RAMAZAN VE ORUÇLA İLGİLİ MUHTELİF MEVZULAR

A. Üç Aylarda Oruç Tutmak

Soru: Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Recep ve Şaban aylarını devamlı oruçlu geçirmiş midir? Biz devamlı tutsak O’na muhalefet etmiş olur muyuz?

Cevap: Hazreti Âişe’nin (radıyallâhu anhâ) ifadesiyle Efendimiz, Ramazan-ı Şerif dışında bir ayı kesintisiz oruçla geçirmemiştir. Diğer aylara nispetle Ramazan’ın bu yönden ayrı bir hususiyeti vardır. Efendimiz, insanlara, onların tabiatına uygun bir hayatı talim etmiş ve kendisi de bizzat öyle yaşamıştır. O, tuttuğu oruçla, kıldığı namazla ve sair ibadetleriyle insan tabiatına aykırı bir davranışta bulunmamıştır. Bozulmamış hiçbir fıtrat, Efendimiz’in yapmış olduğu ibadet ü taatı reddetmeye mecal bulamaz. Yine Âişe Validemizden (radıyallâhu anhâ) şöyle rivayet edilmiştir:

“Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bazen o kadar oruç tutardı ki ‘Herhâlde hiç ara vermeyecek.’ derdik. Bazen de oruca o kadar ara verirdi ki ‘Herhâlde hiç oruç tutmayacak.’ derdik. Resulullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ramazan dışında hiçbir ayı bütünüyle oruçlu geçirdiğini görmedim. Hiçbir ayda da Şaban ayındaki kadar oruç tuttuğunu görmedim.”210

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ibadet ü taatte bulunurken kendi nefsi adına zor olana talip olurdu. Ne var ki başkalarına bakan yönü itibarıyla kendisiyle beraber yürüyen insanların zaafını da hesaba katar, toplumun önünde gözüken insanlara da böyle davranmalarını tavsiye buyururdu. O, bir seferinde şöyle buyurmuştur: اِقْدِرِ النَّاسَ بِأَضْعَفِهِمْ “İnsanlara, en zayıflarını hesaba katarak muamele edin, zayıfların ayağıyla yürüyün.”211 Böyle buyurup bu minval üzere hareket ettiğinden dolayı ne Recep ne de Şaban ayını aralıksız olarak oruçla geçirmemiştir. Zira O, böyle yapsa, kendisini adım adım takip eden ashab da aynısını yapmaya çalışacak ve kim bilir belki de çoğu bunu başaramayacaktı.

Hatta bir seferinde iftarsız-sahursuz peşipeşine oruç tutmaya (savm-i visal) niyet etmişti. O’nu gören ashabdan bazıları da kendisine tâbi olmak istemişlerdi. Her ne kadar Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle yapmamalarını tavsiye buyursalar da içlerindeki ibadet iştiyakı onların bu tavsiyeyi tutmalarına müsaade etmemişti. Bir gün, iki gün, üç gün derken savm-i visale niyetlenen ashabın iyice takati kesilmiş, belki de Efendimiz’in tavsiyesine uymadıkları için içlerinde pişmanlık hissetmeye başlamışlardı. Onlar bu hâldeyken Efendimiz, “Beni Allah yediriyor ve içiriyor, açlık hissetmiyorum.”212 buyurduğu gibi orucunu rahatlıkla tutup diğer işlerini yapabiliyordu. Nihayet üçüncü günün sonunda bayramın gelmesiyle rahatlamışlardı. Dolayısıyla Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayatî olarak insanı zorlayan bütün âmiller karşısında dağ gibi dimdik ayakta durabiliyordu. Onun bu duruşu aynı zamanda ashab için de hem büyük bir dayanak teşkil ediyor hem de onlara ulaşabilecekleri zirveleri gösteriyordu. Onlar, bu gibi hâdiselerde Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) müthiş iradesini, insanın başını döndürecek azim ve kararlılığını görüyorlardı.

Meselenin fıkhî yönüne gelince, üç aylarda muttasıl oruç tutmak mekruhtur. Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir şey yapmamıştır. Ne Kur’ân-ı Kerim’in emir ve tavsiyelerinde ne de Allah Resûlü’nün Sünnet’inde böyle bir şeye rastlamamaktayız. Buna rağmen halkın arasında Recep, Şaban ve Ramazan aylarını peşi peşine tutmak gibi bir âdet yerleşmiştir. Bu şekilde tutulan bir orucun neticesini, oruçtan beklenen gayeyle de telif etmek mümkün değildir. Zira kesintisiz oruç tutunca insan bünyesi oruca alışkanlık kazanır. Oruca alışan bir kimse için de oruç tutmakla tutmamak arasında bir fark kalmaz. Onun için, nefsi terbiye adına birtakım mahrumiyetlere katlanma gibi bir hasletten söz edilemez. Bu sebeple insan, sürekli oruç tutmak suretiyle oruca alışmamalı, bazen tutup bazen tutmayarak nefsini terbiye etmeye çalışmalıdır. Zaten Efendimiz’in, sahabe-i kiramın en âbid ve zâhidlerine tavsiye buyurduğu oruç da bir gün tutup bir gün tutmama şeklindedir.

