıyan bir insan, onun bir kelimesini duyduğunda, on defa aklında evirip çevirir, sonra da o kelimeyi beyninin bütün nöronlarına emanet eder. Kortekse, “Sen biraz bekle, ben yeniden sana müracaat edeceğim.” der. Bir dosyayı karıştırıyor veya kurcalıyor gibi onu alıp bir kere daha baştan sona kadar gözden geçirir. Kur’ân’a bu nazarla bakıldığında, hayatın ferdî, ailevî, içtimaî ve kültürel bütün alanlarıyla alâkalı problemlerimizi ve çözüm yollarını onun içinde bulmak mümkün olacaktır.
Bir kere daha arz etmeliyim ki Kur’ân, dikkatle, muhtevasına inilerek ve Allah kelâmı olduğu şuuruyla, tadı dudağımızda bir burukluk, içimizde bir ürperti hâsıl edecek şekilde okunmalıdır. Nitekim Hazreti Muhbir-i Sadık, إِنَّ هذا الْقُرْآنَ نَزَلَ بِحُزْنٍ فإذا قَرَأْتُمُوهُ فَابْكُوا فَإِنْ لم تَبْكُوا فَتَبَاكَوْا “Kur’ân hüzünle inmiştir. Bu sebeple Kur’ân okurken ağlayın. Ağlayamıyorsanız, kendinizi ağlamaya zorlayın.”44 buyurmaktadır.
Kur’ân, dertli insanın veya çölde yalnız yürüyen sahipsiz birinin, Rabbine teveccüh ve O’na iç dökmesinin nağmeleri gibidir. Dertli gönüllere dost olsun diye gönderilen bu kitap, hüzünle inmiştir ve onu hüzünle okumak gerekir. Ne var ki bu da vicdanların onu duymasına vâbeste bir hâldir. Ölmüş gönüllerin bundan anlayacağı bir mânâ yoktur.
4. Teravih Namazı
Teravih namazı, Ramazan ayına has, yatsı namazının arkasından sünnet-i müekkede olarak eda edilen bir namazdır.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ramazan’da ashabına birkaç gece teravih namazı kıldırmış; daha sonra Müslümanlar onu edaya güç yetiremezler endişesiyle yalnız kılmayı tercih etmiştir. Fakat, مَنْ قَامَ رَمَضَانَ إِيمَانًا وَاحْتِسَابًا غُفِرَ لَهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِهِ “Kim inanarak ve sevabını Allah’tan umarak Ramazan gecelerini ibadetle ihya ederse, geçmiş günahları bağışlanır.”45 diyerek ashabını bu namaza teşvik etmiştir.
Daha sonra, halifeliği döneminde Hz. Ömer Efendimiz, teravihin camide cemaatle kılınmasının insanları bu namaza daha çok teşvik edeceğini düşünmüş, sahabenin kurralarından bazılarını bunun için imam olarak tayin etmiştir. Yani bugün İslâm âleminin her yanında yaygın olarak uygulanan bu âdet-i hasenenin müessisi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), devam ve intişarının vesilesi ise Hz. Ömer’dir (radıyallahu anh).
Bir mü’min günde beş vakit namazın yanında nafile namazları da kılmaya gayret göstermelidir. Hadisin ifadesiyle, ötede mizan kurulduğunda kulun farz namazları eksik çıkarsa Cenâb-ı Hak, “Bakın bakalım, nafilesi var mı? Alın, o farz boşluğunu nafile ile doldurun!”46 buyuracaktır.
Teravih namazının, bir gündeki beş vakit namazın farz ve vaciplerinin toplamına tekabül edecek şekilde 20 rekât olarak kılınması da ayrıca üzerinde durulması gereken bir mevzudur. Tıpkı beş vakit namazın öncesinde ve sonrasında kılınan sünnet namazlar gibi teravih namazı da farzlardaki noksanlıklara mukabil sayılacaktır. Şayet farzlarda bir kusur, bir eksiklik var ise; namazlarımızı gafletle kılmış isek; abdestte kusurumuz olmuş ise… bunlar nafile ve sünnet namazlarla sarılıp sarmalanacak ve tamamlanacaktır ki bu da Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin genişliğindendir. İşte teravih namazı bu açıdan da ayrı bir kıymete sahiptir.
Teravih namazının cemaatle kılınması uhrevî işlerde müşterek hareket etme açısından önemlidir. İki rekâtta bir selâm vererek kılınması en faziletli olanıdır. Aralarda salat ü selâm, Cevşen, Esmâ-i Hüsnâ ve Hizbu’l-hasîn, Hizbu’l-masûn gibi dualar okunabilir.
Ulema teravih namazını, Kur’ân-ı Kerim’i en az bir kere hatmederek kılmanın sünnet, birden fazla hatimle ikâme etmenin ise bir fazilet olduğunu belirtmişlerdir. Selef-i salihîn, Ramazan ayı boyunca teravihte Kur’ân’ın hepsini okumuş veya okuyan birinin arkasında namaz kılmışlardır.
Teravih namazı kılınırken, ister kısa sûreler okunsun isterse de hatim takip edilsin, âyetlerin tertil üzere okunması ve namazın tadil-i erkâna riayet edilerek kılınması/kıldırılması gerekir. Yoksa âyetleri yarış yapar gibi çok süratli bir şekilde okumak, rükû ve secdeleri verip veriştirmek kesinlikle doğru değildir, doğru olmak bir yana namazın ruhuna saygısızlık sayılır. Mü’minler bu hususta temkinli davranmalı; diğer bütün ibadetler, bütün namazlar gibi teravih namazını da kurbet yolunda bir burak görmeli ve Allah’a yaklaşma vesilesi kabul etmelidirler. Dolayısıyla, geçiştirerek kılmak şöyle dursun, Rabbimizin bize lütfettiği bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeli, hakkını vererek eda etmelidirler.
5. İtikâf
Kelime olarak inzivaya çekilme, bir şeye kendini verme, bir yere kapanma gibi anlamlara gelen itikâf, ıstılahî olarak, bir Müslüman’ın, beş vakit namazın cemaatle kılındığı, mescit ve benzeri bir mekâna çekilerek kendini ibadet ü taate, fikr u zikre ve duaya vermesidir.
Kur’ân-ı Kerim’in şu âyeti bize itikâftan bahsetmektedir:
وَلَا تُـبَاشِرُوهُنَّ وَاَنْـتُمْ عَاكِـفُونَۙ فِى الْمَسَاجِدِۜ
“Mescitlerde itikâfta bulunduğunuz sırada eşlerinize yaklaşmayın.”47
Diğer bir âyette ise itikâfın daha önceki ümmetlerde de mevcut olduğuna dair işaret vardır:
وَعَهِدْنَٓا اِلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ اَنْ طَهِّرَا بَـيْـتِـىَ لِلطَّٓائِف۪ينَ وَالْعَاكِف۪ينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ
“İbrahim ile İsmail’e: ‘Tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve secde edenler için bu evimi (Kâbe’yi) tertemiz bulundurun!’ diye emretmiştik.”48
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hicretin ikinci yılından itibaren her sene Ramazan’ın son on gününü mescidinde itikâfla geçirmiştir.49 Bir sene seferde olduğu için yapma imkânı bulamamış ancak onu da daha sonraki Ramazan’da yirmi gün yapmak suretiyle telafi etmiştir.50
Hazreti Âişe (radıyallâhu anhâ), Allah Resûlü’nün bu günlerdeki heyecanını şu sözleriyle anlatır:
“(Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ramazan ayında diğer aylardan daha fazla ibadet ederdi.) Ramazan’ın son on gecesini sair gecelere nispetle daha ciddi ihya eder, bu geceleri ihya etmeleri için hususiyle aile fertlerini de uyandırırdı. Ciddiyetle ibadete yönelirdi.”51
İtikâf sünnetini, sahabeden birçok kimsenin yanı sıra Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hanımları da kendi hanelerinde namaz için tahsis ettikleri yerlerde yapmışlardır. Kendi ifadeleriyle onlar, Efendimiz’in ahiret yurduna irtihalinden sonra da bu sünneti hiç bırakmamışlardır.52
Peygamber Efendimiz itikâfa gireceği zaman mescidin bir köşesini hasırla çevirmiş ve orada ibadet ü taat ile meşgul olmuş ve bir zaruret olmadıkça da mescitten ayrılmamıştır. Hatta bir seferinde mübarek saçlarını yıkamak istediğinde bulunduğu yerden sadece başını hücre-i saadetine uzatmış ve Hazreti Âişe de O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) saçlarını yıkayıp taramıştır.53
Erkeklerin mescitte itikâfa girmeleri gerekirken kadınlar için böyle bir şart koşulmamış, onların kendi evlerinde ibadet için tahsis edecekleri bir köşede itikâfa girmelerinin daha uygun olacağı ifade edilmiştir. Bununla beraber şartlar dinin ruhuna uygun şekilde bu sünnet-i seniyyeyi ifa edebilecekleri şekilde oluşturulabilirse, onların da mescitlerde itikâfa girmelerinde bir mahzur olmayacaktır.
İtikâf sırasında hayırdan başka söz söylememeye özen gösterilmelidir. Her ne kadar günah olmayan sözlerin konuşulmasında bir beis olmasa da itikâfın genel ruhuna uygun olan davranış ya hayır söylemek ya da susmaktır. Hele dedikodu, iftira, söz taşıma gibi içeriği günah olan şeylerden fersah fersah uzak durmak gerekir. İtikâf esnasında çokça namaz kılmak, Kur’ân-ı Kerim okumak, zikir ve tefekkür gibi nazarları ahirete çeviren işlerle meşgul olmak, bu ibadetin ruh ve mânâsına en uygun amellerdendir. Ayrıca Peygamber Efendimiz’in, diğer peygamberlerin ve sair büyüklerin hayatlarına dair kitaplar okunabilir; dinî, imanî meseleler müzakere edilebilir.
