Bakara Sûre-i Celîlesi (13-14. Âyetler)
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُۤوا أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا قَالُوا اٰمَنَّا وَإِذَا خَلَوْا إِلٰى شَيَاطِينِهِمْ قَالُۤوا إِنَّا مَعَكُمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِئُونَ
“Ne zaman onlara: ‘Şu güzel insanların iman ettiği gibi siz de iman edin.’ denilse onlar, ‘Yani o beyinsizlerin inandıkları gibi mi inanalım?’ derler. Asıl beyinsizler onların kendileridir de bunun farkında değiller. Bunlar iman edenlerle karşılaştıklarında ‘Biz de mü’miniz.’ derler. Ne var ki şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında da: ‘Emin olun, biz sizinle beraberiz, onlarla alay ediyorduk.’ derler.”
Daha önce de ifade edildiği üzere duygu ve düşünceleri itibarıyla işleri hile yapma ve aldatma olan münafıklar, Resûlullah’a da hud’a ve hilede bulunmaya kalkışmış ve bu konuda o kadar ileri gitmişlerdi ki yalanlarına O’nu da (sallallâhu aleyhi ve sellem) inandıracaklarını sanmaya başlamışlardı. Aslında bu yanlış telakki, akide noktasında bir şüphe, bir tereddüt ve bir reybîlik ifadesiydi. Zaten âyetlerde münafıkların hem fesat çıkarmaları hem de sulhun yanında olduklarını iddia etmeleri ve fesadı salah, salahı da fesat gördükleri açıkça ifade edilmektedir. Aslında hangi devirde olursa olsun nifak virüsünün bütün insanlık için ne denli zararlı olduğu Kur’ân-ı Kerim’de açıkça ortaya konmakta ve insanlık bu nifak şebekesine karşı tekrar ber tekrar uyarılmaktadır.
Bundan başka, münafıklarla alâkalı yukarıda geçen âyet-i kerimede, akideden muamelatın teferruatına, ondan da ahlâkî değerlere kadar sınıflar arasında fark gözetmeyi esas alma gibi korkunç bir inhiraf müşâhede edilmektedir. Tabi ki, kendilerine has bir iman iddiasında bulunurlarsa böyle bir imana bağlı ferdî, ailevî ve içtimaî hayatı ilgilendirecek ne kadar saha varsa o sahaların hemen hepsinde ciddi bir farklılık kendini gösterecektir. O anlayışa göre içtimaî nizam ele alındığında, tamamen maddî olan böyle bir nizamın temelinde ekonominin ve maddî refahın yattığı görülecektir. Bu anlayış itibarıyla da münafıkların içtimaî hayattaki refah ve saadet telakkileri tamamen maddî durumun mükemmeliyetine bağlı olacaktır.
Buna mukabil, inanan insana göre huzur sadece maddiyatın mükemmelliğiyle değildir; o, Allah’a ve ahirete iman kaynaklı, öyle sağlam dayanaklıdır ki, insan bin mahrumiyet içinde bulunsa da onu duyar. Evet, mü’minin düşünce dünyasının temelinde Allah’a iman, peygambere iman ve ahirete iman yatmaktadır. Diğer bütün değerler, teferruat kabilindendir ve zatî kıymetleri de ona göredir.
Bu âyet-i kerimede de وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُۤوا أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ denilerek, mü’minlerin emr-i bi’l-ma’ruf vazifesiyle münafıklara olan nasihatleri, hususiyle mü’minlerin en büyük temsilcisi olan Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara karşı irşadkâr ifadeleri, onların Müslümanlara ve Efendimiz’e aşağılayıcı bir üslupla mukabele etmeleri ve ardından mü’minler tebrie edilip asıl sefihlerin/beyinsizlerin kimler olduğu vurgulanmaktadır. Sanki bu âyet-i kerimede mü’minler ile münafıklar arasında bir diyalog kurulmakta ve önce mü’minler konuşmakta, sonra da münafıklar onlara cevap mahiyetinde mukabelede bulunmaktadır. Neticede ise Allah (celle celâluhu) her iki kesim hakkında hükmünü vermektedir.
Müfredat Mânâsı (13. Âyet)
إِذَا kelimesi de إِنْ gibi şart edatıdır ama إِنْ şek ifade etmesine rağmen, إِذَا kesinlik veya bir durumun vukuunun en azından rüçhaniyet kesbettiğini ifade eder.
قِيلَ fiil-i mâzi olup meçhul sigasıyla gelmiştir.
اٰمِنُوا kelimesi, اٰمَنَ’den emr-i hâzır cem-i müzekker muhatap olup “iman edin” mânâsındadır.
كَمَا : كَ, harf-i teşbihtir. مَا, masdariyye veya kâffedir. كَمَا, mahzuf (zikredilmemiş) bir masdarın sıfatı makamındadır.
اَلنَّاسُ’ın izahı daha önce genişçe ele alındığı vechiyle, sıradan “insanlar”dan daha ziyade “malum ve maruf insanlar” anlamına gelmektedir. Yani bu insanlar, herhangi bir insan değil, Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) iman eden insanlar demektir.
السُّفَهَۤاءُ, “sefih” kelimesinin cem’idir ve “sefeh”ten gelmektedir. Sefeh, görüş ve düşüncede hafif, noksan olma, aklı her şeye ermeme demektir. Daha ziyade avam halk için kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de değişik âyet-i kerimelerde de ifade edildiği gibi kâfirlerin öteden beri peygamberlere inanan insanları “süfeha”, “erâzil” gibi kelimelerle tavsif etmeleri, ilk inananların biraz da fakir, zayıf ve avamdan kimseler olduklarını göstermektedir.
Burada لَا يَعْلَمُونَ kelimesine dikkat etmekte yarar var. İlim, şuurun zirve noktasıdır. Şuur kelimesinin tahlil edildiği yerde de ifade edildiği gibi onun zirvesine ilim, bu seviyede ilim ehline de âlim denilmektedir. Zannediyorum buradaki لَا يَعْلَمُونَ kelimesinde de bu ve buna benzer mânâlar gözetilmekte
Şimdi de isterseniz, bu izaha göre âyetin mealine tekrar bakalım:
“Bir de onlara yepyeni ve terütaze bir duyuş ve hissedişle sahabe-i kiram gibi iman edin dendiğinde derler ki: ‘Sefihlerin, yani ayak takımının, mârifetsiz, kültürsüz, ilmî seviyeleri olmayan o kimselerin inandığı gibi mi inanacağız?’ De ki: ‘Dikkat edin, geçmişlerine bakın ve gelecekleri hakkında uyanık olun. Esas sefihler, yani duygu ve düşünce eksikliği içinde bulunanlar o münafıklardır. Fakat bunu bilemiyorlar, bilemezler de.’”
Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (13. Âyet)
لَا يَعْلَمُونَ : “Bilememe” ifadesi, nefy-i istikbal kipiyle anlatılmaktadır. Ayrıca burada “bilemezler” sözü, “istikbalde bilemezlerse şimdi de bilmiyorlar” anlamına gelmektedir. İfade burada مَا يَعْلَمُونَ şeklinde olsaydı, o zaman cümle, “Şimdi bilmiyorlar ancak ileride bilebilirler.” anlamına gelirdi ki, bu münafık karakterini tam aksettirmezdi. Evet, bu hususu şimdi olmadığı gibi ileride de bilmeleri mümkün değildir. Çünkü bu bir ilim meselesidir.
O gün mü’minler münafıklara yer yer “İman edin.” diye tebliğde bulunuyorlardı; buna karşılık münafıklar da اٰمَنَّا diyerek iman ettiklerini ifade ediyorlardı. Ancak Allah’ın, bu âyet-i kerimede mü’minlerden münafıklara tekrar اٰمَنَّا dedirtmelerini istediği görülmektedir ki, burada iki mülâhaza söz konusudur:
1. Münafıklar, “İman ettik.” demelerine rağmen yine de onlara “İmanın bütün erkânına iman edin.” denilmektedir. Çünkü imanın rükünlerinden bir tekine bile inanılmadığı takdirde o iman, iman olmaz.