B. İhtilaf-ı Metâli’

Soru: Hilâlin, dünyanın değişik yerlerinde değişik saatlerde görülmesi (ihtilâf-ı metâli’) sebebiyle her belde halkı Ramazan başlangıcını ve bayramı tespit edebilmek için kendi gözlemlerine mi dayanacaklar? Yoksa bir beldede hilâlin görülmüş olması bütün beldeler için geçerli midir?

Cevap: Dünyanın hareketine bağlı olarak gece ve gündüzün dünyanın her yerinde aynı saatte başlamadığı, beldeden beldeye farklılık arz ettiği gibi hilâl de dünyanın her yerinde aynı anda görülmez. Çünkü kamerî aylar için başlangıç kabul edilen hilâl, güneşin batışından sonra batı ufkunda görülür. Güneşin, dünyanın her yerinde farklı saatlerde batması sebebiyle hilâlin görülebilme zamanı da ilk görüldüğü yerden itibaren batıya doğru ilerledikçe değişir. İşte hilâlin, dünyanın değişik yerlerinde değişik saatlerde görülmesi hadisesine “ihtilâf-ı metâli’” denilir.

Belli bir memlekette görmenin, oranın dışındaki diğer yerler için de geçerli sayılıp sayılmayacağı âlimler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Hanefî, Malikî ve Hanbelî fakihlerinin çoğunluğu ile Ebü’t-Tayyib et-Taberî gibi bazı Şâfiî fakihlerine göre ihtilâf-ı metâli’ye itibar edilmez. Herhangi bir yerde usûlüne uygun şekilde hilâlin görülmesi durumunda, ister uzak ister yakında bulunsunlar bütün Müslümanların buna uyması, buna göre oruca başlaması veya bayram yapması gerekir.

C. İbadetlerde Kamerî Takvim

Soru: Oruç ve Hac gibi ibadetlerde kamerî takvimin esas alınmasının hikmetleri nelerdir?

Cevap: Müslümanlar olarak ibadet vakitlerimizin tayininde ayın hareketlerini esas alırız. Bizler, Ramazan-ı Şerif orucuna başlarken, Ramazan ve Kurban bayramlarını kutlarken, Arafat’a çıkarken, Müzdelife’de bulunurken, şeytan taşlarken… hâsılı birçok ibadetimizi yerine getirirken ayı gözlemlemek durumundayız. Bu durum bizzat Cenâb-ı Hak tarafından tespit buyurulduğu gibi Resûl-i Ekrem Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) uygulamalarıyla bize bu hususta yol göstermiştir. İbadetlerimizde bu şekilde kamerî takvimin esas alınmasının hikmetleriyle ilgili şunları söyleyebiliriz:

1. Kamerî sene, güneş senesine göre yaklaşık 11 gün daha kısadır. Bu duruma göre ibadetler her sene 11 gün geriye gelmektedir. Cenâb-ı Hak bu şekilde insanlara, ibadetlerini farklı mevsimlerde yapma imkânı vermektedir. Diyelim ki güneş takvimi esas alınsa ve Ramazan orucu için Ocak ayı tespit edilmiş olsaydı hep kısa günlerde çok kolay oruç tutulacak ve yazın sıcak ve uzun günlerinde oruç tutup ondan asıl murad-ı ilâhî sayılan takva mertebesine ulaşmaktan mahrum kalınacaktı. Ayrıca tıbbi açıdan da senenin hep belli bir zamanı vücuda perhiz yaptırılmış, diğer mevsimlerde yaptırılacak perhizlerden mahrum kalınmış olunacaktı. Bu şekliyle Hakîm-i Mutlak, mü’minlerin, sıcakta, soğukta, ilkbaharda, yazda, sonbaharda, kışta.. hâsılı her zaman ve her şartta oruç tutmalarını murad buyurmuştur.

2. Oruç ve hac gibi ibadetler, yapıldıkları zaman dilimlerine büyük değer kazandırırlar. Zira Cenâb-ı Hak, o zaman dilimlerinde rahmetini sağanak sağanak yağdırır. İşte kamerî aylara has olan bu feyiz ve bereketten şemsî ayların, mevsimlerin ve iklimlerin de istifadesi adına Allah, ibadetlerin zamanını kamerî aylara bağlamış ancak onların da şemsî ayların arasında sürekli dönüp durmasını murad buyurmuştur. Böyle bir deveran olmalı ki hayatın her gününe Ramazan, kurban ve Kadir gecesi rastlamış olsun.

3. Bu durumdan fakir insanların da istifade ettiği müşahede edilir. Zira zekât, sadaka, fitre gibi maddî yardımlar her 36 senede bir sene fazladan verilmektedir. Fakir bir insan, şemsî takvime göre 36 sene yaşamış ancak kamerî takvime göre 37 defa zekât almış olacaktır.

Bu ve bunun gibi bilemedeğimiz nice hikmetlerinden dolayı ibadetlerimizin vakitleri hususunda kamerî takvim esas alınmıştır.

