Bakara Sûre-i Celîlesi (1-5. Âyetler)

﴿الٓمٓ۝ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ۝اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ۝وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ۝أُۨولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُۨولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ﴾

“Elif, Lâm, Mîm. İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir o müttakilere. O müttakiler ki görünmeyen âlemlere (gayb) inanırlar. Namazlarını dikkatle ikâme eder ve kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden infakta bulunurlar. (Ayrıca) hem Sana indirilen Kitab’ı hem de Senden önce indirilen ki­tap­ları tasdik ederler. Ahirete de kesin yakîn içindedirler. İşte bunlardır Rabbileri tarafından doğru yola ulaştırılanlar. Ve işte bunlardır felâh bulanlar.”

Giriş

Bakara Sûresi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine-i Münevvere’ye hicretlerinden sonra ilk nâzil olmaya başlayan sûre olarak bilinmektedir. Bununla beraber o, Kur’ân-ı Kerim’in en son nâzil olan وَاتَّقُوا يَوْمًا تُرْجَعُونَ فِيهِ إِلَى اللهِ ثُمَّ تُوَفّٰى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ “Öyle bir günde rüs­vay­lıktan sakının ki, o gün Allah’ın huzuruna çıkarılacasınız. Sonra her kişiye kazandığının karşılığı tastamam ödenecek ve kendilerine asla haksızlık edilmeyecektir.”119 âyetini de ihtiva etmesi bakımından hem Medine’de ilk nâzil olmaya başlama hem de bazı âyetleriyle en son tamamlanan sûre olma vasfını taşımaktadır.

Bakara Sûresi’nin “Sûre-i Bakara” ve Sûre-i Kürsî” gibi farklı isimleri vardır. Bu sûreye, İsrailoğulları’yla alâkalı olan “Ba­ka­ra” (inek) kıssasının tamamının burada anlatılmış olması ve bu meselenin başka bir sûrede tekrar edilmemesi sebebiyle “Sûre-i Bakara”; içinde Âyetü’l-Kürsî’yi ihtiva ettiği için de “Sûre-i Kürsî” denilmiştir. Evet, kürsî-i ilâhinin her şeyi ihata etmesiyle Bakara Sûresi’nin bütün ilâhî hükümleri kuşatması arasında ince bir alâka vardır.

Bu sûrenin Senâmü’l-Kur’ân” (Kur’ân’ın hörgücü, zirvesi) ve ez-Zehrâ” (parlak, ışık saçan, nurefşan) şeklinde biri has, diğeri müşterek olan iki lakabı daha vardır ki, Efendimiz (sal­lallâhu aleyhi ve sellem), “İki zehrâyı (Bakara ile Âl-i İm­rân’ı) okumaya devam ediniz.”120 hadisiyle, bu sûrenin Âl-i İmrân ile müşterek lakabına; “Her şeyin bir senâmı (hörgücü, zirvesi) vardır. Kur’ân’ın senâmı ise Bakara Sûresi’dir.”121 ifadeleriyle de onun has lakabına işaret buyurmuştur.

Ayrıca “Senâmü’l-Kur’ân” olan Bakara Sûresi, bir taraftan Kur’ân-ı Kerim’in başında bulunmasıyla, nereden bakılırsa bakılsın rahatlıkla görünen bir şâhika olmasının yanında; pek çok ahkâm-ı diniyeyi ihtiva etmesi sebebiyle de âdeta insanların üzerindeki mukaddes bir sorumluluğu hatırlatan yüksek bir mevkie sahiptir.

***

Bakara Sûresi ile Fâtiha Sûresi arasında çok ciddi bir te­nâ­süp vardır. Şöyle ki, mü’minin, Fâtiha Sûresi’ndeki اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ “Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet.”122 duasına sanki Cenab-ı Hak, hemen arkasından gelen Bakara Sûresi’ndeki ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Hidayet rehberidir müttakilere.”123 âyetiyle cevap vermektedir.

Bu âyet-i kerimelerde hidayet” mevzuuyla alâkalı iki latif nükte daha vardır:

1. Cenab-ı Hakk’ın insanlara, iradelerinin dahli olmadan hidayet lütfetmesidir ki, buna cebrî hidayet de diyebiliriz.

2. Allah Teâlâ’nın, insanlara iradelerini sarf etmeleriyle hidayet bahşetmesidir ki, هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Hidayet rehberidir müttakilere.” ifadesiyle anlatılan hidayet de işte bu hidayettir. Müslim’de geçen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Allah Teâlâ: ‘Namaz (sûresi olan Fâ­ti­ha)’yı Ken­dim­le kulum arasında yarı yarıya taksim ettim ve kulumun dilediği şey onundur.’ buyurdu. Kul, اَلْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ‘Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rab­bi Al­lah’a­dır.’ dediği zaman Allah Teâlâ; ‘Kulum Bana hamdetti.’ der. اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ‘O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.’ de­di­ğinde Allah Teâlâ, ‘Kulum Bana senada bulundu.’ bu­yu­rur. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ‘Din gününün, hesap gününün tek hâ­ki­midir.’ deyince de ‘Kulum Benim yüceliğimi ifade etti.’ teveccühünde bulunur. Kul, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ‘Yal­nız Sana ibadet eder, yalnız Senden medet umarız.’ deyince de Allah, ‘Bu, kulumla Benim aramdadır ve ku­lu­mun dilediği onundur.’ diye iltifat buyurur. Kul, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَۙ۝صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ ‘Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet. Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.’ niyazında bulununca da Allah (celle celâluhu) ‘İşte bu, kulumundur. Kulumun duasını kabul ettim, istediği şeyi verdim ona.”124

Bu hadis-i şerif; ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir o müttakilere.”125 âyetinin, Fâ­ti­ha Sûresi’ndeki اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ “Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet.”126 duasına icabet mânâsına geldiği şeklindeki yukarıda mezkûr hükmü teyit etmektedir.

Ayrıca Allah (celle celâluhu), Fâtiha Sûresi’nde إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden medet umarız.”127 diyerek kulluk arzında bulunan mü’minlere, Bakara Sûresi’nde kendisini tanıtmakta ve onlara ihsanda bulunduğu nimetlerini hatırlatmaktadır. Fâtiha Sûresi’nin son âyetinde zikredilen mağdûbîn (sapıtıp gazaba uğrayanlar) gürûhunun ilâhî gazaba uğramalarına sebep olan hususlar da Bakara Sûresi’ndeki, يَا بَنِۤي إِسْرَۤائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّتِۤي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَوْفُوا بِعَهْدِۤي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ Ey İsrail’in evlatları! Hatırlayın ve düşünün size ihsan ettiğim nimetimi. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim. Ve yalnız Benden korkun!”128 âyeti ve devamındaki şu âyet-i kerimelerde teker teker tafsil edilmektedir:

Ey İsrail’in evlatları! Size ihsan ettiğim nimeti ve vaktiyle sizin atalarınızı diğer insanlara üstün kıldığımı hatırlayın, hatırlayın ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse başkasının yerine bir şey ödeyemez, kimseden şefaat kabul edilmez, hiç kimseden fidye alınmaz, hem onlara yardım da edilmez. Hem sizi en feci işkencelere uğrattıkları zaman Fira­vun’un adamlarından kurtardığımızı da hatırlayın. Onlar sizin dünyaya gelen erkek çocuklarınızı kesiyor, kız çocuklarınızı ise (kötülük için) hayatta bırakıyorlardı. İşte bunda da size Rabbiniz tarafından çetin bir imtihan vardı. Yine hatırlayın ki, sizin geçmeniz için denizi yarmış, sizi kurtarıp gözlerinizin önünde Firavun hanedanını boğmuştuk.

Ve bir vakit de Musa’ya kırk gecelik bir süre ayırmıştık. Ama siz Musa’nın ayrılmasından az sonra, buzağıyı ilâh edinip öz canınıza kıymıştınız. Bütün bunlardan sonra Biz sizi affetmiştik ki şükredesiniz. (Ve ayrıca biz) Musa’ya Kitap ve Furkân’ı verdik. Tâ ki doğru yolda yürüyebilesiniz. (Tur sonrası) Musa, kavmine: ‘Ey kavmim! Sizler buzağıyı ilâh edinmekle kendinize çok yazık ettiniz. Derhâl Yaradanınıza tevbe edin, nefsinizin kötü arzularını kesin, (Allah yolunda) kendinizi öldürün. Böyle yapmanız, sizi Yaradanın nezdinde daha hayırlıdır.’ Böylece Allah da onların tevbelerini kabul etmişti. Zira O, tevbeleri kabul eden, merhamet ve ihsanı bol olandır.

Bir zaman da: ‘Ey Musa! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana inanmayız.’ dediniz. Bunun üzerine derhâl sizi yıldırım çarptı. Siz de bakakaldınız. Siz bir müddet ölü vaziyette kaldıktan sonra, şükredesiniz diye sizi dirilttik. Üzerinizde bulutları gölge yaptık. Size kısmet ettiğimiz helâl, hoş rızıklardan yemeniz için kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Aslında nankörlük etmekle onlar Bize değil, kendilerine yazık ediyorlardı.

Bir zaman da şöyle dedik: ‘Şu şehre girin ve orada istediğiniz yerden bol bol yiyin. Şehrin kapısından secde ederek saygılı bir tavırla girin ve ‘hıtta=başlıca dileğimiz affedilmektir’ deyin ki suçlarınızı affedelim; muhsinlerin mükâfatlarını daha da artıracağız. Ne var ki onlardan zalimler, sözü değiştirip başka şekle koydular. Biz de o zalimlere, itaat dışına çıktıkları için gökten acı bir azap indirdik.

Bir zaman da Musa, kavmi için su arayıp Allah’a yalvarmıştı. Biz de: ‘Asânı taşa vur!’ demiştik. Bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmış, her bölük kendine mahsus pınarı bilmişti. (Biz onlara) ‘Allah’ın rızkından yiyin, için fakat sakın yeryüzünde fesat çıkararak taşkınlık yapmayın.’ demiştik.

(Ey İsrailoğulları) Bir vakit de siz şöyle demiştiniz: ‘Musa! Biz bir çeşit yemeye imkânı yok katlanamayacağız. O hâlde bizim için Rabbine yalvar da yerin bitirdiği sebzeden, kabaktan, sarımsaktan, mercimekten, soğandan çıkarsın. Musa da: ‘Ne o!’ dedi. ‘Siz, daha üstün olanı vererek daha düşük olanı mı almak istiyorsunuz? Herhangi bir şehre inin, istediğinizi bulursunuz.’ Üzerlerine zillet ve yoksulluk damgası basıldı ve neticede Allah’ın gazabına uğradılar. Evet öyle! Çünkü Allah’ın âyetlerini inkâr ediyor ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Öyle oldu; çünkü onlar isyan ediyor ve hadlerini aşıyorlardı.”129

Ardından, bu kavmin içinde hidayete eren kişilerin bulunabileceği, Hazreti Davud’un hükümranlığı, onun Câlût karşısındaki tutumu ve hâkimiyeti gibi hususlarla, ilâhî nimetler sağanağı, farklı bir kıssa hâlinde dile getirilmektedir:

Musa’dan sonra İsrailoğulları’nın önderlerine dikkat ettin mi? O vakit onlar, aralarındaki bir peygambere: ‘Ne olur, bize bir hâkim (ve kumandan) tayin et de, biz de Allah yolunda cihad edelim.’ demişlerdi. O da cevaben: ‘Ya savaşma emri size farz kılınır da savaşmazsanız?..’ deyince onlar: ‘Ne diye Allah yolunda cihad etmeyelim ki, vatanlarından çıkarılan biz, çoluk çocuğundan ayrı düşenler yine biziz.’ Fakat savaşma kendilerine farz kılınınca içlerinden pek azı hariç hepsi dönüverdiler. Allah o zalimleri pek iyi bilir.

Peygamberleri onlara dedi ki: ‘Allah size hükümdar olarak Tâlût’u tayin etti. Onlar ise: ‘Biz hükümdarlığa ondan daha ehil iken nasıl olur da o bize hükmedebilir ki! Üstelik servetten de nasibi fazla değil.’ dediler. Peygamber şöyle cevap verdi: ‘Allah onu (sizden daha) seçkin kıldı. Ona geniş ilim ve sağlam bir vücut verdi. Allah, hâkimiyeti dilediğine verir. Allah Vâsi’ ve Alîm’dir: Dilediğini zenginleştirir, istidat ve liyakatleri bilir.’ Peygamberleri devamla şöyle dedi: ‘Onun hükümranlığının alâmeti, size içinde Rabbinizden bir sekine ile Musa ve Harun’un mânevî mirasından bir bakiyenin bulunduğu ve meleklerce taşınan sandığın gelmesidir. Eğer iman etmeye niyetliyseniz bunda elbette sizin için delil vardır.

Tâlût, ordusunu harekete geçirip sefere çıkınca askerlerine şöyle dedi: ‘Allah sizi, bir ırmakla imtihan edecektir. İmdi, onun suyundan içen benden sayılmayacak; sadece avucuyla aldığı miktar muaf olmak üzere, kim onun suyunu tatmazsa o da benden sayılacaktır.’ Derken onların pek azı hariç, varır varmaz ondan içtiler. Tâlût ve yanındaki mü’minler ırmağı geçince o vakit beri yanda kalanlar ‘Bugün bizim, Câlût ve ordusuna karşı duracak takatimiz yoktur.’ dediler. (Ölümden sonra diriltilip) Allah’ın huzuruna çıkacaklarını bilenler ise şöyle dediler: ‘Nice küçük topluluklar vardır ki, Allah’ın izniyle büyük cemaatlere galip gelmiştir. Doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir. Tâlût’un beraberindeki mü’minler ise Câlût ile ordusuna karşı çıkınca dediler ki: ‘Ya Rabbenâ, üstümüze sağanak sağanak sabır boşalt, ayaklarımıza sebat ver. Ve kâfir topluluğa karşı bizi muzaffer eyle!’ Derken Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Davud da Câlût’u öldürdü. Allah ona hükümdarlık ve hikmet verdi ve daha dilediği birçok şey öğretti. Eğer Allah bazı insanların şerrini bazılarıyla önlemeseydi dünyadaki nizam bozulurdu. Lakin Allah, âlemlere büyük bir inayet ve lütuf sahibidir. İşte bunlar Allah’ın âyetleri olup Biz Sana onları dosdoğru bildiriyoruz. (Bu itibarla) Sen de elbette gönderilen o resûllerdensin.”130

***

Şimdiye kadar yapmış olduğumuz açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Fâtiha Sûresi’nde anlatılan hususlar, Bakara Sû­resi’nde; Bakara Sûresi’nde anlatılan hususlar da diğer sûre­ler­de tafsil edilmiştir. Mesela, يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “Ey insanlar! Hem sizi hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet edin. Böyle yap­makla her türlü zarardan korunmayı ümit edebilirsiniz.”131 âyet-i kerimesinde Cenab-ı Hak, kullarına يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ “Ey insan­lar!” ifadesiyle hitap etmiş, ardından onların yaratılışlarını nazara vererek Kendisine kulluk etmelerini emretmiş ve kurtuluşun ancak bu yolla mümkün olabileceğini bildirmiştir. Nisâ Sû­re­si’nin başındaki يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَثِيرًا وَنِسَۤاءً “Ey insanlar! Sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan da eşini yaratıp o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının…”132 hitabında bulunarak yine “insanoğlunun hilkati” konusuna dikkat çekmiş ve bir kısım tafsilata girmiştir.

Yine Bakara Sûresi’nde, daha önce de değindiğimiz يَا بَنِۤي إِسْرَۤائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّتِۤي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَوْفُوا بِعَهْدِۤي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ Ey İsrail’in evlatları! Hatırlayın ve düşünün size ihsan ettiğim nimetimi. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim.. ve yalnız Benden kor­kun!”133 âyet-i kerimesinde ele alınan “Allah’a verilen ahde vefa” mevzuu, وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَتِيمِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ حَتّٰى يَبْلُغَ أَشُدَّهُ وَأَوْفُوا الْكَيْلَ وَالْمِيزَانَ بِالْقِسْطِ لَا نُكَلِّفُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا وَإِذَا قُلْتُمْ فَاعْدِلُوا وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبٰى وَبِعَهْدِ اللهِ أَوْفُوا ذٰلِكُمْ وَصَّاكُمْ بِه۪ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ “Rüşdüne erinceye kadar, yetimin malına en güzel şeklin dışında bir surette yaklaşmayın. Ölçüyü, tartıyı tam ve doğru yapın. Biz hiç kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemeyiz. Hakkında konuştuğunuz kimse akrabanız bile olsa yine doğruyu söyleyin. Al­lah’a verdiğiniz ahdi tutun. İşte düşünüp tutasınız diye Al­lah bunları size emretti.”134 ve وَأَوْفُوا بِعَهْدِ اللهِ إِذَا عَاهَدْتُمْ وَلَا تَنْقُضُوا الْأَيْمَانَ بَعْدَ تَوْكِيدِهَا وَقَدْ جَعَلْتُمُ اللهَ عَلَيْكُمْ كَفِيلًا إِنَّ اللهَ يَعْلَمُ مَا تَفْعَلُونَ “Sözleşme yaptığınızda Allah’ın huzurunda ver­di­ğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kefil ederek bağlandığınız yeminleri te’kid ettikten sonra bozmayın. Hiç şüphe yok ki, Al­lah yaptığınız her şeyi bilir.”135 gibi âyetlerde de anlatılmıştır.

Bunlar, Bakara Sûresi ile diğer sûreler arasındaki yukarıda ifade edilen uyumu gösteren misallerden sadece birkaçıdır. Bu uyumda, belâgat bakımından bir harikulâdelik vardır.

***

Şimdi de dillendirilmesi bizim dar idrâkimize emanet asıl konuya geçmek istiyoruz:

Bakara Sûresi, “hurûf-u mukattaa”dan birisi olan الٓمٓ (Elif, Lâm, Mîm) ile başlamaktadır. “Hurûf-u mukattaa”; Kur’ân-ı Ke­rim’de sûre başlarında bulunan, kesik kesik, ikisi üçü birleşik ve­ya tek başına yazılı harflere verilen isimdir. Ba­ka­ra Sû­re­si’nin ve diğer bazı sûrelerin başındaki bu tür harflerin mânâları –işarî tefsir ve esrar-ı hurûfla alâkalı te’viller mahfuz– ancak Al­lah Re­sû­lü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun vârisleri tarafından anlaşılabilen birer ilâhî şifre mahiyetindedir.

Bu sûre-i celîle الٓمٓ şifresiyle başlamakta ve bununla ileride anlatılacak olan yüce hakikatlere dikkat çekilmektedir. Bu­ra­da insanın aklına, “Öyleyse, bu şifrenin ya Fâtiha Sûre­si’nin başında bulunması ya da tertip bakımından Bakara Sû­re­si’nin Fâtiha’dan daha önce olması gerekirdi…” gibi bir düşünce gelebilir. Hâlbuki Allah (celle celâluhu), Fâtiha Sû­re­si’ni Kur’ân-ı Kerim’in en başına koyma vahyi ve işaretiyle bize bir kitapta, metot ve tertibin nasıl olması gerektiğini öğretmekte; bunun için de önce berâat-i istihlâl (bir esere, o eserin içinde gelecek mevzulara işaretler ihtiva eden edebî bir üslupla başlama) kabîlinden, Kur’ân-ı Kerim’de geçen hakikatlerin bir fezlekesini ve mücmel bir hulâsasını vermektedir ki, ondan sonra atıf yapılan meseleler, Bakara Sûre-i Ce­li­le­si’nde yeri geldikçe ayrıca tafsil edilecek ve Bakara’da tafsil edilen meseleler de birer birer daha sonraki sûrelerde daha detaylı bir şekilde ele alınacak demektir.

Bir hakikati ifade etmeden önce söze الٓمٓ (Elif, Lâm, Mîm) gibi bir kısım harflerle başlayarak dikkat çekmek, o güne kadar bir kısım Yahudilerce bilinip değerlendirilse de, Arap toplumunun pek âşina olduğu bir husus değildi. Arapçada harfler tek başlarına oldukları ve terkibe girmedikleri durumlarda ا ، ب ، ت (elif, be, te) şeklinde teker teker, kesik kesik telaffuz edilir ve yazılırdı. İşte harflerin bu durumuna “elif-bâ” denilir; kelimelerde olduğu gibi onların terkip durumları anlatıldığında da أَبْجَدْ şeklinde yazılır ve kendi basit sesleriyle okunurdu. Hâlbuki الٓمٓ, “ebced” gibi yazıldığı hâlde “elif-bâ” şeklinde okunmaktadır. Yazılışına göre “ebced” gibi mânâsız bir kelime görünümündedir. Gerçi elif-bâ şeklinde okunmayıp da أَلَمَّ , أَلَمْ ve آلَمَ gibi muhtemel şekillerde okunarak anlamlı bir kelime meydana getirilebilir. Ancak elif-bâ şeklinde okunması ondan bir anlam çıkarmayı zorlaştırmaktadır. Ne var ki, önemli olan ve dikkati çeken husus, daha ziyade bunların, hecede herkesin malzeme olarak kullandığı harfler olmasıdır.

Bu harfler, maddeyi meydana getiren atomlar ve insanı oluşturan hücreler mesabesindedir. Yani buradaki asıl mucizelik şuradadır: Nasıl ki canlıyı meydana getiren elementler bilindiği ve elde mevcut olduğu hâlde yeni bir canlı yaratmaya Allah’tan başka kimsenin gücü yetmez; öyle de, Kur’ân-ı Kerim de, ت ب، ا، (elif, be, te) veya buradaki şekliyle الٓمٓ (Elif, Lâm, Mîm) gibi herkesin bildiği harflerden müteşekkil olduğu hâlde hiç kimse, O’nun misli “Mu’cizü’l-Beyan” bir kitap meydana getiremez. Zira Allah’ın (celle celâluhu) hilkati mu’ciz (herkesi âciz bırakan) olduğu gibi hitabet ve kitabeti de mu’cizdir. Yani “Kudret” ve “İrade”nin saha-yı taalluku olan kâi­natta Cenab-ı Hakk’ın fermanı mu’ciz olduğu gibi, “Ke­lâm” sıfatından gelen beyan-ı sübhânisi de mu’cizdir. Al­lah Teâ­lâ, Bakara Sûresi’ni الٓمٓ gibi anahtar sayılan harflerle başlatarak âdeta insanlara “Haydi buyurun, siz de gerek hitap ve gerekse yazı dilinde kullandığınız bu harflerle bir kısım kelimeler ve o kelimelerden de cümleler yaparak, Kur’ân-ı Kerim’in misli bir kitap meydana getirin.” demek suretiyle onlara meydan okumaktadır.

وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ۝فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ “Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’ın Allah’ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin ve bu konuda Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini de çağırın, iddianızda haklı iseniz. Bunu yapamazsanız –ki hiçbir zaman yapamayacaksınız– öyle ise çırası insanlarla taşlar olan ve kâ­fir­ler için hazırlanmış bulunan o ateşten sakının.”136 أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِه۪ وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Yok­sa, ‘Onu kendisi uydurmuş.’ mu diyorlar? De ki: ‘Öyleyse, iddia­nızda tutarlı iseniz haydi siz de onunkine benzer bir sûre ortaya koyun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz kim varsa hep­si­ni de yardımınıza çağırın.’”137 أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِه۪ مُفْتَرَيَاتٍ وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Yoksa, ‘Kur’ân’ı kendisi uydurmuş.’ mu diyorlar? De ki: ‘İddianızda tutarlı iseniz, haydi (belâgatta) onunkine benzer on sûre uydurun getirin; bu arada Allah’tan başka çağırabilece­ğiniz herkesi de yar­dı­mınıza çağırın.’”138 قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْإِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِه۪ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا “Yemin ederim! Eğer insanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın benzerini yapmak için bir araya gelseler, birbirlerine destek olup güçlerini de birleştirseler yine onun gibi bir kitap meydana getiremezler.”139 âyetleri işte bu yüce hakikati dile getirmektedir.

Bakara Sûresi’nde الٓمٓ anahtar ve şifresiyle zihinler teyakkuza geçirildikten sonra nazarlar Kur’ân’a tevcih edilerek ذٰلِكَ الْكِتَابُ “İşte o kitap!” denmektedir. Malum olduğu üzere ذٰلِكَ Arap­ça­da uzağa işaret etmek için kullanılan bir işaret edatıdır. Me­sa­fenin uzaklığını ima eden bu kelime, burada makamın irtifaından kinaye olarak kullanılmış ve Kur’ân-ı Kerim’in makamının yüksekliği gösterilmek istenmiştir; yani bu ذٰلِكَ ile, “İşte şu şanı yüce ve çok yüksek olan kitap…” denilmek istenmiştir. الٓمٓ ile bu kitabın şifreleri verildikten ve çözümü, mütefekkir ve mül­he­mûn­dan olan insanlara bırakıldıktan sonra zihinler, ister istemez ona “şanı yüce kitap” deme ufkuna yükselmişlerdir. Kur’ân da buna işaret sadedinde الٓمٓ dedikten sonra ذٰلِكَ الْكِتَابُ “İşte şu şanı yüce ve çok yüksek olan kitap…” demektedir ki, bu iki ifade âdeta bir vâhidin iki yüzü mesabesindedir.

Bazı müfessirler, الٓمٓ’in mukattaa harflerinden olması hasebiyle i’rabda mahallinin bulunmadığını ve dolayısıyla da ذٰلِكَ ile aralarında i’rab yönünden bir irtibatın mevzubahis olmadığını söylemişlerdir. Bununla beraber şu husus da hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir ki, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bir vâhidin iki ayrı yüzü olan الٓمٓ ile ذٰلِكَ الْكِتَابُ arasında, herhangi bir i’rab cereyan etmeyecek derecede kuvvetli bir vahdet vardır. Dolayısıyla الٓمٓ ۝ ذٰلِكَ الْكِتَابُ, şanı yüce bir kitabı açmak için beraberce mütalâa edilmesi gereken sırlı bir şifredir.