2. Allah, mü’minlere, münafıkların durumlarını çok iyi bildiklerini söyletmektedir. Zira mü’minlerin onlara اٰمِنُوا “İman edin.” demeleri, onların gerçekten Allah’a iman etmediklerinin farkında olduklarını ifade eder.
Bundan başka كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ beyanıyla onlardan tıpkı mü’minlerin inandığı gibi iman etmeleri istenmektedir. Esasen bu bir bakıma meselenin tavzihi gibidir. Yani bu ifadeyle onlara âdeta şöyle denilmektedir: “Siz şimdiye kadar bir çeşit inanış içindeydiniz. Şu anda da değişik bir inanç peşindesiniz. Ama ne o inanışınız ne de bu imanınız kat’iyen makbul değildir. Şu anda yepyeni ve terütaze bir iman anlayışıyla zuhur eden, اَلنَّاسُ’la ifade edilen yeni bir insan topluluğu var. Aslında siz de bunları çok iyi biliyorsunuz. Bu insanlara ittiba etmek suretiyle gerçekten iman ediniz.” اَلنَّاسُ “insanlar” kelimesinin başındaki harf-i tarif, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında halkalar teşkil eden maruf insanları yani sahabe-i kiram’ı ifade etmektedir.
Ayrıca daha önceki 8. âyet-i kerimede geçen وَمِنَ النَّاسِ ifadesiyle bu âyette geçen اَلنَّاسُ kelimesi beraber ele alındığında, burada münafıklar için bir kınama olduğu nüktesini çıkartmak da mümkündür. وَمِنَ النَّاسِ ifadesiyle “insanlardan öyleleri vardır ki” denilerek münafıkların bir bakıma insanlar içinde garip bir gürûh olup, hâl, tutum, davranış ve anlayışlarıyla hiç de hakiki mânâda insan olmadıkları ifade edilmektedir.
Ancak, âyet-i kerimede, münafık olmalarına rağmen yine de insanlar içinde kendilerine bir yerin verildiği görülmektedir. Bu, şeytanın meleklerle beraber Hazreti Âdem’e secde etme emrine muhatap olmasına benzer. Aslında şeytan, كَانَ مِنَ الْجِنِّ “O, cinlerden idi.”290 âyetinin mantukunca cin taifesindendi ve cinlerin de merede kısmındandı ama meleklerle beraber bulunuyordu. Bunun için, وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ “Bir vakit meleklere: ‘Âdem için secde edin!’ dedik. Bütün melekler secde ettiler de İblis etmedi.” âyetinde, melek olmamasına, cinlerden olmasına rağmen meleklerle beraber secde emrine muhatap olduğu ifade ediliyor. Aynen onun gibi insanlar içinde de beşerin şeytanı sayılan münafıklar anlatılırken “İnsanlar içinde bir gürûh vardır ki…” ifadesi kullanılmaktadır. Bir mânâda onlara: “Siz marazınızın artmasıyla ve selim fıtratlarınızı bozmakla insanlar arasındaki yerinizi kaybetme durumundasınız. Öyleyse اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ “Hakiki insanların iman ettiği gibi iman edin.” denilmektedir. Onlar ise, “Biz sefihlerin yani görgü ve düşüncesi kısır olanların inandığı gibi mi inanacağız?! Bunu mu bize teklif ediyorsunuz?!” diyerek bu teklifi geri çevirmişlerdir/çevirmektedirler.
Bundan şu da anlaşılabilir: Münafıklar, esasen kendilerine göre bir çeşit inanıyorlardı. Ne var ki bu inanma, Allah katında makbul olan iman şeklinde değildi. Bu çarpık anlayışla onlar, mü’minlerin inanma şeklini sefihlere has bir iman olarak görüyor ve bu şekildeki hakiki imana karşı tavır alıyorlardı.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: “Münafıklar, أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ ‘Sefihlerin, yani bilgisiz, kültürsüz, ilmî seviyeleri olmayan sıradan kimselerin inandığı gibi mi inanacağız?’ ifadesini kendilerine emr-i bi’l-ma’ruf yapan mü’minlere mi, yoksa şeytanlarıyla baş başa kaldıkları zaman kendi kendilerine mi söylüyorlardı?”
Bu mevzuda tefsirciler değişik yorumlar ortaya koymuşlardır. Esasen her iki mânâyı kabul etmekte de bir beis olmasa gerek. Vâhidî, münafıkların insanların içinde değil de daha ziyade şeytanlarıyla baş başa kaldıkları zaman أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ dediklerini ifade etmektedir.291 Zira onlar, mü’minlerin yüzüne karşı bunu söyleyecek cesarette değillerdi.
Ancak âyetlerin umumi akışına bakıldığında, münafıkların bu ifadeleri, mü’minlerin yüzlerine karşı söylediklerini anlamak da mümkündür. Zira münafıklar ile mü’minlerin arasındaki münasebet, bazen karşılıklı konuşma şeklinde de olabiliyordu. Dolayısıyla bu karşılıklı konuşma esnasında münafıkların أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ cümlesini ifade etmeleri onların küstahlıklarına uygun düşmektedir. Aslında, siyak-sibak bütünlüğü içerisinde âyetlere bakıldığında, onların bu cümleyi rahatlıkla mü’minlerin yüzlerine karşı söyleyebilecekleri de mümkün görünmektedir. Zira münafıklar, Allah’a karşı bile hud’a yapma cüretini izhar etmiş, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve mü’minlerin firâsetini kâle almadan bu mevzuda onlara mukabelede bulunmuş, kendilerine “Fesat çıkarmayın!” denildiğinde sözde akıllıca davrandıklarını zannederek “Fesat çıkarmıyoruz, biz ıslahçılarız.” demişlerdi…
Bir kere umumi karakterlerine bakıldığında münafıkların fıtratlarının bozulduğu açıkça müşâhede edilmektedir. Böyle bir fıtrat bozukluğu yaşayan bu insanların, karşılaştıkları mü’minlere: أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ demeleri gayet normaldir. Vâkıa onların böyle demeleri, hâlet-i ruhiye itibarıyla öfkenin, şiddetin ve hiddetin ulaşabileceği son noktaya ulaşmış olmasının onlarda hâsıl ettiği bir feveran ve patlamanın neticesiydi.
Ayrıca onlar burada maksatlarını gizleyip başka şekilde söyleme mânâsına bir de tevriyede bulunuyor, أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ ifadelerini iki şekilde anlaşılabilecek bir üslupla söylüyor ve diyalektik yapıyorlardı. Evet onlar, söyledikleri sözü; hem yukarıdaki şekilde hem de, “Ya ne zannediyorsunuz, tabi inanacağız. Yoksa bizim sefihlerin yaptığı gibi mi yapacağımızı zannediyorsunuz?” şeklinde anlaşılabilecek biçimde söylüyorlardı ki, böyle bir üslupla bir taraftan asıl maksatlarını gizlemiş oluyor, diğer taraftan da içlerindeki gayzlarını seslendiriyorlardı. Esasen Kur’ân-ı Kerim’in bu mevzudaki ikazlarına bakıldığında münafıkların hiç mi hiç inanmadıkları anlaşılmaktadır.