İtikâf, kişiyi beşerî ve nefsanî bir takım arzu ve isteklerinden alıkoymak suretiyle onun kalb ve ruhun derece-i hayatına çıkmasına zemin hazırlar. Üç ayların başlamasıyla birlikte mânevi bir atmosfere giren mü’min, Ramazan’da oruç ve teravihle birlikte daha da uhrevileşir. Ramazan’ın son on günü gireceği itikâf ise onu, meşru birtakım ihtiyaçlarından da alıkoyarak âdeta melekleştirir. Çünkü o, bu süre zarfında yemesini içmesini kontrol altına alır, dünyevî meşgaleleri terk eder, günahlara bütünüyle kapanır ve sadece ibadet ü taatle meşgul olur.
İtikâf, bazı İslâm büyükleri tarafından, büyük bir zatın kapısında oturup, “İhtiyacımı yerine getirmedikçe bu kapıdan ayrılmayacağım.” diyen bir kimsenin durumuna benzetilmiştir. Kul, on gün boyunca Allah’ın kapısından ayrılmaz ve salih amellerle O’na daha çok yaklaşır, sürekli O’na tazarru ve niyazda bulunur ve hâl diliyle âdeta, “Beni bağışlayıp mağfiret etmedikçe buradan ayrılıp gitmeme azmindeyim.” der.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kadir gecesini Ramazan’ın son on gününde aramamızı tavsiye etmiştir.54 Sair zamanlarda gafletle kaçırma ihtimali bulunan böyle hayırlı bir gecenin, itikâfa giren kimseler tarafından değerlendirilmesi kuvvetle muhtemeldir. Ramazan’ın son on gününü itikâfta geçiren ve sürekli ibadet ü taatle meşgul olan bir insan, böylece bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesinin mükâfatını da elde etme imkânı bulmuş olacaktır.
Bir diğer taraftan itikâf, insanın dünya meşgalelerinden sıyrılıp kendiyle yüzleşmesini ve tefekkürde bulunarak hayatının bir muhasebesini yapmasını temin eder. Sair zamanlarda geçim derdi ve dünyaya ait sıkıntılar insanı meşgul ederken itikâf esnasında bir süreliğine de olsa bunlardan kurtulmak mümkün olur. On gün boyunca Cenâb-ı Allah’ın büyüklüğünü, nimetlerinin sonsuzluğunu, kendi günahlarının çokluğunu, şükrünün azlığını tefekkür eden ve hayatını baştan sona gözden geçiren bir insan, itikâfın bitmesiyle birlikte hayatında yeni bir sayfa açabilir. Bu açıdan da itikâf insana, başka zamanlarda kolay kolay elde edilemeyecek büyük bir fırsat sunar.
İtikâfa giren bir mü’min, bir bakıma sürekli bir sonraki namazı beklemektedir. Hadis-i şeriflerde beyan edildiği üzere bir namazı kıldıktan sonra bir sonraki namazı bekleyen insan abdestli olduğu sürece sürekli namazdaymış gibi sevap kazanır.55 İşte itikâf mahallini terk etmeyen ve sürekli abdestli bulunmaya dikkat eden bir mü’min, hadislerde bildirilen bu mükâfattan da istifade etme imkânını elde etmiş olacaktır.
İtikâf, günümüzde maalesef unutulmaya yüz tutan sünnetlerdendir. Bugün bu sünneti ifa etmeye çalışan bazı kimseler var ise de onların da tam olarak ruhuna uygun bir itikâf yaptıkları söylemek zordur. Çünkü itikâfta asıl olan, dünyadan tamamen sıyrılarak halvet hayatı yaşamak ve Cenâb-ı Hak tarafından görülüyor olma mülâhazasını derinden derine hissedebilmektir. Orada az yeme, az içme, hayrete varma, fani olma, O’nu (celle celâluhu) bulma esastır.
Keşke imkân olsa da içinde, Ramazan’larda itikâf yapmaya uygun bölümleri de olan camiler inşa edilebilse. Hem kadınlara hem de erkeklere ayrılan bölümlerin olduğu, bütün ihtiyaçlarını rahatça giderebilecekleri, kolaylıkla abdest alıp ibadetlerini yapabilecekleri, her bir odasında 3-4 insan olmak üzere yüz kişinin, ikiyüz kişinin itikâflarını yapabilecekleri camiler…
6. İnfakta Bulunma
Ramazan, gecesiyle gündüzüyle en verimli şekilde değerlendirilmesi gereken bir aydır. Onu değerlendirme yollarından birisi de bol bol infakta bulunmaktır.
Daha evvel de naklettiğimiz üzere, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ramazan’ını anlatan İbn Abbâs hazretleri şöyle der:
“Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanların en cömerdi idi. Onun en cömert olduğu anlar da Ramazan’da Hazreti Cebrail’in (aleyhisselâm) kendisi ile buluştuğu zamanlardı. Cebrail (aleyhisselâm), Ramazan’ın her gecesinde Efendimiz’le bir araya gelir, (karşılıklı) Kur’ân okurlardı. Bundan dolayı Resûlullah bu günlerde, esmek için engel tanımayan bereketli rüzgârdan daha cömert olurdu.”56
Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) örnek alan mü’minler de ellerinden geldiğince infak adına yapacakları hayırları bu ayda yapmaya gayret ederler. Evet zekât, gerekli nisap miktarının üzerinden bir sene geçtikten sonra farz olmasına rağmen, mü’minler daha fazla sevap kazanabilmek için zekâtlarını bu ayda verme hususunda hassasiyet gösterirler. Bol bol dağıtılan sadakalar ve cömertçe yapılan infaklarla fakirlerin, yetimlerin, talebelerin, yaşlıların ve muhtaç durumda olan daha başka kimselerin gönülleri kazanılmaya ve hayır duaları bu ayda alınmaya çalışılır. Zira daha önce de belirttiğimiz gibi bu ayda işlenecek amellerin sevabı kat be kat fazlasıyla verilecektir.
İnfak adına yapılması gereken amellerden biri de Hanefilerce vacip kabul edilen fıtır sadakasıdır. Bununla alâkalı aşağıda ayrı bir bölüm açıp daha geniş bir şekilde ele alacağımız için burada genel hatlarıyla infak ve sadaka kavramı üzerinde durmak istiyoruz.
Allah rızası için yapılan maddi-mânevi her türlü güzel amele bir mânâda sadaka denilmiştir. İslâm’da çok geniş şekilde ele alınan sadakanın birçok şekli vardır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
“İnsanın her bir eklemi, ayrı bir şükür gerektirir. Bunun için her gün her biri için ayrı bir sadaka verilse değer. İki kişi arasında adaletle hükmetmen bir sadakadır. Bineğine binmek isteyene yardım etmen yahut yükünü bineğine yüklemen bir sadakadır. Söyleyeceğin güzel bir söz sadakadır. Namaz için mescide giderken attığın her adım bir sadakadır. Gelip geçenlere eziyet veren şeyleri yoldan gidermen bir sadakadır…”57
Görüldüğü gibi hadiste sadakanın mânâsı çok geniş tutulmuştur. Ne var ki günümüzde sadaka denilince çoğunlukla maddi olarak infakta bulunma anlaşılmaktadır. Hâlbuki mü’min, hayatını her türlü imkân ve şartta sadakada bulunma üzerine plânlamalı ve bu onun ayrılmaz bir özelliği olmalıdır. Ebû Musa el-Eş’arî’den (radıyallâhu anh) rivayet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir keresinde, “Sadaka vermek her Müslümana vecibedir.” buyurdu. Orada hazır bulunanlar, “Sadaka verecek bir şey bulamazsa ne yapacak ya Resûlallah?” diye sordular. Efendimiz onların bu sorularına, “Çalışır, elinin emeğiyle kazanır, hem kendisine faydalı olur hem de başkalarına sadaka verir.” şeklinde cevap verdi.
– Onu da yapamıyorsa yâ Resûlallah?
– Darda kalmışa yardım eder.
– Ona da gücü yetmiyorsa?
– İnsanları hayra tevcih eder.
– Onu yapmaya da imkânı yoksa?
– Hiç olmazsa kimseye kötülük yapmaz. Bu da bir nevi sadakadır, buyurdular.58
Şu hadisler de sadaka vermenin Allah katındaki değerini anlama adına ufkumuzu aydınlatmaktadır:
اتَّقُوا النَّارَ وَلَوْ بِشِقِّ تَمْرَةٍ
“Yarım hurma ile de olsa Cehennem’den korunun.”59
مَا نَقَصَتْ صَدَقَةٌ مِنْ مَالٍ
“Sadaka vermek malı eksiltmez.”60
اَلْيَدُ الْعُلْيَا خَيْرٌ مِنَ الْيَدِ السُّفْلَى
“Veren el alan elden hayırlıdır.”61
إِنَّ الصَّدَقَةَ لَتُطْفِئُ غَضَبَ الرَّبِّ وَتَدْفَعُ مِيتَةَ السُّوءِ
“Sadaka, Rabb’in gazabını dindirir ve kişiyi kötü akıbetten korur.”62
Daha pek çok hadis sadaka vermenin bir Müslüman için ne kadar önemli olduğunu anlatmaktadır. Bunun farkında olarak her mü’min bilhassa amellerin sevaplarının katlandığı mübarek Ramazan ayını fırsat bilmeli ve bol bol sadaka vermeye çalışmalıdır.
Bir de “sadaka-i câriye” olarak isimlendirilen, öldükten sonra bile amel defterimize sevap yazılmasına vesile olan sadaka türü vardır. Bütün insanların faydalanabileceği cami, okul, yol, yurt yapmak; ağaç dikmek; faydalı eserler bırakmak gibi şeyler bu kategori içinde değerlendirilebilir. Bu sadaka türüne işaret eden hadis-i şerifte de Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
إِذَا مَاتَ الْإِنْسَانُ انْقَطَعَ عَنْهُ عَمَلُهُ إِلَّا مِنْ ثَلَاثَةٍ إِلَّا مِنْ صَدَقَةٍ جَارِيَةٍ أَوْ عِلْمٍ يُنْتَفَعُ بِهِ أَوْ وَلَدٍ صَالِحٍ يَدْعُو لَهُ
“İnsan ölünce üç ameli dışında bütün amellerinin sevabı kesilir. İnsana ölümünden sonra bile sevap kazandırmaya devam eden ameller şunlardır: Sadaka-i câriye, kendisinden istifade edilen ilim, arkasından dua eden hayırlı evlat.”63
7. Salih Amelleri Artırma
Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) birer mükellefiyet olarak bizlere farz kıldığı ibadetler, eda keyfiyetimize göre farklı mahiyetler kazanarak Allah nezdinde bizim için şahitlik yapacaklardır. Onun için bu gufran ayını ne kadar memnun edersek onun şehadeti de o istikamette gürül gürül olacaktır. Ramazan-ı Şerif iyi değerlendirilebildiği takdirde, bizden ayrılıp gittiği zaman lehimize şehadet edecek, belki de bizim Reyyân kapısından Cennet’e girmeye namzet olduğumuzu ifade edecektir. Bu açıdan Allah’ın (celle celâluhu) hakkımızda takdir buyurduğu ibadetlere saygı göstermeli, onları aziz bilmeli ve azami derecede onları değerlendirme gayreti içinde olmalıyız.