D. Kutuplarda Oruç

Soru: Evrensel bir din olan İslâmiyet’in, kutuplar gibi gece ile gündüzün çok değişken olduğu yerlerde nasıl oruç tutulacağı ile ilgili bir çözümü var mıdır?

Cevap: İslâmiyet evrensel bir dindir. Bu sebeple kıyamete kadar her yerde yaşayan herkes için dini yaşama adına mutlaka geçerli bir çözümü vardır. Geceleri ya da gündüzleri aylar süren bu gibi yerlerde yaşayan bir mü’min, ibadetlerinin zamanını tayin ederken gecesi ve gündüzü normal olan en yakınındaki beldelere tâbi olacaktır. Mesela üç ay gece devam eden bir yerde yaşıyorsa, oraya en yakın olan, gecesi ve gündüzüyle beş vakit namaz kılınabilen bir yerin imsakiyesini esas alacak ona göre orucunu tutacak, ona göre namazını kılacaktır.

İmam Şafiî’den bu yana bu meselenin üzerinde durulmuş ancak vakıada çok rastlanmadığı için fıkıh kitaplarında fazla yer verilmemiştir. Fakat ne zaman ki İslâmiyet kutuplara kadar ulaşır ve orada da namaz kılan oruç tutan insanlar çoğalırsa işte o zaman fıkıh kitaplarında da bu konu hakkında daha büyük bahisler açılır.

E. Ramazan’da Şeytanların Bağlanması

Soru: Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): إذَا دَخَلَ شَهْرُ رَمَضَانَ فُتِّحَتْ أَبْوَابُ السَّمَاءِ وَغُلِّقَتْ أَبْوَابُ جَهَنَّمَ وَسُلْسِلَتْ الشَّيَاطِينُ Ramazan-ı Şerif girdiğinde sema (bir rivayette Cennet213) kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır, şeytanlar zincirlere vurulur.”214 buyuruyor. Oysaki serbestçe gezinen şeytanların taşlanmasının işareti olan şihapları ve yıldız kaymalarını Ramazan-ı Şerif’te de müşahede etmekteyiz. Bu durumu nasıl izah edebiliriz?

Cevap: Şeytanlar da insanlar gibi birtakım sınıflara ayrılmıştır. Kendi âlemleri itibarıyla bunların bir kısmı devlet idare eder, bir kısmı kâhinlik yapar. Kâhinlik yapanlar gök kapılarına kadar yükselir ve oradan kâhinlere haber getirmeye çalışırlar. Şihabların kendisini bombardıman ettiği işte bu tür şeytanlardır. İnsanlara musallat olan ve onları yoldan saptıranlara gelince bunlara mutemerrid şeytanlar mânâsına “merede-i şeyâtîn” denir. Ramazan-ı Şerif’te bağlananlar işte bu merede-i şeyâtîndir. Onların vazifeleri, insanların hevesât ve arzularını harekete geçirmekten ibarettir. İnsanlar, hevesât-ı nefsaniyelerini tatmin etmedikleri, nefislerini alıkoydukları zaman “Niçin kendinizi bağlıyorsunuz?” derler. İşte Cenâb-ı Hak, şeytanların bu kısmını bağlar. Dolayısıyla mü’minler iradelerine daha rahat sahip çıkarlar. Havanın sıcağına, soğuğuna, açlığa, susuzluğa.. kısacası orucun hâsıl edebileceği her türlü zorluğa katlanır, sabrederler.

Bir diğer mesele de şudur: Şeytanın insana en fazla musallat olduğu ân, onun, Allah’a en çok yaklaştığı ândır. Bu sebeple namaza durduğunuz zaman gözünüzün önüne dünyevî işlerinizin plân ve programları gelir. En zor meselelerinizi namazda halledersiniz. İşte bu durum açıkça şeytanın işidir. Oruç ise öyle bir ibadettir ki Allah, onun hakkında, “Oruç Benim içindir, mükâfatını Ben veririm.”215 buyurmuştur. Böyle saf, duru ve berrak, mü’minin Allah’la münasebetini gösteren bir ibadeti karıştırmak, şeytanın sevinerek yapacağı bir şeydir. Allah korusun, şayet merede-i şeyâtîn Ramazan’da bağlanmasa, namazda kalbimizde cirit atan o şeytanlar orucu o denli bulandıracak ve bozacaklardı ki belki de oruç tutan insanları birbiriyle yaka-paça görecektiniz.

F. Ramazan: Nazlı Bir Misafir

Soru: Ramazan’ın anlatıldığı makalelerin hemen hepsinde onun nazlı bir misafir gibi geldiğine vurguda bulunuluyor. Ramazan’ın nazlı oluşu ne demektir?

Cevap: Nazlanma, kendini ifade etme yöntemlerinden biridir. Çocukların anne babalarına, seven insanların birbirlerine nazlanmaları gibi. Nazlanan ile naz yapılan arasında bir sevgi varsa naz yapmanın ve bu naza katlanmanın da bir anlamı vardır. Nazlanan, kendisini bu şekilde ifade eder, nazı çeken de hissettiği sevgiden dolayı şikâyette bulunmaz. Hatta bu durum, aralarındaki muhabbet, ilgi ve alâkanın artmasına vesile olur. İşte Ramazan ayı da mü’minin nazarında âdeta nazlı bir misafir gibidir. Onu elinden kaçırmamak, gönlünü tam olarak yapabilmek için elinden geleni yapar.