Aslında onların –bir şaşkının da ifade ettiği gibi– kendilerince bir inançları vardı. Ne var ki, Allah’ın dini yanında kendine göre inanmanın çerçevesinin ne olduğu da belli değildi. Belki, nebilerin sesinin soluğunun ulaşamadığı devirlerde insanların kendilerine göre bir inanç sistemi oluşturmaları imkân dâhilindeydi; ancak Peygamber vahyini duyduktan sonra artık “kendine göre bir iman” olmazdı. Abdülaziz Mecdi Efendi’nin hayatıyla alâkalı bir eserde okumuştum. Zannediyorum, Feylosof Rıza Tevfik, Tevfik Fikret’i müdafaa sadedinde, bir mecliste şunları söyler: “Tevfik Fikret tamamen mutekit idi, dindar idi, fakat dini herkesten başka bir surette anlardı.” Bunun üzerine Merhum Babanzade gayet latif bir ifadeyle şu mukabelede bulunur: “Filozofçuğum! Fikret büyük bir şairdir, deyiniz. Şiiri lâyık-ı takdirdir, deyiniz. Peki, deriz. Numune-i fazilet idi, deyiniz. Birçok kuyud-u ihtiraziye ile ona da, peki, deriz. Fakat, mü’min idi, Müslüman idi demeyeniz. Çünkü sizi herkesten evvel kendisi tekzip eder.”292
Tekrar konuya dönecek olursak, burada bir nükteden daha söz edilebilir. Kur’ân, ibtida ile intihayı cem eden bir kitaptır. Yani mübtedi bir insan samimi hissiyatıyla kendini ona verdiği zaman tatmin olup doyabileceği gibi, müntehî sayılan bir başkası da onu farklı bir derinlikte duyabilir. Bu itibarla Kur’ân, öyle bir iman anlayışı vaz’ etmiştir ki onun dışında başka bir iman anlayışı ortaya koymak densizlik olur. Ne var ki, Kur’ân’ın ortaya koyduğu bu iman anlayışında bir kısım terakki farklılıklarının olduğu açıktır. Evet, bir sahabinin imandaki seviyesiyle Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) iman mertebesi bir olmadığı gibi bir hak erinin yakîniyle bizim gibi sıradan birinin yakîn ü iz’anı bir değildir. İsterseniz bir de bu zaviyeden meseleye bakalım; o zaman kendi imanlarını akademik seviyede gören, ekonomik ve kültürel açıdan kendilerinden daha aşağıda gördükleri insanların imanlarını alaya alan münafıkların nasıl bir gaflet içinde bulundukları görülecektir.
Netice itibarıyla münafıkların أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ demeleri ister sahabiyle istihza etmek olarak ele alınsın, ister aslında inanmadıkları hâlde inanıyor gibi görünmelerinin ifadesi olsun, isterse sahabeyi sefih sayıp, okumuş, kültürlü ve görgülü kimseler için ayrı bir iman anlayışı iddiasındaydılar şeklinde anlaşılsın; evet konu hangi şekliyle ele alınırsa alınsın münafıkların ciddi bir tutarsızlık içinde oldukları müşahede edilecektir.
***
Ayrıca, وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُۤوا أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ ifadelerinde şu tür nükteler söz konusudur:
1. İman, şahısların hissiyat ve anlayışlarına göre çeşitlilik ve renklilik arz etmez. Onun tek rengi vardır, o da إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللهِ الْإِسْلَامُ “Allah nezdinde din İslâm’dır.”293 âyetinde ifadesini bulur. Başka düşüncelerin ürünü olarak din diye ortaya sürülen hiçbir sistem, İslâm’ın yerini tutmaz/tutamaz. Nitekim وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْإِسْلَامِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ “Kim, İslâm’dan başka bir din, bir sistem ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir anlayış) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.”294 âyet-i kerimesi açık ve net olarak bu hakikati ifade etmektedir. Evet İslâm dışında gidilen yolların hepsi merduttur ve hiçbirinin nezd-i ulûhiyette makbuliyeti de söz konusu değildir.
2. اَلنَّاسُ kelimesiyle ifade edilen o maruf insanlar sahabe-i kiram’dır. “Mutlak zikir, kemaline masruftur.” prensibinden hareketle “insanlar” denince, en kâmil mânâda insan olan ashab akla gelmektedir. Binaenaleyh burada sanki münafıklara “Siz sahabe-i kiram gibi iman edin.” denilmektedir. Bu ifade, o devrin münafıklarına, inanma mevzuunda örnek olarak uyulması gerekenlerin sahabeler olduğunu anlattığı gibi aynı zamanda, ondan sonra gelecek kimseler için de “sahabenin imanının daima örnek bir iman” olduğunu anlatmaktadır.
3. اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ cümlesindeki kâf-ı teşbihle sadece münafıklara değil bütün insanlara, “Ey çağın insanları ve daha sonrakiler, siz asla sahabe gibi inanamazsınız.” şeklinde bir ima da söz konusudur. Zira müşebbeh (benzetilen), müşebbehün bih’in (kendisine benzetilen) aynı değildir. Meseleyi değiştirip ashaptan ileriye giderek teşbihte bir taklib yapmak belâgat kaidelerine aykırıdır. Öyleyse sahabeyi takip eden nesiller imanda ne kadar ileriye giderlerse gitsinler hep “gibi” olacak fakat kat’iyen “aynı” olamayacaklardır.
4. Bundan başka أَنُؤْمِنُ “İnanacak mıyız?” ifadesinde şöyle bir nükte de mevcuttur: Münafıklar önceden اٰمَنَّا “Biz iman ettik.” demişlerdi. Yani demagoji yaparak, “Bir kez daha mı iman!” demek istemişlerdi. Fiil-i muzâri hem teceddüt ifade etmekte hem de hakikaten hâle, mecâzen de istikbale bakmaktadır. Evet münafıklar, bu ifadeyle “Daha önce iman etmiştik, bundan sonra da hep inanma mecburiyetinde mi kalacağız?” demek istemiş ve ayrı bir inhiraflarını seslendirmişlerdi.
5. Ashab-ı kiram arasında Selman-ı Fârisî, Ebû Hüreyre ve Bilal-i Habeşî (radıyallâhu anhüm) gibi fakirlikleriyle meşhur ve maruf olmuş bazı kimseler vardı ve münafıklar da bu sahabileri yakından tanıdıkları için onlara doğrudan doğruya –hâşâ– sefih diyorlardı. Binaenaleyh münafıkların ifadelerinden hareket edilecek olursa السُّفَهَۤاءُ kelimesindeki harf-i tarifi, “ahd-i zihnî” olarak düşünmek icap edecektir. O takdirde السُّفَهَۤاءُ kelimesi “şu aramızda maruf/belli sefihler” mânâsına gelmiş olur.
Vâkıa, farklı bir zâviyeden bakıldığı takdirde bunun ahd-i hâricî olarak düşünülmesi de mümkündür. Buna göre münafıklar “Biz şu akılsız ve budalaların inandıklarına mı inanacağız?” demek suretiyle kendilerince mü’minlerle istihza ediyorlardı. Kur’ân-ı Kerim, onların daha evvelki iddialarının cevaplarını verdiği gibi bu istihzalarını da cevapsız bırakmamıştır.
Konuya bir de âyetin sebeb-i nüzulü açısından bakmak yararlı olacaktır. Evet, esbâb-ı nüzul, esasen temel hususun tasvirini yaparak o tip hâdiselere bir bakıma cevap olması ve daha sonra gelecek hâdiseleri de o tür hâdiselere tatbik etme imkânı hazırlaması açısından çok önemlidir. Her ne kadar bazı âyetler, hususi şahısların hususi hareketlerinden ötürü nâzil olmuşsa da bunu umuma teşmil etmekte herhangi bir mahzur yoktur. Zira herkesin bu türlü derslerden alacağı ibretler vardır.