Ayrıca burada bir noktaya daha dikkat çekilmektedir ki, o da, bu kitabın şanının, kelâm-ı ilâhî olmasından dolayı yüce olmasıdır. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim tetkik edilirken, her şeyden önce nazarlar, insanın maddî ufkunun darlığından sıyrılarak, o Kitab-ı Kerim’in muallâ mevkiine çevrilmelidir. Zira Kur’ân, kelâm-ı ezelî sahibi yüce bir Zât’ın kullarına sunduğu bir kurtuluş reçetesidir. Eğer Kur’ân’a bu zaviyeden bakılmaz­sa, onun ihtiva ettiği hakikatlerden çoğu da görülemez. Ona ken­di muallâ mevkiinden nazar edilip muhtevaya da o za­vi­ye­den bakıldığında görülecektir ki o, öteler ötesinin sesi-so­lu­ğu diyebileceğimiz keyfiyette yüce bir kitaptır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Ke­rim, herhangi bir kitap veya bir gazete ya da broşür gibi okunacak bir kitap değildir. Zira o, لَا رَيْبَ فِيهِ “içinde hiç­bir te­red­düt ve şüphe olmayan”140 ilâhî bir kitaptır. Öyleyse Kur’ân’ın ihtiva ettiği hakikatlere ciddi bir teemmül, tefekkür ve te­deb­bürle bakılmalıdır ki, onun gerçek kıymeti ve muhteva zen­ginliği bilinebilsin. Bu mülâhaza aynı zamanda أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللهِ لَوَجَدُوا فِيهِ اخْتِلَافًا كَثِيرًا “Hâlâ Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer Allah katından değil de başka bir kaynaktan gelseydi, onda pek çok çelişki bulunurdu.”141 أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ أَمْ عَلٰى قُلُوبٍ أَقْفَالُهَا “On­lar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbleri kilitli mi?”142 âyet­le­rine bir bakıma icmalî bir meal mahiyetindedir.

Kendisinde hiçbir şek ve şüphe olmayan bu Kitap, هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Hidayet rehberidir müttakilere.”

الٓمٓ mukattaa harfleriyle هُدًى لِلْمُتَّقِينَ âyeti arasında da latif bir tenâsüp vardır. Şöyle ki, müttakiler için bir hidayet rehberi olan Kur’ân-ı Kerim, الٓمٓ sırlı şifresiyle muhataplarına meydan okuyarak, âdeta “Haydi, siz de kafanızı yorun, aynı harfleri kullanarak Kur’ân’ın bir mislini getirmeye çalışın, bakalım buna muvaffak olabilecek misiniz? Şu şanı yüce kitaba, Allah’tan (celle celâluhu) gelmiş olma mülâhazasıyla bakın; nazarlarınızı maddeye inhisar ettirip, aklı gözüne inmiş olanlar gibi bakmayın; onu lâhûtî hususiyetiyle ele alıp değerlendirin. Zira iradenizin hakkını verip onu iyice tetkik ettiğinizde, siz de o kitabın içinde şek ve şüphenin bulunmadığını ve onun ilâhî bir kelâm olduğunu anlayacaksınız.” dedikten sonra هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ifadesiyle de onun, yukarıda arz edilen şekliyle teemmül, tefekkür ve tedebbürde bulunarak vikâye-i ilâ­hi­yeye (ilâhî korunmaya) girip Allah’tan korkan müttakiler için tam bir hidayet kaynağı olduğu bildirilmektedir. Çünkü Kur’ân bütün insanlığa hidayet için inmekle beraber bu hidayetten istifade etmenin ilk şartı, Allah’tan gereği gibi korkma ve müttakilerden olmadır.

Burada Kur’ân’ın hidayeti, ittikâ (sakınma) şartına bağlanmış gibi gözükmektedir. Dolayısıyla bir taraftan Kur’ân-ı Ke­rim’in bizzat hidayet kaynağı olması, diğer taraftan da in­san­ların tedebbür ve tefekkür yoluyla O’nun getirdiği hidayeti elde etmesi hasebiyle bu meselede bir devr-i bâtılın (Man­tık­ta, bir hükmü ikinci bir hüküm ile, bunu da birincisiyle ispatlamaya çalışma yolu, fâsit daire) söz konusu olduğu zannedilebilir. Ancak Kur’ân-ı Kerim’de hidayetin farklı farklı mâ­nâ­larda kullanılması, bir başka açıdan da hidayetin farklı mertebelerinin olması itibarıyla burada o şekilde bir devirden bahsetmek söz konusu değildir ve meselenin “devir” olarak anlaşılmaması için bu farklılıkların iyi bilinmesi lazımdır. Mesela kişinin, küfürden vazgeçip imana gelmesi, imanda derinleşip rüsuh kazanması, sonra onu tabiatına mâl etmesi; meseleyi daha da detaylandıracak olursak, hidayetin ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn yollarından geçerek kemale ermesi… evet, işte bütün bu mertebeleri cüz’î ve küllî dairede duyup zevk etmesi, Kur’ân’ın hidayetinin çeşitliliği adına ortaya konabilecek farklılıklardandır. Yine kişinin iradesini tedebbür ve tefekkür istikametinde kullanıp, Kur’ân’ın hidayetinden istifade adına ona teslim olup onun himayesi altına girmesi; daha sonra içten bir teslimiyetle kendini o “el-menhelü’l-azbü’l-mevrûd’a” salması… gibi hususlar hep bu hi­da­yet farklılığını işaretlemektedir.

Evet insan, Kur’ân’ın kullandığı üslup, kelimeler ve bu kelimelerin ihtiva ettiği mânâlar üzerinde tefekkür ettiği nispette; Cenab-ı Hak, hidayeti arayan bu kulunun gözünü açar ve ona Kur’ân’ın hidayetinden istifade etme imkânları bahşeder. Bundan sonradır ki Kur’ân, hidayet dairesine giren bu kişinin elinden tutar ve onu, o yanıltmayan rehberliğiyle, yukarıda bir kısmı arz edilen farklı hidayet seviyelerinden biriyle taçlandırır. Zira Kur’ân-ı Kerim, ibtida (başlangıç) ile intihayı (sonu) cem etmiş bir mukaddes kitaptır. Bu itibarla, hidayeti, hem ibtidası hem de intihasıyla Kur’ân’da görmek mümkündür. Hidayetin başlangıcını, Allah ve ibadet telakkisiyle İslâm dairesine giren bir bedevinin çok basitçe iz’an ve kabulü şeklinde görürsek; zirvesine de Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mazhar olduğu hidayet diyebiliriz.

Bazı sosyologların da ifade ettiği gibi şimdiye kadar hiçbir fikir, doktrin ve kitap, Kur’ân-ı Kerim’in toplum bünyesinde meydana getirdiği inkılabı gerçekleştirememiştir. Zira böyle seviyeli bir inkılabın meydana gelmesi, onun çeşitli devrelerden geçmesine ve bu mevzuda birkaç neslin fedakârane çalışıp didinmesine vâbestedir. Tarih de şahittir ki, inkılaplar tahakkuk ederken ilk nesil, çok defa çeşitli medeniyetlerin tesiri altında tak­lit­çiliğe düşmüş; ikinci nesil ancak onların ortaya attıkları fikir, dok­trin, sistem veya mezhebi realize etmeye muvaffak olmuştur. Hat­ta bazen bu fikir, sistem veya mezhepleri bunların ar­ka­sın­dan gelen nesiller ancak istikrara kavuşturabilmişlerdir. Sa­de­ce Ne­biler Serveri’dir ki Kur’ân-ı Kerim sayesinde üç neslin mev­cu­diyetine vâbeste onca inkılabı tek bir nesille tamamlamıştır.

Evet, vahşi ve bedevi bir toplum, vahşet ve bedeviyetin en korkuncunu yaşarken, Kur’ân ve İnsanlığın İftihar Tablosu sayesinde –hem de daha Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatta iken– en medeni ve en yüce milletlerin varabileceği son ufka ulaşmıştır. Dahası bu hayretengiz inkılap, gerek içti­maî, gerek siyasî ve gerekse akidevî olarak hayatın hemen her ka­re­sinde böylesine baş döndürücü bir hızla gerçekleşmiştir. Bi­na­en­aleyh ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ifadesi, yukarıda zik­ret­tiğimiz gibi, ilk plânda hidayetin bir parçasını elde etmiş olsalar da müttakilerin terakkilerinin Kur’ân’ın rehberliği saye­sinde tahakkuk edeceği hakikatine işaret ediyor gibidir.

***

Burada insanın aklına “Acaba Kur’ân’ın kendileri için bir hidayet rehberi olduğu müttakiler kimlerdir?” şeklinde bir soru gelebilir. İşte Kur’ân-ı Kerim bu sorunun cevabı sadedinde, şiirimsi bir tenâsüp ve ahenk içinde اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ “O müttakiler ki görünmeyene inanırlar…”143 buyurarak onları tavsif etmeye başlar:

Kur’ân’ın hidayetinden istifade etmek, sadece gayba iman etmeye bağlı değildir. Evet, onun hidayetinden istifade edebilmek için gayba imanın yanında, iman edilen hakikatlerin pratik hayatta uygulanması da önemli bir esastır. Mevzua bir kısım mütefekkir ve filozofların tasnifleri çerçevesinde nazarî-ame­lî ayrımı perspektifinden bakacak olursak, اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ile ifade edilen gayba iman meselesi, henüz imanın ve iz’anın pratik hayata intikal etmediği safhaya bakar. Aslında pratik hayata intikal etmeyen imanın kalbde derinleşip kökleştiği de söylenemez. Kalbinde o gaybî imanın rüsuh bulmadığı bir insan da Kur’ân’ın hidayetinden tam istifade edemez. Öyleyse Kur’ân’ın hidayetinden hakkıyla istifade edebilmek için başta müttaki olmak gerekmektedir. Müttaki olmak ise bir taraftan gayba inanmaya, diğer taraftan da hem ibadet hayatına hem de daha şümullü bir takva mülâhazasıyla âyât-ı tekviniye ve âyât-ı Kur’âniye’den istifade etmeye bağlıdır.

Öyleyse o müttakiler, وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ “Namazlarını tam, dikkatle îfâ ederler.”144 Zira namaz, gayba imanın nazariyattan çıkıp pratiğe dökülmesi adına en câmi ibadetlerden biridir. Filozof Kant, “Allah nazarî akılla değil, amelî akılla bilinir.” diyerek herhâlde, Allah’ı hakkıyla tanıyabilmek için o imanın gereklerini yerine getirmenin zaruri olduğuna işaret ediyordu. Evet insan, nazarî akılla “inandım” demekle –biz onu mü’min kabul etsek de– kâmil mânâda mü’min sayılmaz. Bu sebeple kişinin hakiki iman sahibi olabilmesi için mutlaka imanını nazarîden pratiğe dönüştürmesi, nazariyi sürekli güçlendirmesi ve aralıksız bir ubûdiyetle onu derinleştirmesi iktiza eder.

İşte bu şekildeki bir donanım ve gayretle iman zamanla o kişinin kalbinde kökleşecek ve –Allah’ın inayetiyle– sarsılmaz bir hâl alacaktır. Ayrıca burada, imanın, amelden başka bir şey olduğunu ve onun amelden bir cüz olmadığını da söylemekte yarar var. Evet, bir şeyi nazarî olarak bilmek ile onu hakkıyla tanıyarak pratik hayata dönüştürmek birbirinden ayrı meselelerdir.

***

Amelînin önemli bir esasını namazın ikâmesi teşkil ettiği gibi diğer hayatî bir rüknünü de umumi mânâda infak ifade etmektedir. İşte bu ikinci hususa temas sadedinde وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden infak ederler.”145 buyrularak müttakilerin diğer bir vasfı daha hatırlatılmaktadır.

Cenab-ı Hakk’ın kullarına sayılamayacak kadar çok ihsanı vardır. Bu ihsanlar, başlıca ikiye ayrılır:

1. Bedenî ihsanlar: Bunlar bedenimize ait el, ayak, göz, kulak, dil, dudak… gibi enfüsî nimetlerdir.

2. Malî ihsanlar: Bunlar ise Cenab-ı Hakk’ın insanlara lütfettiği mal, mülk, servet… gibi âfâkî nimetlerdir ki, fıkıhçılar da bu taksimi biraz daha farklı olarak ele alıp ibadet ü taatı: 1. Bedenî ibadetler, 2. Malî ibadetler, 3. Hem bedenî hem de malî olan ibadetler olmak üzere üçe ayırmışlardır. Esasen bu üçüncü sınıf, ilk iki sınıfın karışımından ibarettir. Böylece ibadetleri, bedenî ve malî olmak üzere iki temel esasa irca etmek mümkündür.

وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ “Namazlarını tam, dikkatle îfâ ederler…” be­ya­nı, mahza bedenî bir ibadetin ifadesidir. Beden, pratik hayatta ibadetlerle egzersiz yapa yapa kalb ve ruhun tesirine girecek, derken duygular incelecek ve bu sayede gayba iman daha bir takviye edilmiş olacak; o, namazla belli bir derinliğe ulaşa­cak; ardından da infakla kalblerden makam, mal ve dünya sevgisi atılarak nazarî iman daha farklı bir derinliğe ulaşacaktır.

Evet, gayba iman ve nazarî kabulün takviyesi için bedenî ibadetlerin yanında bir de malî ibadetlerde bulunmak şarttır ki, bu hususu da وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden infak ederler.”146 âyeti ifade etmektedir.

Buraya kadar, Bakara Sûresi’nde kendi anlayış ve araştırmalarına göre gayba imanı elde etmiş kimselerin durumu söz konusu edildi. Her ne kadar müfessirler, bu kişilerin hepsini aynı kategoride mütalâa edegelmişlerse de, kanaat-i âcizânemce bir atıf vavıyla önceki konular üzerine atfedilen وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ “Hem Sana indirilen Kitab’a hem de Senden önce indirilenlere iman ederler…”147 âyetinde, farklı bir derinliğe daha işaret edilerek, etemmiyet ve ekmeliyet vurgusu yapılmaktadır.

Evet, اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ gayba iman edenler” cümlesiyle henüz kendilerine gayptan bahsedilmeden ona iman edenler nazara verilmektedir. Devamındaki cümlede ise nazarî olarak gayba iman ettikten sonra amelî ile derinleşmenin önemli bir basamağını ihtar eden وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Na­maz­larını tam dikkatle îfâ eder, kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden de infak ederler.” ferman-ı sübhânisiyle hem be­de­nî hem de malî ibadetlerini yerine getirerek, nazarî imanlarını amelî ile derinleştirenler vurgulanmaktadır.

Evet iman, insanların sadece fıtratları, kalbleri veya fikirleriyle Allah’ı bulup bilmeleriyle iz’an hâline gelmeyebilir. Gerçi insanlardan bazıları geçmişlerindeki bilgi birikimleriyle, bazıları ise kendilerine Cenab-ı Hak tarafından lütfedilen mukaddes sahife veya kitaplar vasıtasıyla nazarî çerçevede iman etmiş olabilirler. Ne var ki imanın ekmeliyeti, onun amelle desteklenip derinleştirilmesine bağlıdır. Bütün bunlardan başka bu ümmet için, Allah’ın (celle celâluhu) önceki mesajlarına imada bulunulmakta; o konudaki derinliğin ayrı bir vesilesi ola­rak: وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ “Hem Sa­na in­diri­len Kitab’ı hem de Senden önce indirilen kitapları tas­dik eder­ler.” buyrulmakta ve ekmeliyetin farklı bir derinliği hatırlatılmaktadır.

Allah’a iman edenleri iki sınıf hâlinde mütalâa etmek müm­kün­dür:

1. Kur’ân’dan önce nâzil olan sahifelere ve Zebur, Tevrat, İncil gibi mukaddes kitaplara iman edenler.

2. وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ âyetiyle ifade edilen, hem Kur’ân’a, hem İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem de Kur’ân’dan önce nâzil olan ne kadar sahife ve mukaddes kitap varsa, ne kadar nebi ve mürsel gelip geçmişse hepsine iman eden mü’minler.

Buradaki وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ ifadesi, وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ ifadesine atfedilmemelidir. Çünkü daha önceki âyette başta iman, daha sonra ise imanın pratik yönü anlatılmıştı. Bu itibarla da burada yeniden hususi bir iman meselesinden söz edilmesi uygun değildir. Onun için اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ âyetine atfetmek daha uygun düşmektedir.

Ayrıca burada Kur’ân-ı Kerim’in, Tevrat ve İncil’de bulunan bir kısım hükümleri müeyyit bulunmasına da bir telmih vardır. Aslında başka bir âyette bu hakikat açıkça şöyle ifade edilmektedir: نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَأَنْزَلَ التَّوْرَاةَ وَالْإِنْجِيلَ “Sana Kitab’ı gerçeğin ta kendisi ve daha önce indirilen kitapları tasdik edici olarak indiren O’dur. Bundan önce de insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat ve İncil’i indirmişti.”148

Bundan başka, وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ dendikten sonra gelen وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ âyeti, Zebur, Tevrat ve İncil ashabına şamil olduğu gibi, hanifleri içine alan ikinci bir sınıfa da şamildir. Bu zümrelerin kendilerine gönderilen ilâhî kitaplarla elde ettikleri iman ancak sâlih amellerle takviye edildiğinde kemale ulaşacaktır ki, Kur’ân-ı Kerim’de de iman ile amel hemen her zaman birlikte zikredilmiş ve pek çok yerde imanın arkasından “sâlihât” veya “amel” zikredilegelmiştir.

Ayrıca burada konunun iman-amel münasebeti şeklinde ele alınmasının yanında “müttaki”lerin vasıflarının sayılması gibi bir yanı da vardır. Evet, اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ âyetinden وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ âyetine kadar hepsi müttakilerin vasıfları sayılır.

Hâsılı, buraya kadar izah etmeye çalıştığımız âyetlerde, gay­ba ve ona ait her şeye yani kitaplara, peygamberlere ve hassa­ten Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaletine iman zikredilmekte; bununla beraber nazarî plândaki imanın yeterli olmadığı, bu sebeple onun mutlaka amelle takviye edilmesi gerektiği anlatılmaktadır.

Bütün bunların ardından, iman edip sâlih amel işleyenlerin mükâfatlarının, buna muhalif davrananların da cezalarının verileceği yer olan ahiret mevzuu, önceki âyetlerle ciddi bir tenâsüp içinde, dile getirilerek, وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ “Ahirete de kesin olarak inanırlar.”149 denmekte ve müttakilerin başka bir vasfına dikkat çekilmektedir.

Son olarak da أُۨولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُۨولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “İşte bunlardır Rabbileri tarafından doğru yola ulaştırılanlar. Ve işte bunlardır felâh bulanlar.”150 âyetiyle, hidayete ve kurtuluşa erecek olanların ancak müttakiler olabileceği haber verilmekte ve müttakiler muştulanmaktadır.

Müfredat Mânâsı (1-5. Âyetler)

Şimdi de mukattaâttan başlayarak dar bir çerçevede, kelime kelime âyetlerin müfredat mânâları üzerinde duralım.

Tefsirlerde mukattaâtla alâkalı farklı bilgiler mevcuttur. Ba­zı tefsirlerde, müteşâbihâtın bir parçası sayılan mukattaât hak­kın­da genişçe malumat verilmiş, hatta bunların, bir kısım re­miz ve işaretler ihtiva ettikleri mülâhazası dile getirilerek bunlar va­sı­tasıyla bazı bâtınî ilimlere ulaşıldığı iddia edilmiş; bazı tefsirlerde ise bunların mühmel, mânâ ihtiva etmeyen bir kısım harf­lerden ibaret olduğu ileri sürülmüştür. Bu arada diğer bir kısım mü­fes­sirler her mevzuda olduğu gibi bu konuda da esas olanın sı­rat-ı müstakim çizgisinde hareket etme olduğunu ve bu nok­ta­dan hareketle hurûf-u mukattaanın pek çok mânâ­la­rının bu­lu­na­bileceğini ancak onlardaki hakiki mânâ ve murad-ı ilâ­hiyi tayin etmenin beşer idrâkinin üstünde olduğunu söylemişlerdir. Bunlar, hurûf-u mukattaadaki murad-ı ilâhî etrafında –ta­bi Kur’ân-ı Kerim’deki temel disiplinlere ters olmamak kaydıyla– bazı şeylerin söylenebileceğini; Kur’ân-ı Kerim’in zâhirî mâ­nâ­sının yanında bir de bâtınî hakikatinin bulunduğunu, zâhir ve bâtının bir ahenk içinde kabul edilip ona göre hareket edilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir.

Konuya böyle yaklaşanlar, mukattaât’ın Kur’ân-ı Kerim’e taksimine bakıldığında göze çarpan esrarengiz bir durumdan söz ederler. Şöyle ki, Arap alfabesinde hemze ve elif ayrı sayıldığında yirmi dokuz (29) adet harf vardır. Kur’ân-ı Kerim’de de 29 sûrenin başında mukattaât bulunmaktadır. Şayet hemze ve elif aynı sayılacak olursa Arapçadaki harflerin sayısı yirmi sekiz (28) olacaktır. Mukattaa harflerinin toplamı da 14 olup, Arap alfabesinin yarısına denk gelmektedir.

Hurûf-u mukattaa, Arap alfabesinin yarısını ihtiva ettiği gi­bi, dikkatle incelendiği zaman görülecektir ki, mehmûse,151 mec­hû­re,152 şedîde,153 rahve,154 müsta’liye,155 münhafıda,156 mun­ta­bika,157 münfetiha158 gibi harf türlerinin ihtiva ettiği harf­lerin de hep yarısını ihtiva etmektedir. Bir türü teşkil eden harf­lerin adedi çift ise tam yarısını; tek ise sert olan türlerin harf­le­rinin az olan kısmını, yumuşak olanlarının da çok olan kısmını almıştır.

Bütün bunların yanında, mukattaa harfleri Arap alfabesinde diğer harflere göre daha çok kullanılan harflerdir. Me­se­la, lisana da hafif gelen Elif ve Lâm harfleri en çok kullanılanlardır.

Netice itibarıyla bu kadar ihtimal içinden seçilerek alınıp Kur’ân-ı Kerim’in bir kısım sûrelerinin başına birer şifre ma­hi­yetinde konan bu harfleri tesadüf olarak izah etmek asla mümkün değildir. Bunların böyle bir ihtiyar ve intihap ile bazı sûrelerin başına yerleştirilmesi bir hikmet tezahürü ve bir işaret olsa gerek. İşte bu açıdan hareket ederek mukattaa harflerinin de işaret ettikleri bir kısım hususların olduğunu söylemek her zaman mümkündür.

Esasen harf mevzuu çok mühimdir. Öteden beri ehl-i hakikat ve ehl-i tasavvuf, elif harfinin lafz-ı celâleyi ima ettiği üzerinde durmuş, Allah’ın (celle celâluhu) ismini elifle işaretlemiştir. Bu şekilde, Türkçemiz ve sair dillerde olduğu gibi, kelimenin sadece baş harfi alınarak onunla yetinilmiş demektir. Bunun gibi, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) de nokta ile yorumlamış veya noktayı da Efendimiz’in remzi say­mış ve “Eğer nokta olmasaydı elif de bilinmezdi.” demişlerdir. Onlar, bu tasavvurla noktaya izafi bir hüviyet vermiş ve onunla elifi tanımaya çalışmışlardır. Bu nükte için “Ene Ri­sa­lesi”ndeki159 ifadelere bakılabilir.

Bu, beşerî imkân darlığı içinde bir kısım sınırlar tespit ve tayin edip, “Tayin ve tespit edilen sınırların verâsı Allah’a aittir.” hükmüne vardıktan sonra, kendisi için tayin ve takdir ettiği sınırlardan da vazgeçerek hiçliğini veya acz u fakrını vurgulama adına bir mülâhaza sayılabilir. Şurası da unutulmamalıdır ki bunlar sadece birer remiz ve işaretten ibarettir.160

Şimdi isterseniz geriye dönelim. Evet harf, insanların düşüncelerini anlatırken kullandıkları temel unsurdur. Dü­şün­celer, mülâhazalar belli mânâlarla anlatılır. Mânâlar kelimelerle, kelimeler de seslerle ifade edilir. Dolayısıyla mânâlar, kelimeler ve sesler, idrâkin yani “kavrama” denilen hususun rükünleri veya diğer bir ifadeyle lisanı durumundadırlar. Ay­rıca bu lisanın lisanlarından biri de kişinin duygu ve düşüncelerini, aklına gelen mânâları ve tasavvur ettiği kelimeleri yazı yoluyla dile getirmesidir. İşte Kur’ân-ı Kerim, mukattaa harflerini değişik sûrelerin başında zikretmek suretiyle bütün bu temel hususlara işaret etmektedir.

Her dilin kendine göre bir alfabesi vardır ve bu alfabelerde “a, b, c” gibi harfler terkip ve heyet hâlinde değil de parça parça harfler hâlinde dikte edilir. Bu itibarla da insanların düşüncelerini ifadeye dökmelerindeki en temel rükün, harflerdir. Bu açıdan harflerin hemen her dil için böylesine büyük bir ehemmiyet ve kıymeti vardır. Bütün bunlar nazara alınınca Cenab-ı Hakk’ın değişik sûrelerin başında hurûf-u mukattaa ile “harf” gerçeğine dikkat çekmesi, harflerin beyan adına ne kadar ehemmiyetli olduğunu ortaya koymaktadır.

Evet, Sûre-i Bakara’nın en başında zikredilen ا، ل، م harflerinde Kur’ân-ı Kerim’in mucize bir kitap olduğuna dair bir telmih vardır. Yukarıda da kısmen ifade edildiği gibi Kur’ân, daha başlangıçta zikrettiği bu harflerle âdeta, “Bu şanı yüce kitap, sizin de çok iyi bildiğiniz ا، ب، ت gibi harflerden müteşekkil bir kitaptır. Eğer muaraza davanızda sâdık iseniz, haydi siz de onun misli bir kitap meydana getirin!” diyerek meydan okumaktadır.

Burada şu şekilde bir soru akla gelebilir:

“Elif, Lâm, Mîm’in Kur’ân-ı Kerim’in hemen başında zikredilmesinin hikmeti nedir?

Bu soruya şöyle cevap vermek mümkündür: Kur’ân-ı Ke­rim, parçalarının birbirinin tefsiri olması, muhteva bakımından hepsinin birbirine yakın veya aynı hakikatleri icmal veya tafsil suretinde ifade etmesi gibi hususiyetleriyle –her ne kadar parça parça nâzil olmuşsa da– bütünlük arz eden bir kitaptır. Evet, Kur’ân-ı Kerim’in âyet ve sûrelerine bakıldığında, parça ve bütün her birinin, ışığıyla karanlıkları delip geçen bir yıldız gibi tek başına oldukları, hepsi birden nazar-ı itibara alındığında da birbirleri arasında ciddi bir vahdet bulunduğu müşâhede edilecektir. ا ، ل ، م harflerinin zikredilmesi, bir yönüyle; “İşte bunlar da sizin kullandığınız hece harfleridir. Eğer gücünüz yetiyorsa, siz de aynı malzemeyi kullanarak Kur’ân’ın misli bir kitap meydana getirin!” diyerek herkese mey­dan okuma mânâsına mâtuf olduğu gibi; bir diğer yönüyle bu harfleri, bir terkip ve cümlede, bir isim veya lakabın kısal­tıl­mış şekli olarak mütalâa etmek de mümkündür.