Ayrıca insan, ahirette Allah’ın (celle celâluhu) kendisine ihsan ettiği nimetlerin hangi amellerinin mükâfatı olduğunu bilecektir ki bu da o insana, nimetin kendisi kadar haz verecektir. Belki de mazhar olduğu bu nimetler karşısında şöyle diyecektir: “Çok şükür Rabbime! Evvela beni amelle şereflendirdi, şimdi de onun mükâfatıyla şereflendiriyor.”
Evet, insan orada, tuttuğu oruçlarını ağzıyla, burnuyla, kulağıyla tanıyacak. Aç ve susuz kalmasını, teravihlerdeki yorulmalarını, sahura kalkma heyecanlarını, iftarlardaki izzet ve ikramlarını öbür âlemin hususiyetleri içinde bilip tanıyacak ve bunların hazzını yaşayacaktır.
Bazı ibadetler, derinliğini bilhassa zarfından alır. Ramazan ayında yapılan ibadet ü taat de böyledir. Bu itibarla Ramazan ayında yapılan ameller ayrı bir kıymete ulaşacaktır. Bu ayda insanlar çok farklı şekilde Allah’a (celle celâluhu) yaklaşırlar. Bu ayda tutulan orucun sevabına hiçbir oruç yetişemez. Başka gecelerde kılınacak yirmi rekât namaz da teravihin yerini tutamaz. Aynı şekilde Ramazan’ın dışındaki gecelerde yapılan sahurlardan da Ramazan’daki sahurun sevabı alınamaz. Keza Ramazan dışında iftar vaktindeki ezan bekleyişleri de Ramazan’a denk olmaz. Kısacası, başka zamanlarda yapılan amellerle, Ramazan’da ulaşılan mükâfata kesinlikle ulaşılamaz. Hiçbir amel onun geride bıraktığı boşluğu dolduramaz. İşte bu sebepledir ki bu hakikati vicdanında derinlemesine duyan samimi mü’minler Ramazan’ın gitmesiyle ciddi bir hicran duyar ve bir sonraki Ramazan’a kadar da onun hasretini çekerler. Bilemeyiz, belki de bu hasret onlara ayrı bir Ramazan sevabı kazandırır.
Bilindiği gibi bazı mübarek ay, gün ve gecelere ait bir kısım faziletlerden bahsedilmiştir. Mesela, Kur’ân’ın ifadesiyle, Kadir gecesini ihya eden bir insan, bin ayı ihya etmiş gibi sevap alır.64 Yine Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadesiyle vatanı korumak gayesiyle bir gün nöbet tutan biri, günlerce, aylarca ibadet yapmış gibi sevap kazanır;65 keza bir saat tefekkür eden insan, yıllarca ibadet etmiş gibi olur.66 Demek ki bu türlü dar bir zaman dilimi içinde veya hayatî önem taşıyan bir mekânda bir insanın yapacağı bazı hususi, cüz’î, zıllî şeyler; cüz’iyetten çıkıp külliyet kesbediyor, zılliyetten çıkıp asliyete inkılap ediyor ve Cenâb-ı Hakk’ın katında aslı eda edilmiş gibi kabul ediliyor.
Bir insan Ramazan-ı Şerif’in gecelerini namazla, gündüzlerini de oruçla geçirirse, yani gecesiyle gündüzüyle onu ihya ederse, Kadir gecesinde vaat edilen ilâhî lütuflar onun için bahis mezvuu olabilir. Dolayısıyla bütün sene hayırlara açık olur, hep hayır yollarında dolaşma sath-ı mailine girer. Bu da o insan için bir salih (doğurgan) dairenin teşekkül etmesi demektir. Böyle bir durumda yapılan her bir hayır, başka bir hayrı doğurur ve derken o insan için bir hayırlar dairesi teşekkül eder. Böyle potansiyel bir lütuf kapısı herkes için açıktır.
Ramazan’ı Tastamam İhya Etme
Ramazan-ı Şerif’i tastamam ihya eden bir insan için Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
من صَامَ رَمَضَانَ إِيمَانًا وَاحْتِسَابًا غُفِرَ له ما تَقَدَّمَ من ذَنْبِهِ
“Kim sevabına inanarak ve ecrini Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa onun geçmiş günahları affedilir.”67
Demek bu türlü ibadetlerde insanın niyeti, hulûsu, yakîn mülâhazası çok önemli ki bunların derinliğine göre Allah (celle celâluhu) bazen bire on, bazen yüz, bazen de milyon veriyor, veriyor ve insanın ömrünü çok çok aşkın sevap kazanmasına vesile oluyor.
Bunu küçük bir misalle anlatmak gerekirse, diyelim ki Ramazan-ı Şerif’te Kadir gecesini yakaladınız ve onu ibadet ü taatle ihya ettiniz. Bu, bin ay hesabına göre yaklaşık seksen yıl yapar. Buna göre bir gecede sanki seksen yıl yaşamış ve seksen yılın tamamını ibadetle geçirmiş gibi sevap kazanırsınız. Bu, insanın, kısacık ömrüne sığdıramayacağı kadar büyük bir mazhariyettir.
Ayrıca bu, öyle bir bin ay ve seksen senedir ki içinde ne riya ne de süm’a vardır. Zira, gecenin bir ânında ve kimsenin olmadığı bir ortamda yaptığınız ibadet ü taati riya, süm’a fırtınaları alıp götürmez. Onun içinde başka günahlar da yoktur; mesela harama bakmamış, yalan söylememiş, din-i mübin-i İslâm’ın esaslarına aykırı hareket etmemişsinizdir.
İşte Ramazan, böylesine önemli hayırlar doğuran bir aydır. Kanaatimce, hususiyle iman ve Kur’ân’a hizmet eden insanların Ramazan’ı da başka zamanları da ayrı bir önem arz eder. Zira bunlar, ömürlerini hizmete adadıklarından, belki hayatlarının bütün dakika ve saniyeleri Ramazan gibi bereketlenecektir. Bu açıdan da eğer bir Ramazan ayı ihlâslı bir insana seksen senelik ömür kazandırıyorsa, herhâlde onlarınkini hesap etmek mümkün olmayacaktır.
8. İftar Sofralarını Başkalarına da Açma
Oruç, iftar, sahur, teravih gibi büyüleyici güzellikleriyle ufkumuzda beliren ve kendine mahsus kudsî bir atmosfer oluşturan Ramazan ayının; gerilimlerin gerilimleri takip ettiği, şiddet ve hiddetin aşırı bir hâl aldığı, zıtlaşmaların marifet görüldüğü ve kitleler arasında ciddi soğukluğun yaşandığı dönemlerde bile ruhların yeniden salâha kavuşması, kalblerin, hislerin ve düşüncelerin selimleşmesi ve her türlü sertliğin, huşûnetin yatışması adına apayrı bir tesiri vardır. Zaten sükûnet, yumuşaklık ve letafetin belirgin bir şekilde kendini hissettirdiği bu mübarek aya karşı Müslümanların içinde ciddi bir saygı hissinin olduğu da bir gerçektir. Bu açıdan şu an biz değişik olumsuzluklarla çepeçevre kuşatılmış olsak da eğer iradelerimizin hakkını verip gönüllerimizi bu kutlu zaman dilimine açabilir, onun bereketine yürekten inanıp tazim ve saygı hisleriyle ona yönelebilirsek; o da bizi kucaklayacak, rahmetini başımızdan aşağıya sağanak sağanak boşaltacak, hiddet, şiddet ve öfkelerin önüne geçecek ve böylece toplumda bir huzur ve sükûnet havası hâkim olacaktır.
Bu istikamette yapılması gerekenlere gelince, mesela bir apartman dairesinde ikamet eden insan, komşuları hangi kültür ve anlayışta olursa olsun, onları iftar sofrasına davet edip elinden geldiği ölçüde centilmenlik ve civanmertliğini sergileyebilir. Hatta yemek yedirdikten sonra bir de, “Siz buraya gelerek yemeğimizi yeme zahmetine katlandınız. Kabul buyurursanız bu da diş kiranız.” diyerek öncesinde onlar için hazırladığı küçük bir hediye takdim edebilir. İmkân varsa çocuklarına değişik hediyeler vermek suretiyle o masum yavruların gönülleri hoş edilebilir. Aynı şekilde bir okulda öğretmen olan, bir üniversitede hocalık yapan veya daha başka bir kurumda çalışan insan da, kesim farkı gözetmeksizin herkese evini açıp iftar sofrasını onlarla paylaşmak suretiyle, içtimaî barışa katkıda bulunabilir.
Biz bu yümünlü, bereketli ayı öyle değerlendirmeliyiz ki misafirin bulunmadığı hiçbir iftar soframız olmamalıdır. Evet, iftar sofraları yemek zenginliğinden ziyade misafir çokluğu ve çeşitliliğiyle zenginleştirilmelidir. Bildiğiniz üzere Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); طَعَامُ الْوَاحِدِ يَكْفِى الاِثْنَيْنِ وَطَعَامُ الاِثْنَيْنِ يَكْفِى الأَرْبَعَةَ وَطَعَامُ الأَرْبَعَةِ يَكْفِى الثَّمَانِيَةَ “Tek kişilik yemek iki kişiye, iki kişilik yemek dört kişiye, dört kişilik yemek de sekiz kişiye yeter.” buyuruyor.68 Bu açıdan kendine mahsus apayrı bir bereketi bulunan Ramazan ayında misafirin çokluğundan endişe edilmemelidir.
