Bakara Sûre-i Celîlesi (11-12. Âyetler)

﴿وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ قَالُۤوا إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ۝أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ﴾

“Ne zaman onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın!’ denilse ‘Biz sadece barışçıyız, ortalığı düzeltmekten başka işimiz yok!’ derler. Gözünüzü açın, bunlar bozguncuların ta ken­di­leridir, lakin şuur yoksunudurlar, fark edemiyorlar.”

Bu âyetle de, münafıkların hayat-ı içtimaiyede sebebiyet verdikleri, verecekleri ayrı bir hususa dikkat çekilmektedir. Fakat önce…

Müfredat Mânâsı (11. Âyet)

إِذَا bir edattır, şart ifade eder. قِيلَ meçhul fiil-i mâzi, ل harf-i cer, هُمْ zamir-i muttasıl, لَا تُفْسِدُوا nehy-i hâzır. İfsat kelimesi, fesat kökünden gelir ve if’âl babındadır. Lügat mânâsı itibarıyla, fesada verme, telef etme, bozma, ihlal etme ve bağı, akdi çözme mânâlarına gelir ki bu da ancak insanların eliyle olur. Nitekim: ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ “Allah’ın buy­ruklarını umursamayan şu insanların yaptıkları işler yüzünden karada ve denizde (bütün dünyada) bir fesat meydana geldi ve nizam bozuldu.”282 âyeti bu hakikati ifade etmektedir.

فِي الْأَرْضِ : اَلْأَرْض üzerinde bulunduğumuz yerküredir. Ay­rı­ca arz, bir şeyin altı, alt tarafı mânâsında da kullanılır ki, yer­kü­remiz de izafî olarak ayaklarımızın altındadır. Çoğulu أَرَضُونَ ve أَرَاضِي şeklindedir.

قَالُۤوا mâzi fiilden cem-i müzekker gâibdir.

إِنَّمَا kelimesi, hasr ifade eden bir edattır.

نَحْنُ zamir-i munfasıl olup mütekellim maa’l-gayr makamında kullanılır.

مُصْلِحُونَ kelimesi if’âl babından أَصْلَحَ fiilinin ism-i fâilidir ve ifsadın tam zıddı bir mânâya gelmektedir. İfsatta; fesada verme, telef etme, akdi bozma, insanları birbirine düşürme, nifak ve şikak çıkarma gibi mânâlar söz konusu olmasına mukabil ıslahta, fesada sebebiyet veren hâllerin ortadan kaldırılması bahis mevzuudur. Lügatlarda ıslah kelimesine, “onarma, fitneyi fesadı izale etme, nifak ve şikakı kaldırma, bozuk düzeni ıslah etme, deformasyona maruz kalmış bir şeyi yeniden şekillendirme, reforma tâbi tutup eski hâline irca etme” gibi mânâlar verilmiştir. Ferdî, ailevî ve içtimaî zaviyeden daha başka mânâlar da melhuz olabilir.

Şimdi de kelimelerin ifade ettiği bu mânâlardan hareketle âyetin mazmununa bakabiliriz.

Evet, Kur’ân’ın beyanı vechile, o münafıklara: “Yeryü­zün­de fitne ve fesat çıkarmayın, toplumun değişik kesimleri arasında kardeşlik rabıtalarını kopararak herc ü merce sebebiyet vermeyin ve ifsattan vazgeçin!” denildiğinde onlar: “Siz ne diyorsunuz! Bizler birer ıslahçıyız, yeryüzünden fitne ve fesadı gidermek suretiyle sulh-u umumiyi temin edip, değişik kesimleri birbirleriyle uzlaştıran ıslahçılar gürûhundanız.” derler.

Bu âyette emr-i bi’l-ma’ruf vazifesini yapmak için mü’min­lere eğriyi-doğruyu gösterme adına nasihat edildiği gibi, onların karşısında bulunan ifsatçılar gürûhuna da aynı şekilde nasihat edilmekte ve fitne ve fesattan vazgeçmeleri istenmektedir; istenmektedir zira onların en bariz vasıfları fitne ve fesattır.

Fitne ve fesat, hayat-ı içtimaiyede bir semm-i kâtil (öldürücü zehir) hükmünde olduğundan, onun bertaraf edilmesi çok önemlidir.