Mesela, tefsirlerin hemen hepsinde Arap şairinin قُلْتُ لَهَا قِفِي فَقَالَتْ قَافُ “Ben ona (sevgiliye) “dur” dedim. O da bana “dur­dum” dedi.” sözü bu mevzuya misal olarak gösterilmektedir. Bu sözde kâfiye olarak mısranın sonunda gelen قَافُ (ق)muh­ta­sarı, aslında وَقَفْتُ kelimesinin kısaltılmış şeklidir ve bu, bütün Arap dünyasında bilinen bir ifade tarzıdır. Burada şairin mu­ha­tabı, وَقَفْتُ yerine sadece قَافُ demekle iktifa etmiştir. Ya­ni ce­vap, bir ق (kâf) harfiyle ifade edilmiştir. Aslında bu durumu hemen hemen bütün dillerde görmek mümkündür. Bu­nun gibi, bazen yazıda kısaltmalara gidilir ve mesela şair-i şe­hîr­lerimiz Mehmet Akif Ersoy ve Necip Fazıl Kısakürek’in isimleri kısaltılarak M. A. Ersoy, N. F. Kısakürek şeklinde yazılır. Evet, bu açıdan bakıldığında da Kur’ân-ı Kerim’de 14 sû­re-i celîlenin başında zikredilen mukattaa harflerinin mânâsız olduğunu düşünmek doğru olmasa gerek.

Bir başka açıdan “Elif, Lâm, Mîm”, bir malum-u meçhulü anlatır. İnsan, Kur’ân-ı Kerim’i derinlemesine incelediğinde pek çok hakikate âşina olur. Fakat nasıl ki, çeşitli ilimlerde ihtisas yapanların, bilmedikleri hususlar karşısında, “Biz açtığımız her malum sahanın ötesinde bir meçhulle karşı karşıya kalıyoruz; bildiğimiz şeyler, daima bizim karşımıza bilmediğimiz pek çok yeni şey çıkarıyor.” demeleri gibi, hurûf-u mukattaa ile karşılaşan bir kişi de, Kur’ân-ı Kerim’in içindeki bütün sırları ve hakikatleri öğrense de, hakkıyla onun iç derinliği ve ledünniyatına vâkıf olamayacağını, bildiği şeylerin, bilmediği nice şeyleri gösterdiğini idrâk ederek Kur’ân karşısında her zaman aczini ifade etme durumunda kalacaktır.

Burada dolaylı olarak şu hususu ifadede yarar görüyorum: Filozofların Künh-ü Bârî, nâkâbil-i idrâktir.” şeklindeki ifadeleri bir mevcud-u meçhulü işaretlemektedir. Evet, bazı muhakkik ve mütefekkirler, Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının şöyle-böyle bilinebileceğine dair bir hükme varmışlarsa da, –esas itibarıyla biz, ilâhî sıfatlar karşısında dahi “hayret”te bulunuyoruz.– Zât-ı Baht hakkında bir şey söylemekten kaçınmışlardır. Evet Allah (celle celâluhu), “isimleriyle malum, sıfatlarıyla muhât, Zât’ıyla nâkâbil-i idrâk” diye tarif edebileceğimiz bir mevcud-u meçhuldür. Yukarıda temas ettiğimiz gibi aslında biz, sıfât-ı Bârî’yi de tam bildiğimizi söyleyemeyiz.

Kur’ân-ı Kerim ve sair vahy-i ilâhîye gelince bunlar, Ce­nab-ı Hakk’ın “Kelâm” sıfatının tecellilerinden ibarettir. Do­la­yısıyla biz, Kelâm sıfatından gelen her şeye de hakkıyla mut­tali olduğumuzu iddia edemeyiz. Kitabullah’ı ne kadar bilirsek bilelim, bizim bilgilerimizin ötesinde, menbaına râci olması itibarıyla bilemediğimiz pek çok şey vardır. Diğer bir ifadeyle, nasıl ki, künh-ü Bârî, nâkâbil-i idrâktır, aynen onun gibi Kelâm sıfatı ve Kelâm sıfatının mazharı bir kelâm-ı ilâhî –Kur’ân-ı Kerim– de “künhü itibarıyla nâkâbil-i idrâktir” ve onda da bizim bildiklerimizin yanında bilemeyeceğimiz pek çok husus vardır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim, malumiyeti içinde meçhuldür ve meçhuliyeti içinde bizim bildiğimiz pek çok şeyin bulunduğu da bir gerçektir.

***

Buraya kadar mukattaa harfleri hakkında söylediklerimizi özetleyecek olursak; الٓمٓرٰ, الٓمٓصٓ, الٓمٓ gibi mukattaâtın hepsinin birer mânâsı vardır. Hatta bazılarınca bu harflerin bir kısmı ilâhî isimler olarak kabul edilmiş, bir kısmının terkibinde ise daha farklı şeylerden söz edilmiştir. Mesela, hem mütekaddimîn ve hem de müteahhirîn müfessirlerin birçoğunun ifade ettiği gibi, her biri mukattaa harfi olan ve ayrı ayrı üç sûrenin başında bulunan نٓ, حٰمٓ, الٓرٰ harfleri bir araya getirildiğinde Cenab-ı Hakk’ın اَلرَّحْمٰنُ ismi ortaya çıkmaktadır ki, ilmin kapısı olan Hazreti Ali de (radıyallâhu anh), doğrudan doğruya hurûf-u mukattaayı “Cenab-ı Hakk’ın isimleri” kabul etmiştir.161 Ayrıca Hazreti Ali, hurûf-u mukattaadan كٓهٰيٰعٓصٓ ve حٰمٓ ۝ عٓسٓقٓ harflerinin Allah’ın ayrı ayrı birer ismi olduğunu söylemiş ve her kitabın bir özeti bulunduğu gibi Kur’ân’ın özetinin de bu hecâ harfleri olduğunu söylemiştir.162

Bundan başka, aktâb ve müceddidîn, bu terkiplerde, zalim, kâfir ve fâcirlerin ağızlarını bağlama gibi bir haslet müşâ­hede etmişler, –her ne kadar biz bunları o istikamette kullanmayı tecviz etmesek de– bu isimleri virdleri içinde hep söy­le­yegelmişlerdir. Mesela Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî Haz­ret­leri’nin Mecmuatü’l-Ahzâb adlı dua kitabındaki pek çok hizipte bu mübarek iki terkibi görmek mümkündür.

Mevzuyla alâkalı olarak Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), “Cenab-ı Hakk’ın her kitabında bir sırrı vardır. O’nun Kur’ân-ı Kerim’deki sırrı da sûrelerin evvelidir.”163 buyurarak hu­rûf-u mukattaanın sırlı bir şifre olduğuna işaret etmiştir. İş­te bu noktaya binaendir ki, Abdullah İbn Abbas’a (radı­yal­lâ­hu anh) göre الٓمٓ’in mânâsı, أَنَا اللهُ أَعْلَمُ “Ben Allah’ım, en iyi bi­le­nim.”164 şeklindedir. Ancak bu mânâlar, bir bakıma tefekkür, tetkik ve tedebbürün geliştirilmesi sonucunda inkişaf etmektedir. Böyle olmayanlar için müteşâbihâtın içine girip o mü­te­şâ­bihâtı anlama neşvesine nâil olmak mümkün değildir.

Bunlardan başka, mukattaa harflerinin ebced hesabıyla bir kısım sırlara işaret ettiğini söyleyen müfessirler de vardır, ama biz burada ebced meselesini uzun uzadıya ele alıp izah etmekten ziyade mevzuyla alâkalı olarak İbn İshak’ın, İbn Abbas ve Ca­bir İbn Abdillah İbn Riâb’dan (radıyallâhu an­hum) naklettiği bir hadisi zikretmekle iktifa edeceğiz:

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Bakara Sûre­si’nin baş tarafını (الٓمٓ) okurken Benî Nadîr Yahudilerinden Ebû Yasir İbn Ahtab da dinleyenler arasındadır. Hemen kar­deşi Huyey İbn Ahtab’ın yanına gider. Huyey o esnada bir­kaç Ya­hu­di ile beraber bir mecliste bulunmaktadır. Ebû Ya­sir, “Al­lah’a yemin ederim ki, Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine indirilen şu âyetleri okuduğunu duydum.” der ve الٓمٓ۝ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ “Elif, Lâm, Mîm. İşte o Ki­tap! Şüphe yoktur onda. O bir rehberdir müttakilere.” âyet­lerini okur.

Bunun üzerine Huyey, kardeşine: “Sen bunu O’ndan işit­tin mi?” der. “Evet” cevabını alan Huyey İbn Ahtab berabe­rindeki Yahudilerle birlikte Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna gelir ve:

“Ey Muhammed! Sana indirilenler içinde الٓمٓ۝ذٰلِكَ الْكِتَابُ diye bir şey olduğunu duyduk, doğru mu?” diye sorarlar. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) cevap verir:

Evet.

– Bunları Sana Cebrail, Allah katından mı getirdi?

Evet.

– Yâ Muhammed, Allah Senden önce de peygamberler göndermişti. Ama Senden önce hiçbir peygambere, hâ­ki­miyetinin ne kadar devam edeceğini ve ümmetinin ömrünü bildirmedi.

Ardından Huyey İbn Ahtab, beraberinde bulunanlara yö­ne­lerek:

“Elif 1, Lâm 30, Mîm 40. Bunların toplamı 71 yıl yapar. Şim­di siz, bu dine girecek misiniz? O’nun hâkimiyeti ve ümmetinin ömrü sadece 71 yıldır.” der.

Daha sonra Allah Resûlü’ne yönelerek:

– Yâ Muhammed! Bundan başka âyetler de var mı?”

Evet.

– Nedir o?

الٓمٓصٓ165

– Vallahi bu ondan daha ağır ve daha uzun. Elif 1, Lâm 30, Mîm 40, Sâd da 90’dır. Bu da 161 sene eder. Bundan başkası var mı?

– Evet: الٓرٰ166

– Bu daha da ağır ve uzun. Elif 1, Lâm 30, Râ 200. Bu da 231 eder. Dahası var mı yâ Muhammed?

– Evet: الٓمٓرٰ167

– Vallahi, bu hepsinden ağır ve uzun. Elif 1, Lâm 30, Mîm 40, Râ 200. Bu da 271 sene eder.

Aldığı bu cevaplardan sonra Huyey sözü daha fazla uzatmaz ve: “Ya Muhammed! İşin doğrusu, bu işin içinden çıkamadık, ümmetinin ömrünün az mı, çok mu olduğunu bilemedik.” şeklinde mırıldanarak kalkıp giderler.

Daha sonra Ebû Yasir, kardeşi Huyey İbn Ahtab ve beraberinde bulunanlara: “Ne belli, belki de Muhammed’e bunların hepsi birden verilmiştir. 71, 161, 231, 271 toplam 734 sene yapar.” deyince onlar: “Vallahi, bu işten pek bir şey anlamadık.” derler.168

Vâkıa, hâdisenin ravileri arasında Kelbî bulunmakta­dır.169 Kelbî, tefsirde imam sayılsa da hadiste mevsuk olmayan bir zattır. Esasen böylelerinin “kizb”i sabit olsa da bu, her söylediği söz yalan demek değildir. Ayrıca Yahudilerin ebced hesabında oldukça ileri bir seviyeye ulaştıkları öteden beri bilinen bir gerçektir. Ebced, aynı zamanda cahiliye devrinde de bilinen bir meseledir. Kaldı ki, o gün bilinmese de daha sonra bu mesele üzerine bir kısım kitapların tedvin edilmesi, ebced vasıtasıyla ölüm ve doğum tarihlerinin düşülmesi, fetihlerin bunlarla müjdelenmesi ve onun bu ümmet arasında bir ilim hâline gelmesi de göstermektedir ki ebced, öyle kabul edilmeyecek gibi de değildir. İşte bu mülâhazalar çerçevesinde mukattaâtın da ebced hesabıyla bir kısım esrara işaret etmesi ihtimal dâhilindedir.

Bundan başka, Üstad Bediüzzaman’ın da İşârâtü’l-İ’câz’da ifade ettiği gibi,170 mukattaâtın, bu mübarek sûrelerin başında bulunmasında şöyle bir mânâ da murad olabilir: Bu birbirinden kopuk harflerin mürekkep şeklinde yazılıp da mukattaât olarak sûrelerin başında bulunması, müsemmânın vâhid-i itibarî olup terkib-i mezcî olmadığına delâlet eder. Mesela الٓمٓ, Bakara’nın ismi ise müsemmâsı Bakara; Kur’ân-ı Kerim’in ismi ise müsemmâsı Kur’ân-ı Kerim’dir ve muhteva itibarıyla Kur’ân-ı Kerim, bir vâhid-i itibarîdir. Kur’ân-ı Kerim’in parçalarına birer yıldız kümesi nazarıyla bakılabilir. Onun parçaları arasındaki irtibat, “terkib-i mezcî”de olduğu gibi birbiriyle mânâ bakımından çok alâkaları olmadığı hâlde şöyle böyle bir araya gelmiş de bir bütün oluşturmuş cüzlerin irtibatı değildir. Onlar; bir bütünün, aralarında her yönden çok fâik bir tesânüd, teânuk, tecâvüb bulunan parçaları gibi bir vahdet sergilerler.

الٓمٓ’in, terkibe girmemiş olması itibarıyla i’rabda mahalli yoktur. Çünkü elfâz-ı mevzûanın i’rabda mahallinin olması için terkip içinde yer alması gerekir. Bu harflerin başına ya “Yemin ederim, oku, dinle…” gibi mahzuf bir fiil, ya da “Bu, Elif, Lâm, Mîm’dir” mânâsına ذٰلِكَ veya هٰذَا gibi mahzuf bir mübteda takdir etmek suretiyle, mahzuf fiilin mefûlü veya mahzuf mübtedanın haberi olduğu şeklinde bir takdir söz konusu olabilir. Elif, Lâm, Mîm, mahzuf mübtedanın haberi olarak mütalâa edildiğinde Kur’ân’ın ismi olur. Farklı bir açıdan da ذٰلِكَ الْكِتَابُ ifadesi, الٓمٓ mübtedasının haberi olur ve “Elif, Lâm, Mîm, işte o mukaddes, şanı yüce olan kitaptır.” şeklinde mânâ verilir.

Burada önemli bir hususa daha dikkatinizi çekmek istiyorum: Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy gelirken değişik keyfiyetlerde geliyordu. Allah Resûlü bunlardan en ağır olanının çan sesine benzer bir ses formatında gelen vahiy olduğunu bildirmektedir.171 Bundan da anlaşılmaktadır ki, keyfiyeti bizce meçhul olan vahyin nüzulünde sadece Efen­dimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) muttali olduğu bir ses vardı ve etrafındakiler asla bu sesi duymuyorlardı. Öyle ise değişik sûrelerin başında bulunan mukattaa harflerinin, o sûrede meknî bulunan hakikatlerin ağırlığına bir alâmet ve işaret olarak değişik tecelli dalga boyundaki bir ihtizazı ima ediyor olduğu söylenebilir. Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), الٓمٓ sesleriyle işittiğimiz bu harfleri, vahiy telakkisi içinde ancak O’nun âşina bulunduğu bir sesle algılayıp, bunun neticesinde ne olup biteceğini ve kendisine “Elif, Lâm, Mîm” denildiğinde ardından muhteva itibarıyla nelerden bah­se­dileceğini hemen anlıyordu.

الٓمٓ hurûf-u mukattaa –lâ teşbih velâ temsil– tıpkı mors alfabesiyle gönderilen bir mesajda, kendisinden sonraki mesajı çözen, ilk bakışta mânâsız gibi görünen fakat daha sonra gelecek beşerli harflerin mânâlarını hâvî bulunan ve o şifrenin çözülmesinde anahtar sayılan beş rakamlı şifre gibi, kendisinden sonra gelecek mesajlar için bir şifre mahiyetinde gibidir. İşte Bakara Sûresi’nin başında bulunan “Elif, Lâm, Mîm”, kendine has ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlayabileceği ses ve edayla âdeta “Bu harf, bu ses ve bu soluklar, o şanı yüce Kitab’ın şifreleri” demektedir.

Yukarıda da ifade edildiği gibi الٓمٓ’den önce mahzuf bir mübteda takdir edilecek olursa الٓمٓ onun haberi; farklı bir açıdan da ذٰلِكَ الْكِتَابُ ifadesi, الٓمٓ mübtedasının haberi olur ve “Elif, Lâm, Mîm, işte o mukaddes, şanı yüce olan kitaptır.” şeklinde mânâ verilir.

ذٰلِكَ kelimesindeki ذَا, Arap gramerindeki ifadesiyle, ism-i işarettir ve mahsüsü gösterip, gözle görülebilen bir nesneyi işaretler. Buradaki ل lâm-ı imâd, uzaklık harfi olup Kur’ân’ın kemaline delâlet ve onun ulvî mertebesine işaret etmektedir. ك ise hitap zamiridir. ذٰلِكَ ile Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitap edilmekte ve bununla bir mahsüs gösterilmektedir.

Ayrıca الٓمٓ۝ذٰلِكَ الْكِتَابُ ifadelerinde çok latif bir belâgat nüktesi daha vardır. Şöyle ki, her şeyden önce bu kelimeler arasında çok iyi bir tesânüt ve tecâvüb mevcuttur. Yani kelimeler birbirine dayanmakta, biri diğerinin ifade ettiği hakikate yardım etmekte ve bir mânâda onu da anlatmaktadır. Mesela, tıpkı bir yolda giderken değişik renk ve ışık cümbüşüyle yanıp sönen reklam panolarının ta uzaktan insanın dikkatini çekmesi gibi, mânâ ve hakikatini tam kavrayamadığımız “Elif, Lâm, Mîm”deki ses, soluk ve mânâlar da göz kamaştıracak şekilde daha sonra gelecek olan yüksek hakikatlere dikkat çekmektedir. “Elif, Lâm, Mîm” esrarengiz hüviyetiyle gözümüzün önünde nuranî bir meşale gibi yanıp söndükten sonra dikkatler bu ses ve soluğa doğru çevrilmektedir. Daha sonra karşımıza الٓمٓ ile sıkı bir irtibat içinde olan ve hem mahsüsiyet hem de uzaklık ifade eden ذٰلِكَ çıkmaktadır. Nihayet bundan sonra da bu iki nuranî kelimenin nazarlarımızı asıl çevirmek istedikleri ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), ona sımsıkı tutunduğumuz takdirde asla helâk olmayacağımız ve dalâlete düşmeyeceğimiz müjdesini verdiği,172 bir ucu ve esası Allah’ın (celle celâluhu) nezdinde olan o Kitab’a dikkatler çekilmekte ve Kur’ân-ı Kerîm’e işareten اَلْكِتَابُ kelimesi gelmektedir.

اَلْكِتَابُ’daki اَلْ, onun malum, maruf bir kitap olduğunu işaretlemektedir. Burada “Mutlak zikir kemaline masruftur.” fehvasınca, kitap denildiğinde ilk akla gelenin o olduğu ifade edilmektedir ki, böyle bir üslupla, başka kitapların bütün güzelliklerini kendisinde toplamakla benzerlerinin üstünde olan Kur’ân-ı Kerim anlatılmakta ve onun azametine işaret edilmektedir. Binaenaleyh malum ve emsalinin fevkinde olan bu Kitap (Kur’ân-ı Kerim), tefsir kitaplarımızda özet olarak: “Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) her sûresi, her âyeti mucize olarak peyderpey inen, O’ndan da bize tevâtüren naklolunup bu şekilde mushaflarda yazılı bulunan bir kelâm-ı beliğdir.” şeklinde tarif edilmiştir.

Kur’ân’ın, muhtevası itibarıyla tarifi yapılırken şimdiye ka­dar onun pek çok derinliklerine temas edilmiştir. İşârâtü’l-İ’câz’da da onun muhtevası göz önünde bulundurularak şu şekilde tarif edilmiştir:

Kur’ân; şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercümân-ı ebedîsi.. ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri.. zeminde ve gökte gizli esmâ-i ilâhiyenin mânevî hazinelerinin keş­şâfı.. su­tûr-u hâdisatın altında muzmer hakâikin miftâhı.. âlem-i şe­ha­dette âlem-i gaybın lisanı.. ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan, âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebe­di­ye-i Rah­mâ­niye ve hitâbât-ı ezeliye-i sübhâniyenin hazinesi.. ve şu İs­lâ­mi­yet âlem-i mânevisinin güneşi, temeli, hendesesi.. ve avâ­lim-i uhreviyenin mukaddes haritası.. Zât ve sı­fât ve es­mâ ve şuûn-u ilâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bür­hân-ı kâtıı, ter­cü­mân-ı sâtıı ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi.. in­sa­niyet-i küb­ra olan İslâmiyet’in mâ ve ziyası.. ve nev’-i be­şe­rin hik­met-i haki­kiyesi.. ve insaniyeti saadete sevk eden haki­ki mür­şidi ve hâ­dî­si… ve insanlara hem bir kitâb-ı şeriat, hem bir kitâb-ı dua, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı fikir, hem insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları ta­zam­mun eden tek, câmi bir kitâb-ı mukaddes.. hem bütün evliyâ ve sıddıkînin ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meş­reb­lerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her birindeki meşrebin mezâ­kına layık ve o meşrebi tenvir edecek; ve her bir mesleğin mesâ­kına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukad­des bir kütüphane hükmünde bir kitâb-ı semavîdir.

Kur’ân; Arş-ı Âzam’dan, ism-i âzam’dan, her ismin mer­tebe-i âzâmından geldiği için, –“On İkinci Söz”de beyan ve ispat edildiği gibi– o, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Al­lah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudâtın ilâhı unvanıyla Al­lah’ın fermanıdır. Hem bütün semavât ve arzın Hâlık’ı namına bir hitaptır. Hem rubûbiyet-i mutlaka cihetinde bir mü­kâ­le­medir. Hem saltanat-ı âmme-i sübhâniye hesabına bir hut­be-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmaniyedir. Hem ulûhiyetin aza­met-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazen şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i âzam’ın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzam’ın bütün muhatına bakan, teftiş eden hikmetfeşân bir kitâb-ı mukaddestir. İşte bu sırdandır ki; Kelâmullah unvanı kemal-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş ve daima da veriliyor.

Kur’ân’dan sonra, sair enbiyanın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimât-ı ilâhiyenin ise bir kısmı dahi; has bir itibarla, cüz’î bir unvan ile, hususi bir tecelli ile, cüz’î bir isim ile ve has bir rubûbiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zâhir olan ilhamât suretinde bir mükâlemedir. Evet, melek, beşer ve hayvanâtın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.

Kur’ân; asırları muhtelif bütün enbiyânın kitaplarını ve meşrepleri muhtelif bütün evliyânın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihât-ı sit­tesi parlak, evham ve şübehâtın zulümâtından musaffâ ve nok­ta-i istinadı, bilyakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî; hedefi ve ga­yesi, bilmüşâhede saadet-i ebediye; içi, bilbedâhe hâlis hida­yet; üstü, bizzarure envar-ı iman; altı, biilmelyakîn delil ve bürhan; sağı, bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan; solu, biaynelyakîn teshîr-i akıl ve iz’an; meyvesi, bihakkalyakîn rahmet-i Rahman ve dâr-ı cinân; makamı ve revâcı, bilhadsissâdık makbûl-ü melek ve ins ü cân bir kitab-ı semavidir…”173

Bu tarif ve yaklaşımlar şu anda elimizde muhteva, mahiyet ve hakikatiyle bulunan Kur’ân-ı Kerim’in, kelâm-ı ilâhî ve Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâzil olmuş bir kitap olduğunu göstermektedir. Bu tariflere göre Kur’ân-ı Kerim’in hem lafzı hem de mânâsı kelâm-ı ilâhidir. Vâkıa kitabet, kitap ve yazıya ait bir husustur. Bununla beraber bu unvan, ibare denilen lafza ait nazma da denilir. Birincisinde kitap, bir yere yazılmış olan yazının tamamı, ikincisinde ise yazılan yazı ile anlatılan “ibare” demektir. Mesela “Falan kişinin kütüphanesinde şu kadar kitap var.” denildiği zaman birincisi; “Filan kişinin ezberinde on tane kitap var.” denildiğinde ise ikincisi söylenmiş olur. Ne var ki, o kişinin kafasında nazm-ı lafzî bulunmakla birlikte yazılı bir şey yoktur. Aksine lafızlarıyla beraber mânâ vardır ve o kişi, ezberinde olan şeyleri okurken lafızlar onun nazarında belirleniverir.

Kur’ân, hem lafız hem de mânâ cihetiyle Allah’a aittir. Al­lah’ın kelâm sıfatı, O’nun Zâtı ile kaim bir mânâdır. Hâlbuki mâ­nâ ne yazılır ne de okunur. Yazılıp okunması için nazma dökül­mesi gerekir. Yazılıp okunmayana kitap da denilemez. Öte yandan, “Kur’ân-ı Kerim, sadece lafız itibarıyla kelâm-ı ilâ­hi­dir.” görüşü de yanlış bir anlayıştır. Zira Kur’ân-ı Kerim, sadece kuru bir la­fız­dan iba­ret değildir. Onun lafzıyla birlikte bir de muh­te­vası vardır. Bi­na­enaleyh o, hem lafzı hem de mâ­nâ­sı itibarıyla ke­lâm-ı ilâ­hi­dir. Bu mesele Kelâm kitaplarında Ke­lâm-ı ilâhî, ke­lâm-ı nefsîdir.” şeklinde izah edilmiştir. Kelâm-ı nefsî, Ce­nab-ı Hakk’ın lafız, harf ve ses olmayan zatî kelâmıdır ve eze­lîdir. Kur’ân’ın ezeliyetiyle ilgili tarih içerisinde ifrat ve tefrit denebilecek bazı anlayışlar olmuşsa da, her meselede olduğu gibi Ehl-i Sün­net ulemasının ekserisi hep sırat-ı müstakimi göstermişlerdir.

لَا رَيْبَ فِيهِ ifadesinde لَا, “nâfiye li’l-cins” yani bir cinsin bütün efradından bir hükmü nefiy için kullanılan bir edattır. Yani لَا رَيْبَ فِيهِ şüphenin her türlüsünü nefiy mânâsına olur ki, “Ne kadar şüphe cinsi varsa hiçbiri Kur’ân-ı Kerim için vâki ve vârid değildir.” anlamına gelir.

Evet, لَا رَيْبَ فِيهِ, şüphe adına her şeyi reddetmektedir. Zira Kur’ân’ın nâzil olduğu devirde cihanın her yanında korkunç bir şüphecilik hükümfermâ idi. Menşei ve çıkış yeri Batı olsa da o günkü septistler, âdeta bütün insanlığın efkârına hâkim olmuşlardı. Öyle ki şüphecilik; ilim, fikir, amel ve ahlâk olmak üzere hayatın hemen her alanına yayılmıştı.