Böyle bir hareket tarzı farklı kesimler arasındaki uçurumların kapanması ve önyargıların aşılması adına önemli bir diplomasi yoludur. Hakikaten güç ve kuvvetle halledilemeyen, mekanize birliklerle başa çıkılamayan pek çok problem bu yolla çözülebilir. Evet, siz gönlünüzü herkese açar, insanlığınızla muhataplarınızın kalbine girer, gönlünüzde herkesin oturabileceği bir yer hazırlar ve böylece gönülleri arkanıza alırsanız, hakkından gelinemeyen kinlerin, nefretlerin, gayız ve öfkelerin, kan dökmelerin, cana kıymaların da önü alınmış olacaktır. İnsanlık tarihi boyunca hiçbir zaman tehditle problemlerin çözüldüğü, sıkıntıların hallolduğu görülmemiştir. Bilakis tehditler karşısında insanların hışımları daha bir artmış ve kendilerince daha bir hararetle tahrip eksenli yapılanmaya gitmişlerdir.
Bir atasözünde ifade edildiği gibi, bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır. Vereceğimiz bir iftarın da kırk yıl hatırı olacaktır. Bu açıdan geriye dönüşü çok farklı olan böyle bir civanmertlik mutlaka yerine getirilmelidir. Bilemiyoruz, belki de Ramazan’ın bir bereketi de buradadır. Yani biz oruç tutarak, teravih kılarak uhrevî mükâfatlar elde edebileceğimiz gibi, bir de insanların gönlüne girmek suretiyle apayrı bir kazanç yaşarız.
Öte yandan dünyanın dört bir bucağında insanlığa hizmet etme yolunda koşturan Kur’an hizmetkârları da gönüllere girme adına Ramazan’ı çok önemli bir vesile olarak değerlendirebilirler. Nasıl ki Kurban Bayramı’nda kesilen kurbanlar ülkemizdeki fakir insanlardan başlamak üzere, Asya’dan Afrika’ya dünyanın dört bir bucağına götürülmek suretiyle milletimizin civanmertliği ve cömertlik hissi ortaya konuldu ve böylece kurban vasıtasıyla gönüller fethedilmeye başlandı ve aynı zamanda bununla güven kaynaklı bir kardeşliğin var olduğuna dair onlardaki güven duygusu harekete geçirilmiş oldu. Aynen öyle de, Ramazan ayında iftar ve sahur kapıları herkese açılmak suretiyle bir Ramazan seferberliği başlatılıp nice gönüller kazanılarak bu mübarek ay Allah’ın (celle celâluhu) hoşnut olacağı bir keyfiyete ulaştırılabilir. Zira özellikle yurtdışında gerçekleştirilen iftar ve sahur davetleri hem birbirimizi tanıma hem de insanlık barışı için çok faydalı olacaktır. Bilhassa iftar öncesi okunacak ezanlar onlara sürpriz bir ses olarak oldukça orijinal gelecektir. Dolayısıyla da muhataplarımızı kendi güzelliklerimiz ve kendi zenginliklerimizle tanıştırma adına böyle bir imkânın en iyi şekilde değerlendirilmesi gerekir.
Yapılan bütün bu faaliyetler muhatapların gönüllerinde belki sadece Müslümanlığa sempatiyle bakmalarını netice verecektir. Fakat bu kazanım bile kesinlikle hafife alınmamalıdır. Kim bilir belki de her şeyi ter ü taze duyan o insanlar, zamanla İslâm’ın güzelliklerini daha farklı hissedecek ve birdenbire dikey (amudî) olarak kendi arş-ı kemalâtlarına yükseleceklerdir. Bu açıdan böyle bir neticenin hâsıl olması adına bir kere iftar verme değil, onların önüne günde üç-dört defa sofra serilse değer.
Çağımızın insanı maalesef Müslümanlığın güzelliklerinden mahrum yaşadı, Müslümanca tavır ve davranışları göremedi. İşte bizim en önemli vazifemiz, aile yapımızla, anne, baba ve evlatlarımızla olan münasebetlerimizle, davetlerimizle, centilmenliğimizle onlara hakiki Müslümanlığı göstermektir. Eğer birileri Müslümanları “öcü” gibi görüyorlarsa bunu izale etmenin yolu, onlarla içli-dışlı olmaktan geçer. Bu sebeple de Ramazan-ı Şerif’te Müslümanlar, bulundukları konum neyi gerektiriyorsa, akıl, mantık, muhakeme ve istişareyle hareket ederek makul bir şekilde bu işi gerçekleştirmeye çalışmalıdırlar.
D. Kadir Gecesi
Ramazan ayının hususiyetlerinden birisi de içinde yer alan Kadir gecesidir. Bu geceye isim olan “kadir”, Türkçemizde kullandığımız “kadir” kelimesinden farklı değildir, kökeni de sigası da aynıdır. Yani bu gecede bir kadirşinaslık ruh ve mânâsı yer alır. Sanki bize, “O gecenin kadrini bilin ki kadriniz bilinsin!” denmektedir. Kadir gecesinin en önemli özelliği, insanlara ve cinlere iki cihan saadeti bahşeden, kâinat kitabının ezelî bir tercümesi olan yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in ilk olarak bu gecede dünya semasına nazil olmasıdır. Allah (celle celâluhu), Kadir sûresinde şöyle buyurur:
اِنَّٓا اَنْـزَلْنَاهُ ف۪ى لَيْلَةِ الْقَدْرِۚ وَمَٓا اَدْرٰيكَ مَا لَيْلَةُ الْقَدْرِۜ لَيْلَةُ الْقَدْرِ خَيْرٌ مِنْ اَلْفِ شَهْرٍۜ تَـنَـزَّلُ الْمَلٰٓئِكَةُ وَالرُّوحُ ف۪يهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْۚ مِنْ كُلِّ اَمْرٍۙۛ سَلَامٌ۠ۛ هِىَ حَتّٰى مَطْلَعِ الْفَجْرِ
“Biz Kur’ân’ı Kadir gecesi indirdik. Bilir misin nedir Kadir gecesi? Bin aydan daha hayırlıdır Kadir gecesi! O gece Rab’lerinin izniyle Ruh ve melekler her türlü iş için iner de iner. Artık o gece bir esenliktir gider, tan yeri ağarıncaya kadar.”69
Kur’ân, Kadir gecesinde bütün hâlinde dünya semasına indirilmiş, daha sonra ceste ceste ihtiyaca ve hâdiselere göre Efendimiz’e ve dolayısıyla tüm insanlığa nâzil olmuştur.
Âyette bu gecenin bin aydan daha hayırlı olduğu ifade edilmektedir. Bu konuda İmam Malik’in Muvatta isimli eserinde şöyle bir bilgiyle karşılaşıyoruz: “Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendinden önceki kavimlerin ömürleri gösterildi. Onların ömürlerinin uzunluğunu ve kazanacakları sevapları düşününce Efendimiz kendi ümmetinin ömrünü az gördü ve onların bu kadar bir ömürle geçmiş kavimlerin elde ettiği sevaba ulaşamayacaklarını düşündü. Bunun üzerine Allah, O’na, bin aydan daha değerli olan Kadir gecesini verdi.”70
Başka bir rivayete göre Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün sahabilere İsrailoğullarından dört kişinin seksen sene boyunca hiç günah işlemeden ibadet ettiklerini anlatmıştı. Sahabiler bunu hayretle karşıladılar. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm) geldi, “Ya Muhammed! Ümmetin o kimselerin seksen sene ibadet ettiklerini duyunca hayrete düştüler. Allah Sana ondan daha hayırlısını indirmiştir.” diyerek Kadir sûresini okudu ve akabinde şöyle söyledi “İşte bu, Senin ve ümmetinin hayran olduğu şeyden daha hayırlıdır.”71
“Bin ay” seksen üç sene dört aylık bir süreye denk gelir. Kadir gecesi, bir mü’minin ömür boyu ancak elde edebileceği manevî semereyi bir gece içinde elde edebilmesi için büyük bir fırsattır. Bu fırsatı kaçırmamak için gayret göstermeli, gerekirse birtakım fedakârlıklarda bulunmalıdır. Ramazan’ın son on günü girilen itikâfta da aslında bu mânâ vardır. İtikâf günlerini iyi değerlendiren bir mü’min aynı zamanda Kadir gecesini de değerlendirmiş olacaktır.
Bazı zaman ve hâllerde Allah (celle celâluhu), içinde bulunulan şartlar sebebiyle bazı az amellere kat be kat fazla değer verir. Mesela bir askerin hudut boyunda bir saat nöbet beklemesi bir sene ibadet hükmüne geçer. Allah yolunda şehit düşen bir kişi, rampaya binmiş gibi dikey olarak a’lâ-i illiyyîn-i kemalâta yükselir. Aynı şekilde iyi değerlendirilen bir Kadir gecesi, seksen küsur senelik bir ibadete denk gelir. Bütün bu örneklerde görüldüğü gibi Allah (celle celâluhu) bazı şartlarda ortaya konan güzel amelleri, umulmadık ölçüde nemalandırır, çoğaltır ve âdeta bire bin veren başaklar hâline getirir.
Bu gecenin bin aydan hayırlı olması, bir görüşe göre kesretten kinayedir. Yani âyette, zikredilen sayıdan öte, gecenin nasıl büyük bir vâridât kaynağı olduğu vurgulanmıştır.
Bir başka görüşe göre bu mazhariyet herkes için söz konusu değil, belki her geceyi “kadir” bilenler içindir. Evet, sanki onlar, her geceyi ihya etmiş de bardağı taşıran rahmet bu gece damlayıvermiş ve derken damla ile deryaya ermişlerdir.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: “Böyle bir lütuf niçin ümmet-i Muhammed’e has olarak bahşedilmiştir?” Bu soruya şu şekilde cevap verilebilir: Ümmet-i Muhammed, hakikatleri kavrama bakımından müstesna bir mevkidedir. Nitekim bu ümmetin Peygamberi de en mualla bir zirvededir. İşte, Kadir gecesi bu ümmete, bu ümmetin peygamberiyle beraber tahsis edilmiştir ve bu, Allah’ın büyük bir fazl u ihsanıdır.