Her şeyden evvel bir toplumda fitne ü fesat ve herc ü merc devam ettiği sürece ne şahsî ne ailevî ne de içtimaî huzurdan, sükûndan söz edilemez. Öyleyse ilk önce bu fitne ü fesadın izalesine çalışmak lazımdır ki, bu da her toplumda, söz ve hareketleriyle fesat çıkaranlara karşı “Zinhar fesat çıkarmayın ve toplumu birbirine düşürmeyin.” diyecek bir ıslahçılar grubunun bulunmasını gerektirmektedir. Gerçi, buna karşılık onlar da her devrin fesatçıları gibi hareket edecek, hiçbir müfsit “Ben müfsidim.” demez prensibiyle “Biz ifsatçı değiliz.” diyeceklerdir. Bu gerçeğe binaen hiç kimse kendini fesatçı görmeyeceğinden, mü’minlerin onlarla muamelelerinde bu hususu da nazara almalarında yarar var.

Sâniyen: Onların, إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ demeleri, bundan önceki âyette görüldüğü gibi yine fıtratlarındaki zikzakın bir sonucudur. Bu açıdan da âyetler arasında bir irtibat söz konusudur. Sibaka göre siyakın böyle olması gayet latif düşmektedir. Esa­sen o zavallılar fıtrat-ı selimeleri bozulduğu ve olumsuz bir fıt­rat-ı sâniye iktisap ettikleri için, salahı fesat, fesadı da salah zan­netmekte ve lehlerinde olan bir şeyi aleyhlerinde, aleyhlerinde olanı da lehlerinde görmektedirler. Evet onlar, gülistanı hâ­ris­tan (dikenlik), nîrânı (cehennemleri) cinân (cennetler) şeklinde görmektedirler. Bu itibarla da en tatlı, en leziz şeyler onlar için acı ve acı verici; en acı ve acı verici şeyler de aksine en mütelezziz şeyler hâlinde görünmektedir. İşte bu bir fıtrat bozulmasıdır, ne var ki onlar bunun farkında bile değillerdir.

Kur’ân’ın resmettiği bu tip insan psikolojisinin çok iyi anlaşılması lazımdır ki, bilmeyerek yanıltılmayalım ve aldatılmayalım. Evet, onlar anarşi çıkarırken sulh yaptıklarını sanırlar ve terörle bir yere varılacağını zannederler. Bunun için de toplum hayatında, sınıflar arası mücadele hissini tetikleyerek sürekli kavgalara sebebiyet vermekte ve kitleleri birbirine düşürmektedirler. Böyle bir münafık karakterin geniş dairede toplum hayatına hâkim olduğunu düşünün, öyle bir toplumda herc ü merc kaçınılmaz olacak, zengin-fakir, çalışan sınıf-çalıştıran sınıf birbirinin hasmı hâline gelecek; bir yanda paraya hükmeden kapitalistler, beri tarafta ezilen fakirler.. derken gerginlikler arttıkça artacak ve korkunç ihtilaf ve iftiraklarla inleyen yığınlar kahrolup gideceklerdir.

Bu durumda, hayat-ı içtimaiyede amûd-i fikârî (omurga) konumunda bulunan orta sınıf ve bu sınıfı besleyen daha alt katmanlar yok olup gidecek; derken koskoca bir dünya emek ve sermaye mücadelesiyle sarsılacak ve neticede içtimaî, iktisadî hayat felce uğrayacaktır. Neticede bu anlayış, tam zıddıyla mukabele görmek suretiyle sistem alternatiflerinin doğmasına sebebiyet vererek toplumları iç içe karmaşalara sürükleyecektir ki, Liberalizm ve Kapitalizm karşısında Komünizmin doğması bu vetirenin sonucudur. Dikkat ederseniz bunlar, bu feci süreç sonunda sulh-u umumiyi temin edeceklerini söylüyorlardı. Aslında fesadı sulh görüyor ve kendilerini de ıslahçı kabul ediyorlardı.

Böyleleri, selim fıtratlarını kaybettiklerinden hayat-ı içtimaiye adına öldürücü zehir olan meseleleri şerbet diye sunuyor ve kendileri gibi bütün âlemi de sersem görüyorlardı.