İlimde şüphecilik, ilmî realiteler görmezlikten gelinip; her şeyle alâkalı “şu da olabilir.. bu da olabilir” şeklinde demagojilere girme;

Tefekkürde şüphecilik, âfâkî ve enfüsî düşünceyle bir yere varılamayacağı iddiasında bulunma;

Amel ve ahlâkta şüphecilik ise “Buraya kadar şu şekilde bir yol takip ettik, faydasını göremedik. Bundan sonra yapacağımız şeylerin neye yarayacağını bilemiyoruz..” gibi mülâ­ha­zalarla yol ve yöntem değiştirip durma türünden şeylerdir.

Evet, işte bütün bunlar fıtrata ters olup, ahlâkta telafisi zor yaralar açan problemlerdir. Bu düşüncelerin bir yansıması olarak, bir kısım kimselerin yazdıkları, zamanın değişmesiyle akide, amel, muamelât, ahlâk ve dünya görüşündeki değişikliklere göre kaleme alınan kitaplar ciddi bir şekilde incelendiğinde, bunların lebâleb tereddüt ve şüphelerle dolu olduğu görülecektir. Dahası en rasyonalist görünen yazarların dahi, sofistlerin ve sep­tist­lerin fikirlerinden etkilendikleri ve kendi eserlerinde kendileriyle çelişkiye düştükleri müşâhede edilecektir.

Kur’ân-ı Kerim ise baştan sona bütün âyetleri itibarıyla tutarlı, şüphe ve tereddütten tamamen uzak bir beyan abidesidir. Mesela Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın birliği, meleklerin ve haşrin varlığı… gibi akideyle alâkalı meselelerin hiçbirisinde şüphe ve tereddüde mahal bırakmamış ve ele aldığı bu meseleleri dos­doğ­ru ve tereddütsüz bir şekilde ortaya koymuştur. Keza o Ki­tab-ı Kerim, Allah’ın (celle celâluhu) insanın mâbudu, kulun da Al­lah’ın abdi olduğunu ve mâbuduna her zaman kullukta bulunması gerektiğini hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak bir ciddiyetle anlatır.

O Zikr-i Mübin’in ciddiyetle üzerinde durduğu mevzulardan biri de ahlâktır. Akide ve amelde şüphecilik olursa ah­lâk­ta istikamet ve istikrarın olamayacağı açıktır. Evet Kur’ân-ı Kerim’in, insanların Allah’a karşı olan vazifeleri, nefislerine ve yakınlarına karşı muameleleri, mükemmel bir aile kurup ev­lat­larını en güzel şekilde yetiştirmeleri gibi ahlâkî konularda ortaya koyduğu esaslarda, olabildiğine açık, evrensel ve sabit prensipler ihtiva etmektedir.

Denebilir ki Kur’ân-ı Mübin, hayatın bütün üniteleriyle alâ­ka­lı şüpheciliği tamamen reddetmekte ve her meselesini mü­şâ­hede ve yakîne bağlamaktadır.

***

Şimdi isterseniz yeniden geriye dönüp لَا رَيْبَ فِيهِ cümlesi ile ذٰلِكَ الْكِتَابُ beyanı arasındaki irtibata kuşbakışı bir göz atalım: Evet Kur’ân-ı Kerim, nuraniliğiyle mümtaz ve ذٰلِكَ kelimesi ile müşârun bilbenan olan (parmakla gösterilen) kendi ma­hi­yetine dikkatleri çektikten sonra, لَا رَيْبَ فِيهِ ile de âdeta, Efen­di­miz (sallallâhu aleyhi ve sellem) müstesna, insanların içine gelebilecek muhtemel tereddütleri def etmek istenmiştir. O bakımdan لَا رَيْبَ فِيهِ ya bir haber, ya haberden sonra ikinci bir haber ya da müstakil bir cümledir.

لَا رَيْبَ فِيهِ müstakil bir cümle kabul edildiği takdirde mukadder bir suale cevap yeni bir cümle olur. Yani لَا رَيْبَ فِيهِ, o günkü tefessüh etmiş yığınlara bakıldığında, “Şu, kimisinin bir, kimisinin iki, kimisinin ise daha fazla puta taptığı; bazı kimselerin Kâbe’yi çıplak, bazılarının daha başka garip şekillerde tavaf ettiği; bazı kadınların bir, bazılarının üç, bazılarının on, bazılarının daha fazla erkekle evlendiği; toplum içinde fuhşiyatın alabildiğine yaygın olduğu, ahlâkî prensiplerin tamamen yıkılıp gittiği… işte böylesi korkunç bir ahlâkî belirsizliğin hüküm sürdüğü bir devirde, biz bu insanlara Kur’ân-ı Kerim’de şüphe olmadığını ve onun bir ‘Allah kelâmı’ olduğunu nasıl anlatırız?” şeklinde zihinlere gelebilecek muhtemel bir şüpheye çok mânidar bir cevap teşkil etmektedir.

Şu bir gerçektir ki, insanlar, yaşadıkları çağın efkârına ne tür bir düşünce hâkim ise karşılarına çıkan her meseleyi o pers­pek­tiften ele alır ve ona göre tahlil ederler. Mesela, gü­nü­müzde insanların kafalarında hâkim olan düşünce, ilim ve tek­no­lojidir. Günümüzün insanı değerlendirmeye tâbi tuttuğu şeyleri ilim ve teknolojiyle irtibatlandırarak değerlendirme eğilimindedir. Dolayısıyla onlara şöyle-böyle anlatılan hususlar, onların büyük gördüğü şeylere bir değer atfetmiyor ve edip eyleyeceği hususları onlarla irtibatlandırmıyorsa muhatapları nazarında bunların –hakikatte değerleri ne kadar büyük olursa olsun– bir kıymeti yoktur.

Binaenaleyh günümüzde birçok insan, Kur’ân-ı Kerim’i ve geçmiş Müslümanları bu zaviyeden değerlendirdiklerinden dolayı onlar hakkında sordukları “Niçin füze yapmadılar.. niye atomu bulmadılar.. neden elektriği icat etmediler?” gibi sorularla her şeyi teknolojik hususlara bağlayıp kalmış ve Kur’ân-ı Ke­rim’in diriltici ikliminden istifade edememişlerdir. Hâlbuki bunlar, ilim adına bir kısım izafî değer ifade eden şeylerdir. Bu­gün için birer teknoloji harikası olarak görülen bu icatlar mia­dı dolunca geçip gidecek ve yerlerini çok daha mükemmel şeylere bırakacaklardır ki, ihtimal bunlar, gelecekte olacaklara nis­pe­ten kağnı arabalarının düştüğü seviyeye düşeceklerdir. O zaman da aynı zihniyette olanlar, “Bu insanlar atomdan, füzeden ve gezegenlerden… bahsettikleri hâlde neden şu esrarengiz şeylerden bahsetmemişler?” diyeceklerdir.

Bundan da anlaşılmaktadır ki, her devre belli bir düşünce hâkim olmuş ve o devrin fikirleri az-çok bununla yoğrulmuştur. Bu mülâhaza ile denebilir ki, bugünün hastalığı, eşya ve hâdiselere materyalist bir perspektiften bakmak olduğu gibi, cahiliye asrının marazı da her şeyi şüphe ve tereddüt za­vi­yesinden değerlendirmekti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), onlara mucizevî bir kitap takdim etmiş olmasına rağmen onların fikir ve nazarları tereddüt ve şüphecilikle malûl ve hasta olduğundan o Hakikat Güneşi’ni, o Şems-i Ser­me­dî’yi görememiş ve O’nun nuranî tecellisine muttali olamamışlardı. Şüpheciliğin böylesine dorukta olduğu bir dönemde Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) için olmasa da tâli muhatapların kafasına Kur’ân’a karşı böyle bir şüphe esintisi gelebilirdi. İşte buna meydan vermemek için Cenab-ı Hak, لَا رَيْبَ فِيهِ “Ne kadar şüphe cinsi varsa hiçbiri Kur’ân-ı Kerim için söz konusu değildir.” buyurarak, onları ve bizi bu türlü şeytanî düşüncelere karşı tedebbür, tefekkür ve teyakkuza sevk etmektedir.

Bu âyetin ilk muhatabı bizzat Efendimiz’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Biz Kur’ân-ı Kerim’in içini tetkik ettiğimiz zaman, ancak derin bir tefekkürden sonra onda hiçbir şek ve şüphenin bulunmadığını bir ölçüde sezebiliriz. Ancak Efen­dimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakan yönüyle durum aynı değildir. Burada insanın aklına, “İçinde hiçbir şüphe ve tereddüt bulunmamasına rağmen âyetin ilk muhatabı olan Efen­di­miz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben لَا رَيْبَ فِيهِ buyrulması nasıl anlaşılmalıdır?” şeklinde bir soru gelebilir.

Malum olduğu üzere ilmin kaynakları, “havâss-ı selime, akıl ve haber-i mütevatir (yalan üzerinde ittifakları imkânsız olan bir topluluğa dayanan haber)” olmak üzere üçtür. Bir şahsın sahip olduğu bilgilerin şüphe ve tereddütten uzak ve doğru olması için her şeyden önce o şahsın havâss-ı selimedenilen sağlam duyularının olması, bu duyularla aldığı malumatı, aklın muhakeme imbiklerinden geçirmesi ve daha sonra da onu dinî ve aklî temel disiplinlerle test etmesi gerekmektedir. İşte bu şekilde oluşan bilgi, yani mükemmel muhakemesi olan, aklî kıstaslarla meseleyi ele alan ve iç-dış ihsaslarından geçirdiği şeyleri ele alıp değerlendiren, bunlarla beraber haber verdiği meseleleri ötelerle irtibatlandıran bir zatın şüpheye açık olması asla söz konusu değildir.

İşte bu mânâda Cenab-ı Hak, Efendimiz’e (sallallâhu aley­hi ve sellem) hitaben, لَا رَيْبَ فِيهِ, yani âdeta, “Senin içinde, Sa­na nâzil olan Kur’ân-ı Kerim hakkında herhangi bir şüphe ve tereddüt bahis mevzuu değildir. Öyleyse münkirlerin Kur’ân hakkında ortaya attıkları şüphe ve tereddütler Seni mahzun etmesin!” demektedir.

Evet, Nebiler Serveri’nin Kur’ân’la alâkalı herhangi bir şüp­he ve tereddüdü olmamıştır. Zira Allah Resûlü, her an لَا رَيْبَ فِيهِ at­mos­ferinde yaşamaktaydı. Yine O (sallallâhu aleyhi ve sel­lem), kendisine vahyi getiren Cibril’i (aleyhisselâm) görüyor, onun getirdiği vahyi duyuyor, ağzıyla okuyor ve sonra da vah­yin geldiği o sıklet ânında dahi kendisine vahyedilen ilâhî me­sa­jı kav­rama melekesine sahip bulunuyordu. Zaten O’nun getirdiği ha­ki­katlere bakıldığında selim aklın ve vicdanın reddedeceği hiç­bir meselenin olmadığı da açıktır. Ayrıca, Efen­di­miz’e (sal­lal­lâhu aleyhi ve sellem) nâzil olan hakikatler, sadece O’na de­ğil, kendisinden önce pek çok peygambere de gönderilmiş ve onlar da hayatları boyunca aynı hakikatleri tebliğ etmiş­lerdi. Ay­nı zamanda kadimden günümüze kadar gelip geçmiş sayısız ehl-i hakikat de peygamberlerin getirdikleri bu hakikatler üze­rinde ittifak etmişlerdir ki, bütün bu irşad erlerinin yalanda it­ti­fak etmeleri mümkün değildir. İşte Cenab-ı Hak, لَا رَيْبَ فِيهِ ifa­de­siyle, başta bu beyanın ilk muhatabı olan Efen­dimiz (sal­lal­lâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere bütün insanlığa Kur’ân-ı Ke­rim hakkında hiçbir şüphe ve tereddüdün mevzubahis ola­mayacağını ihtar etmektedir.

***

Şimdi geriye dönüp buraya kadar hecelemeye çalıştığımız, kullanılan kelimelerin bir tek hakikat etrafında nasıl birleştiklerini bir kere daha arz edelim:

Yukarıda da bir nebze üzerinde durulduğu gibi, الٓمٓ۝ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ ifadeleriyle Kur’ân-ı Kerim’in yüceliği anlatılmaktadır. Zira “ittikâ edenler”in Kur’ân-ı Kerim’e sarılmaları ve onun rehberliği altında hidayete erebilmeleri için, onların nazarında Kur’ân’ın kıymet-i harbiyesinin bilinmesi lazımdır. Öyleyse burada matlup olan, Kur’ân-ı Kerim’in yücelerden yüce oluşunu hem kafamıza hem ruhumuza hem de hislerimize sindirecek şekilde gösterme olmalıdır. Mesela, ilk bakışta gözümüzün önünde rengârenk hâliyle tele’lü eden الٓمٓ’e bakalım. Mukattaât hakkında yukarıda verilen bilgiler yanında, ister الٓمٓ’in ebced yönüyle bir kısım esrara bakışı; ister onun أَنَا اللهُ أَعْلَمُ şeklinde ele alınışı; ister ا’in Allah’a, ل’ın Latîf’e, م’in Melik’e delâlet etmesi ve isterse “Allah-Cebrail-Mu­ham­med” hakikatine işarette bulunması gibi remizler, ehl-i tahkik tarafından değişik şekillerde tespit edilip ortaya çıkarılagelmiştir ki, bu yönüyle Kur’ân-ı Kerim’in büyüklüğü ilk bakışta göze çarpan الٓمٓ ile apaçık müşâhede edilmektedir. Zira ilâhî kelâm, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir vasıta ile gelmiştir. Esasen vasıta, bir teminatın ifadesidir. Bu vasıta, bütün peygamberlere vahiy getiren Cibril-i Emin’dir. O Cib­ril-i Emin ki, مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِلهِ وَمَلَۤائِكَتِه۪ وَرُسُلِه۪ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللهَ عَدُوٌّ لِلْكَافِرِينَ O’na ve Mikâil’e düşmanlık yapanı Allah ken­di­ne düşman saymıştır.174 Cibril-i Emin’in kelâm-ı ilâhiyi getir­diği Zât ise, herkes tarafından “el-Emin” olarak tanınan Haz­re­ti Mu­ham­med’dir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), selim bir fıtrata, sorgulanamaz bir iffete ve eşsiz bir sıdk u emanete sahiptir. O kadar ki, kendisine vahiy geldiği zaman, kimse O’na hıyanet ve yalancılık isnadında bulunamadı ve O’nun doğru sözlü olduğunu inkâr etme yolunda herhangi bir söz söylemedi. Her ne kadar bazı cahil densizler O’na –hâşâ– “mecnun”, “sihirbaz” dediler ise de esasen bu tür yakıştırmalara kendileri de inanmıyorlardı. Bazıları ise, saygısızca, Efen­di­miz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hastalığa tutulmuş olabileceğini iddia ediyorlardı. Binaenaleyh insan الٓمٓ’e bakar bakmaz, bir tarafta Vacibu’l-Vücud, ortada Allah ile elçisi arasında bir vasıta olan Hazreti Cibril-i Emin ve beri tarafta da sıdkı ve fetanetiyle eşsiz, kimsenin kendisine yalan ve hıyanet töhmetinde bulunamayacağı kadar emanette mümtaz bir şahsiyet olan İnsanlığın İftihar Tablosu Hazreti Mu­ham­med’in (sal­lal­lâhu aleyhi ve sellem) bulunmakta oldu­ğunu anlar ki, şüphenin bu hakikat surlarını aşması mümkün değildir.

الٓمٓ, kelâm-ı ilâhinin büyüklüğüne bu şekilde delâlet ettikten sonra, hemen ardından gelen ذٰلِكَ الْكِتَابُ bu mânâya cevap vermekte ve o da mazmunuyla Kur’ân’ın ulvî ve muhteşem bir kitap olduğunu gözler önüne sermektedir. Kur’ân-ı Kerim, bu yüceliği ifade ederken, هٰذَا “bu” ism-i işaretini veya هُوَ “o” zamirini değil de, bunların yerine özellikle ذٰلِكَ’yi kullanmıştır. Hâlbuki yerine göre هُوَ’nin ifade ettiği mânâlar çok büyüktür. Çünkü هُوَ “mutlak” mânâda O’na delâlet eder. Fakat bu ifade, هُوَ الْكِتَابُ şeklinde söylendiğinde ذٰلِكَ الْكِتَابُ ile ifade edilen belâgat nükteleri kayboluverir. Zira هُوَ, ıtlaka (herhangi bir kayıt koymayıp genel bırakma) delâlet eder ve Zât-ı Bârî için söz konusudur. Zât-ı Bârî’yi, ism-i hâssı olan lafz-ı celâlesi ile anmadan sonra belki söylenilmesi en mukaddes veya insanın içindeki zulümâtı dağıtıp, O’ndan gelecek nurların kişinin iç dünyasına nüfuz etmesi bakımından en elverişli bir isimdir. Onun için ehl-i tarikat, هُوَ veya يَا هُوَ ifadelerini çok defa vird-i zebân etmiş ve halka-i zikir ve hatme-i hâcegânlarında يَا هُوَ ile yetinmişlerdir. Ne var ki هُوَ, ıtlakıyla Kur’ân-ı Kerim’e de baksa ذٰلِكَ ile anlatılan mânânın enginlik ve ulviyetini ifade edemez. Çünkü ıtlakta ihata edememe vardır. Mutlak ihata edilemez. Hâlbuki Kur’ân, insanlar için nâzil olduğuna göre muhataplarının onu ihata etmeleri lazımdır. Bunun için burada ذٰلِكَ özellikle seçilerek kullanılmıştır.

Ayrıca ذٰلِكَ kelimesinde şöyle bir nükte daha vardır: Yu­ka­rıda da ifade edildiği gibi, ذٰلِكَ’deki ذٰ, nahiv ifadesiyle, ism-i işarettir ve mahsüsü gösterip, gözle görülebilen bir nesneyi işaretler; ortadaki ل uzaklık harfi olup Kur’ân’ın kemaline delâ­let eder ve ulviyetini gösterir; sondaki hitap zamiri ك ise Efen­di­miz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakmaktadır. Burada uzaklık işaretindeki nükteyi işaretlemede de yarar var: Varlığı Ken­din­den olan Cenab-ı Vacibü’l-Vücud, Rah­ma­niyet ve Ra­hi­mi­ye­tiyle bize bizden yakın olmasına rağmen, biz O’na O’nun aza­met ve ulûhiyeti cihetiyle olabildiğine uzak bulunuyoruz. Do­la­yısıyla burada kelâm-ı ilâhî, Allah Teâlâ Haz­ret­leri’nden gelmesi itibarıyla özünde uzaklık işareti olan ذٰلِكَ ile gösterilmekte ve bununla hem Kur’ân’ın makamının yüceliği ve yüksekliği hem de çok âlî makamlardan nâzil olduğu ifade edilmektedir. Aynı zamanda hitap zamiri olan ك ile, Efen­di­miz’in, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda bulunduğu ifade edilmiş, Kur’ân’ın O’nu (sal­lal­lâhu aleyhi ve sellem) muhatap aldığı belirtilmiştir.

Burada kelâm-ı ilâhî, Zât-ı Vacibü’l-Vücud ve Efendimiz arasındaki münasebet öyle beliğâne ortaya konmuştur ki da­hası olamaz. Evet, Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sel­lem), Al­lah’ın muhatabı olarak, âdeta huzurunda O’nu müşâ­hede et­mek­tedir. Binaenaleyh Allah’ın, kullarına yakınlığı, Kur’ân-ı Ke­rim’in ma­kamının yüceliğiyle beşere uzaklığı ve aynı zamanda Zât-ı Va­ci­bü’l-Vücud’un onu muhatap olarak alması itibarıyla ken­di yakınlığını ifade etmesinde sonsuz bir bu’d (uzaklık) içinde sonsuz bir kurb (yakınlık) esprisi görülmektedir.

Ayrıca burada şöyle bir belâgat nüktesi de söz konusu olabilir: Cibril-i Emin, vahyi, Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cenab-ı Hakk’ın gözetimi altında ulaştırmaktadır. Aynı zamanda başta Cibril-i Emin’in kendisi olmak üzere, diğer melekler de Nebiler Serveri’ne nâzil olan bu vahye mahkeme-i kübrada şahitlik edeceklerdir. Dolayısıyla Allah Resûlü’ne inzâl buyrulan vahyin içine hiçbir şüphe ve tereddüt giremez ve hiçbir cin ve şeytan da ona kat’iyen hiçbir şey katamazlar. Dolayısıyla bu çerçevedeki ilâhî vahye inanan insanlar da âdeta melekler gibi onda hiçbir şek ve şüphenin olmadığına inanırlar. İşte Kur’ân’ın, ذٰلِكَ kelimesinde ذٰ ile mahsüsü işaret ve iması, hemen ardından ل ile uzaklığı ifade etmesi ve daha sonra da ك hitabı ile yakınlığa delâleti türünden hususlar başlı başına bir mucize gibi görünmekte ve bir kere daha selim fıtratlara هَذَ كَلَامُ اللهِ dedirtmektedir.

Daha sonra ise, الٓمٓ ve ذٰلِكَ ile anlatılan, harf-i tarifle bilinirliğine işaret edilen الْكِتَابُ gelmektedir. Malum olduğu üzere kitaplar, göze bakan yönüyle, daha ziyade hacim ve muhtevalarıyla birbirinden ayrılır. Burada الْكِتَابُ denmesiyle binlerce, milyonlarca kitap içinde mârufiyeti, mutlak bilinirliği ile “İşte kitap budur!” denilebilecek yegâne kitabın “o” olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple de artık ayrıca onu tarif ve beyana gerek yoktur.

Esasen burada Cenab-ı Hak اَلْكِتَابُ’ı bir ism-i mevsûl ve ardından gelen bir sıla cümlesiyle اَلَّذِي كَتَبَهُ اللهُ (Allah’a ait olan) gibi bir şekilde tarif veyahut başka bir âyette geçtiği gibi كِتَابٌ مَرْقُومٌ “yazılmış bir kitap”175 şeklinde ifade edebilirdi. Fakat öyle değil de, ذٰلِكَ الْكِتَابُ “İşte kitap bu!” şeklinde mutlak olarak zikredilmiştir. Zira bu Kitab’ı tarif edip uzun uzun açıklamaya hiç lüzum yoktur. Şöyle ki, önyargısız bakıldığında insanlar arasında Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarife gerek kalmadan tanındığı gibi, اَلْكِتَابُ dendiği zaman da mad­dî-mâ­nevî hüviyet ve muhtevasındaki büyüklüğüyle bütün kitaplar arasından “Kur’ân” anlaşılmaktadır/anlaşılmıştır.

Bundan başka لَا رَيْبَ فِيهِ cümlesi de Kur’ân-ı Kerim’in büyüklüğüne parmak basmaktadır. Zira bu ifadeyle, o Kitab’ın (Kur’ân) içinde hiçbir şüphe ve tereddüdün olmadığı ve olamayacağı bildirilmektedir. Malumdur ki dış, için zarfıdır. Do­la­yı­sıyla mazrufta herhangi bir şüphe ve tereddüt olmayınca zarfta da olmayacaktır. Kur’ân’ın muhtevası, Cenab-ı Hakk’ın ke­lâm-ı nef­sîsidir. Tabir-i diğerle Kur’ân, muhteva itibarıyla Ce­nab-ı Hakk’a râcidir. Üstad Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, Kur’ân’ın arkasında semavî vahiy, önünde ise dün­ya-ahi­ret saa­deti vardır. Zaten ileride tekrar ele alıp izah et­me­ye çalı­şa­cağımız أُۨولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُۨولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “İş­te bun­lar­dır Rabbileri tarafından doğru yola ulaştırılanlar. Ve iş­te bun­lar­dır felâh bulanlar.”176 âyetiyle bu hakikate işaret edilmekte ve Kur’ân’ın hidayetine tâbi olanlara iki cihan saadeti vaat edilmektedir.

Buraya kadar yapılan izahlardan anlaşılmaktadır ki, الٓمٓ, ذٰلِكَ الْكِتَابُ ve لَا رَيْبَ فِيهِ ifadelerinin hepsiyle anlatılmak istenen mânâ, o Kitab’ın (Kur’ân’ın) büyüklüğüdür.

***

İşte malum, maruf ve kendisinde hiçbir şüphe ve tereddüdün bulunmadığı bu büyük Kitap, هُدًى لِلْمُتَّقِينَ’dir. Yani o Kur’ân, takva dairesi içinde olan, istidat ve kabiliyetlerini heder etmemiş bulunan ve iradeleriyle Cenab-ı Hakk’ın ira­de­sine “lebbeyk” diyenler için sırat-ı müstakime götüren bir mahz-ı hidayettir (hidayetin ta kendisidir, sırf hidayettir). Ay­rı­ca, هُدًى لِلنَّاسِ “İnsanlar için hidayettir.”177 âyetinden farklı olarak burada Kur’ân-ı Kerim’in müttakiler için hidayet olmasından bahsedilmiştir. Evet o, müttakiler için hem mebde hem de münteha itibarıyla ayn-ı hidayettir.

İnsanların hidayete vesileliği, Kur’ân-ı Kerim’in hidayetinin başladığı noktada biter. Söz konusu olan hidayetin mertebelerini üç madde hâlinde zikretmek mümkündür:

1. İnsanın şirk, küfür ve dalâletten, rüşd ve sırat-ı müstakime ulaştırılması.

2. Bu rüşd ve hidayetin devam ve temadisi.

3. İhsan sırrının bütün derinlikleriyle duyulup hissedilmesi.

Evet, Kur’ân-ı Kerim’in hidayeti, insanın, iradesini kullanması, Kur’ân-ı Kerim’i anlaması ve Kur’ân’ın rehberliğini kabul edip onun diriltici iklimine girmesi ufkunda gerçekleşir. İn­san­ların hidayet etmesi, daha doğru tabirle hidayete vesileliği, işte bu noktada sona ermektedir. Binaenaleyh insanların hidayetinde bir ölçüde sadece irşad etme söz konusu iken, Kur’ân-ı Ke­rim’in hidayetinde ise kişinin elinden tutup sonsuz ufuklara götürme, erdirme mânâsı söz konusudur. Burada هُدًى kelimesi, –عَادِلٌ yerine عَدْلٌ kelimesinin kullanılması gibi– ism-i fâili olan هَادٍ “hi­da­yet edici” yerine kullanılmakta ve “Kur’ân-ı Kerim müt­ta­kilere bir mahz-ı hidayettir.” mânâsına gelmektedir.

Burada, “Kur’ân-ı Kerim, kâfirleri de içine alan bütün insanlar için bir mahz-ı hidayet değil midir?” şeklinde bir soru akla gelebilir.

Kur’ân-ı Kerim, –yukarıda da ifade edildiği gibi– sadece müt­takiler için bir mahz-ı hidayettir; kâfirler için mahz-ı hidayet değildir. Evet, doğru dürüst yaşamayı ondan ilham alan ve ona göre hayatına çeki-düzen veren, derken ahiret hayatı adına da ümitvâr olabilen; böylece dünyevî hayatında huzura eren herkes Kur’ân’ın hidayetinden bir ölçüde istifade etse de, hakiki mânâda bir müttakinin mazhariyetini elde edemez.