Ramazan-ı Şerif, mü’min kulu Allah’a yaklaştıran bir gufran ayıdır. Ahirete bakan yönünü, âlem-i misaldeki, berzahtaki keyfiyetini tam mânâsıyla bilemiyoruz. Onun da Allah’a karşı kendini mânen ifade ettiği bir dili vardır. Mü’minlerin, kendisini nasıl değerlendirdiğini kendi dilince Allah’a arz etmektedir. Allah katında mü’minlerin lehinde şehadet edecek, şefaatçi olacaktır. Bu açıdan bir mü’min, Ramazan ayını –tabiri caizse– ne kadar memnun ederse o kadar kazançlıdır. Bunun için de Ramazan’ın, gönlü edilecek nazlı bir misafir olarak düşünülmesi, onu değerlendirme adına önemli bir mülâhazadır.

Aslında sadece Ramazan’a değil, Cenâb-ı Hakk’ın hakkımızda takdir buyurup farz kıldığı her şeye saygı gösterirken bunların hepsini bir yönüyle bir misafir gibi görmeliyiz. Tıpkı sabah ve ikindi namazlarında nöbet değişimi yapan meleklerin –eğer namazlarınızı kıldıysanız– Allah katında sizin lehinizde şehadette bulundukları gibi ibadetler de kendi lisanlarınca mü’minin lehinde veya aleyhinde şehadette bulunurlar. Bu açıdan mü’min, ibadetlerin hepsini nazlı birer misafir gibi kabul etmeli, onları hakkıyla eda etmeye çalışmak suretiyle gönüllerini yapmalıdır.

G. Ramazan’a Hazırlık

Soru: Abdest, ezan, kamet… vs.’nin namaza hazırlık mahiyetinde ameller olduğu ifade ediliyor. Aynı şeyi Ramazan’a hazırlık mahiyetinde Recep ve Şaban ayları ve bunlarda yer alan kandiller hakkında düşünebilir miyiz?

Cevap: Ramazan-ı Şerif, mübarek ayların üçüncüsü olarak vaz’ edilmiştir. Birincisi veya ikincisi değil de sonuncusu olarak tayin edilmesinde biraz da böyle bir mülâhaza vardır. Recep ayıyla birlikte mü’minler, mânevi bir atmosferin içine girdiklerini hissederler. Bu atmosferin yoğunluğu Ramazan’a yaklaşıldıkça artar. Hele Ramazan’ın son on günü zirveye çıkar ve insan orada âdeta melekleşir. Cismanî hazlardan sıyrılır ve kendisini tamamen ibadete verir. Bu zirveyi elde edebilmek için Recep ve Şaban aylarını ve bu aylarda yer alan mübarek geceleri ve gündüzlerini iyi değerlendirmek, onların feyiz ve bereketinden azami derecede istifade etmek gerekir.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ramazan’a hazırlık mahiyetinde, Recep ayının girmesiyle birlikte tuttuğu oruç ve yaptığı ibadetleri artırmıştır. Hele Şaban ayının neredeyse tamamını oruçla geçirmiştir. Bize yol göstermesi ve örnek olması açısıdan Peygamberimizin bu tavrı önemlidir. Mü’min, Ramazan’ın kıymetini idrak edebilmişse elbette ki daha o gelmeden önce hazırlık yapacak, ona gönül dünyasında yer hazırlayacaktır. Bu şekilde maddi-mânevi hazırlanarak karşılanan bir Ramazan ise çok farklı değerlendirilecektir. Bizler Ramazan’ı gün gün nasıl değerlendirdiğimizi ahirette hakkalyakin görüp hissedeceğiz. Tuttuğumuz orucu, kıldığımız teravihi, teravihteki yorgunluğumuzu, aç-susuz kalışımızı.. hepsini tanıyacağız. Bunlar öbür âlemde, oranın hususiyetleri çerçevesinde karşımıza çıkacak. Ramazan’ın ve sair ibadetlerin hakkını vererek değerlendirmeye çalışanlar Cenâb-ı Hakk’ın, bu dünyada amelle şereflendirmesine sevindikleri gibi ötede de bu amellerin mükâfatıyla şereflendirmesine sevineceklerdir.

H. Gelecek Ramazan’ı İştiyakla Bekleme

Soru: Kültürümüzde, Ramazan biter bitmez, gelecek Ramazan’a on bir ay kaldı, mülâhazasının mevcudiyetini nasıl değerlendirmeliyiz?

Cevap: Böyle bir düşünce, yetiştiği kültür ortamı itibarıyla toplumumuzda bir ahlâk hâline gelmiştir. Aslında Allah’a gönülden inanmış her mü’minin mülâhazası hep bu minval üzere olmalıdır. Toplumun genel karakteri bu olunca, kimi insanlar içlerinden gelmese bile bu düşünceyi dillendirirler.