Bir diğer husus da; onlar hem Saadet Asrı’nda hem de daha sonraki asırlarda bu fitne ve fesadı irtikâp ederken kendilerini uzlaştırıcı, arabulucu gibi görüyor ve takdir bekliyorlardı. İbn İshak’ın İbn Abbas’tan (radıyallâhu anh) rivayetinden anlaşılan şudur: Onlar “Biz ıslahçılarız.” derken şunu kastediyorlardı:

Ehl-i Kitap olan Hıristiyan ve Yahudiler ile ümmet-i Mu­ham­med arasında çok ciddi uçurumlar vardır. Biz, bir kısım köprüler tesisiyle hatt-ı muvâsalayı temin etmek ve bütün Ehl-i Kitap’ı bir araya getirmek istiyoruz.”283

Aslında bu beyanları yalandı ve Kur’ân-ı Kerim’in ifade ettiği gibi onlar bu yalanın cezasını göreceklerdi. Bunlardan bazılarının da şöyle-böyle dinsizlere yanaşma, şirin görünme gibi bir hâlleri vardı ki bu da, Kur’ânî tabirle, “zalimlere ednâ bir rükûn/meyil”le meyletmek suretiyle helâk olma demekti. وَلَا تَرْكَنُۤوا إِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ مِنْ أَوْلِيَۤاءَ ثُمَّ لَا تُنْصَرُونَ “Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın, yok­sa size ateş dokunur. Aslında sizin Allah’tan başka yar ve yar­dım­cınız da yoktur. Böyle davranınca, O’ndan da yardım gör­mez­si­niz.”284 Tabi bu meyil, onlara göre, Üstad Bediüz­za­man’ın Mes­nevî-i Nuriye’de kullandığı tabirle, “aradaki hatt-ı mu­vâ­sa­la­yı temin”285 maksadına matuftu.

Hâlbuki aradaki dere o kadar geniş idi ki, böyle bir şey kat’iyen mümkün değildi. Nasıl olur ki, bir tarafta Allah’a iman dâ­hil bütün içtimaî, iktisadî huzurun ana unsuru olarak “mad­de”yi kabul eden sistem, diğer yanda bütün içtimaî, iktisadî ve siyasî huzurun teminini Allah’a imanda gören başka bir nizam.. evet, bunlar birbirinden o kadar uzak idi ki, sözde arabuluculuk yapıyoruz diyen bu gürûh, hatt-ı muvâsalayı temin edemedi ve o derin dereye düşüp boğuldular ya da öbürlerine iltihak ettiler.

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (11. Âyet)

Kısaca verdiğimiz meal ve müfredat bilgilerinden sonra şimdi de âyetin dille alâkalı nükteleri açısından muhtevası üzerinde durmaya çalışalım:

وَإِذَا قِيلَ cümlesi onlara böyle bir ikazın yapılması gerektiğini ifade etmektedir. Böyle bir ifadeden biz irşad etme ve emr-i bi’l-ma’ruf yapmanın fıtrî, beşerî ve insanlık için lüzumlu bir mesele olduğunu anlarız. قِيلَ kelimesi meçhul fiildir ki, bu da herhangi bir insan bu işi yaparsa yeterli olur demektir. O kadar ki, nasihat yapma, hayırhâhlıkta bulunma mevzuunda bir kişinin yapması, o hizmetin diğerlerinden düşeceğini gösterir ki bu da cihadın farz-ı kifâye olduğuna delâlet eder.

“Fesat çıkarmayın.” mânâsını ifade eden لَا تُفْسِدُوا kelimesi fiil-i muzâridir, teceddüde delâlet eder. Demek ki onlar fesadı peyderpey ve zincirleme çıkarıyorlardı. İfade, “İşte bu muzaaf cinayeti yapmayın.” demektedir.

Demek ki onlar, hep fesat düşünüyor ve bir fesat çıkardıktan sonra hemen ikincisine koşuyorlardı. Zaten her devrin münafığı kendi devrine fesat çıkarır. Fiildeki teceddüt bunu da hatırlatır. Ayrıca; “Fesat çıkarmayın, sonra bu fesat teceddüt eder durur.” mânâsı da söz konusu olabilir ki, bu da ilk fesat tohumunu attıktan sonra siz kenara çekilseniz dahi o zincirleme devam eder gider de vebali hep size râci olur. Yani fesada sebebiyet vermeniz cihetiyle siz mesul olursunuz. Evet, hem sizin yanlış bir iş yapmanız hem de başkalarına kötü örnek olmanız açısından vebaliniz katlanır durur.