Bu itibarla, هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “Müttakilere bir mahz-ı hidayet­tir.” buyrulmakla, müttakilerin hidayeti, kâfirlerin rüşd ve hidayetinden ayrılmış olmaktadır. Mesela, مَنْ يَهْدِي اللهُ فَلَا مُضِلَّ لَهُ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَا هَادِيَ لَهُ “Allah kime hidayet verirse onu doğru yoldan saptıracak, kimi de idlâl ederse onu hidayete sevk edecek yoktur.”178 beyanındaki “Hâdî=Hidayet edici”, Allah’tır (celle celâluhu) ve buradaki hidayet, kâfirleri dahi içine alan ve bütün insanlar için söz konusu olan bir hidayettir. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ âyetindeki hidayet vesilesi ise Kur’ân’dır ve ondan tam istifade de ancak müttakilere mahsustur.

اَلْمُتَّقِينَ kelimesi, وَقَى – يَقِي kökünden türemiş olup iftiâl babından اِتَّقَى fiilinin ism-i fâili olan الْمُتَّقِي kelimesinin çoğuludur. وَقَى fiili, وَوَقَانَا عَذَابَ السَّمُومِ “Allah bizi can yakıcı azaptan himaye etti.”179 âyetinde olduğu gibi, vikâye ve himaye etti mânâsına gelmektedir. Bu fiil, “iftiâl” babına girince yani اِتَّقَى şeklini alınca “sakındı, korundu, birinin himayesine girdi” mâ­nâ­larına gelir. Malum olduğu üzere “iftiâl” babı mutâvaat (dö­nüş­lü­lük) içindir. اِتَّقَى fiilinin ism-i fâili olan اَلْمُتَّقِي de, “bir şeyden sakınan, himayeye giren ve himayeyi kabul eden” mâ­nâ­la­rına gelmektedir. İsimlerdeki devam ve sebat mânâsı da na­zar-ı itibara alınınca müttaki: “Zamanın ve kâinatın değişik hâ­di­se­lerine karşı himayeye girme lüzumu duyuldukça devamlı korkan ve Allah’ın himayesine giren” demek olur.

Bundan da anlaşılmaktadır ki, hidayetteki devamlılık ve te­rakki, aynıyla ittikâda da müşâhede edilmektedir. Binaen­aleyh ittikâdaki korkma, sakınma ve tevakki etme, sadece kuru bir korkmadan ibaret değildir; onun yanında, bir hamle ve ak­si­yonda bulunma mânâsını da taşımaktadır. Yani bir yönüyle em­re­dildiği şeyleri yerine getirerek ve yasaklardan da uzak du­ra­rak Allah’tan korkma, diğer yönüyle de Allah’ın hi­ma­yesine girme.. O’na iltica etme.. yalnız O’na sığınıp dua ve is­tiğ­far­da bulunma.. O’ndan alıkoyan şeylerden uzak durma ve O’na gö­tü­recek iyilik ve güzelliklere sımsıkı tutunma, demektir.

Binaenaleyh ittikâda, hem bütün şirk, masiyet ve “mâ­si­vâ”dan iç dünyasını temizleme mânâsına gelen تَخْلِيَة hem de kâ­mil iman ve hasenâtın bütün çeşitleriyle mamur hâle gelme demek olan تَحْلِيَة vardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, إِنَّ اللهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْإِحْسَانِ وَإِيتَۤاءِ ذِي الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَۤاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ “Allah adaleti, hatta adaletten de fazla olarak ih­sa­nı; en güzel davranışı, muhtaç oldukları şeyleri yakınlara ver­me­yi emreder. Hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve teca­vüzü de ya­sak­lar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.180 âye­tiy­le it­ti­kâ­nın her iki yönünü birden hatırlatmaktadır. Âye­tin إِنَّ اللهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْإِحْسَانِ وَإِيتَۤاءِ ذِي الْقُرْبٰى kısmı, işin yapmakla emrolunduğumuz pozitif yönünü; وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَۤاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِ kıs­mı da yap­mak­tan nehyedildiğimiz negatif yönünü ihtiva etmektedir.

***

Kur’ân-ı Kerim’de ittikâ ve takva, üç mertebede zikredilegelmiştir:

1. Allah’a şirk koşmaktan ve küfürden içtinap etmek. وَأَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوٰى “Allah (celle celâluhu) onlara takva ke­li­mesini yoldaş edip gerekli kıldı.”181 âyeti, takvanın bu mertebesine işaret etmektedir. Buradaki mânâsıyla tak­va; şirki, küfrü ve dalâleti bırakıp hidayet üzere bu­lun­mak demektir.

2. İman ettikten sonra büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten kaçınmak ve yapmakla mükellef olunan farzları îfâ etmektir ki, وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرٰى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا “Eğer o ülkelerin ahalisi iman etse ve Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı…”182 âyeti, takvanın bu ikinci mertebesine bakmaktadır.

3. يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللهَ حَقَّ تُقَاتِه۪ “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekirse öylece sakının.”183 âyet-i kerimesinin işaret ettiği takvadır ki, kişilerin seviyelerine göre değişik şekilde olan ve bir mânâda “ihsan” mertebesini ifade eden daha derin bir takva telakkisini işaretlemektedir. Bu âyet, daha çok ihsan mertebesindeki mü’minlere bakmaktadır. Her ne kadar bazı müfessirler bu âyet-i kerimenin mensuh olduğunu söyleseler de, âyetin hükmü bir anlamda ehl-i ihsan için geçerliliğini korumaktadır. لِلهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَإِنْ تُبْدُوا مَا فِۤي أَنْفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللهُ فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَۤاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَۤاءُ وَاللهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. Ey insanlar, sizler içinizdeki şeyleri açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi on­lar­dan dolayı hesaba çeker. Sonra da dilediğini affe­der ve dilediğini de azaba uğratır. Doğrusu Allah her şeye ka­dir­dir.”184 âyetinde ise bu âyetin tefsiri ve lazımı an­la­tıl­maktadır ki işte bu, ihsanın en âlî mertebesidir. Bu âyet-i celîle de, düz mü’minler için, objektif olarak لَا يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا “Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz.”185 âyetiyle mensuh olsa da, yukarıdaki tevcih çerçevesinde, ehl-i ihsan için belli bir ufuk mükellefiyeti açısından onun da hük­mü devam etmektedir. Zira takvada zirveyi tutmuş kutlular, içlerinden geçirdikleri şeylerden dahi hesaba çe­kilirler ve/veya hesaba çekileceklerine inanırlar ki, bu aynı zamanda takvanın da en âlî mertebesidir.

Buraya kadar zikredilenler içinde “hakka’l-yakîn ufku” açı­sından takvanın daha fâik bir derecesi daha vardır ki, onun en alt mertebesinde en ileri mü’minler, en âlî mertebesinde de as­fi­ya-i fihâm ve yerleri hiç değişmeyen enbiya-i izâm vardır. Enbiya-i izâmın, sırf duygu ve düşünce dünyalarında dahi kötülükleri bir anlık olsun misafir etmeleri düşünülemez. Eğer böyle bir durum mev­zu­ba­his olacak olursa, o yüce kâmetler, sahip oldukları o mertebede çok şiddetli tokat yerler. Fakat asfiya, bu noktada enbiya gibi değildir; onların zihinlerinden kötülük geçmesi bahis mevzuu olabilir, onlar bundan dolayı muâheze olunmazlar.

لَيْسَ عَلَى الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جُنَاحٌ فِيمَا طَعِمُۤوا إِذَا مَا اتَّقَوْا وَاٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ثُمَّ اتَّقَوْا وَاٰمَنُوا ثُمَّ اتَّقَوْا وَأَحْسَنُوا وَاللهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ “İman edip sâlih amel yapanlara bundan böyle Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve imanlarında sebat ile arızasız ve kusursuz amellerine devam ettikleri, sonra takvaları ve imanları tam sağlamlaşıp kökleştiği, daha sonra da bu takva ile beraber, ihsan mertebesine erip başkalarına iyilik ettikleri ve her yaptıklarını da güzel yaptıkları takdirde, daha önce yiyip içtikleri şeylerden dolayı kendilerine bir vebal yoktur.”186 âyet-i kerimesi, takvanın bu üç mertebesini de toplamıştır.

Âyet-i kerimede, إِذَا مَا اتَّقَوْا وَاٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “İlâhi himayeye sığınarak, iman edip amel-i salih işledikleri…” ifadesiyle, takvanın ilk mertebesi; ثُمَّ اتَّقَوْا وَاٰمَنُوا “sonra ilâhi himayeye sığınarak, imanları tam sağlamlaşıp kökleştiği…” lafızlarıyla ikinci mertebesi; ثُمَّ اتَّقَوْا وَأَحْسَنُوا “daha sonra yine ilâhî himayeye sığınarak ihsan mertebesine erdikleri takdirde…” ibaresiyle de üçüncü mertebesi işaretlenmektedir.

Kur’ân-ı Kerim, bazen bu âyet-i kerimede olduğu gibi, bir âye­tiyle takvanın üç mertebesini birden; bazen –yukarıda zik­re­dildiği gibi– تَخْلِيَة ve تَحْلِيَة şeklinde iki mertebesini birden; bazen de “korkma” mânâsı itibarıyla sadece bir mertebesini ifade eder. Mesela وَاتَّقُونِ “Benden korkun.”187 ifadesinde sadece bir “korkma” (تَخْلِيَة) bahis mevzuu iken, وَأَحْسِنُۤوا İhsan şuuruyla hep iyiliği ve güzelliği takip edin.”188 ifadesinde ise sadece bir “süsleme ve donatma” (تَحْلِيَة) bahis mevzuudur.

Hâsılı takva, ister تَخْلِيَة ister تَحْلِيَة yönüyle ele alınsın onun yukarıda zikredilen üç mertebeye de tatbiki mümkündür. Bu takdirde takva; şirk, küfür ve dalâletten sakınıp, onların içine düşmekten korkmak.. bunun yanında ilâhî himayeye girerek, onu kabullenmek.. sonra imanda derinleşip bu kabulü sâlih amel­le taçlandırarak ihsan ufkuna doğru koşmak, koşmakla kal­ma­yıp bütün bir hayat boyu bu yolda sebat etmek.. daha sonra da ihsan ruh ve telakkisiyle elde ettiği mazhariyetle hak­ka’l-ya­kî­nin en âlî mertebesine doğru kanat çırpıp yükselmeye ça­lış­mak… mânâlarına gelir.

Bütün bu engin mânâlarıyla takva, Allah nezdinde en kıy­met­li bir haslet, onunla donanan müttakinin makamı da Cen­net’tir. Onun için Tirmizî’deki bir hadis-i şerifte Efendimiz (sal­lal­lâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: لَا يَبْلُغُ الْعَبْدُ أَنْ يَكُونَ مِنَ الْمُتَّقِينَ حَتَّى يَدَعَ مَا لَا بَأْسَ بِهِ حَذَرًا لِمَا بِهِ الْبَأْسُ “Kul, sakıncalı şey­le­re girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terk etmedikçe gerçek takvaya ulaşamaz.”189 Bu mertebe, bir bakıma takvanın son mertebesi olarak değerlendirilebilir. Zira “mahzurlu olan şeyleri işlerim” endişesiyle, çok defa herhangi bir mahzuru bulunmayan bazı fiilleri; açık bir nehiy olmadığı hâlde “belki sakıncalı bir şey içerisine girebilirim” endişesiyle, içinde şüphe ve tereddüt bulunan hususları terk etmedikten sonra hakiki takva derecesine çıkılamaz.

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (2-4. Âyetler)

Buraya kadar müfredat üzerinde yapmış olduğumuz izahlardan sonra şimdi de aynı kelimeleri dar bir çerçevede belâgat açısından ele almak istiyoruz.

هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ifadesindeki هُدًى kelimesi, هَدَى – يَهْدِي’den masdardır. Binaenaleyh هُدًى, bu yönüyle هَادٍ kelimesinin ifade ettiği mânâdan çok daha derin bir mânâya delâlet etmektedir. Zira هُدًى ifadesinde “mahz-ı hidayet” mânâsı vardır. اَلْمُتَّقِينَ kelimesi, yukarıda da ifade edildiği gibi وَقَى – يَقِي kökünden türemiş olup iftiâl babından اِتَّقَى fiilinin ism-i fâilinin çoğuludur. Bu şekliyle هُدًى لِلْمُتَّقِينَ cümlesi, devam ve sebata delâlet etmektedir ve “için­de hiçbir şüphe ve tereddüt bulunmayan o kitap, daima şirk, küfür, dalâlet, günah ve mâsivâdan sakınan ve uzak duranlar için hidayetin ta kendisidir” mânâsına gelmektedir. Dola­yı­sıy­la, sakınma ve uzak durmada eksiklik olduğu zaman, hidayette de aynı eksikliğin olacağı nüktesi ortaya çıkmaktadır. İşte Kur’ân-ı Kerim, hayatlarını böylesine bir takva ve ihsan atmosferinde geçirenler için sırf hidayettir.

لَا رَيْبَ فِيهِ sözüne dikkat edilecek olursa هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ile aralarında sıkı bir irtibatın bulunduğu açıkça görülecektir. Zira Kur’ân’ın iç derinlik ve ledünniyatı tetkik edilerek mânâsına nüfuz edildiğinde, onda en ufak bir şüphe ve tereddüdün olma­dığı açık-seçik ortaya çıkacaktır. Binaenaleyh “ittikâ”da devam­lı olan bir insan, içinde hiçbir şüphe ve tereddüt olmayan Kur’ân-ı Ke­rim’den istifade edecek ve Kur’ân-ı Kerim de o müttaki için bir mahz-ı hidayet olacaktır.

Burada هُدًى kelimesinin sonunda bir de tenvin vardır. Ten­vin ise tenkîr içindir ve kâfirlerin ve çirkin şeylerin bahis mev­zuu olduğu yerde tahkir, mü’minlerin ve güzelliklerin bahis mev­zuu olduğu yerde de tazim ifade eder. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ’de söz konusu olan bir güzellik olduğu için, nekre bir kelime olan هُدًى ke­li­mesi tazim ifade eder. Dolayısıyla mânâ, “O Kitap, müt­ta­ki­ler için çok muazzam bir hidayettir ve onlar, kendileri için bir mahz-ı hidayet olan o Kitap’tan azamî derecede istifade ederler.” şeklinde olur. Kur’ân-ı Kerim’in değişik yerlerinde geçen هُدًى لِلنَّاسِ ifadesindeki tenvinde bir tahkir (azlık, küçüklük) mâ­nâ­sı mülâhaza edilecek olursa, bir bakıma “Kâfir dahi o Ki­tap’tan bir nebze de olsa istifade edebilir.” anlamı taşır.

Şimdi de هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ifadesinin kendisinden önce geçen âyetlerle münasebetine bakmaya çalışalım:

الٓمٓ, Kur’ân-ı Kerim’in haysiyet-i ezeliyesi noktasına bakmaktadır. Yani bu ilâhî kelâm, bir kısım sır ve remizlerle dopdolu bir mesajdır. ذٰلِكَ الْكِتَابُ insanın içinde hayret ve dehşet uyaran الٓمٓ ile hâsıl olan mânânın görünürdeki gerçeklerini anlatmaktadır. لَا رَيْبَ فِيهِ Kur’ân’ın kendine has zenginliğini ve ilmî, ahlâkî özelliğini işaretlemektedir. Yani o Kitap, her türlü şüphe ve tereddütten münezzeh, mukaddes ve müberrâ bir kitaptır. Onda ne aklî ne fikrî ne de amelî herhangi bir şüphe söz konusu değildir.

هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ise Kur’ân’ın nâzil oluş hikmetini ve pratikteki gayesini ifade etmektedir. Zira onun nüzul sebebi, insanları, hususiyle de bunlar içinde müttakileri, rüşd ve hidayete ulaştırmaktır. Öyleyse Kur’ân, insanların hidayete kavuşmaları için anlatılmalı ve hakikatleri tedebbüre tâbi tutulmalıdır: Onun için الٓمٓ’den هُدًى لِلْمُتَّقِينَ’e kadar gelen ifadelerin hepsi bir fasıl hâlinde gelmiştir. Yani aralarına atıf vavı koyarak الٓمٓ، (وَ)ذٰلِكَ الْكِتَابُ، (وَ)لَا رَيْبَ فِيهِ، (وَ)هُدًى لِلْمُتَّقِينَ demeye gerek duyulmamıştır. Çünkü, yukarıda da ifade edildiği gibi, tek bir hakikat olan Kur’ân-ı Kerim’in güzelliğini, azamet ve ihtişamını anlatmada الٓمٓ, onun haysiyet-i ezeliyesine; ذٰلِكَ الْكِتَابُ, meşhudât ve mahsüsâtına; لَا رَيْبَ فِيهِ onun kendisine has ve ayrılmaz bir özelliği olarak her türlü şüphe ve tereddütten uzak bulunduğuna; هُدًى لِلْمُتَّقِينَ de onun nüzulünün esas gaye ve hedefine bakmaktadır. İnsanların rüşd ve hidayeti bir tek hakikat olduğu için, Kur’ân aralarına atıf vavı koyarak bu ifadeleri parçalara bölmemiştir.

Evet, şimdiye kadar yapılan izahlardan anlaşılacağı üzere هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ifadesiyle Kur’ân’ın, hem mü’min hem de ihlas ve ihsan ufkunu yakalayan kutlular için sırf hidayet kaynağı olduğu hatırlatılmaktadır. Gerçi tâbiîn imamlarından bazıları “müttakîn”in mânâsını اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ “Görmedikleri âleme inananlar.” ferman-ı sübhânisiyle yorumlamışlardır ama o, bizim mülâhazalarımız üstünde bir tevcihtir.

Burada, “baştan beri izah edilmeye çalışılan “müttakiler”in kimler olduğu, onlar üzerinde bu kadar geniş ve derince durmadan anlaşılamaz mı?” şeklinde bir soru akla gelebilir. Böyle bir soruya bizzat Kur’ân, هُدًى لِلْمُتَّقِينَ’den هُمُ الْمُفْلِحُونَ’a kadar olan âyetlerle cevap vermektedir:

Evet, اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ifadesine, “O müttakiler ki, gıyaben inanırlar” veya gaybî hakikatlere inanırlar.” şeklinde bir mânâ vermek mümkündür.

اَلْغَيْب kelimesi غَابَ – يَغِيبُ’den masdar olup, başka yerde bulunmak, hazırda olmamak, göz önünde bulunmamak mânâsına gelmektedir. “Gaybet” ve “gıyâb” da aynı mânâ­dadır. Aynı zamanda bu kelime, هُدًى’de olduğu gibi, masdar olduğu hâlde ism-i fâil mânâsında kullanılmıştır ve “gâib: göz önünde bulunmayan” anlamına da gelmektedir. Ancak ileride de izah edileceği üzere يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ifadesindeki اَلْغَيْب kelimesine ism-i fâil olarak “gâib” mânâsı vermek, kanaat-i âci­zâ­nemce çok uygun değil gibidir. Binaenaleyh يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ cümlesine “Gayb’a iman ederler.” veya “Gıyaben iman ederler.” şeklinde bir mânâ vermek daha uygun olsa gerek. Hatta bir zaviyeden “Gıyaben iman ederler.” sözü de tenkit edilebilir. Zira bugün bir kısım ilim ve bilim çevrelerince insanların, sadece duyu organlarıyla algıladıkları ve tecrübe alanlarına giren şeylere iman etmeleri gerektiği iddia edilmektedir. Hâlbuki duyu organları ve tecrübeler, kat’iyen imanın rüknü olamazlar. Dolayısıyla “Ben, sadece elle tutulan, gözle görülen, kulakla işitilen ve laboratuvar tecrübeleri neticesinde elde ettiğim malumata inanırım.” diyen bir kişi, imanı asıl mânâsıyla anlayamamış demektir. Onun için âyet-i kerimede يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ buyrularak, müttakilerin, iman edilmesi gereken hakikatlere hem aklen hem de kalben inanmalarının esas olduğu vurgulanmış olmaktadır.

Dolayısıyla o takva erleri, sadece gözlerinin gördüğü “meş­hû­dât”a inanmazlar. Âlem-i şehadet ve âlem-i mahsüsât de­ni­len maddî âlemi, vicdanları ile “şuhûd-u Hak” arasında bir ber­zah kabul eder ve bu âlem-i şehadet silinmeden şu­hûd-u Hakk’a vâsıl olamayacaklarına inanırlar. Bunun içindir ki ehl-i tahkik, genellikle âlem-i şehadetin kıstaslarına itibar et­me­miş ve gayb âlemine ait gördükleri temessülâtı da bu âle­min ölçüleriyle değerlendirmemişlerdir. Aksine onlar, bu âlem­deki bütün müşâhedelerini öbür âlemin kıstaslarıyla ölçüp biçmiş, ona göre bir hükme varmışlardır. Vicdan kahra­man­ları, bu âlemi, öteki ve hakiki âlemin bir gölgesi saymış, hat­ta bunlardan bazıları, onu zevk-i ruhanî için bir gölge şeklinde duyup hissetmiş; bazıları da kendilerini ve o âlemi tamamen fenâ-i mutlak içinde bir fâni veya adem-i mutlak içinde bir mâdum-u izafî görmüşlerdir.

Bu konuda esas olan Ehl-i Sünnet’in görüşü ise, حَقَائِقُ الْأَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ “Eşyanın hakikatleri (vücudu, mevcudiyeti) sabit­tir.”190 şek­lindedir. Yani hangi mânâda olursa olsun kâinatın mev­cu­di­yeti bir gerçektir, fakat her şeyin varlığı, Allah’ın (celle ce­lâ­luhu) vücuduyla (mevcudiyetiyle) kâimdir. Bu itibarla da mahlûkatın varlığı zıllî (gölge mahiyetinde) bir varlıktır. Bu­nun­la beraber bu varlığın, Cenab-ı Vacibu’l-Vücud’la kâim olup, O’nun vücuduna nispeten zayıf bir gölge mahiyetinde olması ve O’nu düşünmeden bunlara hakiki bir vücud verme im­kâ­nının bulunmaması itibarıyla, onlara bir değer atfedilmemesi, bir hakikate karşı hürmetsizlik değil, aksine o büyük hakikate karşı hürmetin ifadesi sayılmıştır.

Bir kısım ehl-i tahkik, gözle gördükleri âlemdeki değişik temessülâtı, rüya ve hayal saymış ve bunları birer gölge olarak değerlendirmişlerdir. Hatta onların bazıları, sekr hâlinde müşâhede ettikleri âlemleri asıl âlem ve hakâik-i eşya kabul etmiş, dolayısıyla da o âlemde gördüklerinin tevilini yapma lüzumu duymamış; duymamış ve bu âlemi, o âlemin kıstaslarına göre tevil etmişlerdir. Her ne kadar onların bu yaklaşımları, ilk bakışta bir mübalağa ve mugalata gibi görünse de, şu bir gerçektir ki, âlem-i şehadet, âlem-i gayb üzerinde tenteneli bir perdedir ve hakiki âlem de ötelerdeki âlemdir.

İşte اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ifadeleriyle vasıfları anlatılan o müttakiler, vicdanlarıyla şuhûd-u Hak arasında bulunan bu perdeleri aşarak, meselenin özünü, tenteneli o perdenin ötesinde duydukları vech ile ifade etmek istemişlerdir. Yani onlar, otların bitmesi, çiçeklerin açması ve ağaçların meyve vermesi.. gibi, kâinatta baş döndürücü bir ahenkle cereyan ve deveran eden hâdiseleri görmüş ama her zaman bunların gösterdiği şeylerin arkasındaki hakikatlere inanmışlardır. Bu kutlular zümresine dâhil olmak isteyenlerin karşılarına gözlerle görülebilen, kulaklarla işitilebilen ne tür hakikatler çıkarsa çıksın ve bu hakikatler, birbirinden ne kadar ince, derin ve ledünnî olursa olsun, onlar gözleriyle ya da teleskop veya mikroskoplarla görebilecekleri hakikatlerin ötesinde en büyük hakikati arar ve akıllarıyla değerlendirip, vicdanlarıyla buna ermeye çalışırlar. Zira onlara göre yegâne hakiki vücud ve hakiki varlık O’dur. Hakikat-âşina pek çok ehl-i tahkik, araştırmaları neticesinde, kâinatta hakiki hiçbir şeyin olmadığını, hakiki hakikatin esmâ-i ilâhiye, sıfât-ı sübhâniye ve Zât-ı ilâhiye olduğunu söylemişlerdir. Hatta bu mevzuda daha da derinleşenler, bir bakıma esmâ-i ilâhiyede sıfât-ı ilâhiyenin gölgelerini görmüş, onlara dahi hakiki vücut vermek istememişlerdir.

Daha sonra وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ “(O müttakiler) namazı tam îfâ ederler ve dosdoğru kılarlar.” ifadesiyle müttakilerin bir başka vasfı olan “namaz kılma”ya dikkat çekilmekte ve bu ifade, اَلْمُتَّقِينَ sözünün sıfatı ilk cümle olan يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ üzerine atfedilmektedir. Buradan da “amelin imandan bir cüz olmadığı” anlaşılmaktadır. Çünkü namaz kılmak imandan bir cüz olsaydı kendi üzerine atfedilmiş olacağından وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ, cümlesi يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ üzerine atfedilmezdi. Birbiri üzerine atfedildiğine göre iman ile amel birbirinden farklı, fakat birbiri üzerine atfedilecek cinsten şeylerdir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), اَلْإِيمَانُ بِضْعٌ وَسَبْعُونَ –وَفِي رِوَايَةٍ بِضْعٌ وَسِتُّونَ– شُعْبَةً وَالْحَيَاءُ شُعْبَةٌ مِنَ الْإِيمَانِ “İman, yetmiş küsur –bir rivayette de altmış küsur– şubedir. Haya da imandan bir şubedir.”191 buyurmuştur. Başka bir rivayette ise şu ziyâde vardır: فَأَفْضَلُهَا قَوْلُ لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ وَأَدْنَاهَا إِمَاطَةُ الْأَذَى عَنِ الطَّرِيقِ “Bu şubelerden en üstünü ‘Lâ ilâhe illallah’ sözüdür, en aşağı mertebede olanı da yolda bulunan rahatsız edici bir şeyi kenara itmektir.”192

Peygamberimiz bu hadis-i şerifinde hayâyı, Lâ ilâhe illallah demeyi ve yolda bulunan rahatsız edici bir şeyi bertaraf etmeyi imandan birer şube olarak zikretmektedir. Bundan da anlaşılmaktadır ki amel, imana dâhil değil, bir anlamda onun şubelerindendir. Gerçi iman ile amel birbirinden farklı şeyler olsa da amel, bir sarayın müştemilâtı gibi, imanın teferruatından sayılmıştır. Tabiri caizse iman, evvela o sarayın, sâniyen içteki tefrişat ve dekorasyonunun plân ve projesi; amel ise bu projenin tamamen şeklî yönüdür. İşte iman ile amel arasında böylesine sıkı bir irtibat vardır. Onun için وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ifadesi اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ üzerine atfedilmiştir.