Ramazan’ın gidişi, asker uğurlamaya benzetilebilir. Askere uğurlanan evladın ardından hasretle gözyaşı dökülür, tez zamanda gelmesi için dualar edilir. Bir hüzün ve hasret hissedilir ancak tekrar kavuşacak olmanın verdiği ümit insanı ayakta tutar. İşte Ramazan da on bir aydan daha az bir zaman sonra geri gelecektir. Tekrar cemaatler hâlinde teravihler kılınacak, tekrar oruçlar tutulacak, eş-dost, fakir-fukara ile tekrar iftar sofraları şenlenecek, her yerde tekrar gürül gürül Kur’ân sesleri işitilecektir.

Ramazan, Allah’ın, mü’minler için takdir ettiği bir aydır. Allah, bu ayda rahmetiyle, gufranıyla muamelede bulunur. Pek çok kimseyi ateşten âzâd eder, pek çoğuna Cennet’i vacip kılar. Bu zaviyeden Ramazan, kaçırılmayıp mutlaka değerlendirilmesi gereken bir aydır. Mü’minler bu ayda çok farklı şekilde Allah’a yaklaşırlar. İşte bu gibi mülâhazalardan ötürü inananlar Ramazan-ı Şerif’in ayrılıp gitmesiyle hicran duyar ve hiçbir şeyle onun geride bıraktığı boşluğu dolduramayacaklarına inanırlar. Zira hiçbir oruç, Ramazan’da tutulan orucun yerini tutmaz. İnsan geceleyin kalkıp yirmi rekât namaz kılsa sevap kazanmış olur ancak bu, Ramazan’da kıldığı teravihin yerini tutamaz. Teravihin kendine mahsus bir değeri vardır. O, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizlere bir emanetidir.

Soruda dile getirilen bekleme mülâhazası aynı zamanda diğer ibadetler için de geçerlidir. Mahşer meydanının sıcağında serinlik içinde bekleyecek yedi zümre anlatılırken bunlardan birinin de ‘kalbi mescitlere bağlı kimseler’ olduğu zikredilir.216 Bunun mânâsı şudur: O kimse mescitten namazını eda edip çıkmıştır ancak namazdan aldığı haz, kendisini, bir an önce işlerini bitirip mescide tekrar gelmeye çağırmaktadır. Allah’a karşı el-pençe divan duruşunu, rükû ile iki büklüm oluşunu, secdeye kapanıp içini O’na döküşünü hatırlar ve “Diğer namazın vakti ne zaman gelecek?” diye heyecanlanıp durur. Resûlullah Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), günahları silen, dereceleri yükselten amellerden biri olarak zikrettiği, وَانْتِظَارُ الصَّلَاةِ بَعْدَ الصَّلَاةِ “Namazdan sonra bir sonraki namazı beklemeye koyulma.”217 ifadesini bu şekilde anlayabilirsiniz. Hacdan, umreden aldığı lezzeti unutamayıp da her sene tekrar o mukaddes beldelere gitmeye çalışan insanları da bu kategoride değerlendirmek mümkündür.

Hâsılı, yukarıda zikretmiş olduğumuz mülâhazalardan ötürü her bir mü’min, Ramazan ayının bitmesiyle birlikte bir hüzün, bir hasret hisseder ve gelecek Ramazan’ın bir an önce gelmesini diler/dilemelidir.

I. Ramazan’ı Bütün Derinliğiyle Duyabilmek

Soru: Ramazan’ı bütün derinliğiyle duyabilmek için nasıl bir donanıma sahip olmak gerekir?

Cevap: Ramazan’ı kendi derinliğiyle duyabilmek, biraz onu duymaya çalışan insanın derinliğine bağlıdır. İnsan, Ramazan’ı hangi seviyede yaşarsa yaşasın, zâhire bakan yönü itibarıyla kınanamaz. Derince olmasa da orucunu tutan, teravihini kılan bir kişi bunların sevabını kazanır, üzerindeki sorumluluktan da kurtulmuş olur. Ne var ki kazanacağı sevap, mülâhazalarındaki enginliğe göre olacaktır. Diğer taraftan bunları şuurluca yapan bir insan hem bu dünyada hem de ötede kat kat fazlasıyla karşılığını bulacaktır.

Evet, şöyle-böyle orucunu tutup teravihini kılan da mutlaka sevap alacaktır ancak Cenâb-ı Hakk’ın, herkese ulûfeler dağıttığı böyle bir ganimet ayı neden dolu dolu rantabl olarak değerlendirilmesin ki? Zaten katlanılan bu mahrumiyet ve zorluklar, daha derin mülâhazalarla neden bire bin veren başaklar hâline getirilmesin ki!

