Bakara Sûre-i Celîlesi (15-16. Âyetler)

اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ ۝ أُۨولٰۤئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰى فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ

“Allah da onların alaylarına mukabele eder, ama onlara müh­let verir de azgınlıkları içinde bir müddet daha bocalar durur­lar. İşte onlar hidayet yerine böyle dalâleti tercih etti­ler. Bu hiç de kârlı bir ticaret olmadı. Doğru yolu da bula­madılar.”

Bu iki âyette münafıkların amellerinin neticesi, sa’ylerinin semeresi ve yaptıkları kötü işlerin sonucunda maruz kaldık­la­rı/kalacakları hüsran anlatılmaktadır. Bundan önceki âyet-i kerimelerde nifak alâmeti olarak münafıkların, mü’minlerle karşı­laş­tıklarında, içlerinde olan şeyin zıddını izhar etmek suretiyle, iman ettiklerini söyleyip, Müslümanları aldatmaya çalıştıkları, diğer yandan da nokta-i istinat ihtiyaçlarına binaen şeytanlarının, reislerinin yanlarına döndüklerinde onlarla beraber olduklarını, hem de te’kidle ifade ettikleri ve Müslümanlarla olan mü­na­sebetlerinin sadece onlara karşı bir istihzadan ibaret olduğunu anlattıkları zikredilmişti. Bu âyet-i kerimelerde ise, Müs­lü­man­larla istihza ettiklerini ifade eden münafıklara, Al­lah’ın (celle celâluhu) fiilen mukabele etmesi, kavlen söyledikleri sözleri reddetmesi ve bu işin cezasının da O’nun (celle ce­lâ­luhu) tarafından verileceği vurgulanmaktadır.

Daha önce يُخَادِعُونَ اللهَ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ “Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya yeltenirler; ancak sadece kendilerini kandırırlar da farkına bile varmazlar.”310 âyetinin ifadesiyle, münafıkların, Allah’a ve mü’minlere karşı muhâdaada bulundukları, şeytanî bir sistem sayılan “takıyye” ile onları aldatmaya çalıştıkları ve aldananın da yine kendilerinin olduğu anlatılmıştı. Bu âyet-i kerimelerde ise onların istihzalarının istihza ile mukabele görmesi anlatılmaktadır. Bu meyanda istihza kelimesi bundan önce ism-i fâil olarak, isim cümlesinin içinde zikredilmesine karşılık burada fiil cümlesi şeklinde zikredilmektedir.

Müfredat Mânâsı (15. Âyet)

Bir önceki âyetin izahında da geçtiği üzere, هَزِئَ fiilinden gelen istihza kelimesi, biriyle alay etme, birini hafife alma, maskaraya alma, onun izzet ve haysiyetini rencide etme… gibi mânâlara gelmektedir. Belki de onlar, istihza yaparken Müslü­manların haysiyet ve izzetlerini rencide etmeyi düşünmemişlerdi. İhtimal onların asıl maksadı, bir taraftan içlerindeki küfrü gizlemek, diğer yandan da Müslümanlara gelen hayır ve bereketten istifade etmekti. Herhâlde, مُذَبْذَبِينَ بَيْنَ ذٰلِكَ311 âyetinin de ifade ettiği gibi onların temel felsefesi, ne tam kâfirlerden ne de mü’minlerden görünmeyerek hep beyne-beyne kalmak ve bu sayede her iki tarafın da nikmetinden kurtulup nimetlerinden istifade etmekti.

İstihza kelimesinin, doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’a isnadı doğru değildir. O’nun isimleri arasında “Müstehzî” diye bir ismi yoktur. Bu türden bir isimlendirme Kur’ân’ın bize öğrettiği Zât-ı Ulûhiyet mülâhazasına uygun düşmez ve edebe münafidir. Allah’ın, Kendi varlığına ayna yaptığı insanla alay etmesi kat’iyen düşünülemez. Aslında burada murad olan, onların istihzasına karşılık, bu fiilin lazımıdır. Binaenaleyh Allah kimseyi maskaraya almaz ve kimseyi istihkâr edecek bir ifade kullanmaz ama bunları yapanlara o cinsten karşılığını verir. Yani Cenab-ı Hak, onların bir orada bir burada görünmelerine karşılık onları, ikiyüzlülük rüsvaylığıyla rüsvay etmektedir ve edecektir.