إِقَامَة kelimesi kök itibarıyla, ayakta durmak, bir işin başında bulunmak ve bir işe vaziyet etmek mânâlarına gelen قِيَام kökünden, if’âl bâbında masdardır ve bir şeyi kaldırıp doğrultmak, düzeltmek, şekil vermek, olması gerekli olan hüviyete irca etmek, bir şeyin îfâsına ihtimam göstermek ve bir vazifeyi yaparken çevik-çavak olmak gibi mânâlara gelmektedir. Bazılarının aklına “وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ yerine يُصَلُّونَ de denilebilirdi.” şeklinde bir düşünce gelebilir. Ne var ki, يُصَلُّونَ kelimesi, يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ibaresinin ihtiva ettiği mânâları ifade etmemektedir. Onun için, âyet-i kerimede daha kısa bir tabir olan يُصَلُّونَ yerine, bir bakıma itnâb yapılarak söz uzatılmış ve يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ifadesi seçilerek kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de, namaz hakkında صَلَّى fiili de kullanılmakla beraber daha çok “ikame-i salât” benzeri kalıplar kullanılmış, bazen de namazın haysiyetinin ve ona karşı hudû, huşû, saygı ve edebin muhafazasını işaretleme babından حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ193 ve اَلَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ194 buyrulmuştur ve görüldüğü gibi bunlar belli hususiyetler ifade eden beyanlardır.

اَلصَّلَاةَ kelimesi ile إِقَامَة kelimesi arasında böylesine ciddi bir irtibat söz konusudur. Evet, Kur’ân-ı Kerim’in, kelimeleri hassasiyetle seçip yerli yerinde kullanması ona has bir keyfiyettir.

Örf-i şer’îde “salât”, “namaz” mânâsına gelmektedir. Bir diğer mânâsıyla, “Allah’tan rahmet, meleklerden istiğfar, mü’minlerden de dua” anlamınadır. Yani salât, kulların Al­lah’a karşı yaptıkları dua, meleklerin kullar hakkında yaptıkları istiğfar, Allah’ın da mü’minler hakkında merhametinin ifadesidir.

Arapça’da الصَّلَا kelimesi, kalça kısmına verilen addır. صَلَّى ise, “vücudunun o kısmını hareket ettirdi” demektir. Rükûda, secdede o kısım hareket ettiği için namazı ifadede bu kelime kullanılmıştır. Bunun benzeri كَفَّرَ fiilidir. “Kâfire”, kalçadaki kaba etin ismidir. Yahudiler birbirlerine selam verip saygılarını ifade ederlerken başlarını eğer, hafif bir şekilde bellerini kırarak reverans yapar ve sonra kalçalarını hareket ettirip doğrulurlardı ki, Araplar bu durumu ifade için كَفَّرَ الْيَهُودِيُّ “Yahudi mezkûr hareketi yaptı.” derlerdi. Bu şekilde “iki uyluğu hareket ettirme” mânâsına صَلَّى, namazdaki rükû ve secdelerde yapıldığı gibi bizim “belini eğmek” dediğimiz mânâda kullanılırdı. Bun­dan da anlaşılmaktadır ki, Araplar hem Yahudilerin baş ve belleriyle yaptıkları selam şeklini hem de yerlere eğilip eli ha­reket ettirerek verdikleri selam şeklini biliyorlardı.

Evet, lügat itibarıyla, dua ve niyazda bulunmak ve ayrıca beden ile yukarıda tasvir edildiği şekilde hareket etmek mâ­nâ­larına gelen اَلصَّلَاةَ kelimesi İslâm’da, Kur’ân’ın emrettiği ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarif buyurduğu şekilde kıyam, kıraat, rükû, sücûd gibi bir takım kalb, dil ve bedene ait fiillerle, hususi esaslardan oluşan ibadetin adıdır. Bu itibarla Kur’ân-ı Kerim, وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ifadesinde özellikle “salât” kelimesini seçerek kullanmıştır. Zira, salât kelimesinin yerini burada başka hiçbir kelime dolduramaz. Bunun için mânâ, ne يُقِيمُونَ الْعِبَادَةَ ne يُقِيمُونَ مَا فَرَضَ اللهُ عَلَيْهِمْ ne de sadece يُصَلُّونَ ile değil de وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ile ifade edilmiştir.

Evet, إِقَامَة kökünden gelen يُقِيمُونَ kelimesi, iç ve dış dinamiklerle bir işe fevkalâde derecede ihtimam gösterip, onu hakkıyla ikâme etmeyi; اَلصَّلَاةَ kelimesi de kalbin Allah’a karşı haşyetle, saygıyla dopdolu bulunmasını, lisanın bunu dile getirmesini ve aynı zamanda insanın da bunu rükû, sücûd ve kâde gibi malum hareketlerle yerine getirmesini ifade etmektedir. Binaenaleyh وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ “Onlar vücutlarını Allah’ın istediği, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendilerine tarif edip fiilen gösterdiği şekilde hareket ettirerek, değişik pozisyonlara girmek suretiyle, Allah’ın onlardan ikâmesini istediği ibadeti en mükemmel şekilde yerine getirme hususunda ihtimam gösterir ve hudû, huşû ve saygıyla onu eda ederler.” mânâsına gelmektedir.

Namazda, emre esas teşkil etmese de, bir çeşit fizikî ve be­de­nî eğitim de söz konusudur. Ne var ki, صَلُّوا كَمَا رَأَيْتُمُونِي أُصَلِّي “Na­maz kılarken Beni gördüğünüz gibi namaz kılınız.”195 hadis-i şe­ri­finden anlaşıldığı üzere yapılan ibadetin Allah katında makbul olabilmesi ve kişiye sevap kazandırabilmesi için hem kalbin Al­lah’a karşı haşyet, hudû ve saygıyla dopdolu bulunması hem de davranışların, Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ikâme adına tarif edip gösterdiği şekle uygun îfâ edilmesi ge­rek­mektedir. Zira insan namaz kılarken kalbi haşyet, huşû ve saygıyla çarpmıyorsa, zâhiren namazını kılmış ve borcundan kurtulmuş olsa da kâmil mânâda namazını eda etmiş sayılmaz ve iç-dış erkânına riayet edilerek kılınan namazdan hâsıl olacak se­va­bı alamaz. Aynen onun gibi kişi, o ibadeti en zor bedenî ha­reketlerle yerine getirse de, Efen­di­miz’in (sallallâhu aleyhi ve sel­lem) tarif edip gösterdiği şekle uygun değilse kâmil mânâda namazını eda etmiş olmaz ve ondan beklenen engin sevabı da elde edemez. Evet, namazda, ilâhî lütuf olarak bedeni sağlıklı tutacak bir kısım fizikî hareketlerin yapılması emredilmiş olsa bile, kişi namazını eda ederken bunları maksat edinmemelidir.

اَلصَّلَاةُ عِمَادُ الدِّينِ “Namaz, dinin direğidir.”196 hadis-i şerifi, namazın dindeki ehemmiyetini göstermesi adına çok mâ­ni­dardır. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu beyanıy­la, dini yüksek bir binaya, namazı da onun dayandığı bir sü­tun veya bir kaideye benzetmektedir. Hatta hadis kriterleri açı­sın­dan tenkit edilse de bu hadisin devamında مَنْ أَقَامَهَا فَقَدْ أَقَامَ الدِّينَ وَمَنْ تَرَكَهَا فَقَدْ هَدَمَ الدِّينَ “Namazı dosdoğru ikâme eden kişi, dini ikâme etmiş, onu (terk edip) yıkan kişi de dini yıkmış olur.”197 buyrulmaktadır ki, بَيْنَ الْعَبْدِ وَبَيْنَ الْكُفْرِ تَرْكُ الصَّلَاةِ “Kul ile küfür arasındaki perde, namazın terkidir.”198 hadis-i şerifi bu mânâyı teyit etmektedir.

Evet, namaz terk edildiğinde, küfürle insan arasında artık herhangi bir perde kalmamıştır ve insan âdeta kâfir görüntüsü sergiliyor demektir. Onun için imanın dil ile ikrar edilmesinin alâmeti olarak, يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ’ın arkasından şeâirin en büyüğü sayılan namazın zikredilmesi çok mânidardır. İnsan, imanını diliyle ikrar etmese de namaz kılması onun hakiki mü’min olduğunun daha açık bir alâmetidir. Çünkü şeâir (İslâm’a ait âdet, işaret ve kaideler), fiilen Allah’ı ilandan ibarettir. Onun için imanın hemen arkasından ehemmiyetine binaen şeâirin en büyüğü kabul edilen namaz zikredilmiştir.

Namaz, hem kalbî hem de bedenî bir ameldir. Onun için, burada kalbe mahsus bir amel olan imandan, o imanın pratik hayattaki yansımaları olan amellere geçilirken, bu amellerin en başında, –o da çok önemli olmasına rağmen, malî bir ibadet olan– zekâttan önce وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ifadesiyle “namazın ikâmesi” zikredilmiştir ki burada konu ile alâkalı bir hususa bilhassa dikkatlerinizi çekmek isterim: وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ifadesiyle kişinin namazını ikâme ederken hem o vakitteki namazının başından sonuna kadar hem de hayatı boyunca kılacağı bütün namazlarında aynı iç duruluğunu, içten saygısını ve haşyetini devam ettirmesinin önemi işaretlenmektedir.

Zekâtta ise böyle bir durum mevzubahis değildir. Zira kişi bir an içinde niyet edip zekâtını verdiğinde bu mükellefiyet yerine getirilmiş olur da daha sonra o kişinin aklından ne geçerse geçsin niyetine zarar vermez. Hâlbuki huşûun, namazın bütün rükünlerine şamil olması gerekir. Bunun için tâdil-i erkâna riayet, Şafiî mezhebine göre farz, Hanefi mezhebine göre ise vaciptir. Hatta Hanefi ulemasından bazıları da tâdil-i erkânın farz olduğunu söylemişlerdir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, –tâdil-i erkân ister farz, isterse vacip olsun– namazın bütün rükünlerinde, namazın ikâmesinin ruhunda anlatılmak istenen saygı, haşyet ve huşûun hâkim olması önemli bir esastır.

Öyleyse nasıl ki bir insan imandan ayrıldığı zaman kâfir olur hatta kalbin bir an tasdikten uzak kalması küfür emaresi sayılır; namazın herhangi bir rüknü de, onun ikâmesinin ifadesi olan saygı, haşyet ve huşûdan uzak kaldığı zaman bir mânâda namaz nâkıs sayılır. Aslında mesele dil açısından ele alındığında da وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ’nin bunu çok açık bir şekilde anlattığı görülecektir. Zira وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ifadesindeki يُقِيمُونَ fiili, muzâri sigasıyla gelmiştir. Muzâri sigası, teceddüde ve geniş zamana delâlet eder; buna göre, o şahıs gelecekte de kılacağı bütün namazları âdeta bir sinema şeridi gibi zihninde canlandırır ve kendisini mütemadiyen namazı ikâme ediyor olma ruh hâleti içinde müşâhede eder. Bu da Kur’ân’ın bu husustaki enfes tasviridir. Bu itibarla da وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ, “Namazı daima dosdoğru ikâme ederler.” mânâsına gelmektedir. Ce­nab-ı Hak bizleri namazı tastamam ikâme etmeye muvaffak kılsın. Amin..!

* * *

وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Nezd-i ulûhiyetimizden onlara rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler.”

Buradaki مِمَّا; مِنْ ile مَا’nın idğamlı hâlidir. Malum olduğu üzere مِنْ, teb’iz (bir şeyin bir kısmını zikretme) ifade eder ve burada infakın Cenab-ı Hak tarafından verilen rızkın bir kısmından olacağını işaretler. مَا ise, eski Türkçede “nesne”, günümüzde daha yaygın olarak kullanıldığı şekliyle “şey” mâ­nâ­sına gelir ve daha ziyade “akıl sahibi olmayan şeyler (nesneler)” için kullanılır. Arapçada akıl sahibi varlıklar için مَنْ kelimesi kullanılır ki, “kimse” mânâsına gelmektedir.

“Rızık”, lügat itibarıyla haz, nasip, pay; ıstılahî mânâsı açısından ise Cenab-ı Hakk’ın canlılara faydalanmaları için ihsan ve lütfettiği her şey mânâsına gelmektedir. Ehl-i Sünnet’e göre, rızkın ıstılahî mânâsı, lügat mânâsıyla aynıdır. Ancak, Mutezile, haramın rızık olmadığı kanaatindedir. Mutezile’nin bu kanaati, Ehl-i Sünnet akidesine ters olduğu gibi, kâinatta câri olan kanunlara da aykırıdır. Binaenaleyh yukarıda da ifade edildiği gibi rızık, bütün canlılara faydalanmaları üzere bahşedilen nesne veya nesneler olduğu için, bu anlamdaki rızka, hayvanların, hatta ağaçların istifade ettiği şeylerin hepsi dâhildir. Hâlbuki hayvanlar için helâl ve haram meselesi söz konusu değildir. Eğer harama “rızık değildir” denilecek olursa, bu takdirde “Mütemadiyen haram yiyen kimseler, hiç rızık yemiyorlar.” türünden gayr-i makûl bir hüküm ortaya çıkar. Buna mukabil Ehl-i Sünnet, rızkı, “helâl rızık-haram rızık” şeklinde ikiye ayırır.

Ayrıca rızık, zevce ve çocuk gibi nimetleri de içine alan şümullü bir mânâ ifade etmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, huri, gılmân ve evlat gibi nimetlerin verilişini birer rızık olarak anlatmaktadır. Bundan da anlaşılmaktadır ki, rızık sadece mala has olmayıp canlıların istifade ettikleri her şeyi ihtiva etmektedir.

İnfak, nafaka verme, sarf etme, harcama ve malın elden çıkarılması” anlamındadır. Tıpkı rızık gibi infak da oldukça şümullü bir mânâ ifade eder. Evet infak, hakiki mânâsıyla malı, mecazi mânâsıyla malın dışındaki şeyleri de içine alır. Zaten اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ âyet-i kerimesinin kelimeleri arasında, anlatmak istediği hakikat etrafında bir “te­câ­vüb” (birbirinin ihtiyacına cevap verme) vardır ve kelimelerin heyet-i umumiyesi, âdeta bir koordinasyon içindelermiş gibi bir keyfiyet arz eder. Âyet-i kerimedeki infakı ifade eden يُنْفِقُونَ kelimesinin, mânâ itibarıyla hem hâle (şimdiki zamana) hem de geleceğe delâlet eden muzâri sigasında gelmesi ve kelimenin mânâsının şümulü, infakın maldan olabileceği gibi sıhhat, ilim, fikir, düşünce, hatta başkalarını harekete geçirecek müspet bir hareket… gibi diğer şeylerden de olabileceğine işaret etmektedir. İnsanın hoşuna giden ve muhtaç olduğu şeyleri, hoşuna gitmesine ve ihtiyacına rağmen başkalarına vermesi mânâsına gelen îsâr” da bir nevi infaktır.

Evet, infak edilecek şeylerin başında şüphesiz zekât malları” gelmekle beraber, umumi mânâda in­fak çok şümullüdür ve zekâtın dışındaki ihsanları da ihtiva etmektedir. Nitekim Al­lah Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنَّ فِي الْمَالِ لَحَقًّا سِوَى الزَّكَاةِ “Malda şüphesiz zekâttan başka da hak vardır.”199 hadis-i şe­rif­leriyle bu hakikati ifade buyurmak istemişlerdir. İşte bu umu­mi mânâdaki infak, Kur’ân-ı Kerim’de: يَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ قُلْ مَۤا أَنْفَقْتُمْ مِنْ خَيْرٍ فَلِلْوَالِدَيْنِ وَالْأَقْرَبِينَ وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللهَ بِه۪ عَلِيمٌ “Sana Allah yolunda kimlere ve ne har­ca­yacaklarını sorarlar. De ki: İnfak edeceğiniz mal ana-baba, ak­ra­balar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmış garipleredir. Ha­yır olarak daha ne yaparsanız Allah muhakkak onu bilir.”200 âyet-i kerimesiyle açıklanmıştır. Fakat وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Ken­di­lerine mutlak olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler.” ifadesinin umumi olmasıyla, infakın sadece maldan değil, başka şeylerden de olabileceği hatırlatılmaktadır.

Evet, yukarıda da ifade edildiği gibi namaz, din binasının direğidir. Akideye, bedenî ve malî ibadetlere benzemesi ve kalbin huşû ve hudûunu ifade etmesi… gibi değişik yönleriyle namaz câmi bir ibadettir. Onun için namaza bütün ibadetlerin fihristi nazarıyla bakılmıştır. Bu itibarla o, mü’minin miracı olma” gibi hiçbir ibadet için söz konusu olmayan büyük bir kıymeti hâiz sayılmıştır. İnsan oruç tutarken, zekât verirken, hatta hac vazifesini eda ederken dahi tahakkuk ettiremediği miracını namazda gerçekleştirir. Evet, miraç yapmak isteyen kimselere namaz bu isteklerini gerçekleştirme adına bir helezon sayılagelmiştir. Ne var ki, kimin namazının ve hangi namazın miraç olduğu müphem bırakıldığı için bu yüce ufka ulaşmak, namazın devamlı ve ihtimam gösterilerek kılınmasına ve bu uğurda cehd ü gayret gösterilmesine vâbestedir.

Zekât ise İslâm binasının bir köprüsüdür. Nitekim اَلزَّكَاةُ قَنْطَرَةُ الْإِسْلَامِ “Zekât, İslâm’ın kantarasıdır (köprüsüdür).”201 hadis-i şe­ri­fi bu hakikati işaretlemektedir. Zekât, bir insanın İs­lâm binası içine girebilmesi adına behemahal geçmesi gere­ken dar ve zorlu bir yol mahiyetindedir. Çünkü وَأُحْضِرَتِ الْأَنْفُسُ الشُّحَّ202 âye­ti­nin ifadesiyle nefisler, cibillî olarak cimrilik üzerine yaratıl­mış­lardır. Bir anlamda gelecek nesillere bir şeyler bırakmak için tutumlu olma duygusu suistimal edilince bundan cimrilik doğmuştur. Binaenaleyh bu duygularla mücehhez olan insanın zekât yolundan geçmesi zorlaşmış sayılır. Yukarıdaki âyet gibi وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ “Doğrusu o (insan), mal sevgisine çok düş­kün­dür.”203 mealindeki âyet de insan fıtratına dikkatleri çekmektedir. İnsandaki mal-mülk edinme his ve hevesini silip atmak oldukça zordur. Burada dolaylı olarak bu âyetin özel mül­ki­yet” meselesine baktığına da temas etmek gerekmektedir.

Evet zekât, mutlaka geçilmesi gereken, aynı zamanda da fevkalâde dar olan bir köprüdür. Dolayısıyla da insanlar hakiki İslâm binasına geçebilmek için her hâlükârda zekât vermelidirler. Nisap miktarı mala mâlik olan ve zekât veren mü’minin yanında, ona mâlik olmayan mü’minin de, bu yoldan geçmenin lüzumuna inanıp elindeki mevcut mallardan vererek bu köprüye bir katkıda bulunması gerekmektedir. Dahası, elinde hiçbir şey olmayan bir mü’min bile çalışmalı ve bu köprüyü tesis etmek için meşru yollardan kazanç temin etmeye bakmalıdır; zira وَالَّذِينَ هُمْ لِلزَّكَاةِ فَاعِلُونَ204 âyet-i kerimesinden anlaşılacağı üzere o mü’minler zekât vermek için devamlı faaliyet içindedirler. Onların bütün aktivitelerinin arkasında zekât verme duygu ve düşüncesi yatmaktadır. Binaenaleyh insan, her zaman, almak için değil, aksine vermek için hazırlanmalıdır. اَلْيَدُ الْعُلْيَا خَيْرٌ مِنَ الْيَدِ السُّفْلَى “Üst (veren) el, alt (alan) elden daha hayırlıdır.”205 hadis-i şerifi bu hakikati ifadede önemli bir esastır. Aslında bu husus bir Allah ahlâkıdır. Çünkü Allah (celle celâluhu), kullarına bol bol nimetler ihsan etmekte ve ihsan ettiği bu nimetlerden onların da muhtaç olanlara vermelerini istemektedir. Sa­de­ce veren değil, alan kişi de ilâhî ahlâkla ahlâklanmak için kendi çapına göre az dahi olsa vermeye çalışmalıdır.

Evet, bedenî ibadetlerin en önemlisi olan namaz ve ma­lî ibadetlerin esası sayılan zekât, insanın yapacağı bütün ibadetleri câmi bulunan, İslâm binasının hayatî iki büyük rüknüdür.

Âyetin dil açısından tahliline geçmeden önce konuyla alâ­kalı İşârâtü’l-İ’câz’da zikredilen şu tespitleri arz etmekte ya­rar var:

“İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilallerden, ihtilaflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilacı, muavenettir.

Evet zekâtın vücubu ile ribânın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.

Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sahifeyi lekelendiren beşerin mesâvisine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilaller, fesatlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.

Birisi: ‘Ben tok olayım da başkası açlığından ölürse ölsün bana ne.’

İkincisi: ‘Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lez­zet­ler içinde rahat edeyim.’

Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmağa yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekâttır.

Nev-i beşeri umumi felâketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyâtı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan da hurmet-i ribâdır.”206

Binaenaleyh zekât veren, infakta bulunan veya umumi mâ­nâ­sıyla her türlü hayır peşinde koşan bir insanın, “Ben tok olayım da başkası açlıktan ölürse ölsün bana ne!” şeklinde bir duygu ve düşünce içinde olması mümkün değildir. Çün­kü إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Sen­den yardım dileriz.”207 ortak paydası etrafında hâlelenen mü’minler, mutlak adalet ve eşitlik ekseninde vicdanî bir cemaat teşkil etmektedirler. Dolayısıyla onlar, hep beraber hareket edildiği zaman anlaşabilecek şekilde, aralarında eşitlik bulunan bir cemaat olarak Allah’ın huzurunda arz-ı ubû­diyet etmekte ve O’ndan yardım talep etmektedirler. Malum olduğu üzere matematikte toplanabilecek şeylerin aynı cinsten olmaları esastır. Yani “Bir koyun+bir elma+bir insan=3 eder.” denilemez. Çünkü bu işlemi meydana getiren unsurlar arasında cins itibarıyla bir eşitlik söz konusu değildir. Aynen onun gibi, vicdan insanlarından oluşan sâlih bir cemaatin teşekkülü, içtimaî adalet prensipleri çerçevesinde o cemaatin fertleri arasındaki eşitliğe bağlıdır.

Böylesi bir sosyal adalet ve eşitliğin tesis edildiği bir toplumda;

1. Dünya malı ve dünya anlayışı cihetiyle zengin, Cenab-ı Hakk’ın kendisine lütfettiği şeylerden verir ve böylelikle fakir hoşnut edilir.

2. İhtiyaç sahiplerinden gelebilecek öfke, şiddet ve hiddetin kesilmesi ve zenginlerden gelebilecek zulüm ve gadrin sona ermesi için “Ben tok olayım, fakat başkaları da benimle birlikte tok olsun; şayet başkaları aç kalacak olursa, ben de onlarla birlikte aç kalayım.” yüksek in­sa­nî duygu ve düşüncesi hâkim olur. Onun içindir ki, bu eşitliğin zirve noktada temsil edildiği Asr-ı Saadet’teHaz­re­ti Ömer (radıyallâhu anh), insanların fakr u zaruret içinde kıvrandıkları ve günde ancak iki-üç tane hurma ile yetindikleri bir dönemde, kendisi de aile efradıyla birlikte aynı şeylerle yetinmiş ve gerçek bir devlet adamının nasıl olması gerektiğini göstererek halkıyla eşit şartları paylaşmıştır.

Asr-ı Saadet’te tesis edilen böyle bir sosyal adaletin, huzurlu bir toplum hayatı için ilelebet devam ettirilmesi gerekir ki böyle vicdanî bir toplum hâline gelmiş ve inançla coşmuş sineler, Hazreti Mâbud-u Mutlak’ın huzurunda da mahlûkiyet ve abdiyette eşit olduklarını ifade edebilsinler.

İşte zekât, bu eşitliği sağlayan en büyük âmillerden birisidir. Bunun karşısında ise faizvardır. Kur’ân-ı Kerim, faizi haram kılmakla sosyal hayattaki büyük bir hastalığı tedavi etmiştir. Zira faiz, “Sen zahmetler içinde kıvran ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.” felsefesine dayanmakta ve adaletsiz sistemi vasıtasıyla, tefecilik usulüyle, mal stoku yapma veya daha değişik spekülasyonlarla başkalarını fakr u zaruret içinde bırakarak hayat-ı içtimaiyedeki eşitliği temelinden dinamitlemektedir.

Yine İşârâtü’l-İ’câz’da208 ifade edildiği şekliyle, وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ âyetinde:

1. Teb’izi ifade eden مِنْ israfı reddeder.

2. مِمَّا’nın cümlenin başında zikredilmesi, verilecek sadakanın, kişinin kendi malından olmasının lüzumuna işaret eder.

3. رَزَقْنَا ifadesi, sadakayı veren kişiyi, minnet etmekten yani yaptığı iyiliği başa kakmaktan meneder. Çünkü veren Allah’tır, kul ise yalnızca bir vasıtadır.

4. Rızkın نَا’ya olan isnadı, yani “bizim verdiğimiz rızıktan” şeklinde ifadesi, fakirlikten korkulmaması gerektiğine işaret eder.

5. Rızkın âmm ve mutlak olarak zikredilmesi, sadakanın ilim ve fikir gibi şeylere de şamil bulunduğuna delâlet eder.

6. يُنْفِقُونَ maddesi; alanın, sefahete değil, zaruri ihtiyaçlarına yani nafakasına sarf etmesi gerektiğine işaret eder.

Evet, rızkı veren Cenab-ı Hak’tır. Dolayısıyla infakta bulunan kişi, verdiğini insanların başına kakmamalıdır. Kur’ân-ı Ke­rim: يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لَا تُبْطِلُوا صَدَقَاتِكُمْ بِالْمَنِّ وَالْأَذٰى كَالَّذِي يُنْفِقُ مَالَهُ رِئَۤاءَ النَّاسِ وَلَا يُؤْمِنُ بِاللهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ “Ey iman edenler! Sadaka verdiğiniz kimselere minnet etmek, incitmek suretiyle sadakalarınızı boşa çıkarmayın.. ve Allah’a da, ahirete de inanmadığı hâlde sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harcayan kimsenin durumuna düşmeyin…”209 âyetiyle bu hakikati dil­len­dirmektedir. Ayrıca, rızkı veren Cenab-ı Hak olduğuna göre, infakta bulunurken fakirliğe düşmekten korkulmamalıdır. Ni­te­kim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisinden herhangi bir şey istenildiğinde varsa verir, olmadığında da vaat ederdi. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bazen üzerine giydiği tek elbisesini bile isteyen olursa tereddüt etmeden verir ve bununla ayrı bir ruhanî zevk yaşarlardı.