Ramazan’da yapılanlar başta olmak üzere bütün ibadetlerini bu mülâhazalar çerçevesinde yapmak tali’li bir Müslümanın şiarıdır. Bizler bir bakıma tali’siz bir dönemin tali’siz Müslümanlarıyız. İnsanın mânen beslendiği değişik beslenme kaynakları vardır. Bu kaynaklardan beslendiği sürece o, Müslümanlığı dolu dolu yaşayan biri olur. Bu kaynakların başında ise aile gelir. Bizler öyle bir dönemde yaşıyoruz ki ailelerimiz –hepsi olmasa da çoğunluğu itibariyle- dinin ruhunu kavrama ve onu yaşama adına cahil sayılırlar. İslâmiyet ailede maalesef kendine has derinliğiyle yaşanmıyor. Dolayısıyla böyle ailelerde yetişen çocuklar da dinin ruhundan uzak yetişiyorlar. İbadetlerini yerine getirseler bile onu derince hissedemiyor, zâhire ve kalıplara takılıp kalıyorlar. Sokağın da bu hususta aileden pek bir farkı yoktur. Hatta sokak daha insafsızdır. Çocuğun ailesinden aldığı yarım-yamalak dinî kültürü de alıp götürmektedir. Üzülerek ifade ediyorum ki, camiler de sadece formalitelerin uygulandığı yerler hâline gelmiştir. Okullara gelince onlar da maneviyat yoksunudur ve öğrenciye verecek bir şeyleri kalmamıştır.

Bunlar, aslında fonksiyonları itibarıyla insanın beslendiği yerlerdir. Evet, çocuk yuvada iyi beslenmeli, sokakta iyi arkadaşları olmalı, camiye gittiğinde dinin derince yaşandığını görmeli, okulda mâneviyat adına alacağını almalıdır ki sonuçta iyi bir Müslüman olabilsin. Ne yazık ki bugün bu kaynakların hepsinde bir donukluk yaşanıyor. Müslümanlık buralarda formalite olarak icra ediliyor. Dolayısıyla bu kaynaklardan beslenemeyen bir mü’minin Ramazan ayını dolu dolu hissederek yaşaması da pek mümkün değildir. Problemi böylece tespit ettikten sonra şimdi de çözümüyle alâkalı olarak yapabileceğimiz bir husus üzerinde bir nebze durabiliriz.

Beslenme kaynaklarımızdaki bu donukluğu aşabilmek ve dinî hayatı formalitelerden kurtarabilmek için formatla biraz oynamak isabetli olacaktır. Mesela toplum, kendi arasında bir mukavele yapıp şöyle diyebilir, “Gelin bu Ramazan’da Kur’ân-ı Kerim’i daha farklı okuyalım. Arapçasını okurken bir yandan da meal ve tefsirine bakalım. Teravihi hatimle kılmak üzere birbirimize söz verelim. Teravihi kılarken aralarda gürül gürül salavâtlar getirelim, Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye gibi dua kitaplarını okuyalım. Ramazan’ı daha derince duyma adına ne gerekiyorsa onu yapalım.” Zaten teravihte müstehab olan, her selamdan sonra namazda geçen süre kadar oturup bir şeyler okumaktır. İki rekât kılıyorsanız iki rekât kılacak kadar, dört rekât kılıyorsanız dört rekât kılacak kadar oturup bir şeyler okumalısınız. Belki her gün farklı bir dua okuyarak o duyguyu sürekli canlı ve zinde tutacaksınız. Her gün yaptığınız o ibadetleri; rengini, desenini değiştirmek sûretiyle besleyeceksiniz.

İşte bir şekilde bir araya gelmiş topluluklar kendi aralarında anlaşıp böyle bir mukavele yapabilirler. Ancak bunu yaparken dini, altından kalkılamayacak mükellefiyetler yığını hâline getirmemeye dikkat etmelidirler. Nefsi zorlayacak ancak ümitsizliğe düşürmeyecek şekilde bazı şeyleri taahhüt ederek üzerimize alıp onları öylece yaşamaya çalışabiliriz.

Mesela teravihte bugün okuyacağımız âyetlerin mealini önceden okuyabiliriz. Böylece namaz esnasında farklı dünyevî mülâhazalara dalıp gitmektense hatırımızda kaldığı kadarıyla o âyetlerin ifade ettiği mânâlar üzerinde yoğunlaşabiliriz.

Meselenin bir diğer yanı da şudur: Teravihi, aradan çıkarma, bir an önce bitirip işine-gücüne bakma mülâhazasıyla değil, duyup hissederek ikâme etmeye çalışmak gerekir. Bazı kimseler sanki onun bir an önce bitirilmesi gerekirmiş gibi hem kısa sure ve ayetleri tercih etmekte hem de çok süratli okumaktalar. Böyle bir namazın kültür-fizik hareketlerinden ne farkı vardır? Namaz Allah için eda edilecek, her bir rüknünde O Yüceler Yücesi mülâhazaya alınacak, O’nun huzurunda bulunmanın âdâp ve erkânına yakışır tarzda yerine getirilecek, o huzuru ihlâl edecek tavır ve davranışlardan kaçınılacaktır. Yarı anlaşılıp yarı anlaşılmayacak şekilde hızlıca okunan Kur’ân, eğilmesiyle kalkması bir anda gerçekleşen rükû ve secde o huzura yakışmaz. Bu şekilde okunana Kur’ân denemeyeceği gibi kılınana da namaz demek zordur.