Bir diğer sebep de şu olabilir: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, Kadir gecesinde nazil olmuştur. Kur’ân, İsm-i Âzam’dan, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin âzami mertebesinden, en kâmil bir topluluğa İsm-i Âzam’ın mazharı olan Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) vasıtasıyla tebliğ edilmiştir. Ayrıca Kur’ân, Cibrîl-i Emîn gibi ilâhî beyanın takdir ettiği ve bir anlamda meleklerin peygamberi olan büyük bir melek vasıtasıyla gelmiştir. Bu itibarla Kur’ân’ın dünya semasına nazil olduğu veya Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) nazil olmaya başladığı gece, ümmet-i Muhammed’in hayatında çok mühim bir gecedir ki, Cenâb-ı Hak bu geceyi diğer gecelerin üstünde tutmuş ve bin aya denk saymıştır.
1. Kadir Gecesinin Zamanı
Cuma gününde “vakt-i icâbe” yani duaların umumiyetle kabul olacağı saat, insanlar arasında veli kullar, Esmâ-i Hüsnâ arasında İsm-i Âzam gizlendiği gibi Ramazan’ın son on gününde de Kadir gecesi gizli tutulmuştur. Böylece mü’minlerin sürekli uyanık ve dikkatli olmaları, devamlı ibadet ü taat içerisinde bulunmaları ve hiçbir iyilik fırsatını kaçırmamaları murad edilmiştir.
Hazreti Aişe Validemiz’den rivayet edildiği üzere Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ramazan’ın son on günü mescide kapanıp kendisini tamamen ibadete verdiğini daha önce de nakletmiştik. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kadir gecesini Ramazan’ın son on günü içinde arayınız!”72 Bir başka zaman ise, “Kadir gecesini Ramazan’ın son on günündeki tek gecelerde arayın!”73 buyurmuştur.
Abdullah İbn Ömer’den (radıyallâhu anhümâ) rivayet edildiğine göre bir grup sahabi, rüyalarında Kadir gecesinin Ramazan’ın son yedi gecesinde olduğunu görmüşlerdi. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Kadir gecesi ile ilgili rüyalarınızın, Ramazan’ın son yedi gecesi üzerinde toplandığını görüyorum. O hâlde Kadir gecesini arayan onu Ramazan’ın son yedi gecesinde arasın!”74 Başka bir rivayette ise onu bilhassa Ramazan’ın 27. gecesinde aramamız tavsiye edilmiştir.75
Fahr-i Kâinat Efendimiz, Kadir gecesinin vaktini biliyordu. Fakat bir gün, “Kadir gecesinin hangi gün olduğu bana bildirilmişti. Söylemek üzere dışarıya çıktım, baktım ki iki insan birbiri ile münakaşa ediyor. Onlarla meşgul olurken Kadir gecesi bana unutturuldu.”76 buyurmuştu; buyurmuş ve bu sözüyle mü’minler arasındaki en ufak bir ihtilaf ve kavganın kendisini nasıl derinden yaraladığına ve bunun nelere sebebiyet verdiğine işaret etmişti.
“Her geceyi kadir, her kişiyi Hızır bil.” vecizesi de pek manidar bir sözdür. Evet, Kadir gecesi, geceler içerisinde gizli olduğu gibi, Hızır (aleyhisselâm) da insanlar arasında gizlidir. Siz, herkese saygılı olur, her muhtaca yardım eder, herkesin elinden tutar, bütün insanlara sinenizi açarsanız, bir gün ehl-i imandan bir Hızır’a rastlarsınız ve sizin de gönül bahçeniz yeşerir. İşte Cenâb-ı Hak, sürekli dikkatli davranmamız ve metafizik gerilimde bulunmamız için bu ikisini gizleyerek bizleri uyanık ve dikkatli olmaya tevcih etmiştir.
Ne var ki Allah’a (celle celâluhu) böyle yürekten bir bağlılığınız yoksa Kadir’i de Hızır’ı da bulmanız zordur. Bunlar ancak kendi gönlünüzde sıdk ve sadakati yakaladığınız; ardına düştüğünüz şeyi önce kendi gönlünüzde arayıp bulduğunuz zaman sır perdelerini açar size. İçinizde hazırcılık mülâhazası varsa, “Hemen bulayım, hemen göreyim, hemen elde edeyim.” duygusuna bağlı iseniz, daha çok beklemeniz gerekecektir.
Bu açıdan, hep ucuza talip olanların Kadir gecesinden tam olarak istifade edebileceğine inanmıyorum. Onlar, bütün bir sene beklesinler; sadece Ramazan-ı Şerif’in yirmi yedinci gecesini ihya etsinler ve böylece Cenâb-ı Hakk’ın, Kadir gecesini hakkıyla değerlendiren insanlara lütfettiği ilâhî lütuflara mazhar olsunlar. Fevkalâdeden ilâhî bir ihsan olmazsa çok olacak şey değildir bu. Onun için İmam Ebû Hanife diyor ki, “Kadir gecesi sadece belli gecelerde değil, senenin üç yüz altmış küsur günü içindeki her bir gecede aranmalıdır. Siz, üç yüz altmış küsur geceyi kemâl-i hassasiyetle ihya ederseniz, Allah Teâlâ da o samimi yüreğinize iltifatlarda bulunur.”77
2. Kadir Gecesinin Değerlendirilmesi
Kadir gecesi, Cenâb-ı Hak tarafından insanlara bol bol bahşişlerin verildiği bir gecedir. Başka bir ifadeyle bu gece, Sultan-ı Ezel ve Ebed’in, kendisine inananlara ulûfeler dağıttığı mübarek bir zaman dilimidir. Bu gecede, o atmosfer içine giren hemen herkese Cenâb-ı Hak, idraki ve kâmet-i kıymeti nispetinde bir şeyler lütfeder. Keza o gece Cenâb-ı Hak, kullarına Sultan-ı Kâinat olarak muamelede bulunur; günahkârların, kölelerin, dilencilerin, muhtaçların ruh perişaniyetine ve mahiyet bozukluğuna bakmaz; bakmaz da Kendi yüceliğine göre ihsanlarda bulunur. Nitekim Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu gece hakkında şöyle buyurur:
مَنْ يَقُمْ لَيْلَةَ القَدْرِ إِيمَانًا وَاحْتِسَابًا غُفِرَ لَهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِهِ
“Faziletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Kadir gecesini değerlendiren kişinin geçmiş günahları bağışlanır.”78
Kâbe’de, Arafat’ta, Müzdelife’de, Muvacehe’de bulunma ya da Kadir gecesi ve cuma gününde birlerin bin olduğu eşref saatini idrak etme, Cenâb-ı Hak’tan gelecek vâridâtı yakalama adına çok büyük bir ehemmiyet arz eder. Bundan dolayı insan bu mekân ve zamanları idrak ettiğinde, bütün bütün kendini unutmalı ve mesela şöyle dua etmelidir:
“Allahım! Senin yüce adını, hak ve hakikati dünyanın her yerinde bir kez daha yücelt. Bizim ve dünyanın her köşesindeki bütün kullarının kalblerini imana, İslâm’a, Kur’ân’a ve iman hizmetine aç ve bizi bu vazifede istihdam buyur. Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsnükabul vaz’ et. Bizi muhlis, muhlas, müttaki, vera’ sahibi, zâhid, yakınlığına mazhar, Rabbinden hoşnut ve Rabbi kendisinden hoşnut, Seni seven ve nezdinde sevilen, huşû sahibi, mütevazi, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmış kullarından eyle. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, ehline ve bütün ashabına da salât ü selâm eyle! Âmîn! Sonsuz defa âmîn!”
Bu bir mânâda, “Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım.”79 ufku, bir mânâda da her mü’minin vazifesi sayılmalıdır. O ufuktur ki orada insan kendi ızdırabını unutmuş, sadece başkalarının ızdırabını duyar hâle gelmiştir.
Evet, bugün insanlık Allah’a, Resûlullah’a ve Rabbimizin Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) eliyle insanlığa ulaştırdığı nurlu ve mübarek mesaja çok muhtaçtır. Dolayısıyla kalblerin, zikretmeye çalıştığım istikamette feth u inşirahı adına yapılacak gayretler, küçük bile görünseler, zannediyorum Allah nezdinde çok büyük önemi haizdirler. Böyle düşünmek, bu hususta gayret etmek ve dua dua yalvarmak da peygamberâne bir tavırdır.
Ayrıca bu geceye has olmak üzere Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Âişe (radıyallâhu anhâ) vasıtasıyla bizlere talim buyurduğu şu duayı bol bol yapmak gerekir:
اللّهُمَّ إِنَّكَ عُفُوٌّ كَرِيمٌ تُحِبُّ الْعَفْوَ فَاعْفُ عَنِّي
“Allahım! Sen çok affedicisin, kerem sahibisin, affetmeyi seversin. Beni de bağışla!”80
Tan ağarana kadar devam eden böyle feyizli bir gecedeki ilâhî ziyafeti başta Kur’ân-ı Mübin’i getiren Cebrail (aleyhisselâm) olmak üzere melekler ve ruhaniler de yeryüzüne inerek şenlendirirler. Bu gecede Kur’ân’ın okunacak olan her bir harfine otuz bin sevap verilir. Diğer ibadetlerin sevabı da o nispette artış gösterir. Bu açıdan geceyi değerlendirmek ve o vaktin feyiz ve bereketinden istifadeyi artırmak için namaz kılınır, Kur’ân okunur, muhtelif vird ve zikirler çekilir, salâvat-ı şerifeler getirilir, Allah’a niyaz ve tazarruda bulunulur, fakir ve kimsesizlere bol bol sadaka verilir. Hâsılı, her vesileyle gece değerlendirilmeye çalışılır.