فِي الْأَرْضِ “Sizin ayağınızın altında ve sizin için âdeta bir beşik gibi olan ‘yerkürede’” sözünden şu anlaşılmaktadır: İnsanlar yeryüzünde bir hânenin içinde yaşayan hâne halkı gibidirler. Beşikleri bir olduğu gibi o beşiği sallayan bir; keza o beşiği herkese aynı nimetlerle donatıp önlerine koyan da birdir. Siz yeryüzünde fesat çıkardığınız zaman, bunun neticesi herkese dokunacak ve zengin-fakir, zayıf-kavi, zalim-mazlum bundan zarar görecektir. Evet, فِي الْأَرْضِ yeryüzünde, yani onların hâne­sin­de sözüyle, güçlünün yanında zayıfa, kavinin yanında âcize ve zalimin yanında masuma da olan olacak, diyerek fesat çıkaranların rikkat-i cinsiyelerinin yani insanın kendi cinsine karşı şefkat hislerinin harekete geçirilmesi hedeflenmiştir.

Buraya kadar olan kısım o hayırhâhların ve nasihatçilerin deyip edeceğiydi. Buna karşılık muhatapları diyalektiğe başvurarak قَالُۤوا diyeceklerini diyorlar. Bu da göstermektedir ki onlar, kendilerine yapılan nasihati ne dinlemiş ne kulak vermişlerdir. Zaten onlar böyle şeyleri anlayacak durumda da değillerdir. Hâlet-i ruhiye itibarıyla başka şeylerle dolu bulunduklarından, kendi dünyalarına ait mefsedet dışında hiçbir şeyi dinlemezler, dinleseler de anlamazlar. Evet, onlar kendi düşünce dünyalarının dışında ne anlatırsanız anlatın onu kendi kıstasları içinde anlar ve ona göre de karşılık verirler. Siz Allah, ahiret ve Cennet… dersiniz, onlarsa, “Doğru, bizim kırlarda cennetlerimiz var.” diye mukabelede bulunurlar. Onlara göre burada çalışıp ahirette mükâfat görmek değil, burada çalışıp burada yiyip içmek esastır. Evet, her şeyi o yanlış kıstaslarına göre değerlendiren bu tali’sizler o dar düşüncelerinden kat’iyen sıyrılamazlar. Binaenaleyh siz ne derseniz deyin onlar kendi bildiklerinden şaşmaz ve kahrolası gururlarının güdümünde “Sen nasihat ededur.” إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ “Gerçekte sadece biz ıslahçılarız.” sözleriyle soluklanır ve bildiklerini söylerler.

إِنَّمَا kelimesi hakikaten veyahut iddia olarak maluma dâhil olur. Bu da onların, muhataplarıyla istihza ettiklerini gösterir. Yani “Siz bize fesat çıkarmayın.” diyorsunuz; oysaki siz de biliyorsunuz ki asıl ıslahçı bizleriz.

إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ Bir isim cümlesidir ki, te’kidle beraber de­vam ve sebata delâlet etmektedir. Böyle bir diyalektikle on­lar, “Biz şimdiye kadar hep ıslahçı olduk ve ıslahçılarız.” di­yorlar.

Aslında daha önce arz ettiğim gibi onlar, hiç kimsenin kendi namına kötülüğü, fesadı kabul etmeme hâlet-i ruhiye ve psikolojisiyle bunu söylemiş olabilecekleri gibi cibilliyetlerinin, fıtratlarının bozulmuş olması itibarıyla, yaptıkları fesatları, salâh saymaları şeklinde de anlaşılabilir. وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ ne var ki onlar, bu hususun farkında değiller.

Evet, أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ “Gözünüzü açın, bunlar bozguncuların ta kendileridirler ama şuurları yok, farkında değiller.”

Müfredat Mânâsı (12. Âyet)

أَلَۤا kelimesi, dikkati çeken, uyaran bir tembih edatıdır ki, eskiden hocalarımız bize bu edatı anlatırken şöyle mânâ verirlerdi: “Âgâh u mütenebbih olun ki!” Mütenebbih olma da uyanma, kendine gelme, etrafından haberdar olma gibi mânâ­lara gelmektedir. Ayrıca, أَلَۤا’da bunların yanında geçmişi hatırlama, geleceği de dikkate alma mânâları söz konusudur.