Abdullah İbn Übey İbn Selûl ve onun liderliğindeki o zâhiren çok zeki görünen, akl-ı meaşla zeki olan ancak meâdı bilmeyen (yani dünyayı gören fakat ahireti bilmeyen) bu kimseler sahabe-i kirama –hâşâ– sefih nazarıyla bakıyorlardı ki, burada şöyle bir durum söz konusudur:
Daima rahatını ve zevkini düşünen, rahat ve huzurunu ihlal edecek her türlü hareketi kötü kabul eden ve bu türlü hareketlerle huzurunu kaçıranlara sefih ve deli nazarıyla bakan bir kısım maddeciler hemen her devirde görülegelmişlerdir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Allah’ı o kadar çok hatırlayın, o kadar çok anın ki neticede size deli desinler.”295 hadis-i şerifi de bu hususu teyit eder mahiyettedir. Evet, inanan bir kimsenin, hasımları tarafından mecnun olarak itham edilmesi hep olagelmiş bir husustur. Zaten bir mü’minin davranışları, mülhitlere ve fısk u fücûr içinde olanlara tıpatıp uyuyorsa o mü’min, gerçekten onlardan ayrılarak zâti kimlik ve şahsiyetiyle kendini olduğu gibi gösterememiş demektir. Kat’i hatlarla mülhitlerden ve mütemerritlerden farklılık arz eden bir mü’minin bütün davranışları, mülhit ve mütemerritleri kendi yanlış kıstasları içinde hep yanlış mülâhazalara sevk edecektir.
Mesela bir mü’min, Peygamberinin: “Kim bugün iman ederek ve sevabını Allah’tan bekleyerek burada savaşıp ölürse Cennet’e girer.” müjdesini duyup elindeki hurmaları atar ve: “Bunların eliyle ölmekle Cennet’e gireceksem bu canıma minnet.” diyerek hayatını istihkâr eder ve şehadete yürür.296 Hayatı en mühim mesele sayan ve Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle bin sene ömür yaşamayı isteyen bir insanın,297 hayatını istihkâr edip böylesine her şeyi elinin tersiyle iten bir zata sefih demesi kendince gayet normaldir.
Şimdi bir insan düşünün ki, çoluk çocuğunu kendi öz yurdunda bırakıyor ve bir sığıntı gibi başkalarının evine sığınıyor. Zamanında Yemen ve Şam ticaretiyle önemli imkânlara sahip olan bu insan, sığındığı o kimsenin bağında, bahçesinde bir işçi gibi çalışıyor. İşte böylesine akıl almaz fedakârlık ve sıkıntılara göğüs geren bir mü’minin bu durumunu gören münafıklar bu kişiye sefih diyorlar.
Bundan da anlaşılmaktadır ki, mü’min ve münafıklar nazarında ölçüler çok farklı ve değer hükümleri de ayrı ayrı idi. Böyle olunca onlar kendi içlerinde sahabiye, normal görerek, –hâşâ– sefih diyebiliyorlardı. Vâkıa yer yer bunu izhar da ediyorlardı.
قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَۤاءُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ وَمَا تُخْفِي صُدُورُهُمْ أَكْبَرُ “Size karşı olan düşmanlıkları ağızlarından taşıp meydana çıkmaktadır; kalblerinin gizlediği düşmanlık ise daha büyüktür.”298 âyeti bunu açıkça göstermektedir. Cenab-ı Hak da onların içlerindeki bu düşmanlığı أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ “İyi bilin ki, asıl sefih onlardır ama bilmiyorlar” âyetiyle açığa çıkartmakta ve onların karakterlerini ortaya koymaktadır.
İslâmî kaynaklarda Bakara sûresi 10-14. âyetlerin sebeb-i nüzulü olarak şu hâdise zikredilir: Abdullah İbn Übey adamlarıyla beraber bir gün yürürlerken Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Ali’ye rastlarlar. Abdullah İbn Übey yanındakilere: “Bakınız ben şu gelen sefihleri başımızdan nasıl savacağım.” şeklinde mırıldanır ve yaklaştıkları zaman hemen Hazreti Ebû Bekir’in elini tutar, ona “Merhaba Teymoğullarının efendisi, şeyhu’l-İslâm, Resûlullah’ın mağarada arkadaşı, kendini ve malını Resûlullah’a vermiş bulunan Hazreti Sıddık!” der; sonra Hazreti Ömer’in elini tutar, ona da, “Merhaba Adiyoğullarının efendisi, dininde kuvvetli, nefsini ve malını Resûlullah’ın yoluna adamış Hazreti Faruk!” diye riyada bulunur; sonra Hazreti Ali’nin elini tutar ve aynı riyakâr tavırla, “Merhaba Resûlullah’ın amca oğlu ve damadı, Resûlullah’tan sonra bütün Hâşimoğullarının efendisi!” sözleriyle alayına devam eder.
Bunun üzerine Hazreti Ali: “Abdullah, Allah’tan kork, münafıklık etme, çünkü münafıklar Allah’ın en kötü kullarıdır.” mukabelesinde bulunur. Abdullah İbn Übey de cevaben: “Sen ey Ebâ Hasen, benim hakkımda böyle mi düşünüyorsun? Allah’a yemin ederim, bizim imanımız sizin imanınız gibi ve bizim tasdikimiz de sizin tasdikiniz gibidir.” der ve ayrılırlar. Daha sonra arkadaşlarının yanına dönen Abdullah İbn Übey onlara: “Nasıl yaptığımı gördünüz değil mi? İşte siz de bunları her gördüğünüzde böyle yapınız.” talimatını verir, onlar da “Sağ ol, sen hayatta olduğun sürece seninleyiz.” diye onu pöhpöhlerler. Ebû Bekir, Ömer ve Ali (radıyallâhu anhüm) efendilerimiz de bunu Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) aktarınca ilgili âyetler nâzil olur.299
Âyetlerin sebeb-i nüzulü olarak bu hâdise zikredilse de mevzu itibarıyla mesele umumidir. İmanı kurtarma adına yapılan âlemşümul çalışmalar göz önüne alındığında günümüzde de birtakım hizmete adanmış kimselerin sefih nazarıyla ele alındıkları görülecektir. Yani tarihin hemen her devrinde bütün tazeliği ve nezahetiyle hak ve hakikat namına mücahedede bulunan kimselerin davranışları sefeh eseri olarak mütalâa edilmiş ve bu insanlara çok defa sefih nazarıyla bakılmıştır. Ancak, لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ أُمَّتِي ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتَّى يَأْتِيَهُمْ أَمْرُ اللهِ وَهُمْ ظَاهِرُونَ “Ümmetimden bir grup, hak üzerine kâim olmaktan asla geri kalmaz. Allah’ın emri (kıyamet) gelinceye dek onlar hep galiptirler.”300 hadis-i şerifinin de işaret ettiği gibi kıyamet gününe kadar insanları hak ve hakikate çağıran mutlaka bir cemaat bulunacak ve bu cemaate sefih diyenler de olacaktır. Evet, Hazreti Âdem’le başlayan bu mücadele kıyamete kadar devam edecektir.
İşte Kur’ân-ı Kerim, bu husustaki hükmünü şöyle noktalamaktadır: أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ “Dikkat edin asıl sefihler onlardır; ama bunu bilemiyorlar.” Evet, münafıklara “İnsanların inandığı gibi inanın.” denilip yol gösterildiğinde onlar, “Sefihlerin inandığı gibi mi inanacağız!” demişlerdi. Bu hususa daha önce de değinmiştik. اَلنَّاسُ kelimesi, başındaki harf-i tarifle, o gün daha ziyade Müslüman saflarında bulunan inanan insanları akla getirmekteydi. Ancak bu اَلنَّاسُ ifadesinde şöyle bir mânâ da melhuzdur: “Siz de insansınız, onlar da insan. Daha evvel hep beraber bulunuyordunuz. Sonra insanlardan bir grup, sizin gibi küfürde kalmayıp iman ettiler ki, hâlâ da insandırlar. Sizin onlardan herhangi bir üstün yanınız yok. Öyle ise onların iman ettikleri gibi siz de iman ediniz.” Ayrıca bu kelimenin tercih edilmesinde, “İnsanlığınızın gereği olarak mesele ele alındığında sizin de iman etmeniz gerekecektir ve bunun insanlık adına tenkit edilecek bir tarafı da yoktur.” gibi bir mânâ da söz konusu olabilir.
أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ “Dikkat edin, asıl sefihler onlardır fakat bilmezler.” Evet onlar, her ne kadar mü’minlere sefih deseler de sefahatin ne olduğunu bilmemektedirler. Sefahet, bilmeye mütevakkıf bir meseledir. Daha önce de ifade edildiği gibi “sefih” lügat mânâsı itibarıyla “muhakemesi, re’yi, görüşü kısır olan kimse”, şer’i mânâsı itibarıyla da “aklın ve şer’in sınırlarına riayet etmeyen insan” demektir. Yani o, “sefil arzularını yaşayan, miskinlik içinde bulunan ve olumsuz alışkanlıkları olan kimse” mânâsına gelmektedir. Gerçi bazen yüzüne bakılmayan fakire, iltifat görmeyen zayıfa, ezilen mazlum kişilere de sefih denilmektedir ki bu da daha ziyade –Kur’ân-ı Kerim’in değişik yerlerinde ifade edildiği gibi– müşriklerce nebilere ittiba eden kimseler hakkında kullanılagelmiştir.
Mesela, Hazreti Nuh’a (aleyhisselâm) inanmayan kimseler: وَمَا نَرَاكَ اتَّبَعَكَ إِلَّا الَّذِينَ هُمْ أَرَاذِلُنَا بَادِيَ الرَّأْيِ “Biz, içimizde ancak ayak takımının sana ittiba ettiğini görüyoruz.”301 diyerek inanan insanları “erâzil (ayak takımı, toplumun en alt tabakası)” kelimesiyle vasıflandırmış ve “süfeha” kelimesinin yerine “erâzil” sözcüğünü kullanmışlardır. Az önce de geçtiği üzere “sefih”i anlama ilme bağlıdır. İlim ise insanın kendi nefsini bilmesinden başlar; başlar da insan, kendini tanımanın ışığı altında hakka, irfana ve onun neticesinde de Cennet ve cemalullaha ulaşır. Kendini bilemeyen insanlar ise, Yunus’un
“ İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır!”
ifadelerinde de olduğu gibi, Allah’ı da bilemeyeceklerdir. Nitekim başka bir âyette de, نَسُوا اللهَ فَأَنْسَاهُمْ أَنْفُسَهُمْ “Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara nefislerini unutturdu.”302 buyrulur. Bu iki esas arasında telâzum olduğu söylenebilir.
Bundan da anlaşılmaktadır ki, münafıkların söyledikleri sözlerde bir ilmî gerçeklik bulunmamaktadır. İşte Kur’ân-ı Kerim de bu âyetteki fezlekeyle bize bunu göstermektedir. Nitekim bu siyakta geçen âyetlerde evvela مَا يَشْعُرُونَ “Farkında değiller”, ikinci olarak لَا يَشْعُرُونَ “Farkında değiller ve olmayacaklar”, üçüncü olarak da لَا يَعْلَمُونَ “Bilmiyorlar” denilmektedir ki, bundan anlaşılan da şudur: Münafıkların, şu anda gözlerinin önünde olup bitenlere kat’iyen şuurları taalluk etmemektedir. Burada مَا “nefy-i hâl” içindir, yani hâl-i hazırda bir şeyin (burada şuurun) olmadığını ifade eder. Sonraki âyetin sonunda ise “nefy-i istikbal (bir şeyin gelecekte olmaması)” ifade eden لَا ile لَا يَشْعُرُونَ denilmektedir. Zira مَا يَشْعُرُونَ ile ifade edilenler, لَا يَشْعُرُونَ olma yolundadırlar. Evet, bunlar, şuuren şu anda olup bitenleri kavrayamadıkları gibi istikbale ait meseleleri de kavrayamayacaklardır. Zira şuur, akla malzeme hazırlayan bir güçtür. Münafıklar aklî meselelerde bir durağanlık yaşadıkları için, tamamen ilmî bir mesele olan sefahat sözcüğüne sığınıp onunla başkalarına çamur atmaları kendi bilgisizliklerini göstermektedir.
Bundan da anlaşılan şudur ki onlar, bilinecek şeyleri bilmemektedirler hatta bilmediklerini dahi bilmemektedirler. Dolayısıyla da bir türlü bu mürekkeb (katmerli) cehaletten kurtulamamaktadırlar; kurtulamamaktadırlar, zira onlar kendilerini biliyor zannetmektedirler. Evet insan, bir şeyi bilmiyorsa onun cehaleti bir cehl-i basit, şayet bilmediğini dahi bilmiyorsa bir cehl-i mürekkeb; ve eğer bir şey bilmediği hâlde biliyor iddiasında ise bu da bir cehl-i mük’abtır (üç boyutlu). Evet bunlardan biri tek buudlu basit cehalet, ikincisi iki buudlu mürekkeb cehalet, üçüncüsü ise üç buudlu mük’ab bir cehalettir. İşte burada لَا يَشْعُرُونَ ifadesi münafığın böylesine muzaaf (kat kat) bir bilgisizlik içinde olduğunu işaretlemektedir.
Münafıklar ve bir kısım Ehl-i Kitap –insaflı olanlar müstesna– bu kategori içinde mütalâa edilegelmişlerdir. O gün ortada yeni bir mesaj ve bu dinin temsilcisi etrafında toplanmış, önceleri az ama zaman geçtikçe çığ gibi gelişen, büyüyen aydınlık bir kitle vardı. Onlar bunu hiç anlayamıyor ve sindiremiyorlardı. Gerçi azıcık basiretleri olsaydı ve kendi vicdanlarına, vicdanî müktesebatlarına dönüp baksalardı daha farklı davranacaklardı ve hem Tevrat’ın hem de İncil’in bir Nebi-yi Ümmî’den haber verdiğini göreceklerdi. Esasen onlar, böyle bir peygamberin kendi çevrelerinde zuhur edeceğini çok iyi biliyorlardı. Nitekim Hazreti Mesih’ten sonra o devre kadar Resûl-i Ekrem gibi şânı yüce, fezâil ve meârif âbidesi bir zatın zuhur ettiğine de hiç şahit olmamışlardı. Eğer onlar birazcık olsun vicdan ve iz’an sahibi olsalardı Resûl-i Ekrem’in o işaret edilen peygamber olduğunu hemen anlayacaklardı. Ne var ki, bu kadarcık olsun dönüp vicdanlarına bakmıyorlardı. Onun için de bir türlü tereddütten kurtulamıyorlardı. Aslında, âhir zamanda gelecek Nebi’nin ahiret hakkında tafsilat vereceğini kitaplarında da görüyorlardı ama içlerindeki kin ve haset böyle bir şeyi kabule fırsat vermiyordu. Bundan anlaşılan şu idi ki, bunlar, esasen yanıltmayan bir şuura, bir akla ve bir ilme sahip değillerdi, bundan dolayı da gözlerinin önünde olup biten bu gerçekleri göremiyorlardı.
Bu itibarla لَا يَعْلَمُونَ kelimesi, “Onlar, size sefih dediler. Aslında onların kendileri şuursuz, aklı olmayan ve aynı zamanda ilimsiz kimselerdir.” şeklinde Efendimiz’e ve mü’minlere yönelik bir teselli mânâsı ifade etmektedir. Bir diğer yönden burada şöyle bir şey anlamak da mümkündür: “Onlar şuursuz, akılsız ve ilimsiz kimselerdi. İslâm ise, şuur, akıl, fikir ve ilim üzerine müesses bir dindir. Müslüman olarak ancak bunları mü’minler bilebilirler. Öyleyse, onlarda olmasa da sizin meselelerinizin temelinde şuur, akıl, fikir ve ilim vardır.”