E. Fıtır Sadakası
Gücü yeten her Müslümanın, Ramazan ayı içinde, ailesinde bulunan fertler sayısınca vermekle mükellef olduğu sadakaya “fıtır sadakası” denir. Halk arasında buna “fitre” de denilmektedir. Esasen Ramazan ayının bereketinden istifade etmek niyetiyle verilen fıtır sadakası Müslümanlar için önemli bir uhrevî kazançtır. Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadaka ve infakın mânevi bereketini anlatırken şöyle buyurmuştur:
“Allah, bir lokma ekmek, bir avuç hurma ve yoksulun faydalanacağı buna benzer basit bir şey vesilesiyle üç kişiyi Cennet’ine koyar: Sadakanın verilmesini emreden ev reisini, verilecek şeyi hazırlayan evin hanımını ve sadakayı yoksulun eline veren hizmetçiyi.”81
Fıtır sadakası verilmesi emri, hicretin ikinci yılında Ramazan orucunun farz kılınmasıyla birlikte gelmiştir. Efendimiz bir hadislerinde hür, köle, erkek, kadın her Müslüman adına fıtır sadakası verilmesi gerektiğini bildirmiştir.82 Bu hadise dayanarak Şafiî, Malikî ve Hanbelî âlimleri fıtır sadakasının farz olduğunu söylemişlerdir. Hanefi mezhebine göre ise vaciptir.
Fıtır sadakasının hikmetleriyle alâkalı olarak İbn Abbâs (radıyallâhu anhümâ) şöyle der:
“Allah Resûlü, fıtır sadakasını, oruç tutanı anlamsız ve çirkin davranışlardan temizlesin, fakirlere de yiyecek bir lokma olsun diye emretmiştir.”83
İbn Abbâs hazretlerinin bu değerlendirmesine göre fıtır sadakası, âdeta namazdaki sehiv secdesi gibidir; Ramazan ayı boyunca bilhassa oruç tutarken yapılan hata ve kusurların bağışlanmasına vesiledir.
Fıtır sadakası aynı zamanda sosyal dayanışmayı da temin eder. Muhtaç durumda olanlara, en azından bayram günlerinde ihtiyaçlarını karşılamaları ve bayramın neşesini çocuklarına da hissettirmelerini sağlaması açısından önemlidir.
F. Fidye
Fidye, sürekli bulunan bir hastalık, yaşlılık, hamilelik veya çocuk emzirme gibi herhangi bir özürden dolayı oruç tutamayan kimselerin, tutmaları gereken her bir gün oruç için bir fakiri iki öğün doyuracak kadar yaptıkları yardımın ismidir.
Fidye, bizzat Kur’ân âyetiyle sabitttir. Allah teâlâ şöyle buyurur:
“Size farz kılınan oruç, sayılı günlerdir. O günlerde kim hasta yahut seferde olur da oruç tutamazsa, tutamadığı günler sayısınca, sıhhat bulduğu veya yolcu olmadığı başka günlerde oruç tutar. İhtiyarlık veya ağır hastalık gibi sebeplerle oruç tutmaya gücü yetmeyenlere, bir yoksul doyuracak kadar fidye vermek lazımdır…”84
G. Ramazan Bayramı
1. Bayram Düşünceleri
Ramazan öncüsü, hayırla, bereketle gelen aylar, sessiz, sakin, fakat dolu dolu bir feyzin taşıp bütün gönülleri saracağı mübarek günlerin ufukta olduğunun emareleri ve işaretleri gibidirler. Her inanmış gönül, bu ayların ilk günüyle Ramazan sath-ı mâiline girdiğini duyar, yaşar ve birkaç adım ileride kendini bekleyen bir bereket ayını olabildiğince değerlendirebilmek için, sesi-soluğu ve sergileyeceği kulluğu itibarıyla bütün duygularını bir kere daha gözden geçirir.. sanki gözleri henüz uykudan uyanmamış ve yapılacak iş, seslendirilecek mevzu ile konsantrasyon sağlanamamış da, bir kısım mırıltı ve sayıklamalarla, bu büyük iş ve kudsî teveccühün musikisini bulma, ritmini yakalama gayretini gösteriyor gibi olur.
Gönüller bitevi heyecanla dolup, ruhlar da kıvamını bulunca, bu üst üste şafaklar değerindeki günlerin arkasından hilal remziyle, fakat dolunay gibi Ramazan doğuverir. En tatlı yeller gibi inşirahla eser.. eser, gönüllerimizi sarar; canlarımızı, tenlerimizi ipekler gibi okşar geçer ve tıpkı bahar yamaçları gibi gözlerimizi güzelliklere uyarır, gönüllerimizde yükselme arzusunu coşturur.. ve şelaleler gibi, sinelerimize yumuşak, tatlı bir ürperti salar.
Nihayet bir aylık misafirlik biter, bin bir vâridâtla gelen Ramazan da gider.. gider ama, onun getirdiği ışığa uyanmış ve dirilmiş ruhlar, sürekli düşünmüş ve haşyetle ürpermiş gönüller, vuslat arzusuyla yollara dökülmüş ve köpürmüş vicdanlar bu defa da bayramın sımsıcak günleriyle kucaklaşırlar. Evet, kendilerini denize salan insanların, bir müddet sonra dört bir yandan su ile sarıldıklarını duyup hissetmeleri gibi, biz de üç aylardan sonra, kendimizi bayramın rengârenk ikliminde, huzur ve itmi’nan tüten atmosferinde buluruz.. bulur ve onu bütün duygularımızla hisseder, bütün benliğimizle yaşar ve mahiyetimizin bütün rükünleriyle paylaşırız.
Hemen bütün inanmış gönüller, bayramlardaki namazlardan, tekbirlerden, fıtır sadakalarından, kurbanlardan ve ziyaretlerden birer girizgâh, birer hayal çıkışı bularak, tıpkı içleri rüzgârlarla dolmuş yelkenler gibi tatlı tatlı hülyalar âlemine doğru kaydıklarını sanırlar. Evet, bayramlardaki umumi hava, ses, söz ve davranışların sihriyle, insan kendini uçan balonlar üstündeymiş de yerden yavaş yavaş yükseliyor, bulunduğu yerden uzaklaşıyor gibi tahayyül eder ve bayramların garip bir füsunla üzerine boşalttığı ışıklar altında hep büyülü yaşar.
Bayramlarda, geçmişi, geleceği, hâli iç içe duyar ve zevk ederiz. Mabetlerden yükselen seslerde, ziyaret ettiğimiz evlerde ve öptüğümüz mübarek ellerde, âdeta birer büyü varmış da, bizim hafif dokunmamızla, geçmişe bir sürü menfez birden açılıyor gibi olur.. derken kendimizi eski bir mescitte, dedemizle, dedemizin dedesi ve onun da dedesiyle aynı safta oturuyor gibi görür.. o gün üzerinde dudaklarımızı gezdirdiğimiz tertemiz ellerin tedaisiyle, üst üste, arka arkaya dünya kadar mübarek ellere yüz sürmüş olmanın sevincini yaşarız. Sarılıp kucakladığımız her dost ve ahbabı bağrımıza basarken, çok eski ve daha eski, ondan da eski devirlerde yaşamış yakınlarımızı da aynı anda sinemize bastırıyor ve kokluyor gibi oluruz.. oluruz da bayramın içinden sızan her düşünce, her tasavvur, her söz ve her davranışla, zamanın aydınlık dilimlerinden biri dirilir gelir, bütün ufkumuzu sarar, bizim olur, benliğimizde yaşar, herkese hayalinin vüs’ati nispetinde bir “ba’sü ba’del mevt” numunesi bahşeder geçer.
Bayramlar, şanlı soyumuzun ve mübarek kökümüzün gelip bize ulaşan musikileşmiş uğultularıdır. Bu uğultuların büyüsüyle çok defa, ulaşılması imkânsız âlemlere ulaşır, her yere rüya kolaylığı ile girer, her tarafı hayal süratiyle dolaşır ve pek çok zamanı katlar, birbirine giydirir, iç içe yaşarız. Evet, kendimizi Ramazan’ın sihirlerine kaptırabildiğimiz ölçüde, âdeta geçmiş bütün ihtişamıyla canlanır, geriye gelir.. bütün kayıplarımız dirilir, bütün yitirdiklerimiz yeniden bizim olur. O eski dupduru günleri bir kere daha soluklar, ciğerlerimize çeker, mazinin gürül gürül çeşmelerinden kana kana su içer ve başka bir âlemde dolaştığımızı sanırız… Hem o kadar derince ve o kadar kendimizi salmışçasına sanırız ki, âdeta bütün mezardakiler dirilir.. bütün çürümüş, dağılmış nesneler derlenip toparlanıp cana gelir.. parçalanıp şuraya-buraya saçılmış eşya birleşir, bütünleşir.. ömrümüzün zaman dilimleri gelip bir kere daha ruhumuzu kucaklar.. ve dün yaşadığımız, bugün de yaşıyor olduğumuz en derin, en engin zevklerin yanında, hatıra katmanlarıyla öyle büyüleyici ruhanî hazlara ulaşırız ki, artık ulaşılan bu noktada lezzet ve zevk unsurları, tıpkı rüyalarda olduğu gibi niyetlerimize, düşüncelerimize, gönüllerimize göre durmadan değişir, arzu ettiğimiz şekilde yenilenir, istediğimiz hâli alır ve bir iken bin olur. Her gördüğümüz, her duyduğumuz, her hissettiğimiz şey akıl almaz bir büyü ile şekilden şekle girer; bu sayede biz de bir histen, bir düşünceden, bir zevkten bir başka hisse, bir başka düşünceye, bir başka zevke geçer ve hayatımızı televvünler içinde sürdürürüz.
Bayram şafağı söküp minarelerin başında temcidler tınlamaya başladığı ve her yanda lâhutîliğin tütüp durduğu dakikalarda hülyalarımızı coşturup köpürten öyle sırlı şeyler duyarız ki, bunlar alır bizi derinlere, derinlerden de daha derinlere götürür ve gönüllerimize hiçbir zaman söylenemeyen ve bir şeyler anlattıkları hâlde kat’iyen ifade edilemeyen, hele gündelik lisanla asla anlatılamayan en mahrem duyguları fısıldarlar.