هُمْ muttasıl zamirdir ve إِنَّ ile te’kid edilmiştir.

هُمُ الْمُفْسِدُونَ : اَلْمُفْسِد kelimesi de ism-i faildir ve اَلْمُصْلِحُونَ’a karşılık fesadı çıkaranlar demektir.

* * *

Burada şu disiplinler üzerinde durmakta yarar var: Biz mü’miniz, bu itibarla da evvelen ve bizzat hüsnüzanla mükellefiz.

Sâniyen ve bi’l-araz, gelecek zararlara karşı da uyanık olma mecburiyetindeyiz. Binaenaleyh herhangi bir kimseden açıktan açığa bizi hedef alan bir zarar görmedikten sonra onun hakkında “zararlı” hükmüne varamayız. Evet, biz ki Müs­lü­ma­nız, aldanırız fakat asla aldatmayız. Ancak bunun mâ­nâ­sı, her zaman aldanırız demek değildir. Çünkü sahih ha­dis­te Efen­dimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bir mü’min, bir delikten iki kere ısırılmaz.”286 buyururlar. Efendimiz bu hadislerini, daha önce esir alınan, sonra Müslümanlığı kabul eden, akabinde irtidat edip Mekke’ye giden ve burada Müs­lü­manlar aleyhinde hicviyeler yazan, yazdıran ve nihayet ikinci kez ele geçince de “Beni bırak, eman ver, size dehalet edeceğim.” diyen Ebû İzze el-Cümahî’ye karşı söylemişlerdi.287

Evet mü’min, hüsnüzannında yer yer aldanabilir fakat ondaki bu aldanma daimi değildir. Öyleyse, âyette anlatıldığı gibi mü’minin karşısına bazen “Biz ıslahçılarız.” diye çıkan kimseler olabilir. Bunlar içtimaî, siyasî, iktisadî, kültürel ve ilmî açıdan ıslah adına yaptıkları bütün değiştirme, dönüştürme ve inkılaplarında bize hüsnüniyetli görünebilir, biz de buna aldanabiliriz; ancak baştan bu yana sıralanan türlü türlü denî sıfatlar ile muttasıf olan bir gürûhu gördüğümüz zaman dikkatli olmamızı da yine Kur’ân salıklamaktadır. Böylelerinin mâzideki sergüzeşt-i hayatlarını dikkate alıp, tezekkür etmek ve onlarla alâkalı geleceğe de o nazarla bakmak en doğrusudur.

Evet, mutlaka aldanmamaya dikkat etmelidir; dikkat etmeli ve “İman ettik.” dedikleri hâlde iman etmeyen, muhâ­da­asını Allah’a kadar götüren; “Yeryüzünde fesat çıkarmayın!” dendiğinde de fesadı insanlara sulh gibi gösteren, ifsada sulh-u umumi diyebilen ve sonra da hiçbir şey yapmamış gibi kendilerini ıslahçı olarak anlatan bir gürûhun varlığı da göz ardı edilmemelidir.

İşte Kur’ân bize: “Bu kadar karışık bir zümreyi gördüğünüz zaman çok dikkatli olun!” mülâhazasını أَلَۤا ile ifade ettikten sonra, onların gerçek karakterlerine dikkatleri çekme sadedinde: إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ “Onlar fesatçıların ta kendileridir.” buyurarak onları herhangi birinin anlatmasına göre değil de kendi davranışları içinde anlamalısınız diyor.

Burada dikkat çeken bir başka husus da, Kur’ân-ı Kerim أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ derken, münafıkların kendilerinin de iz’an, ilim, akıl yürütme bir yana, şuurlarıyla dahi künhüne varamadıkları bir fesat içinde bulunduklarını göstermektedir. Evet, bu tür fesat içinde bulunan kimseler, partiler, hizipler her zaman kendilerini doğru sanmaktadırlar. Bu itibarla sanki Kur’ân: “Size diyorum; onlar fesatçıların ta kendileridir; ama kendileri bunun şuurunda değiller. Dolayısıyla da onlardan sulh u salah adına bir şey beklemek beyhudedir.” demektedir.