Hâsılı, Ramazan’ı bütün derinliğiyle duyabilmenin yolu evvela insanın, kendisinde o derinliği hâsıl etmesine bağlıdır.

J. İnanarak Oruç Tutmak

Soru: Bir hadis-i şerifte, مَنْ صَامَ رَمَضَانَ إِيمَانًا وَاحْتِسَابًا غُفِرَ لَهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِهِ “Her kim inanarak ve karşılığını sırf Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır.”218 buyruluyor. Buradaki “inanarak ve karşılığını sırf Allah’tan bekleyerek” ifadesini nasıl anlamalıyız?

Cevap: Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ), bu hadis-i şerifle, Ramazan’la gelen berekete tam inanan, ihlâs ve samimiyetle oruç tutup bu mübarek ayı ibadet ü taatle değerlendiren ve sevabını da yalnızca Allah’tan bekleyen mü’minlerin geçmişte işledikleri günahlarının affedileceğini müjdelemiştir.

Hadiste geçen اِيمَانًاkelimesi, inanılması gerekli olan her şeye ve oruçla alâkalı dinî hükümlere kalbden inanmayı; orucun farz olduğuna, karşılığında büyük mükâfat bulunduğuna ve her şeyden öte rıza-i ilâhiye bir vesile teşkil ettiğine hiç tereddüde düşmeksizin iman etmeyi vurgulamaktadır.

Evet, bizler Allah’ın kuluyuz; Allah da bizim mabudumuzdur. Bizim O’na karşı yaptığımız şeyler O’nun hakkı, bizim de vazife ve sorumluluğumuzdur. Oruç da O’nun emri ve bizim görevimizdir. O, ibadetlerimizden haberdârdır ve yaptığımız her şeyi bilmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın görüp bildiği o amellerimiz, mevsimi gelince nemalanmış olarak bize geri dönecektir. Ayrıca ellerimizi O’na kaldırdığımızda, bir kudsî hadiste denildiği gibi, “O eller geriye boş olarak dönmeyecektir.”219

Cenâb-ı Hakk’a karşı teveccüh ederken ve O’na yalvarıp yakarırken, her şeyden evvel O’nun, kullarını gördüğüne, dualarını işittiğine ve isteklerini yerine getirecek güce sahip bulunduğuna tam inanmak lazımdır. Yoksa inanmadan el açmak, “Verirse verir, vermezse vermez.” gibi bir mânâya gelir ki bunun bir saygısızlık olduğu ve böyle birinin çağrısının icâbete layık olmadığı açıktır. O, lütf u keremiyle, rahmetinin, gazabının önünde olmasıyla ve merhametinin enginliğiyle öylelerine de verirse verir; biz “vermez” diyerek kestirip atamayız. Fakat O’nun duaları kabul etmesinin bize bakan yönüyle birinci şartı, evvela O’na gönülden inanmaktır. İnanan insan samimiyetle ellerini kaldırdığı zaman Allah onları boş çevirmez, onun yüzünü kara çıkarmaz, mahcup etmez; aksine o kapıya bir daha yönelmesine vesile olacak şekilde lütuflarda bulunur. İşte hadistekiاِيمَانًا “inanarak” kaydı böyle bir inanmayı ifade etmektedir.

اِحْتِسَابًا “karşılığını sırf Allah’tan bekleyerek” ifadesi ise; dünyevî beklentilere girmeme, sadece Allah’ın hoşnutluğunu gözetme ve mükafâtı O’nun rahmetinden umma demektir. Hayır işlerinde ve ibadetlerde ihlâs ve samimiyete aykırı hiçbir husus olmamalı; riya ve süm’aya girilmemelidir. Hiçbir amel, insanların takdir ve teveccühlerine bina edilmemeli; her şey Allah için yapılmalı ve beklentiler de hep Allah’tan olmalıdır. O beklentilerde de yine himmet âlî tutulmalı; yapılan işler dünyevî faydalara bağlanmamalıdır. Arkasında olduğumuz her konuda gayret etmeli, iradenin hakkını vermeli ama neticede her şeyi Allah’tan dilemeliyiz. Kulluğumuzu Cenâb-ı Hakk’a sunarken, O’nun Mabud, bizim de kul olduğumuzu hiç hatırdan çıkarmamalı; O’nun hakkı olduğu için kulluğumuzu O’na tahsis etmeliyiz. Dolayısıyla ibadetlerimizi, ihtiyaç ve isteklerimize bağlamamalı, vazifemiz olduğu için eda etmeliyiz.

Haddizatında Cenâb-ı Allah’tan bir şey isteme bizim zatî hakkımız değildir; O’nun, lütfedip bize verdiği haklar türündendir. O öyle lütufkârdır ki o hakları kendisine karşı kullanmamıza müsaade etmiştir. Mesela bir mânâda, “Siz Bana kullukta bulunun ve ibadet ü taatinizi yerine getirin –ki bu sizin vazifenizdir– Ben de öbür âlemde nimetlerimle sizi sevindireyim.” demiş ve bir mukavele yaparak bize bazı haklar vermiş. Hakkı veren de onu kullanma imkânı bahşeden de Allah’tır.