Evet, Itrilerin, Dede Efendilerin duygu ve düşüncelerinden birer usare gibi süzülüp gelen ezanlarımız, temcidlerimiz, tekbirlerimiz ve tehlillerimizdeki hava, üslup ve estetik, milletimizin deminin, damarının, kalbinin müphem, çok buudlu bir sesi ve hususi bir lisanıdır. Duygularımızın ifadesi ve gönüllerimizin musikisi olan bu ürperten, bu coşturan ses hevenkleri, ruhlarımıza âdeta zaman üstü ve ötelerden gelmiş söz zemzemeleri gibi tesir eder.
Bazen müezzinin komut veriyor gibi peşi peşine çığlıkları, bazen imamın ayrı bir fasıldan semavî nağmelerle inlemesi, bazen bütün cemaatin koro hâlinde gürlemesi o kadar mehîb, o kadar ürpertici ve o kadar bizdendir ki, hemen hepimiz mabetten yükselen bu sesleri mırıldanırken, upuzun ve şanlı bir geçmişi, hatta ondan da öte, cihanşümul bir gerçeği, ezelden ebede uzanan bir hakikati bütün tazeliğiyle bir kere daha hisseder ve hazla geriliriz. Bilhassa bayram günlerinde mabet, o ipekler kadar ince ve yumuşak, kuş yuvaları kadar canlı ve sıcak havasıyla hep duyguların safvetini, vücudun rahatını, ruhun itmi’nanını, yaşamanın gayesini, hayatın macerasını, milletimizin mânâ köklerini, kültürümüzün temellerini, dinimizin ölümsüzlüğünü, dilimizin musikisini, hayata bakışımızı, dünya görüşümüzü, üslup ve şivemizi fısıldar ve bize gerçek insan olma yollarını gösterir.
Biz, hemen her zaman, mabette uğuldayan bu sıcak sesler içinde, göklerin yere doğru eğildiğini, yerin gidip göklerle bütünleştiğini, yıldızların yerdeki çiçeklere göz kırptıklarını, çiçeklerin gök ehline gamze çaktıklarını ve bu iki âlem arasında sırlı ve sihirli gelip gitmelerin yaşandığını duyuyor ve görüyor gibi oluruz.
Herkesi kendi ruh ve hülya derinlikleriyle bir başka âlemlere çekip götüren bu ses, bu söz ve bu görüntüler, inanmış sinelerde imrendirici güzellikleri, ürperten ra’şeleri, coşturan heyecanları ve dirilten soluklarıyla yankılana dursun, namaz bitip, semavî seyahat de tamamlanıp mabede muvakkaten veda edilince, bu defa da Hak’tan halka “nüzûl” ediliyor gibi herkes bir başka derinlikle yeniden insanlara döner.. onlarla kucaklaşır, bayramlaşır ve mabet yoluyla mazhar olduğu vâridâtı, bu kez de çarşıda-pazarda, ovada-obada, evde-iş yerinde, mektepte-kışlada rastladığı kimselerle paylaşır.. bu suretle, saatlerle takdir edilmiş sınırlı zaman parçalarına, kalbin vüs’ati, ruhun zaman üstülüğü ölçüsünde sınırsızlık kazandırır, âdeta onu sonsuzlaştırır.. ve daha dünyada iken, ebediyet ve ötelerle ne kadar derinden derine irtibatlı olduğunu ortaya kor.
Yediden yetmişe bütün Müslümanların, bunca his, bunca hayal, bunca heyecan duyabilmeleri ve ruhlarında bu denli yankı uyarabilmeleri için, kim bilir başka yollarla ne kadar zamana, ne kadar düzenlemelere ihtiyaç hâsıl olur. Ama yine de bu semaviliğe vâsıl olabileceğine ihtimal veremiyorum. Zira bayramların neşe, sevinç, keyif ve şevk u tarabı daha ziyade, yaşanılanla beraber yaşanılacağa da açık olan ukba buudundan kaynaklanmaktadır. Herkes bugün duyup tattığıyla biraz da gönüllerinin fildişi kulelerinde duyup tadacağı şeylerin büyüsünü yaşar.. ve gelip geçici bu hayattan daha çok, iç dünyasına daha uygun, daha yumuşak, daha sıcak, muhakkak bir geleceğin düşleri arasında dolaşır. Aslında insan, bir bekleyişin çocuğudur. O, ömrünün büyük bir bölümünü, ümit ümit tüllenen bekleyiş yamaçlarında geçirir. Hemen hepimiz, özümüzdeki bir mânâ ile sımsıkı irtibatlı olan bir Cennet’i bekleriz. Bu bekleyiş, bulduklarımızı, yaşadıklarımızı beğenmeme bekleyişi değil; bu bekleyiş, duyup tatma avanslarının çehrelerinde insan olma farklılığına, insan olma imtiyazına terettüp eden ve istiabına tasavvurlarımızın dar geldiği ilâhî sürprizler bekleyişidir. Bayramlar, bunun haklılığını ve isabetliliğini, kalbin kadirşinas menfezlerinden ruhlarımızın derinliklerine fısıldayan talâkatli lisanlardır!85
2. Bayram’ın Mânâ Buudu
Merhum Necip Fazıl, hakiki mü’mini, iyice sıkıştırılmış bir şeker kalıbına benzetir ve “Mü’min sıkıştırılmış şeker gibidir, deryayı tatlandıracak güce sahiptir.” derdi. Evet, iyi inanmış ve inancını tavırlarına, davranışlarına da yansıtabilmiş bir insan, çevresi için rahmettir; o, bir ölçüde etrafındaki herkesi ve her şeyi tatlandırır. O öyle bir şeker kalıbı gibidir ki onu tuz yoğunluğu yüksek bir denize de atsanız, koca denizi şerbet yapabilecek kadar tat ihtiva eder.
İşte bayram da kısalığına rağmen haftaların, hatta ayların vâridâtını, hayrını, bereketini ve neşesini bağrında saklayan bir zaman dilimidir. Bayramda Cenâb-ı Hakk’ın öyle ekstradan teveccühleri ve sürpriz ihsanları vardır ki onlara bayram olmayan on günde, belki bir ayda, belki on ayda, belki birkaç senede ulaşılamaz. Yapılan bütün hayır ve hasenat ancak Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüyle değer kazanır. Bayram işte öyle bir ilâhî teveccühün en önemli vesilelerindendir; âdeta bir ömrü tatlandıracak kadar engin ilâhî lütuflara mazhar olma vaktidir.
Tabi böyle bir mazhariyet Ramazan’ın hakkını vermiş, bayramda da laubaliliğe girmemiş insanlar için söz konusudur. Bayramı sadece bir tatil olarak gören, bir ay boyunca yemeden, içmeden alıkonulmuş olmanın intikamını alıyormuşçasına abur-cubur her şeyi mideye indiren ve mübarek günlerde muvakkaten uzak durduğu haramlara yeniden giren kimselerin bayramın hususi vâridâtından istifade etmesi çok zordur. Ancak bayramda da Ramazan’daki temkin ve teyakkuzunu koruyan, imsak-iftar arası mübahlardan elini-eteğini çektiği gibi hayat boyu da haramlara karşı mesafeli duran ve kulluğunun idraki içinde bulunan insanlardır ki onlar, kısa bir zaman içine çok hayır ve hasenâtın sıkıştırılmışlığına mazhar olurlar. Onlar için bayram, Ramazan’ın vâris-i hâssıdır; yani, Ramazan’da sevap ve mükâfat adına ne vaat edilmişse, bayramda da onları bulmak, aynı semerelere sahip olmak mümkündür. Nasıl ki Kadir gecesi, sıkıştırılmış bir hayrât u hasenâtı bağrında saklar; bayram da öyledir. Şu kadar var ki Ramazan günlerini ve Kadir gecesini Allah’a kurbet (yakınlık) vesileleri olarak değerlendirmek söz konusudur; bayramda ise kurbet ümidi esastır, “Allah’ın izniyle o kurbeti elde ettik; bir neferdik, müşirliğe yükseldik.” şeklindeki reca mevzubahistir.
Bayram, kat’iyen Ramazan’dan çıkmış olmanın, oruç günlerini arkada bırakmanın ve rahatça yeme-içme serbestliğine ermenin sevinci değildir. O, kulluk vazifesini eda etmiş olma ve Cenâb-ı Hakk’ın gufranına kavuşmuş bulunma ümidiyle gelen gönül inşirahıdır. Biz, Ramazan’ı ve oruç günlerini arkada bırakmanın değil, hata ve günahların ağırlığından kurtulmuş olmanın bayramını yaparız. Alvar İmamı’nın;
“Mevlâ bizi affede, bayram o bayram olur
Cürm ü hatalar gide, bayram o bayram olur.”
sözleri genel duygu ve düşüncemizi çok güzel ifade eder. Evet, bizim bayramımız, evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu da Cehennem ateşinden kurtuluş olan Ramazan-ı Şerif’i tam değerlendirip, ateşten âzâd olma ümidimiz üzerine kurduğumuz bir bayramdır; Allah’ın rahmetinin enginliği ve o rahmetten nasiplenme beklentisi üzerine bina ettiğimiz bir bayram.
Gerçi, oruç sonunda bize lütfedileceği vaat buyrulan şeyleri henüz almadık. Allah’ın özel teveccühünü maddi alıcılarımızla ve dünyevî ölçülerimizle takdir etmemiz de mümkün değildir. الصَّوْمُ لِي وَأنَا أَجْزِي بِهِ “Oruç sırf Benim içindir; onun karşılığını da bizzat Ben vereceğim.”86 vaad-i sübhânîsi ile nazara verilen mükâfat her ne ise onu da tam bilemiyoruz ve henüz o mükâfatı da almadık. Fakat Allah’ın vaadine öyle inanıyoruz ki bunları bize verecek ve bizim beklentilerimizin çok ötesinde, bitip tükenme bilmeyen hazinelerinin büyüklüğüne göre bize lütuflarda bulunacak. İnanıyoruz ki bizi Ramazan’a ulaştıran, bir ay boyunca iftar-sahur arası kulluk mekiği dokuma imkânına kavuşturan, elimizden geldiği kadarıyla vazifelerimizi yapma güç ve kuvveti vererek nihayet bizi bayramla buluşturan Rahman u Rahîm, ileride şimdikinden daha fazla mesut olacağımız mutlu günleri de nasip edecek. İşte bu inançla bayramı idrak ediyor ve ebedî saadet saraylarında geçireceğimiz asıl bayramların hülyalarıyla doluyoruz.