* * *
وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا قَالُوا اٰمَنَّا وَإِذَا خَلَوْا إِلٰى شَيَاطِينِهِمْ
قَالُۤوا إِنَّا مَعَكُمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِئُونَ
“Bunlar iman edenlerle karşılaştıkları vakit, ‘Biz de mü’miniz.’ derler. Fakat şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında da: ‘Emin olun biz sizinle beraberiz, sadece onlarla alay ediyoruz.’ derler.”
Müfredat Mânâsı (14. Âyet)
إِذَا şart edatıdır.
لَقُوا kelimesi, لَقِيَ – يَلْقَى – لِقَاءً’den gelir. Mâzi fiilin cem-i müzekker gâip sigası olup “karşılaşma, yüzyüze gelme, görüşme, mülaki olma” gibi mânâlara gelmektedir.
Bunun gibi, خَلَوْا kelimesi de, خَلَا – يَخْلُو – خُلُوًّا وَخَلَاءً وَخَلْوَةً kökünden gelir, mâzi fiilin cem-i müzekker gâip sigası olup, إِلَى harf-i cerriyle kullanıldığında “halvete varmak, baş başa kalmak” gibi anlamlara gelir.
وَإِذَا خَلَوْا إِلٰى شَيَاطِينِهِمْ ifadesinde, bir kısım cümleler tayyedilmek suretiyle îcâza gidilmiştir şeklinde yaklaşacak olursak, takdiri: وَإِذَا خَلَوْا [وَانْصَرَفُوا وَذَهَبُوا وَخَلَصُوا] إِلٰى شَيَاطِينِهِمْ şeklinde olur ki mânâsı için şöyle denebilir: “Yalnız kaldıkları, yüz çevirip, çekip gittikleri ve gidip şeytanlarına ulaştıkları zaman…”
Pek çok müfessir, buradaki إِلٰى harf-i cerrinin مَعَ mânâsına geldiğini ifade etmişlerdir. Buna göre mânâ: وَإِذَا خَلَوْا مَعَ شَيَاطِينِهِمْ “şeytanlarıyla baş başa kaldıkları zaman” şeklinde olur.
شَيَاطِين şeytan kelimesinin çoğuludur. Kelime, Kur’ân-ı Kerim’de hem müfred (tekil) hem de cemi’ (çoğul) olarak birçok yerde geçmektedir. Şeytan kelimesi, ism-i cins olarak ele alındığı gibi, ism-i hâs olarak da ele alınagelmiştir.
İsm-i cins olduğunda, inatçı ve saldırgan olan her şeye bir mânâda şeytan denir ki bu, o türü genel olarak ifade eder. Evet, her nevide, o nevi içinde şeytanlığa has hususiyetleri bulunan türe “insan şeytanı, cin şeytanı, hayvan şeytanı” denegelmiştir.
İsm-i hâs olmasına gelince: “Şeytan” kelimesi, Allah’a baş kaldırıp “Beni ateşten yarattın.. ben daha hayırlıyım.” diyen, Hazreti Âdem’e secde etmeyen ve Allah’ın huzurundan kovulan maruf şeytanı yani İblis’i anlarız. Ancak bu maruf şeytanın, onun insanlar arasındaki avenesiyle de her zaman açık-kapalı bir tesvîl (günahları süsleme) şeklinde tesiri söz konusudur. Evet;
وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الْإِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلٰى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَۤاءَ رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ
“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Öyle ise artık Sen onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak.”303 âyet-i kerimesinde de ifade edildiği gibi insî şeytanlar ile cinnî şeytanların birbirleriyle sürekli irtibatlı oldukları görülmektedir. Bunlar, bir yerde fitne ve fesada dair iğfal (aldatma) ve idlâl (saptırma) cinsinden bir fikir ve düşünceyi süsler, bezer, insanlar arasında yayıverirler. Zannediyorum dünyanın hemen her yerinde fitne ve fesada ait düşünce ve fikirlerin sloganik hâle gelmesi de onların aralarındaki bu diyalogdan kaynaklanıyor.
Nâs Sûresi’nde “vesvâs” ve “hannâs” olarak ifade edilen, her insana musallat olabilen, görünmeyen fakat insanı baştan çıkarmak için devamlı vesvese veren şeytanlar vardır. Bir gün Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ebû Zerr’e: “İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden Allah’a sığındın mı?” dedi. Hazreti Ebû Zer de bu suale, yine bir sual ile karşılık verdi: “İnsanlardan da şeytan var mı?” Allah Resûlü cevabında: “Evet, hem de onlar cinnî şeytanlardan daha da şerirdirler.” buyurdu.304 Bu hadis-i şerif açıkça hem insanlar hem de cinler arasında şeytanlar bulunduğunu göstermektedir. Hazreti Üstad, “Eğer onlar maddî ceset giyseydiler, bu şerîr insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesetlerini çıkarabilseydiler, o cinnî iblisler olacaktılar.”305 sözleriyle cin ve ins şeytanları arasındaki duygu ve düşünce benzerliğine işaret eder.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) meseleyi daha da şümullü tutarak, “Her bir devenin üzerinde (bir rivayette: arkasında) bir şeytan vardır.”306 buyururlar. Hazreti Ömer’in başından geçen şu vak’a da bu meseleyi teyit eder mahiyettedir: Hazreti Ömer, Şam’a geldiklerinde bir ata biner. At ciddi bir şetâret ve neşât içinde kendinden geçmiş insan gibi zevk ve şevkle şahlanır. Onun böyle yarış atları gibi gururlu ve kibirli davranışları Hazreti Ömer’in hoşuna gitmez, Koca Halife, bu attan aşağıya inerek şöyle der: “Beni bir şeytana bindirdiniz.”307
Şeytan kelimesinin kaynaklarda شَطَنَ’den veya شَاطَ – يَشِيطُ’dan geldiği zikredilmektedir. شَطَنَ’den geldiği düşünülecek olursa, “uzak olmak, uzaklaşmak” mânâsına gelmesi itibarıyla “Allah’ın rahmetinden uzak olan.” demektir. شَاطَ – يَشِيطُ’dan geldiği kabul edildiği takdirde de “helak olmak, yanmak, batıl olmak” anlamına gelmektedir. Secde ile Allah’a yakınlığı mümkün iken, Allah’a başkaldırıp serkeşlik etmesiyle kendi elleriyle kendini helâke sürükleyip, kendi menfaatine olan şeyleri iptal ettiğinden ona “şeytan” denilmiştir. Evet o, rahmet-i ilâhiyeden uzaklaşmış, yanmayı hak etmiş ve bütün davranışları bâtıl, değersiz hâle gelmiş denî bir mahlûktur.
مُسْتَهْزِئُونَ : İstihza, هَزِئَ – يَهْزَأُ fiilinin istif’âl babındandır ve “maskaraya alma, biriyle alay etme, birini hakir görme” gibi mânâları içerir. مُسْتَهْزِئُونَ kelimesi, bu fiilin ism-i fâil sigasının çoğulu olup, “istihza edenler” mânâsınadır.
Şimdi verilen bu iştikak bilgileri ışığında âyetin mânâsını hecelemeye çalışalım:
Onlar, Müslümanlarla karşılaştıkları zaman onlara karşı “Biz iman ettik.” derler. Sonra dönüp şeytanlarıyla, reisleriyle ve hemfikir oldukları kimselerle baş başa kaldıkları ve onlarla beraber bulundukları zaman “Biz kat’iyen sizinleyiz, sadece onlarla istihza ediyorduk.” derler.