Hâlık’ın nazarında değer ifade eden şeyler sıfatlardır, cisimler değil. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) cismi itibarıyla belki Ebû Cehil gibi okkalı değildi.. ve tabiî şekil ve sureti hiç önemsemezdi.. hele olduğunun üstünde hiç mi hiç görünmezdi. Ay­rı­ca, ne kavmiyle ne de kabilesiyle bir şey olduğu iddiasınday­dı; ama o, Allah (celle celâluhu) nezdinde öyle bir kıymeti hâ­iz idi ki, onunla alâkalı Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sel­lem) “Bütün insanlığın imanı, Ebû Bekir’in imanıyla karşılaş­tı­rılsa onun imanı ağır basar.”288 buyuruyor ve ondaki o iç cev­here dikkat çekiyordu. Evet, Allah (celle celâluhu) sıfatlara ehem­miyet vermekte ve onunla insanı değerlendirmektedir. Öy­ley­se kim Allah nazarında makbul olan sıfatları hâiz ise o artık olacağını olmuş demektir.

Bu açıdan Kur’ân-ı Kerim bize münafıkların müfsit olduğunu anlatıp muhataplarına, “Siz onları, sıfatlarıyla tanımaya bakmalısınız; şekle şemaile asla aldanmamalısınız; aksine münafığı düşünce, hâl ve tavırlarında tespit etmeye çalışmalısınız.” diyor ki أَلَۤا ile işaretlenen de işte budur.

Öyleyse; hüsnüzan yanında tedbir ve temkin adına bize düşen şey, “falan-filan müfsittir” deme yerine şuna bakmak olmalı: Kim inanmadığı hâlde inanmış görünüyor, yalan söylüyor ve başkalarını aldatmak için hileden hud’aya, hud’adan hileye koşuyorsa işte müfsit odur. Kim Allah’ın yardımını ve tevfikini bir tarafa bırakarak, Allah’ın emrettiklerini yerine getirmiyor ve hilelerle halkı aldatacağını, iğfal edeceğini, kandıracağını zannediyorsa işte müfsit odur. Keza kim yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor, helâl-haram tanımıyor ve İslâm’ın servet mevzuundaki temel disiplinlerine aykırı hareket ediyor, ticarî ahlâksızlık, içtimaî ahlâksızlık yapıyor ve maddeyi esas alıp her şeyi maddî plânda görüyor ise işte bütün bu sıfatları itibarıyla gerçek müfsit odur. Evet, âyette işte bu vasıflar nazara veriliyor. Yani siz kimde bu vasıfları görürseniz, onlara karşı mutlaka ihtiyatlı olmalı ve temkin içinde bulunmalısınız.

Dil açısından Kur’ân-ı Kerim’in bu beyanı, iç dünyaları itibarıyla onları deşifre etmekte ve bizi de uyarmaktadır. Evet, Kur’ân-ı Kerim إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ sözünü, onların yalanları olarak müekked bir cümleyle yüzlerine çarpıyor.

إِنَّمَا نَحْنُ : إِنَّمَا te’kid içindir ve إِنَّ kelimesi, kâffe (amel etmesine mani olan) مَا ile kullanıldığında hasr ifade eder. نَحْنُ kelimesi ise zamir-i munfasıldır.

Buna göre onlar: “Eğer yeryüzünde ıslahçı olarak gösterilecek bir zümre varsa o da, biziz.” diyorlar. Aslında, günümüzde de hangi ifsatçıya sorarsanız sorun, “Biz her türlü klik, mezhep, meşrep anlayışların çok çok ötesinde insanlığa hizmet eden kimseleriz.” dediklerini duyarsınız. Onlar böyle diyecekler ama görünen köy kılavuz istemez, onlar bozguncuların ta kendileridirler ve yalan söylemektedirler.

İşte bunları işaretleme adına Kur’ân-ı Kerim أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ sözüyle onları faşediyor. Evvela, أَلَۤا ile dikkat çekiyor ve “Uyanık olun, dikkat etmezseniz aldanırsınız.” diyor. Sâniyen, onların إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ demelerine karşılık إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ diyor ve onların gerçek yüzlerini ortaya koyuyor. Ayrıca, onların اَلْمُصْلِحُون/ıslahçılar değil, اَلْمُفْسِدُونَ/fesatçılar olduklarını vurguluyor.. Ve وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ beyanıyla da onların şuursuzluklarını hatırlatıyor.