Bir defasında bir şahıs gelip O’ndan bir şey istemişti, Allah Resûlü ona istediği şeyi vermişti. Bir başkası gelip istemiş, O yine vermişti. Başka biri istediğinde ise, verecek bir şey kalmadığı için, Allah Resûlü vaat etmişti. Yani mal eline geçtiği ilk fırsatta ona verecekti. Bu durum Hazreti Ömer’i fevkalâde üzmüş, Allah Resûlü’nün bu derece rahatsız edilmesinden rahatsız olmuştu. Dizleri üzerine doğruldu ve: سُئِلْتَ فَأَعْطَيْتَ ثُمَّ سُئِلْتَ فَأَعْطَيْتَ ثُمَّ سُئِلْتَ فَوَعَدْتَ “İstediler verdin. Bir daha istediler yine verdin. Bir daha istediler vaat ettin. (Yani, kendini bu kadar eziyete sokma yâ Resûlallah!)” dedi. Ancak bu sözler Allah Resûlü’nün hiç hoşuna gitmemişti. Kaşlarının hafif çatıldığını gören Abdullah İbn Huzâfetü’s-Sehmî ayağa kalkmış ve: أَنْفِقْ يَا رَسُولَ اللهِ! وَلَا تَخْشَ مِنْ ذِي الْعَرْشِ إِقْلَالًا diyerek tesellide bulunmuştu. Yani: “Ver ey Allah’ın Resûlü, sakın Allah’ın Seni fakir bırakacağını ve Sana olan nimetlerini kesivereceğini zannetme!” İki Cihan Serveri bir müddet sükût buyurdu ve ardından şöyle dedi: بِذَلِكَ أُمِرْتُ “İşte Ben de bununla emrolundum.”210

Bir başka husus: وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ ifadesinde olduğu gibi وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ ifadesindeki يُنْفِقُونَ kelimesinin muzâri sigasıyla vâ­rid olması da yine teceddüde (yenilenmeye, devamlılığa) de­lâ­let etmektedir. Ayrıca, âyet-i kerimedeki رَزَقْنَا’nın mâzi, يُنْفِقُونَ’un muzâri olarak gelmesiyle Cenab-ı Hak, sanki kullarına, “Al­lah’ın geçmişte verdiği her rızıktan hâl ve istikbalde, dur­ma­dan, tekrar tekrar infak ediniz.” buyurur gibidir.

Konu şöyle tasvir edilebilir; sanki rızık, insanların başlarına rahmet-i ilâhiyeden yağıyor veya yerden fışkırarak bütün çeşitleriyle onları çepeçevre sarıyor. Buna karşılık onlar da hazinedarlık ettikleri bu rızkı, bakım ve görümleriyle mükellef oldukları en yakın çevreden en uzak çevreye kadar bütün ihtiyaç sahiplerine infak ediyorlar.

Bir başka tasvirle ifade edilecek olursa, sanki bir hazine odasının bütün menfezlerinden, kapı ve pencerelerinden içeriye gürül gürül rızık akıyor da, hazineden mesul olan memur, Hazreti Samed’den gelen bu rızkı, el açıp kapısına gelenlere bol bol infak ediyor.

***

وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ

“Hem Sana indirilen Kitab’a hem de Senden önce indirilen kitaplara inanır ve tasdik ederler. Ahirete de kesin olarak inanırlar.”211

Bu âyet-i kerime, başındaki atıf “vav”ı ve “ism-i mev­sûl”den de anlaşılacağı üzere, bir önceki âyet üzerine atfedilmiştir. Çünkü اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ile gayba iman şeklinde icmalî iman” anlatıldıktan sonra sanki burada da tafsilî iman” anlatılmaktadır.

Âyetteki inzâl kelimesi, bir şeyi yukarıdan aşağıya sarkıtmak ve indirmek demektir. Türkçemizde bir memuru makamından indirmek veya onun maaşını eksiltmek de aynı kökten gelen “tenzil” kelimesi ile ifade edilir. Kur’ân-ı Kerim’in dünya semasına indirilişi, bir defada indirilme mânâsına gelen inzâl sözüyle, yeryüzüne indirilişi de “tenzil” kelimesiyle ifade edilmiştir.212 Tenzil kelimesi tef’îl babından gelmektedir. Tef’îl babı ise genellikle teksir (çokluk) için kullanılır. Dolayısıyla tenzil, vahyin “ceste ceste inmesi”ni ifade eder.

İnzâl ve tenzil arasındaki bu fark, açık olarak Kur’ân-ı Ke­rim’in bir muallâ mekâna def’aten indirildikten sonra Efen­di­miz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) 23 senelik nübüvvet hayatı boyunca parça parça inmesiyle de teyit edilmektedir. Ayrıca, âyet-i kerimede geçen ikinci أُنْزِلَ’den de anlaşıldığı şekliyle, –siyak-sibak nazara alındığı takdirde– Kur’ân-ı Kerim dışında, diğer peygamberlere gönderilen suhuf, Zebur, Tevrat ve İncil gibi ilâ­hî mesajlar için de aynı durum bahis mevzuu olabilir.

Esasen inzâl, şer’î mânâda, vahy-i semavinin taraf-ı ilâ­hî’den –ki nezd-i ilâhî âlîdir– taraf-ı nübüvvete indirilmesine denegelmiştir. Bu âyet-i kerimede Efendimiz’e (sallallâhu aley­hi ve sellem) inen Kitap’la (Kur’ân), O’ndan daha önce nâzil olan ilâhî suhuf ve kitaplara inanılmasının gerektiğine, ikisinin birden ve bir bütün hâlinde zikredilmesi de delâ­let etmektedir. Aslında Kur’ân-ı Kerim burada diğer suhuf ve kitapların da birer ilâhî kelâm olduklarına şehadetle onları da tasdik etmektedir ki, نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَأَنْزَلَ التَّوْرَاةَ وَالْإِنْجِيلَ “Sana Kitab’ı, gerçeğin ta kendisi ve daha önce indirilen kitapları tasdik edici olarak indiren O’dur. Bun­dan önce de O, insanlara doğru yolu göstermek için Tev­rat ve İn­cil’i indirmişti.”213, وَالَّذِۤي أَوْحَيْنَۤا إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ هُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِİlâhî kitaplar içinde Sana vahyettiği­miz bu Ki­tap, da­ha önceki kitapları tasdik eden gerçeğin ta ken­disi bir ki­tap­tır…”214 gibi âyetler hep bu hakikat etrafında şeref-nüzul ol­muş­lardır. Binaenaleyh mü’minler de, Yahudi ve Hı­ris­ti­yan­lar da bu yaklaşıma dikkat etmeli ve temkinli olmalıdırlar. Zira Kur’ân-ı Kerim her ne kadar zâhiren Tevrat ve İn­cil’in hükümlerini neshetmişse de haddizatında onlar da bi­da­yet itibarıyla birer ilâhî kelâm olup mü’minler nazarında Hak’tan gelmiş olmalarıyla, asılları açısından kutsaldırlar.

Evet, her vahy-i semavî, inzâl keyfiyetindeki hususiyetiyle mukaddestir. Dolayısıyla Kur’ân dışındaki kütüb-ü semaviye, mensuhiyetleri ve bazı kısımlarının tahrif edilmiş olması itibarıyla bugün kendileriyle amel edilmese de, kerametleri ilk vürûd ve nüzullerine ait, onlara inanma da bir esastır.. ve mü’minler bu çerçevede onları tasdikle mükellef sayılırlar. Ne var ki Yahudi ve Nasranîler, Kur’ân mesajını görmezlikten geldiklerinden, kendi devirleri ve daha sonraki dönemlerde sadece kendi kitaplarını kabul etmiş ve onların dışında ne bir kitap ne de bir nebiye hayat hakkı tanımayarak bütün bir İslâm camiasını küs­tür­müşler ve tarih boyunca pek çok defa bu ilâ­hî meşa­leyi söndürmek için seferler teşkil etmiş, Müslü­man­ların üzerine yürümüşlerdir.

Bu arada Kur’ân-ı Kerim’in diğer kitapları da tasdik etmesi ve onlara şahit olması, dün ve bugün dünyada bir kısım fitneleri önlemiş ve bir sulh anahtarı vazifesi görmüştür. Ya­ni bugün Yahudinin elindeki Tevrat ile Hıristiyanın elindeki İn­cil, sahip oldukları saygınlığı büyük ölçüde Kur’ân-ı Kerim’e borçludur. Aksine, âlemlere rahmet olarak inen Kur’ân-ı Ke­rim ve onun tebliğcisi Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sel­lem) bilinmediği ve tanınmadığı yerlerde ise kat’iyen o saygınlığı görememişlerdir.

Evet, Kur’ân-ı Kerim nâzil olduktan sonra insanlığın diğer peygamber ve dinlere karşı sergiledikleri katı tavır kısmen yumuşamış ve belli ölçüde de olsa birbirini kabullenen nesillerin yetişmesine ışık tutmuş, en azından başkalarının kanaatlerine saygılı olma ve hiç olmazsa insanı insan olarak değerlendirip herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncelerini savunan bir kısım “liberal sistemler”in, “hümanist cereyanlar”ın zuhuruna vesile olmuştur.

Ayrıca وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ âyetinde; “Hem Sana indirilen Kitab’ı hem de Senden önce indirilen kitapları tasdik ederler.” demekle önceden kendilerine kitap gönderilen nebilere inanmakta iken daha sonra Allah Resûlü’ne inanan kişilere de dikkat çekilmektedir. Peygamber Efendimiz (sal­lal­lâhu aleyhi ve sellem) konuyla alâkalı bir hadis-i şeriflerinde mükâfatları ikişer kat verilecek olan üç zümreden bahsederken, ثَلَاثَةٌ لَهُمْ أَجْرَانِ رَجُلٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ اٰمَنَ بِنَبِيِّهِ وَاٰمَنَ بِمُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ buyurarak, bunlar arasında ilk olarak Ehl-i Ki­tap’tan olup kendi peygamberine imandan sonra, Hazreti Ne­bi’ye (sallallâhu aleyhi ve sellem) erişen; O’na da iman edip, tâbi olan ve tasdik eyleyen kimseleri saymıştır.215

İşte bu hadis-i şerifte zikredilen üç zümreden birincisi, Ab­dul­lah İbn Selâm ve Necâşî gibi önceden başka nebilere inanmışken daha sonra Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inananlardır ki tebcil ve takdir edilmişlerdir.

Ayrıca وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ âyetinde şöyle bir nükte daha söz konusudur: Kur’ân-ı Kerim ve ondan önce nâzil olan ilâhî suhuf ve kitaplara, nüzul keyfiyetlerine bağlı olarak inanmak bir esastır. Şöyle ki, bir insanın “Allah’a inanıyorum.” diyebilmesi için Allah’ın varlığına; “Ahirete inanıyorum.” diyebilmesi için ahiretin bütün debdebe ve ihtişamıyla zuhur edeceğine inanması şart ve elzem olduğu gibi, bir insanın “Kur’ân’a inanıyorum.” diyebilmesi için de Kur’ân’ın Allah tarafından Peygamber Efendimiz’e peyderpey nüzulüne inanması şart üstü bir şarttır.

Aynı zamanda bu âyette Müslümanlara, Kur’ân’dan önce nâzil olan suhuf ve kitaplara da nüzul keyfiyeti itibarıyla saygılı olmaları, en azından onları tekzip etmemeleri talim buyrulmaktadır. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar:

إِذَا حَدَّثَكُمْ أَهْلُ الْكِتَابِ فَلَا تُصَدِّقُوهُمْ وَلَا تُكَذِّبُوهُمْ وَقُولُوا اٰمَنَّا بِاللهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ فَإِنْ كَانَ حَقًّا لَمْ تُكَذِّبُوهُمْ وَإِنْ كَانَ بَاطِلًا لَمْ تُصَدِّقُوهُمْ

Ehl-i Kitap size bir şey anlattığı zaman onları ne yalanlayın ne de tasdik edin. Fakat şöyle deyin: ‘Biz Allah’a ve O’nun gönderdiği bütün kitaplara ve peygamberlere inandık.’ Böyle yapmakla onların söylediği şey doğru ise tekzip etmemiş, eğer yanlış ise tasdik etmemiş olursunuz.216

Binaenaleyh bu âyet-i kerime ve bu hadis-i şerif Müslü­man­lara, Ehl-i Kitab’a nâzil olan vahye inanıp saygılı olmalarını; aynı zamanda bunun altında Ehl-i Kitab’a da âdeta, “Si­zin ki­taplarınız kabul edilip tasdik edilmediği bir dönemde Kur’ân-ı Ke­rim onları tasdik edici bir şahit olarak gelmiştir. Za­ten siz ken­di kitaplarınızdan, hem Kur’ân’ı hem de hâl ve tavırlarıyla Sa­hib-i Kur’ân’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok iyi tanıyor ve biliyordunuz. Bu sebeple Ehl-i Kitap olarak evvela sizlerin onları tanımanız gerekmektedir.” diyerek Kur’ân ve Sa­hib-i Kur’ân’a karşı saygılı olmalarını salıklamaktadır.

Ayrıca burada âyet-i kerimenin وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ kısmıyla alâkalı olarak İşârâtü’l-İ’câz’da217 temas edilen birkaç nükteye de –ifade tarzıyla az oynayarak– dikkatlerinizi çekmek istiyorum:

1. Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir re­sûldür.

2. Resûl-i Ekrem, ekmelü’r-rusüldür. Yani O, en mükemmel Nebi’dir. Çünkü “Ekâbir ve sultanlar, daima halk, cemaat ve ordunun sonunda gelirler.” fehvasınca Ne­bi­ler Serveri, tıpkı bir sultan gibi kendisinden önce gelen umum peygamberleri teyiden gelmiş; gelmiş ve sinesi O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) aşkıyla yanıp tutuşanlara, “Bir sultan gibi kadem bastın gönül tahtına, sultanım safa geldin!” dedirtmiştir.

3. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hâtemü’l-en­bi­yadır. Meşhur kaide şudur ki, “Vahdet tekessür ettiği zaman teselsül eder gider. Ama kesret ittihad ettiği zaman da istikrar kazanır.” Tabir-i diğerle, bir meselenin istikrar kazanabilmesi için onun nihayet itibarıyla mutlaka bir vahdete bağlanması lazımdır. İşte bu vahdet, nü­büv­vet müessesesinde Efendimiz’le teessüs etmiştir. O’nun­la vahdet tesis edildikten sonra yeni bir peygamberin gelmesi, nihayeti bulunmayan bir teselsülü gerektirir. Bu ise mümkün değildir. Dolayısıyla O (sallallâhu aley­hi ve sellem), hâtemü’l-enbiyadır ve peygamberlik ağa­cının en son ve en mükemmel meyvesidir.

4. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun risaleti evrenseldir. Çün­kü مِنْ قَبْلِكَ ifadesiyle Allah, sanki Resûlü’ne âde­ta şöyle demektedir: “Senden evvel gelen nebi ve re­sûl­lerin hepsi, Senin seleflerin; Sen ise onların hepsinin halefisin. Binaenaleyh Sen, onların bütününün mirasına vârissin. Öyleyse Sen, aynı zamanda âlem­şü­mul­sün.” Nitekim Nebiler Serveri (sallallâhu aley­hi ve sel­lem), bir hadis-i şeriflerinde بُعِثْتُ إِلَى النَّاسِ عَامَّةً “Ben bü­tün insanlara gönderildim.”218 buyurarak ri­sa­letinin evrensel olduğu hakikatini ifade etmişlerdir.

5. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği hakikat ve düsturlar, diğer peygamberlerin sundukları mesaj ve disiplinleri bir araya getirerek risaleti bünyesinde toplamış ve onların hükmünü ortadan kaldırmıştır.

***

Bu âyetin üçüncü fıkrası olan وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ kısmına gelince, burada tamimden (genellemeden) sonra bir tahsis vardır. Yani وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ âye­tinin ifade ettiği mânâ içinde ahirete iman” da vardır. Zira Al­lah’ın peyderpey indirdiği suhuf ve kitapların hemen hepsinde, ama icmalî ama tafsîli, ahiret inancına dair âyetler mevcuttur. Ne var ki, burada umumi ifadeden sonra tahsis yapılarak وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ifadesi, kendinden önceki ifadelere وَ ile atfedilmiştir. Hususi ehemmiyetin vurgulandığı böyle bir atfa “atfü’l-hâss ale’l-âmm” denir.

اَلْاٰخِرَة kelimesinin başındaki harf-i tarif, ahd için olduğu takdirde mânâ, “İşte sizin öteden beri araştırıp durduğunuz, adını söylediğiniz ahiret budur.” şeklinde olur. Malum olduğu üzere اَلْاٰخِرَة kelimesi, اَلْاٰخِر sıfatının müennesidir ve “son ya da sonradan olan şey” demektir. Fakat Kur’ân-ı Kerim’de ahi­ret, bazen دُنْيَا, bazen أُولٰى, bazen de عَاجِلَة kelimelerinin kar­şı­lığında kullanılagelmiştir:

1. دُنْيَا : Dünüv veya bir görüşe göre denâet kökünden türemiş olan dünyaya, “öte”ye nispeten bize yakınlığından veya ahiret karşısında pespaye olduğundan dolayı “dünya” denilmektedir.

2. أُولٰى : وَلَلْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولٰى “Elbette Senin için sonraki hayat, ilk hayattan (veya işin sonu, başından) daha hayırlıdır.”219 âyetinde olduğu gibi bazen de ahiret, “ûlâ”nın karşılığında kullanılmıştır. Bunlardan biri önce, diğeri sonra gelir. Nitekim ahiret, sonra gelen mânâsınadır.

3. عَاجِلَة : Bazen de ahiret, كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ۝وَتَذَرُونَ الْاٰخِرَةَ “Gerçek şu ki: Siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz. Onun için ahiret (duygu ve mülâhazasını) terk edip durursunuz.”220 âyetinde olduğu gibi, عَاجِلَة’nin kar­şı­lığında kullanılmıştır. Bütün bunlardan anla­şıl­mak­ta­dır ki, ahiret; zatı, cevheri, arazı ve sıfatlarıyla, bir “mu­ka­bele” sanatı içinde dünyanın karşısında özel bir âlem olarak zikredilmektedir.

Bu âyet-i kerimedeki son kelime olan يُوقِنُونَ ise, إِيقَان kökünden gelip, yakînen inanma, bir şeyin dosdoğru olduğunu kabul etme, muhalif mânâlarıyla reybîlik ve tereddütten uzak olma ve aksine ihtimal vermeme mânâlarına gelmektedir. Binaenaleyh يُوقِنُونَ kelimesi, bu mânâları ifade ederken ahiret hakkında şüphe ve tereddüde düşülmemesinin gerektiği vurgulanmaktadır ki, bu da onun aksinin iman sayılamayacağını ihtar etmektedir. Yani bunun aksine ihtimal veren biri kat’iyen müttakilerden olamaz. Zira kişinin müttakînden olabilmesi “Acaba ahiret olmayabilir mi?” şeklindeki bir yaklaşım ve anlayışla te’lif edilemez.

İşte bu mânâda îkân ve yakîniyyât, umumiyet itibarıyla klasik telakkideki ifadesiyle “akıl, havâss-ı selime, mücerrebât, müşâhedât ve mütevâtirât” ile sübut bulur. Aynı zamanda bu hususlar –ifadelerde tasarruf hakkı mahfuz– ilmin esbabı da sayılmıştır. Bazı felsefî cereyanlarda bunlardan bazıları öne çıkarılmış, mütevatir haber gibi bazıları da görmezlikten gelinmiştir. Aslında böyle düşünenlerin dünyaya ait bir kısım işlerde onu kabul etme gibi bir çelişki yaşadıkları da açıktır. Mesela, birkaç adam gelip, Amerika kıtasının mevcudiyetini söylese, onlar orayı bizzat müşâhede etmiş ve gidip görmüş gibi kabul ederler. Esasen bu, tam bir tenakuzdur. Bu arada kimileri, bazı ilmî alanlarla alâkalı meselelerde yakînin varlığını kabul etseler de bazılarında şüphe içindedirler. Mesela matematik mevzuunda hemen hemen herkes yakîne sahiptir. Zira “1, 2’nin yarısıdır”, “2, 1’in iki katıdır” ve “1, 2’den başkadır” gibi hükümler, birer riyazî hakikattir ve yakîn ifade eder. Ayrıca, ya­kî­nî olan şeylerin bir kısmı zaruridir. Yani iki tane 1’in 2 olması ve 2’nin 2’ye bölündüğü zaman 1 olması zaruridir. Ama fizik ve kimyadaki veriler, zaruri değil, yakînîdirler. Zaten bu ilimlerdeki verilerde mühim olan, onların zaruri olması değil, vâki olmasıdır. Mesela suyu meydana getiren hidrojen ve oksijen elementlerinin bir araya gelmesiyle suyun oluşması; yine havanın terkibi, içindeki maddelerle insanın teneffüsüne elverişli bir hususiyet ihtiva etmesi yakînî bir bilgidir. Yani bunlar hakkında rahatlıkla herhangi bir hüküm verilebilir.

Ne var ki, aynı şeyleri tıp ilmi hakkında söylemek mümkün değildir. Zira henüz tecrübe safhasında bulunan tıbbın kanunlarına belli ölçüde güven duyulsa da ne yakînî ne zaruri ne de vâki denilemez. Çünkü bu kanunlar hakkında kesin hükümler ortaya koymak, büyük ölçüde bazı deney ve gözlemlere bağlıdır. Hatta bu deney ve gözlemler neticesinde faydasına inanılarak tatbik edilen tedavilerde bir kısım yan tesirlerin olması da her zaman mümkündür. Mesela faydasına inanılan bir ilaç veya tedavi şeklinin zararlı olduğunun uzun zaman sonra anlaşılmasıyla ilgili yaşanmış birçok tecrübe vardır. Binaenaleyh tıp ve diğer ilimlerde serdedilen hatalı delillerin götürdükleri bir kısım nazariyelere yakînî nazarıyla bakılamaz.

Bu itibarla dünün kimya ve astronomi bilginleri istidlâldeki hatalarından dolayı bir kısım yanlış kaide ve prensipler vaz’ etmiş olabilirler. Mesela, astronomi, bir dönemde dünyayı bütün kâinatın merkezi addetme gibi yanlış bir hüküm ortaya koymuştu. Bu dün böyleydi; bir anlamda bugün de böyledir. Bu açıdan, o alanla alâkalı hususlara da yakînî nazarıyla bakılamaz. Bununla birlikte bu hükmün yakînî hiçbir değeri olmadığı iddiasında bulunmak da doğru değildir.

Şimdi de isterseniz ahiretle alâkalı bilgilerin yakînîlik arz edip etmediğini inceleyelim: Mesela, herkes tarafından yakînen bilinen meselelerden biri sayılan “hayat” muammasını ele alacak olursak, beşerî imkânlarla hayat hâsıl etmeye im­kân ve ihtimal yoktur. Ancak, Allah (celle celâluhu) dilerse, her­hangi bir canlı yapmaya beşeri de muvaffak kılabilir. Böyle bir şeye “Mümkün değildir.” denilemez. Zira mümkün olmasa canlı olmaz. Vâkıa, beşer eliyle bir canlının meydana gelmesi bugün için pek mümkün görünmemektedir. Ama yukarıda da ifade edildiği gibi, şayet Allah (celle celâluhu) dilerse, kerametvâri onların azim ve gayretleri vasıtasıyla da yaratır ve yaratmıştır da. Nitekim O (celle celâluhu), Hazreti Me­sih’in eliyle ölüleri diriltmiş, bugün için tedavisi imkânsız gibi görünen en onulmaz hastalıkları tedavi etmiş ve anadan doğma körlerin gözünü açmıştır.221

Binaenaleyh bugün yakînî görünmeyen çok şeyin gelecekte yakînî birer bilgi hâline gelmesi ihtimal dâhilindedir. Mesela daha evvelki devirlerde, insanların zihinlerinde cansız şeylerin canlı ve hayattar şeylere medar olup olamayacağı şüphe ve tereddüt konusuydu. Günümüzde ilim ve teknolojinin gelişmesiyle dün için şüphe ve tereddüt mevzuu olan pek çok husus, bugün artık söz konusu değildir. Zira ilim ve teknoloji, havadaki zerrelerin titreşimlerinin sesleri intikal ettirdikleri ve her bir zerrenin âdeta Eflatun şuuruyla bu ağır vazifeyi îfâ ettiğini yakînî bir surette ispatlamış bulunmaktadır.

Evet, en büyük müfessir olan zaman, dün şüphe ve tereddütle bakılan meseleleri, bugün riyazî bir kat’iyet içinde ortaya koymuştur. İhtimal, günü gelince, bütün ecramın diğer nesneler gibi etrafında olup bitenlerin ses, söz ve hatta resimlerini tespit ettikleri görülecektir. Her ne kadar bugün için bu meseleye şüpheyle bakılsa da yarın tecrübeler bunun doğruluğunu ya­kî­nî olarak ispat edecektir. Dolayısıyla ahiret gibi metafizik bir meseleyi, bugünün kriterleri içinde “yakînî değildir” naza­rıyla bakarak değerlendirmek, en basit ifadesiyle, bir gaflet ve mu­ha­kemesizliktir. Bunun gibi gelecekte, ölmüş bir insana soru so­rulduğunda onun bu soruya cevap verebileceği de ihtimalden uzak görülmemelidir.

Binaenaleyh bir yönüyle ilimler ilerlerken “Artık tabiattaki kanunların üstüne çıktık; keşfedip hâkim olmadığımız hiçbir kanun kalmadı.” gibi materyalist bir anlayışla dalâlet-âlûd bir yaklaşım ortaya koymak; diğer bir yönüyle de “Bugün gördüğümüz şeylerden başka bir hakikat tanımıyoruz. Biz daha çok mahsüsâtımıza itimat ederiz ve bunun dışında bir şey tanımayız.” gibi bir şüphecilik içinde bulunmak, insanı içinden çıkılmaz bir durgunluğa sürükleyen öldürücü bir inhiraftır.