Yukarıda esbab-ı nüzul için arz edilen Abdullah İbn Übey İbn Selul örneğine bu âyet-i kerime perspektifinden bakılabilir. Hatta Abdullah İbn Übey İbn Selul zihniyetindeki insanların her devirde Müslümanlarla nasıl istihza ettikleri/edecekleri bundan çıkarılabilir.
Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (14. Âyet)
وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا : Buradaki إِذَا şart edatıdır ve cezm (kesinlik) ifade etmektedir. إِذَا’nın cezm ifade etmesinden, münafıkların Müslümanlarla sık sık karşılaştıkları anlaşılmaktadır.
اَلَّذِينَ اٰمَنُوا “Onlar ki iman ettiler.” Burada “iman etmek” fiilinin mâzi sigasıyla anlatılması şu hususu işaretlemektedir: Müslümanlar da tıpkı diğerleri gibi daha evvel iman etmiş değillerdi. Yani onlar da sonradan iman ettiler. Bu tarz ifadede iki nükte hatıra gelmektedir:
Birincisi, “İman edenler de bir zamanlar sizin içinizde, sizden birileriydi. Ancak onlar, iman etmekle sizden ayrıldı ve emniyet yoluna girdiler.”
İkincisi, bir edebî tasvir çerçevesinde وَإِذَا لَقُوا الْمُؤْمِنِينَ gibi bir ifade yerine الَّذِينَ اٰمَنُوا diyerek hem ism-i mevsûl hem de ism-i mevsûlun sılası olan اٰمَنُوا ile şu önemli husus resmediliyor: Sizin de açıktan açığa gördüğünüz gibi, birer birer cephenizden insanlar ayrılıyor ve içten bir iştiyakla “İman ettik.” deyip onların cephesine iltihak ediyorlar. Gözünüzün önünde dünden bugüne hep iman ettiler, ediyorlar ve edecekler.
Onlar ise bu tür İslâm’a yönelişler karşısında, وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا قَالُوا اٰمَنَّا âyetinde ifade edildiği üzere, mü’minlere karşı takıyye yapıp اٰمَنَّا diyorlardı. Bu bir bakıma şu demek oluyordu: “Hani daha önce iman ettik dedik ya!” Aslında أَنُؤْمِنُ كَمَۤا آمَنَ السُّفَهَاءُ ifadesi de bir bakıma bunu teyit ediyor.
Evet orada “İman ettik.” derler ama, وَإِذَا خَلَوْا إِلٰى شَيَاطِينِهِمْ “Şeytanlarıyla baş başa kaldıkları zaman” قَالُۤوا إِنَّا مَعَكُمْ “Biz sizinle beraberiz.” derler. Demek ki onlar, mü’minlerle devamlı oturup kalkmıyorlardı. Sık sık fikirlerini olgunlaştırmak, pişirmek için fikir babalarına müracaat ediyor ve şeytanlarının yanlarına gidip geliyorlardı. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, خَلَوْا kelimesi إِلٰى ile kullanıldığı zaman “vâsıl oldu” mânâsı da verilebilir. Demek ki onlarla şeytanları arasında her zaman bir vuslat cereyan ediyordu. Vuslata vardıkları zaman إِنَّا مَعَكُمْ “Biz sizinle beraberiz.” diyorlardı.
Burada şöyle bir belâgat nüktesi de göze çarpmaktadır: Bunlar haddizatında mü’minlerden her zaman şüphelenip ciddi bir reybîlik içinde bulunmalarının yanında âdeta kendi kendilerinden de şüphe ediyorlardı. Evet mü’minlerle karşılaştıklarında اٰمَنَّا diyen bu kimseler, kendi adamlarının yanlarına döndüklerinde de bu sözü hakikaten kalbden söylemediklerini belirtme lüzumunu hissediyor da: “Biz onlarla karşılaştığımızda اٰمَنَّا dedik ama içimizden gelerek söylememiştik; aslında biz her zaman sizinle beraberiz.” diyerek güven vermek istiyorlardı ve onlara karşı da tereddüt yaşıyorlardı. Yani onlar, Müslümanlarla karşılaştıklarında Müslümanlara müdârât yapıyor olduklarının anlaşılacağı endişesini taşıyor; şeytanlarının yanına döndüklerinde de Müslümanlara karşı sergiledikleri o sûrî muameleden ötürü “Acaba bizimkiler bizden şüpheleniyor mu?” paniğini yaşıyorlardı. Bunu, te’kidli isim cümleleri içinde emniyet telkin etmeye çalışır mahiyetteki ifadelerden anlamak mümkündür:
إِنَّا مَعَكُمْ, bir isim cümlesidir ve “Gerçekten biz sizinle beraberiz.” anlamına gelmektedir. إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِئُونَ cümlesi de “Biz sadece onlarla istihza ediyorduk.” şeklinde dostlarına güven verme mânâsındadır.
Kur’ân-ı Kerim’de değişik yerlerde nazara verilen, “kuvvetin hakta olması” ve “mü’minlerin aziz olmaları…” gibi prensipler açısından yukarıdaki meseleye bakıldığında şu neticeler ortaya çıkmaktadır: Mü’min, izzet-i nefis sahibidir; ne var ki nefis, bizzat ve lizatihâ aziz değildir. Bunun mânâsı şudur ki, mü’min, Allah’a itimat ettiği için her zaman azizdir, komplekse girmez ve tezellüle rıza göstermez.. Allah’tan başka kimsenin karşısında bel kırmaz, boyun bükmez.. ve aynı zamanda o, çok şefkatlidir, kimseyi zelil kılmaya ve küçümsemeye de yeltenmez. Düşmüşün elinden tutar kaldırır, mazlumun imdadına koşar. Bunların yanında o her zaman hakperesttir, hakikat-âşinadır, hakka hürmetkârdır, hakkın hatırını her şeyden âli bilir, kimde görürse görsün tereddüt etmeden onu alır ki, “Hikmet, mü’minin yitiğidir. Onu, nerede bulursa alsın.”308 zayıf hadisi de bir bakıma bu ufku işaretlemektedir.
Esasen zikredilen bu vasıflar, bir mü’mini resmetmektedir. Konu tekâbül sanatı çerçevesinde ele alındığında münafıklar, tamamen bunun zıddı bir görünüm arz etmektedir ki, günümüzde de bu, Kur’ân’ın tilmizleriyle felsefe tilmizleri arasında aynıyla görülmektedir. “Yirmi Beşinci Söz” ve “On İkinci Söz”de açık bir şekilde ifade edildiği gibi münafık, izzet-i nefisten mahrum olduğu için bir zillet-i nefis örneğidir. Evet o, her zaman tenezzül ve tezellül içinde bulunmanın yanında şefkatsiz ve merhametsizdir, tahkir eder başkalarını. Hakşinas değildir, bilmez Hakk’ın hatırını; bilmez de hep hakkı kuvvette görür.
Münafıkın bu durumunu وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا قَالُوا اٰمَنَّا beyan-ı sübhânisi apaçık göstermektedir. Onlar, iman edenlerle karşılaştıklarında اٰمَنَّا derler. Evet, Hakk’ın kuvveti, İslâm’ın ihtişamı ve Müslümanların satveti karşısında küçük dillerini yutup اٰمَنَّا der, zillet gösterir, boyun büker, bel kırar ve serfürû ederler. Onlar bunu mü’minlerin yararlandığı nimetlerden istifade etmek için yaparlar.