Yoksa bizim mahiyetimizde ve rızık olarak bize verilen nimetlerde ne kadar sermayemiz var ki herhangi bir hakkımız olsun! Evet, biz baştan sona kadar her şeyimizle O’na aidiz ve O’nun verdiği haklarımız olsa da her şeyden önce birer kuluz. Öyleyse bir kula yaraşır şekilde hareket etmeli ve sadece Hâlıkımızın, Râzıkımızın ve Rabbimizin hoşnutluğunu dilemeli, ibadetlerimizi de bu niyetle yerine getirmeliyiz. İşte اِحْتِسَابًا tabiri bu hakikatlere bağlı kalarak, sadece Allah için oruç tutmak gerektiğini ve mükafâtı yalnız ve yalnız O’ndan beklemenin lüzumunu belirtmektedir.

K. Gösterişli İftar Programları

Soru: Son senelerde Ramazan-ı Şerif denilince gösterişli iftar sofraları ve şölen edalı programlar akla gelir oldu. Fakat Ramazan’la alâkalı bazı yazılarda biraz daha sükûnet, derinlik ve incelik ufku gösteriliyor. Kurbetimize vesile olması için Ramazan şölen gibi mi yaşanmalı yoksa sükûnet içinde içe dönük olarak mı?

Cevap: İnsan, şahsî hayatı adına gösterişsiz, âlâyişsiz, tevazu ve mahviyet içinde olmayı tercih etmelidir. Onu dışarıdan görenler, varsın yıkılıverecekmiş gibi görsünler. Ne var ki o, iç dünyası itibarıyla öyle bir mukavemet taşımalıdır ki –muhal farz– göklerin bir tabakası parçalanıp üzerine düşse, o yine de yerinde sabitkadem durabilmelidir. Hem ruhî yanı hem de latîfe-i Rabbaniyesi itibarıyla öyle sağlam durmalıdır. Bizim için esas olan budur. Sultan Ahmet’in, kendi adını verdiği cami yapılırken eteğinde taş taşıyarak, “Allahım! Ahmetçiğinin bu küçük hizmetini kabul buyur!” dediği gibi, biz de iç dünyamız itibarıyla fevkalâde mütevazi oluruz. Cihanları yerinden oynatacak çok önemli işlere vesile olsak bile nefsimize böyle bakarız. “Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden âlâ!”220 düşüncesi bizim için esastır. Şahsî hayatımız adına davranışlarımız hep bu yörüngede cereyan etmelidir.

Fakat birilerine bizim duygu ve düşünce dünyamızı tanıtmayı düşünüyorsak, burada daha farklı bir metot takip etmeliyiz. Onları kendi dünyamızla tanıştırmadan önce bizim onların dünyasına belki bir adım atmamız gerekir. Henüz tevazu, mahviyet, hacalet, bir tas çorbayla karnını doyurma sadeliği, birkaç kuru hurmayla yetinme kanaati gibi değerlerle tanışmayan insanlara bu argümanlarla gitmek belki ters etki yapabilir. Onun için, bu insanları çadırda değil de bir merkezde ağırlamak, onlara bir akşam yemeği yedirmek ve size ait güzellikleri orada sergilemek gerekebilir. Burada bir yönüyle sosyal olup kendinizi ifade edebilme hususu öne çıkmaktadır.

Evet, bu insanlara bu yollarla bir şeyler anlatabileceksek, defalarca yemek de yedirilse, defalarca şölen de tertip edilse, defalarca gezi de düzenlense değer. Şayet bunları yaparken milli ve manevi değerlerimiz hesabına bizi dinlemelerine bir kapı aralığı yakalarsak, mutlaka bu durumu değerlendirmeli ve ruhumuzun ilhamlarını sinelerine boşaltmayı ihmal etmemeliyiz.

Hâsılı, şahsımız itibarıyla tevazu, mahviyet, hacalet, benlikten sıyrılma önemli birer esas olmalı ama değerlerimizi başkalarına duyurma meselesine gelince, orada şartlara göre ne yapılması gerektiği çok iyi tespit edilmeli ve gerekirse Ramazan-ı Şerif bir şehrayin havasında geçirilmelidir.


210 Buhârî, savm 52; Müslim, sıyâm 175.

211 Ebû Dâvûd, salat 40; Nesâi, ezan 32; İbn Mace, ikametü’s-salat 48.

212 Buhârî, savm 20, 48; Müslim, sıyam 55-56.

213 Buhârî, savm 5; Dârimî, savm 53.

214 Buhârî, savm 5; Müslim, sıyâm 1.

215 Buhârî, tevhid 35; Müslim, sıyâm 160.

216 Buhârî, ezan 36; Müslim, zekât 91.

217 Müslim, tahâret 41; Tirmizî, tahâret 39.

218 Buhârî, îmân 28; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 176.

219 Tirmizî, daavât 104; el-Bezzâr, el-Müsned 6/479; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/423.

220 Bkz.: Bediüzzaman, Şuâlar, s.424 (On Dördüncü Şuâ).

-+=
Scroll to Top