Burada وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ âyetinin haşre bakan yönünü izah için Üstad Bediüzzaman’ın Sözler isimli kitabından “Onun­cu Söz” olan “Haşir Risalesi”ni ve İşârâtü’l-İ’câz’da bu âye­tin tefsiri sadedinde zikredilen esasları nazara vermeden geçemeyeceğim:

Bu risalelerinde Üstad, ilâhî isim ve sıfatlar, kâinatın hâl-i hazırdaki şekli, nizamı, rahmet-i ilâhiyenin gereği; davet-i nebeviyenin esası; beşer mahiyetinin câmiiyeti ve insan latifelerinin haşri iktiza etmesi… gibi çok farklı yöntemlerle konuyu anlaşılır bir hâle getirmiştir ki konunun tafsilatıyla alakalı mezkûr eserlere müracaat edilebilir.

***

İsterseniz şimdi de وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ âyetini dil açısından hecelemeye çalışalım:

1. Yukarıda da ifade edildiği gibi, وَبِالْاٰخِرَةِ’deki وَ, umumi ifadeden sonra daha özel bir anlam ifade etmekte ve in­zâl edilen kitaplar içinde icmalen anlatılmış olsa da bu­ra­da hususi bir rükün olarak ahiret akidesinin ehem­mi­yeti gayet net olarak vurgulanmaktadır.

2. اَلْاٰخِرَة kelimesindeki harf-i tarif, ahd içindir ve burada mânâ, “Sizin ebediyet arzusuyla öteden beri araştırıp durduğunuz, ancak mahiyetini tam bilemediğiniz ahiret, işte böyle bilinen bir ebediyet yurdudur. İşte bunun hakkında yakîn çok önemlidir.” şeklinde olur.

3. هُمْ zamirinin, اَلْاٰخِرَة ile يُوقِنُونَ kelimelerinin arasına girmesinde şöyle bir belâgat nüktesi söz konusudur: Ahi­re­te tam mânâsıyla inananlar, ancak ve ancak müttakilerdir. Bu ifade, mefhum-u muhalifiyle ele alınacak olursa, kendilerine peygamberler vasıtasıyla ilâhî suhuf ve kitap gelen kimselerin ahiret hakkında bir kana­atleri olsa da, her kişinin tasdiki yakîn derecesinde değildir. Ayrıca يُوقِنُونَ kelimesinin muzâri sigasıyla gelmesi, bu mevzuda bir kavs-i urûc ve seyr ü sülûkun ifadesi olarak, insana, içinde bulunduğu andan başlayarak, nâ­mü­tenahî istikametinde hayatının sonuna kadar karşısına çıkan “bedihî, yakînî” bütün delilleri değerlendirerek ahiret akidesini tahkim etmesi gerektiğini ihtar etmektedir. Zira يُوقِنُونَ kelimesinde yakîn hâsıl ederler” mânâsı da vardır. Binaenaleyh insan, hayatı boyunca hep bu yakîni pekiştirmeye çalışmalıdır.

Burada üzerinde durulması gerekli olan iki önemli nokta söz konusudur:

1. Her şeyden evvel insan, ahirete yakîn hâsıl edecek donanım peşinde olmalıdır. Zira ahiret mevzuu; bir mânâda mah­sü­sât, müşâhedât ve mücerrebâtın dışında olduğundan çokları buna yakîniyyât nazarıyla bakmayabilir.. ve bu tür kimseler şüphe ve tereddütten sıyrılamazlar. İnsanın tam bir yakîne sahip olması ve iç dünyasındaki sıkıntı ve huzursuzluktan kurtulması için devamlı surette ahiret akidesini takviye etmesi gerekmektedir.

2. İnsan, ahirete inanması lazım geldiği ölçüde inanmalıdır. Konunun kuşkuya, tereddüte tahammülü yoktur. Bu itibarla da burada yakîn çerçevesinde bir inanç ge­rek­mektedir. İman, bir tasdikten ibaret olup, vâkıa mutabık bir esası kabullenme olmasına karşılık; yakîn, şüp­he­yi, tereddütü ve inanılan şeyin aksine ve zıddına ihti­mal vermeyi ortadan kaldıran sağlam bir iz’an demektir. Böylesi şüphe ve tereddütlerin kol gezdiği bir noktada, insan bir kere tam inansa da hemen her zaman onun inancına dokunabilecek pek çok hâdise olabilir. Öyleyse insan, herhangi bir sarsıntıya maruz kalma­mak için her zaman inancında yakîn hâsıl etme peşinde olmalıdır.

Ayrıca وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ifadesinde şöyle bir tasvir ve resim de söz konusudur:

İnsan, bu dünyada emniyet, huzur ve saadet içinde yaşayabileceği bir bina yapmanın yanında bu binanın üzerine de içinde ebedî olarak yaşayacağı ahiret binasını kurmaya çalışmaktadır. İşte böyle biri o ahiret binasını kurarken, mütemadiyen tefekkür, tezekkür ve sâlih amelle sağından solundan o binayı payandalamalıdır ki o muhteşem saray yıkılmasın. Zira onun düşmanı olan İblis ve avenesi daima onun yaptığı bu binayı tahribe çalışmaktadır. Onların tahriplerine karşılık mü’min de sürekli tamir ve takviye için koşup durmalıdır ki gayretler heba olmasın.

İşte bu tasvirde olduğu gibi insan ahiret inancı adına en ufak bir şüphe ve tereddüde meydan vermeyecek şekilde bir hassasiyet göstermelidir ki bütün bu mânâları, يُوقِنُونَ kelimesi gayet veciz olarak ifade etmekte ve mü’mine kalbî ve ruhî saadeti adına âdeta sihirli bir anahtar sunmaktadır.

Evet, bu konuda düz inanma hafife alınmamalıdır. An­cak ahiret için “iman” kelimesi umumiyet, “îkân” kelimesi ise hususiyet arz etmektedir. İman umumi bir tasdik olup, iman edilmesi gereken her şeye inanmayı; îkân ise daha ziyade inanılacak şeylere dair vâki ve muhtemel şüphe ve tereddütleri elden geldiğince izale etmeyi ifade eder. Bu sebeple dikkat edilecek olursa, Cenab-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsı arasında, “Kendi vahdaniyetine en başta Kendisi şehadet eden, tasdik eden, kullarını emniyete erdiren ve onlar arasında birbirlerine karşı emniyet hâsıl eden” mânâsına Mü’min” ismi olduğu hâlde, O’nun ne “Mûkin” gibi bir ismi, ne de yakîn” gibi bir sıfatı bulunmaktadır. Zira yakîn, yukarıda da ifade edildiği gibi, şüphe ve tereddüdü izale etmek için kullanılan bir kelimedir. Kullar için şüphe ve tereddüt söz konusu olsa da Cenab-ı Hak için bunlar asla bahis mevzuu değildir ki, O’nun böyle bir isim veya sıfatı bulunsun.

Ayrıca, iman ile yakîn kelimeleri, kök itibarıyla birbirinden ayrıdırlar. İman, umumi olarak inanılması gereken hususların hepsine inanmayı ifade etmesine karşılık, ahiretle alâkalı meselelerde imanda îkân, istîkân, yakîn ve teyakkun söz konusudur. Şöyle ki, Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de Kendisini değişik âyetlerle tanıtmış, ama Resûlü’nün diliyle de Zât’ı hakkında düşünmeyi men etmiştir.222 Zira, Zât-ı Baht akılla idrak edilemeyeceğinden dolayı, O’na min haysu hüve hüve” iman edilmelidir. Vücud-u Bârî hakkındaki yakîn, esmâ ve sıfât çerçevesinde temkin edalı bir yakîn olmalıdır. Ahiret hakkındaki yakîne gelince, o alabildiğine detaylandırılarak kabul edilmelidir ki bu, ferdî, ailevî ve içtimaî hayatı tanzim etme ve ahenk içinde sürdürme adına da fevkalâde önemlidir.

***

Kur’ân-ı Kerim, buraya kadar hususi ve umumi mânâsıyla kimin “müttaki” olduğunu, hem tahliye (تَخْلِيَة) hem de tahliye (تَحْلِيَة) buudlarıyla onu herkesin hemen ilk anda anlayacağı şekilde anlatmış ve o vasıfla donanmış topluluğu gayet veciz bir şekilde ortaya koymuştur. يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ sözü, muzâri sigasıyla, müttakilerin devamlı surette imanlarını yenilediklerine, gayba inanmakla kalmayıp imanlarını sürekli artırdıklarına ve “sayrûret” mânâsıyla da, yani bir taraftan iman yenilerken diğer taraftan da emn ü eman içine girerek, emin hâle geldiklerine işaret etmektedir.

وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ, müttakilerin dinin binası veya din binasının direği olan namazı, onun iç ve dış derinliğine, mânâ ve mahiyetine uygun bir şekilde ikâme ettiklerinin/edeceklerinin resmini işaretlemektedir.

وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ, takva kahramanlarının, Cenab-ı Hak tarafından kendilerine bahşedilen nimetlere mukabil, kendilerini birer emanetçi ve tevziat memuru görerek, Allah’ın (celle celâluhu) ihsan ettiği o nimetleri yine O’nun rızası dairesinde ihtiyaç sahiplerine verdiklerini tablolaştıran bir içtimaî yardımlaşma fotoğrafı mahiyetindedir.

وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ise, vahy-i semavinin bütün bir geçmişe sağanak sağanak rahmet olup yağdığını, nice kâmil fert, millet ve devletlerin o münbit zeminde ve vahy-i semavî gölgesinde serpilip geliştiğini tahayyül ettiren ayrı bir resim gibidir. Bundan başka, bu âyette nebilerin arkasından giden kimselerin, müttakiler zümresine dâhil olabilmeleri için yapmaları gereken önemli hususlardan birinin de Kur’ân-ı Kerim’in ısrarla üzerinde durduğu dört imanî rükünden biri olan ahirete yakîn hâsıl etme olduğu talim buyrulmaktadır.

İşte baştan beri tasviri yapılan müttakiler grubunun akıbetini ise yine Kur’ân-ı Kerim çok canlı bir tasvirle ve bir fezleke hâlinde, أُۨولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُۨولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “İşte bunlardır Rabbileri tarafından doğru yola ulaştırılanlar. Ve işte bunlar felâh bulanlardır.”223 ile ifade etmekte ve içlere inşirah salmaktadır.

أُولٰۤئِكَ : أُولٰۤاءِ lafzının hilafına ذٰ’nın çoğulu bir ism-i işarettir. Buradaki كَ ise bir hitap harfidir ki, ذٰلِكَ’de olduğu gibi, ilk olarak ve doğrudan doğruya Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) has bir hitap, ikinci olarak da herkese bir imadır. أُولٰۤئِكَ kelimesinde sonsuz uzaklık içinde sonsuz bir yakınlık vardır. Dolayısıyla mânâ, “Size diyorum, işte peygamberlerin arkasındaki bahtiyar topluluk!” şeklindedir.

عَلٰى هُدًى “(Onlar) bir hidayet üzerinedirler.” denerek, “masdar”dan “hâsılün bi’l-masdar”a geçildiği vurgulanmaktadır.

Burada “hidayet” ile alâkalı olarak şu hususları belirtmekte de fayda mülâhaza ediyoruz:

Buraya kadar geçen kısımda هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ve أُۨولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ âyetlerinde olmak üzere iki yerde “hidayet” geçmektedir. Bu iki hidayetten her ikisi de, Fâtiha’daki اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ duasına bir arz ve bir icabettir. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ bir icabet, عَلٰى هُدًى ise bir arzdır. Arzla icabet arasında şöyle bir fark söz konusudur: Mesela, “Ben, bir mal almak istiyorum.” şeklindeki bir talebe bir başkasının “Ben sana istediğin malı verdim.” demesi bir icabet; herhangi bir kimsenin böyle bir talep olmaksızın satılacak malını tüccara sunması ise bir arzdır. Binaenaleyh, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ’de her mânâsıyla sırat-ı müstakime bir talep vardır. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ’de bu talebe bir icabet; عَلٰى هُدًى’de ise bu icabeti takip eden bir arz vardır.

Meseleyi sarf ilmi ve iştikak bakımından ele alacak olursak; هُدًى kelimesi, هُدًى لِلْمُتَّقِينَ cümlesinde masdarı, أُۨولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِم cümlesinde ise hâsılün bi’l-masdarı işaretlemektedir. İlkinde insanın kesbi, ikincisinde ise Allah’ın yaratması vardır. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Bu müttakiler zümresi yapacakları işler itibarıyla, seçkin vasıflarıyla görünecekleri âna kadar mesele proje ve plândan ibaret olup, konu nisbiyet ve kisb çerçevesindedir. عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ’de ise Cenab-ı Hak, bu yüce vasıflara sahip olan ve hayatını Kur’ânî çizgide sürdürenlere talep ettikleri şeyi artık lütfetmiştir.

Aynı zamanda هُدًى لِلْمُتَّقِينَ’deki hidayet, müttakilere isnat edilmiştir. Hâlbuki “halk” beşere isnat edilemez. أُۨولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِم ifadesinde ise hidayet doğrudan doğruya onların Rabb-i Kerim’leri tarafından gelen bir ihsan ve bir lütuf olarak vurgulanmıştır.

وَأُۨولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Ve kurtuluşa erenler de ancak işte onlardır.”

أُولٰۤئِكَ kelimesi yukarıda izah edildiği için burada tekrarına lüzum görmüyoruz. اَلْمُفْلِحُونَ kelimesi, اَلْمُفْلِحُ kelimesinin çoğuludur. اَلْمُفْلِحُ ise أَفْلَحَ – يُفْلِحُ – إِفْلَاح’tan gelmektedir vefelâh bulan-kurtulan” demektir. Dünya, nefis ve şehvet engellerini aşmış bulunanlar, Cehennem’e girmekten kurtulup, Cennet yoluna girmiş olmaları itibarıyla felâhla müjdelenmişlerdir.

Ayrıca اَلْمُفْلِحُونَ’daki harf-i tarif de tahsis ifade etmektedir. Bundan başka, te’kid ifade eden هُمْ, zamir-i fasıldır ve nahiv kaidesince, mübteda ile haberin her ikisi de mârife oldukları takdirde, mübteda ile haberin bilinmesi ve habere sıfat veya müşârun ileyh nazarıyla bakılmaması için araya girer ve bu durumda cümle kasr ifade eder.

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (5. Âyet)

أُولٰۤئِكَ kelimesi, nebilere tâbi o kutlu kâfileyi nazara vermektedir. أُولٰۤئِكَ genelde uzakta olan mahsüsa işaret eden bir ism-i işarettir. Bununla, işaret edilen kimselerin yüce-yüksek ve görkemli endamları işaretlenmektedir. Vâkıa uzağı işaret eden zamirle bazen hafife alma, hakir görme de kastedilebilir; ama burada sibak, tahkire müsait değildir. Çünkü يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ؛ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ؛ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ ve وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ gibi çok müstesna ve âli vasıflarla tavsif edilen bir zümrenin tahkir edilmesi düşünülemez.

Öyleyse burada, uzaklığın altında gizli bir taltif bulunmaktadır. Evet, Allah (celle celâluhu), şanlarına tazimen onları, âdeta azamet ve cesametleriyle, takdir u tebcîl ederek zirvede duruyor gibi ve nereden bakılırsa bakılsın herkes tarafından görülebilecek kadar büyük, yüce ve görkemli bir şekilde tasvir etmektedir. Aynı zamanda daha önce ذٰلِكَ الْكِتَابُ’daki hitap zamiri olan كَ ile Resûl-i Zîşân Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Sana diyorum, işte şu kitap.” denildikten ve O’nun terbiyesine teslim edilen bahtiyarlar, O’nun getirdiği ahlâk-ı âliye ile donanıp birer terbiye ve edep timsali olduktan sonra buradaki أُولٰۤئِكَ’deki كَ ile de yine O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitap edilmekte ve ağır vazifesinin altında en yüksek bir heyecanla inim inim inleyen Mahzun Nebi’ye “İşte Sana diyorum ey şanı yüce Nebi! Bunlar Senin arkandan gelen kimselerdir.” denilerek kendisine bir kere daha iltifat edilmektedir.

عَلٰى هُدًى : Şâyân-ı dikkattir ki, âyet-i kerimede mesela لَهُمُ الْهُدَى “Onlar için hidayet vardır.” değil de özellikle عَلٰى هُدًى Hidayet üzerine.” denilmektedir. Evet, هُدًى لِلْمُتَّقِينَ’deki هُدًى ifadesinde, hidayeti elde etmek için kişinin sa’y u gayreti söz konusudur. Buradaki هُدًى’de ise عَلٰى harf-i cerrinin isti’lâ (üst-üzerinde) mânâsı ifade etmesiyle âdeta bize şöyle bir tablo çizilmektedir: Hidayet bir cadde, bir şehrah veya bir binek ya da bir taht olmuş; hidayet üzerine olan kişiler de onun üzerine çıkıvermişlerdir. Artık onlar, kendilerini engelleyen şeyleri aşıp, bütün cismanî problemlerden sıyrılmış ve hidayet tahtının üzerine oturarak felâha açık hâle gelmişlerdir.

مِنْ رَبِّهِمْ ifadesi, hidayet üzerine olan bu kutluların terbiyesi teker teker Rabbileri tarafından yapılmaktadır mazmununu vurgulamaktadır. Bundan şunu anlamak mümkündür: هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ile açılan terbiye kapısı, عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ ile kemale erdirilmiş ve cehd u gayreti neticesinde hidayete liyakat kazanan kimselere Hakk’ın hoşnut olacağı keyfiyet kazandırılmıştır.

Ayrıca, أُۨولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُۨولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ âyet-i kerimesinde “hidayet” ile “felâh”ın ayrı ayrı şeyler olduğu belirtilmek üzere, أُولٰۤئِكَ kelimesi ikinci kez zikredilmiştir. Hidayet; dünyada hakkı bulmak, her şeyi apaçık görmek, hakka, ulvî hakikatlere bihakkın vâkıf olmak suretiyle اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ duasındaki ufku yakalamak demektir. Bu mânâda hidayet, imana en birinci vesiledir ve bununla, alınacak en ciddi mesafe de alınmıştır. Felâh ise, hidayetin netice ve semeresidir. Bu sebepledir ki âyet-i kerimede hidayet ve felâh beraber zikredilmiştir.

Burada önemli bir husus da اَلْمُفْلِحُونَ kelimesindeki ıtlak ve bunun ifade ettiği şümuldür. Yani “Onlar, Cehennem’den kurtularak felâha ermişler; Cennet’i elde ederek felâha ermişler; dünyanın sıkıntılarından kultularak felâha ermişler; vicdan huzurunu elde ederek felâha ermişler…” gibi pek çok mânâyı şamil umumi bir ifadedir.

اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اِجْتِنَابَهُ224

﴿اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَۙ۝صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ﴾225 آمِينَ!


119 Bakara sûresi, 2/281.

120 Müslim, salâtü’l-müsâfîrin 252; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/249, 251, 254, 257.

121 Tirmizî, fezâilü’l-Kur’ân 2; Dârimî, fezâilü’l-Kur’ân; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/26.

122 Fâtiha sûresi, 1/6.

123 Bakara sûresi, 2/2.

124 Müslim, salât 38; Tirmizî, tefsîru sûre (1) 1; Ebû Dâvûd, salât 131.

125 Bakara sûresi, 2/2.

126 Fâtiha sûresi, 1/6.

127 Fâtiha sûresi, 1/5.

128 Bakara sûresi, 2/40.

129 Bakara sûresi, 2/47-61.

130 Bakara sûresi, 2/246-252.

131 Bakara sûresi, 2/21.

132 Nisâ sûresi, 4/1.

133 Bakara sûresi, 2/40.

134 En’âm sûresi, 6/152.

135 Nahl sûresi, 16/91.

136 Bakara sûresi, 2/23-24.

137 Yûnus sûresi, 10/38.

138 Hûd sûresi, 11/13.

139 İsrâ sûresi, 17/88.

140 Bakara sûresi, 2/2.

141 Nisâ sûresi, 4/82.

142 Muhammed sûresi, 47/24.

143 Bakara sûresi, 2/3.

144 Bakara sûresi, 2/3.

145 Bakara sûresi, 2/3.

146 Bakara sûresi, 2/3.

147 Bakara sûresi, 2/4.

148 Âl-i İmrân sûresi, 3/3.

149 Bakara sûresi, 2/4.

150 Bakara sûresi, 2/5.

151 Hems, Tecvid ilminde, harf telaffuz edilirken sesin ve nefesin akmaya devam etmesine denir. Hems harfleri (Hurûf-u mehmûse) 10 tanedir: ت، ث، ح، خ، س، ش، ص، ف، ك، ه.

152 Cehr, hems sıfatının zıddı olup harfi telaffuz ederken sesin ve nefesin akmamasıdır. Cehr harfleri (Hurûf-u mechûre) 18 tanedir: أ، ب، ج، د، ذ، ر، ز، ض، ط، ظ، ع، غ، ق، ل، م، ن، و، ي.

153 Şiddet, harf sakin olduğu durumda, onun telaffuzu esnasında sesin ve nefesin akmamasına denir. Şiddet harfleri (Hurûf-u şedîde) 8 tanedir: أ، ب، ت، ج، د، ط، ق، ك.

154 Rahve, şiddet sıfatının zıddıdır, sakin harfin okunması esnasında ses ve nefesin akmasına denir. Rahve harfleri (Hurûf-u rahve) 16 tanedir: ا، ث، ح، خ، ذ، ز، س، ش، ص، ض، ظ، غ، ف، و، ه، ي.

155 İsti’lâ, harfin telaffuzu esnasında dil kökünün üst damağa yükselmesine ve harflerin kalın okunmasına denir. İsti’lâ harfleri (Hurûf-u müsta’liye) 7 tanedir:خ، ص، ض، غ، ط، ق، ظ.

156 İnhifad/istifâl, isti’lâ sıfatının zıddı olup, harfin telaffuzu esnasında dilin üst damağa yükselmeyip aşağıda kalmasına ve harflerin ince okunmasına denir. İnhifad/istifâl harfleri (Hurûf-u munhafida/müstefile) 21 tanedir: أ، ب، ت، ث، ج، ح، د، ذ، ر، ز، س، ش، ع، ف، ك، ل، م، ن، ه، و، ي.

157 İtbak/ıntıbak, harf telaffuz edildiği esnada dil kökünün ve ortasının yukarı damağa yükselmesi ile birlikte dilin üst damağa yapıştırılmasıdır. İtbak/ıntıbak harfleri (Hurûf-u mutbika/muntabika) 4 tanedir: ص، ض، ط، ظ.

158 İnfitah, itbak sıfatının zıddıdır, harf telaffuz edildiği esnada dil ile yukarı damak arasının açık olmasına denir. İnfitah harfleri (Hurûf-u münfetiha) 24 tanedir: أ، ب، ت، ث، ج، ح، خ، د، ذ، ر، ز، س، ش، ع، غ، ف، ق، ك، ل، م، ن، ه، و، ي.

159 Bediüzzaman, Sözler s.583 vd. (30. Söz, 1. Maksad).

160 Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi için bkz.: M. F. Gülen, “Sınırlının Sınırsıza Mikyas Olması” Çizgimizi Hecelerken s.60-66.

161 İbn Atıyye, el-Muhararu’l-vecîz 1/82; İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr 1/20.

162 es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân 1/136; el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 1/44.

163 er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 2/4; el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 15/120.

164 et-Taberî, Câmiu’l-beyân 1/88; el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 1/44.

165 A’râf sûresi, 7/1.

166 Yunus sûresi, 10/1; Hûd sûresi, 11/1; Yusuf sûresi, 12/1; İbrahim sûresi, 14/1; Hicr sûresi, 15/1.

167 Ra’d sûresi, 13/1.

168 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/82.

169 el-Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr 2/208.

170 Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.31.

171 Buhârî, bed’i’l-vahy 1, bed’i’l-halk 6; Müslim, fezâil 87.

172 Bkz.: İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/125; İbn Hibbân, es-Sahîh 1/329.

173 Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.7.

174 Bkz.: Bakara sûresi, 2/98.

175 Mutaffifîn sûresi, 83/9, 20.

176 Bakara sûresi, 2/5.

177 Bakara sûresi, 2/185; Âl-i İmrân sûresi, 3/4; En’âm sûresi, 6/91.

178 Dârimî, nikâh 20; Ma’mer İbn Râşid, el-Câmi’ s.162.

179 Tûr sûresi, 52/27.

180 Nahl sûresi, 16/90.

181 Fetih sûresi, 48/26.

182 A’râf sûresi, 7/96.

183 Âl-i İmrân sûresi, 3/102.

184 Bakara sûresi, 2/284.

185 Bakara sûresi, 2/286.

186 Mâide sûresi, 5/93.

187 Bakara sûresi, 2/197.

188 Bakara sûresi, 2/195.

189 Tirmizî, kıyâmet 20; İbn Mâce, zühd 34.

190 Nesefî, el-Akâid s.1.

191 Buhârî, îmân 3; Müslim, îmân 57.

192 Müslim, îmân 58; Ebû Dâvûd, sünnet 14; Nesâî, îmân 16.

193 Bakara sûresi, 2/238.

194 Mü’minûn sûresi, 23/2.

195 Buhârî, ezân 18, edeb 27, temennî 9; Dârimî, salât 42.

196 el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 3/135, 136; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 3/39.

197 el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/40.

198 Müslim, îmân 134; Tirmizî, îmân 9; Ebû Dâvûd, sünnet 15.

199 Tirmizî, zekât 27; Saîd İbn Mansûr, es-Sünen 5/100.

200 Bakara sûresi, 2/215.

201 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 8/380; el-Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb 1/183.

202 Nisâ sûresi, 4/128.

203 Bkz.: Âdiyât sûresi, 100/8.

204 Mü’minûn sûresi, 23/4.

205 Buhârî, zekât 18, vesâyâ 9; Müslim, zekât 94-97.

206 Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.45.

207 Fâtiha sûresi, 1/5.

208 Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.43-44.

209 Bakara sûresi, 2/264.

210 et-Tirmizî, eş-Şemâil s.294; el-Bezzâr, el-Müsned 1/396; et-Taberî, Tehzîbü’l-âsâr 1/88.

211 Bakara sûresi, 2/4.

212 Bkz.: İsrâ sûresi, 17/106; Şuarâ sûresi, 26/192; Fussilet sûresi, 41/2; Vâkıa sûresi, 56/80; Kadr sûresi, 97/1.

213 Âl-i İmrân sûresi, 3/3.

214 Fâtır sûresi, 35/31.

215 Buhârî, cihâd 145; Müslim, îmân 241.

216 Ebû Dâvûd, ilim 12; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/136.

217 Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.49.

218 Buhârî, teyemmüm 1; Dârimî, salât 111; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/304.

219 Duhâ sûresi, 93/4.

220 Kıyâmet sûresi, 75/20-21.

221 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/49; Mâide sûresi, 5/110.

222 Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/250; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/136.

223 Bakara sûresi, 2/5.

224 Allah’ım bize hakkı hak olarak gösterip ona ittiba etmeyi, bâtılı da batıl olarak gösterip ondan içtinap etmeyi nasip ve müyesser eyle.

225 “Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet. Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.” (Fâtiha sûresi, 1/6-7)

-+=
Scroll to Top