Evet, bütün bir ömür boyu, Cennet yolunda önümüzü kesen sıkıntılar, meşakkatler ve gailelerle; Cehennem’e çeken türlü türlü arzu, iştiha ve şehvetlerle mücadele ede ede cuma yamaçlarına ulaşacağımızı ümit ettiğimiz gibi, iyi bir imtihan vermeye çalışıp “Hak rızası” çizgisinde geçirmeye gayret ettiğimiz Ramazan’dan sonra da ahiret hesabına önemli yatırımlara muvaffak olduğumuz düşüncesiyle, buna muvaffak eden Zât’a karşı içimizde rahmet buudlu bir kısım beklentilerin hâsıl olması gayet normaldir, hatta bu türlü ümit ve beklentiler Allah’a inanmış olmanın gereğidir. Dolayısıyla bayram bizim için, ebedî saadet adına ümit ve beklentilerimizi bağladığımız inşirah günüdür.
Bizim Bayramlarımız
Diğer taraftan bizim bayramlarımız başka kültürlerin karnaval ve kutlamalarından çok farklıdır. Mü’minlerin tavır ve davranışlarında bayramlarda bile laubalilik, taşkınlık ve dengesizlik asla görülmez. Mü’minlerin, dengeli hareketlerinde, vakur davranışlarında, derin bakışlarında hep Kur’ân’a uyanmış ve Kur’ân dinlemiş olmanın ciddiyeti vardır. Onlar, her zaman olduğu gibi bayramlarda da Allah’a ve Peygamber’e açık durur; başkalarıyla münasebetlerini saygı, sevgi ve şefkat yörüngeli götürürler. O mübarek günlerin hiçbir ânını heder etmemeye çalışırlar.
Bilindiği kadarıyla Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde bayram günlerinde işler tatil edilmiyordu. İnsanlar günlük işlerini yine yapıyorlardı. Bayram namazı ve hutbesiyle o günü diğerlerine göre daha farklı karşılıyorlardı; sonra da birbirlerine tebessüm teatisinde bulunuyor, fakiri-fukarayı gözetiyor ve eşe-dosta yemek yediriyorlardı. Günümüzde bayramlar biraz da bizim kendi törelerimizin rengine bürünüyor. Böyle mübarek bir gün bahane yapılarak tatil ilan ediliyor. Kabir ziyaretlerine daha bir ehemmiyet veriliyor. Sıla-i rahim adına gidip gelmeler, arayıp sormalar bayrama ayrı bir derinlik kazandırıyor. Anne, baba ve çocuklar arasındaki münasebetler bir kere daha pekiştirilmiş oluyor. Çocuk yuvaları ve huzur evleri gibi yerlerde ziyaretçi bekleyen ve arayıp soranı olmama talihsizliğiyle kıvranan kimseler ziyaret ediliyor, sevindiriliyor. Böylece bir yönüyle, daha geniş mânâda bir sıla-i rahimde bulunuluyor. Cenâb-ı Allah’ın af ve mağfiretine erme ümit ve beklentisi esas olmakla beraber, temelde dine aykırı olmayan, belki asıl kaynaklar itibarıyla dine dayanan ama zâhiren örflerimizden, âdetlerimizden kaynaklanan şeyler de bayrama farklı mânâlar katıyor.
6 M. F. Gülen, “Kutlu Zaman Dilimi Üç Aylar”, Yeşeren Düşünceler, s 55-60.
7 Ahmed İbn Hanbel, el–Müsned 1/259; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 4/189.
8 Tevbe sûresi, 9/36.
9 Bediüzzaman, Şuâlar, s. 483 (On Dördüncü Şuâ).
10 Nesâî, sıyâm 70; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/201.
11 Buhârî, savm 52; Müslim, savm 173, 174, 176, 177.
12 Tirmizî, zekât 28; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 2/346.
13 Duhân sûresi, 44/1-4.
14 İbn Mâce, ikâme 191.
15 Tirmizî, savm 39; İbn Mâce, ikame 191. (Benî Kelb, Arap kabileleri arasında koyunlarının çokluğuyla bilinirdi).
16 Bediüzzaman, Şuâlar, s.495 (On Dördüncü Şuâ).
17 İbni Mâce, ikâme 191; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/108.
18 M. F. Gülen, “Gufranla Tüllenen Ay”, Günler Baharı Soluklarken, s. 52-56.
19 İbn Huzeyme, es-Sahîh 3/191; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 3/306.
20 Buhârî, tevhid 35; teheccüd 14; daavât 13; Müslim, müsâfirîn 166.
21 Kadir sûresi, 97/3.
22 et–Taberânî, el–Mu’cemü’l–kebîr 2/388; el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 3/141.
23 Buhârî, cezâü’s–sayd 26; Müslim, hac 222.
24 Buhârî, savm 5; Müslim, sıyâm 1.
25 Buhârî, fazlu leyleti’l–kadr 5; Müslim, itikâf 7.
26 Buhârî, bed’ü’l–vahy 5, savm 7; Müslim, fezâil 50.
27 Müslim, tahâret 16; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/359.
28 Buhârî, savm 29; Tirmizî savm 27; Ebû Dâvûd, savm 38; İbn Mâce sıyâm 14.
29 Tirmizî, savm 82; İbn Mâce, sıyâm 45.
30 et–Taberânî, el–Mu’cemü’l–kebîr 19/144; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 2/215.
31 Buhârî, savm 29; Tirmizî savm 27; Ebû Dâvûd, savm 38; İbn Mâce, sıyâm 14.
32 Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 252; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/249, 257.
33 Tirmizî, fezâilü’l–Kur’ân 16; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 2/342.
34 Müslim, salâtü’l-müsafirîn 244; İbn Mâce, edeb 52.
35 Buhârî, fezâilü’l–Kur’ân 21; Tirmizî, fezâilü’l–Kur’ân 15.
36 Buhârî, fezâilü’l–Kur’ân 20, tevhîd 45; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 266-267.
37 Tirmizî, fezâilü’l–Kur’ân 18; Ebû Dâvûd, vitr 20.
38 Müslim, zikr 38; Ebû Dâvûd, vitr 14; İbn Mâce, mukaddime 17.
39 Ebû Dâvûd, vitr, 14.
40 Tirmizî, fezâilü’l–Kur’ân, 13; Ahmed İbn Hanbel, el–Müsned 1/148, 149.
41 Tirmizî, fezâilü’l–Kur’ân 18; Dârimî, fezâilü’l-Kur’ân 1.
42 Muvatta, salât 264; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/ 67, 4/344; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 5/41.
43 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat, s.451 (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Altıncı Nükte).
44 et–Taberânî, el–Mu’cemü’l–evsat 3/193. Yakın mânâdaki hadis için bkz.: İbn Mâce, ikâmet 176; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 2/50
45 Buhârî, salâtu’t–terâvîh 1; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 173.
46 Ebû Dâvûd, salât 148; Tirmizî, salât, 188; Nesâî, salât 9; İbn Mâce, ikâme 202.
47 Bakara sûresi, 2/187.
48 Bakara sûresi, 2/125.
49 Buhârî, itikâf 17; Tirmizî, savm 79; Ebû Dâvûd, savm 78; İbn Mâce, sıyâm 58.
50 İbn Mâce, sıyâm 58; İbn Huzeyme, es-Sahîh 3/346; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 4/314.
51 Buhârî, fazlu leyleti’l–kadr 5; Müslim, itikâf 7.
52 Buhârî, itikâf 2; Müslim, itikâf 5.
53 Buhârî, itikâf 3; Müslim, itikâf 6, 7.
54 Bkz.: Buhârî, fazlu leyleti’l–kadr 3; Müslim, sıyâm 205.
55 Buhârî, büyû’ 49; Müslim, mesâcid 272-273.
56 Buhârî, bed’ü’l–vahy 5, savm 7; Müslim, fezâil 50.
57 Buhârî, sulh 11, cihad 72, 128; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 84; zekât 56.
58 Buhârî, zekât 30, edeb 33; Müslim, zekât 55.
59 Buhârî, zekât 9, 10, menâkıb 25, edeb 34; Müslim, zekât 66-67.
60 Müslim, birr 69; Tirmizî, birr 82.
61 Buhârî, zekât 18, vesâyâ 9; Müslim, zekât 94-97.
62 Tirmizî, zekât 28; İbn Hibbân, es-Sahîh 8/103.
63 Müslim, vasiyyet 14; Tirmizî, ahkâm 36; Ebû Dâvûd, vesâyâ 14.
64 Bkz.: Kadir sûresi, 97/3.
65 Müslim, imâret 163; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/349.
66 Bkz.: Ebu’ş-Şeyh, el-Azame 1/299.
67 Buhârî, îmân 28; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 176.
68 Buhârî, et’ime 11; Müslim, eşribe 179.
69 Kadir sûresi, 97/1-5.
70 Muvatta, itikâf 15.
71 es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân 10/255; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm 4/531.
72 Buhârî, fazlu leyleti’l–kadr 3; Müslim, sıyâm 205.
73 Buhârî, fazlu leyleti’l–kadr 3; Müslim, sıyâm 205.
74 Buhârî, leyletü’l–kadr 2, ta’bîr 8; Müslim, sıyâm 205, 209.
75 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/27 157.
76 Buhârî, îmân 36, fazlu leyleti’l-kadr 4, edeb 44; Dârimî, savm 56; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/313, 319.
77 Bkz.: İbn Abdilberr, et-Temhîd 2/208; en-Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim 8/57.
78 Buhârî, îmân 25; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 176.
79 Bediüzzaman, Tarihçe–i Hayat, s.616 (Tahliller).
80 Tirmizî, daavât 84.
81 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 5/278; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/149..
82 Buhârî, zekât 70, 71, 77, 78; Müslim, zekât 12, 13, 16.
83 Ebû Dâvûd, zekât 17; İbn Mâce, zekât 21.
84 Bakara sûresi, 2/184.
85 M. F. Gülen, “Bayram Düşünceleri 1”, Günler Baharı Soluklarken, s.57-61.
86 Buhârî, tevhid 35; Müslim, sıyâm 160.