Şuur kelimesi üzerinde dururken, onun bir iz’an olmadığını görmüştük. Evet o, bir inanç değildir ki insanı amele sevk etsin, bir ilim değildir ki tefekküre esas teşkil etsin, akıl değildir ki, birbirinden farklı lemhalarından makûl bir sonuca ulaşsın. O, esas itibarıyla sadece cismanî ve ruhanî bir kısım müşâhede ve duyuşların lemhalarını aksettirmektedir. Buna göre şöyle denebilir: Bunların şuurları o kadar az ki, herc ü merce sebebiyet vermekle döktükleri kanı bile görmüyorlar. Hatta öldürdükleri nebileri bile göremiyorlar.

Ayrıca Kur’ân-ı Kerim, اَلْمُفْسِدُونَ sözüyle, müfsitlerin belli ve bilinen kimseler olduklarını da işaretliyor. Evet, onlar bellidirler, zira Bedir’de kafa karıştırıp bir kısım sahabe-i kiram’ı da farklı düşüncelere çekerek ordu içinde bozgunculuk yaptılar. Uhud’da bir hayli sahabinin kafalarını çelip araya ihtilaf attılar… keza Tebük hâdisesinde bozgunculuk çıkarıp Efen­di­miz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) yalnızlaştırmaya çalıştılar. Hu­su­siyle bunlardan bazıları durmadan bozgunculuk yapıyor ve kafa karıştırıyorlardı. Gün geldi Hayber’de toplandılar ve orayı âdeta bozguncuların kalesi hâline getirdiler.

Binaenaleyh; bunları öyle derince araştırmaya da lüzum yok. Onların şuurları buna taalluk etmese de, en basit şuura sahip olan insan bile yapılan şu şeylerin bozgunculuktan ibaret olduğunu hemen anlar. Onlar, döktürdükleri ve döktükleri kanların şarıl şarıl akmasına, her yerin, öldürdükleri insanların naaşlarıyla dolup taşmasına ve daha nice ürpertici şeylere sebebiyet vermelerine mukabil hâlâ yaptıkları bu ifsada ıslahat diyorlarsa bu sadece maddeye saplandıklarından akıllarının gözlerine inmiş olmasıyla yorumlanabilir. Zaten böyle olduğu için yaptıkları ifsadı ıslah zannetmiyorlar mı?

Buraya kadar olan kısımda iki veya üç âyet-i kerime çerçevesinde verilmeye çalışılan izahat içerisinde, toplum hayatı için nifakın ve onun arkasındaki inkârcı düşüncenin öteden beri insanlık için ne büyük karmaşa, kargaşa ve herc ü merce sebebiyet verdiği anlaşılacaktır. İleride tafsilen anlatıldığında onun ne öldürücü bir zehir olduğunu da görmüş olacağız. Tavzih sadedinde daha sonraki âyet-i kerimede onların da diğer insanlar gibi Allah’a inanmaları lazım geldiği/geleceği hususunda çok yönlü ihtarda bulunulmaktadır. Ne var ki onlar, kendilerini mü’minlerden üstün gördüklerinden bu ihtarı da anlayamayacaklardır. Aslında burada mukabele sanatıyla nifakın işte bu türlü bir alâmeti ortaya konmaktadır. Tabi bu alâmetlerin hepsi yan yana getirildiğinde bu farklılıkların hâsıl ettiği, renk ve desen itibarıyla karışık bir ruh hâletinin ifade edildiği görülecektir. Onların bu hâlini, مُذَبْذَبِينَ بَيْنَ ذٰلِكَ لَۤا إِلٰى هٰۤؤُلَۤاءِ وَلَۤا إِلٰى هٰۤؤُلَۤاءِ “Onlar, mü’minlerle kâfirler arasında bir oraya bir buraya gelip gitmek suretiyle bocalayıp duruyorlar: Ne tam onlardan olabiliyorlar ne de bunlardan…”289 beyanı ne güzel ifade etmektedir..!


282 Rûm sûresi, 30/41.

283 et-Taberî, Câmiu’l-beyân 1/126; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 1/45..

284 Hûd sûresi, 11/113.

285 Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye s.114 (Habbe).

286 Buhârî, edeb 83; Müslim, zühd 63.

287 el-Aynî, Umdetü’l-kârî 14/277, 2/173; Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 9/253-254.

288 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/63, 5/376; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 1/186.

289 Nisâ sûresi, 4/143.

-+=
Scroll to Top