وَإِذَا خَلَوْا إِلٰى شَيَاطِينِهِمْ : Münafıklar, mü’minleri hiçbir zaman candan kabul etmezler. Onların nokta-i istinadı ve fikir babaları, sık sık buluşup, baş başa kalıp, kendilerinden fayda umdukları cinnî ve insî şeytanlarıdır, hemen her zaman onlara dayanırlar; zira kalben onların yanındadırlar. Devamlı mü’minlerin içinde kalmaları, insî şeytanlar tarafından ta’n u teşnîye (kötülemeye ve ayıplamaya) sebebiyet vereceği endişesiyle arayı uzatmadan hemen gider onlara yanaşır ve onlarla vuslat yaşarlar; yaşarlar da sık sık إِنَّا مَعَكُمْ “(Aklınıza başka bir şey gelmesin) biz tabi ki sizdeniz.” derler ve onlara karşı vefa ahd u peymanında bulunurlar, ama bu bir nifaktır, arkasında da bir kısım Ehl-i Kitap vardır. Bunların, apaçık bir bürhanla gelen Resûl-i Ekrem’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun insanlığın son halaskârı olduğunu, ilk mü’minler olan ashab-ı kiram’ın (radıyallâhu anhüm) da Kur’ân’ın bir mucizesi olduklarını görmelerine, dahası Efendimiz’i de (sallallâhu aleyhi ve sellem) evlatları gibi tanımalarına rağmen temerrüt edip O’na karşı sürekli düşmanlık içinde bulunmaları münafıklara malzeme teşkil ediyordu ki, âyet icmâlen bu hususları işaretlemektedir.
Bu noktada istidradi olarak “şeyâtîn”le alâkalı bir değerlendirme de yerinde olacaktır. Şeytan (aleyhilla’ne), çeşitli hadis-i şeriflerin beyanına göre, oldukça mütemerrit ve bir yönüyle de muamma bir varlıktır. Onun hakkı bilmesi, sonra bu bilgiden kendisinin istifade edememesi, uzun zaman Allah’a ibadet ediyor gibi davranması ve daha sonra temerrüt ederek kendi gibi “merede”nin başında gelmesi, bir mânâda onu bir muamma hâline getirmektedir. Erbab-ı tasavvuf içinde hayrı şerri bir bilenler, ‘kubh’u ‘hüsn’ü aynı görenler, ikisine aynı nazarla bakanlar, diğer bir ifadeyle Celâl’i Cemâl’den tefrik etmeyenler, ‘halk’ı hep hayra bağlayanlar, ihsaslarının muktezası olarak, şeytanı da bir bakıma farklı bir tezahür olarak görmüş ve şer’î kıstaslarla telif edilemeyecek şekilde bambaşka anlatmış ve onu itaatin sembolü olan Hazreti Âdem’le bir tutmuşlardır. Bu arada “Emre itaati Âdem’den, aşkı da şeytandan öğrenmek lazımdır.” şeklinde beyanda bulunanlar bile olmuştur. Suizanna bâdi tasrihi uygun bulmadığımız için bu kadarla iktifa etmek istiyoruz.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in düşünce sisteminde bu melun, merdûd ve matrûd (kovulan) varlık, hissiyata mağlup olmanın prototipidir. Aslında o, cin taifesindendir ve meleklerle de alâkası yoktur. İhtimal o, insanların terakkisine negatif yönde bir zemberek konumundadır; onunla mücadele etme ve onun tesvîl ü tezyinine (aldatmak için günahları süslü göstermesine) bakıp Cenab-ı Hakk’ın inayetine sığınma zembereği… Şeytanın yaratılmasında böyle bir şey söz konusu olsa da onun mahiyeti, işi, icraatı çirkindir. Hususiyle insanların fiillerine karışması, o fiillerin akıbetlerinde tezyin şeklinde bir tesiri olması yönüyle o, çok kabihtir. Onun içindir ki, her Kur’ân okurken ve hususiyle de sabah-akşam dualarında: أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ demek suretiyle hep ondan istiaze eder, yatarken-kalkarken sürekli istiaze ile Allah’a ahd ü peymânımızı yeniler, her zaman onun şerrinden Allah’a sığınır, hıfz u inayetine girme cehdinde bulunuruz.
Şeytan, mü’minlerin nazarında, bizzat yaratıcı olmasa bile insanların heva-i nefsini tehyiç ve tahrik etme adına “kesb”e müessir mahiyettedir. Bazı tasavvufçuların onu bir zaviyeden de olsa itaatin sembolü olan Hazreti Âdem’in üzerine çıkarmaları ve “Emre itaati Âdem’den, aşkı da şeytandan öğrenmek lazımdır.” demeleri büyük bir yanlışa kapı aralama anlamına gelmektedir. Ayrıca şeytan, kendilerini İslâm içinde gören Yezidiler tarafından da ilâhlık seviyesine kadar yükseltilmiştir ki bu da ayrı bir dalâlettir. İhtimal, bu fâsit inanç sahipleri, Allah’a secde ettikleri gibi şeytana da secde etmektedirler.
Bazı doğu dinlerinde ise o, Allah’ın karşısında şerri temsil eden ikinci bir kuvvet olarak, yani Allah’ın –hâşâ– rakibi olarak tasvir edilmektedir. Persler şeytana “diyv” demektedirler ki, bu kelime Batı dünyasına ilâh mânâsına “diev” şeklinde geçmiştir. “Diev” tabiri, Batı dilleri arasında da dolaşa dolaşa Fransızlar arasında yine mâbuda verilecek bir ad olarak “diyo” kelimesiyle mânâsını bulmaktadır. Alman edibi Goethe, Faust isimli eserinde şeytanı, Allah karşısında çok büyük göstermekte ve bilhassa “Gökteki İlk Oyun” sahnesinde şeytanı (Mefisto) çok derin ve içten ele alıp insanla şeytanın sonuna kadar vuruştuklarını/vuruşacaklarını resmetmekte ve şeytan ile insan arasında, kıyamete kadar devam edecek olan bu mücadelenin kimin lehine zaferle neticeleneceği hakkında herhangi bir hükme varmadan, sahneyi bir meçhuliyet içinde tamamlamaktadır.
Bütün bunlardan anlaşılan şudur; şeytan, insana müessir olabileceği mekanizma, faaliyet ve enerjisini devam ettirdiği zaman, öyle korkunç bir kuvvet hâline gelmektedir ki insan, şerri temsil eden bu kuvvet karşısında âciz kalıp çok defa teslim olmaktadır. Haddizatında إِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا “Şüphe yok, şeytanın kurduğu tuzak ve düzen zayıftır.”309 âyetinin de ifade ettiği gibi, onun insan için hazırladığı hile, tuzak ve komplolar çok zayıftır. Burada önemli olan, insanın iç dünyasını şeytanın müdahale ve münasebetine karşı ilâhî seralarla koruma altına almasıdır.
﴿رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ﴾
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى اٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ أَجْمَعِينَ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ.
290 Kehf sûresi, 18/50.
291 el-Vâhidî, Tefsîru’l-Vâhidî 1/93.
292 Osman Ergin, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun: Hayatı ve Şahsiyeti s. 182.
293 Âl-i İmrân sûresi, 3/19.
294 Âl-i İmrân sûresi, 3/85.
295 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/68, 71.
296 Buhârî, meğâzî 17; Müslim, imâret 143.
297 Bkz.: Bakara sûresi, 2/96.
298 Âl-i İmrân sûresi, 3/118.
299 es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân 1/155.
300 Buhârî, i’tisâm 10; Müslim, imâret 171.
301 Hûd sûresi, 11/27.
302 Haşir sûresi, 59/19.
303 En’âm sûresi, 6/112.
304 Nesâî, istiâze 48; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/178, 265.
305 Bediüzzaman, Lem’alar s.103 (On Üçüncü Lem’a, Onuncu İşaret).
306 el-Hâkim, el-Müstedrek 1/612; İbn Hibbân, es-Sahîh 4/602, 6/411.
307 er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 1/17,61.
308 Tirmizî, ilim 19;İbn Mâce, zühd 15..
309 Nisâ sûresi, 4/76.