Burada şu hususa da dikkat etmek gerekir; bu meselenin kesbî yönü onlara aittir.. evet istihza eden kişinin ele aldığı mevzu istihza edilecek bir mevzu değil ise kendisi o duruma düşer. Mesela kâmet ü kıymeti itibarıyla seviyesiz bir insan, çok kıymetli ve büyük bir insanı hafife aldığı zaman dikkatli nazara sahip kimseler nazarında o insanın kendisi maskara oluverir. Mesela birisi kalkıp, –hâşâ– Resûl-i Ekrem’e çamur atmaya kalkışarak O’nun bir kısım ahval-i âliyesini ve etvâr-ı mukaddesesini istihkâr etse ve çok mukaddes, müberrâ olan mübarek ahvalini hafife alsa sadece kendisi maskara olmuş olur. Hâsılı, bir fiil olarak istihzayı ve neticesini, maskara olma durumunu yaratan Allah’tır. Fakat istihzayı fiilen kesb eden onlar olmuştur.

يَمُدُّ kelimesi مَدَّ mâzi fiilinin muzârisidir. Lügat mânâsı itibarıyla “çekmek, uzatmak, ziyade olmak, artmak” mânâlarına gelmektedir. Mesela مَدَّ الْبَحْرُ sözü, “Denizin suyu yükseldi.” demektir. De­nizlerin kabarmasına med (مَدّ), çekilmesine de cezir (جَزْر) de­nil­mektedir. Günümüzde her ne kadar med-cezir hareketine “gel-git” denir olmuşsa da bu ifade, med-ceziri tam olarak anlatmamaktadır. Med, denizin kabarması, havzını aşması, dışa taşması ve dışarıya doğru yayılması mânâlarına gelmektedir.

Aynı zamanda bu kökten iştikak eden إِمْدَاد kelimesi de, bizim Türkçede kullandığımız şekilde, “imdada koşma, medet etme, yardıma gitme” demektir. Evet, denizin kabarıp taşmasında da bir bakıma bu mânâ vardır. Yani deniz kabarıp taşması sayesinde sahile ve çevresine yardıma koşmuş gibi olur. Nitekim: “Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ‘Ben peş peşe gelen bin melek ile size medet gönderip yardım edeceğim.’ diyerek duanızı kabul buyurdu.”312 âyet-i kerimesinde Cenab-ı Hakk’ın, melekleriyle sahabe-i kiram’a yardım göndermesi de bu kelimeyle anlatılmaktadır.

طَغَى fiilinin masdarı olan طُغْيَان kelimesi de coşma, taşma mânâsına gelmektedir. Lügat mânâsı itibarıyla, طَغَى “taştı, bulunduğu yeri aştı, sınırlarının dışına çıktı” demektir. إِنَّا لَمَّا طَغَى الْمَۤاءُ حَمَلْنَاكُمْ فِي الْجَارِيَةِ “Şüphesiz, su taştığı vakit sizi gemide biz taşıdık.”313 âyet-i kerimesinde Nuh tufanı anlatılırken suyun tuğyan ettiği ve taştığı ifade edilmektedir. Denizler belli sınırlar içinde, birer su havzı mahiyetindedirler ve hep o sınırlar içinde kalırlar. Gökteki su ile yerin altındaki su kanalları da kendi sınırları içindedirler. Bunlar, Cenab-ı Hakk’ın ayarladığı kanunlar çerçevesinde bulundukları sınırların dışına çıkmamakta ve bu şekilde hep bir denge içinde bulunmaktadırlar. Ne var ki, bazen yeryüzündeki denizler, gökteki yağmurlar ve yerin altındaki su menbaları tuğyan edip taşar ki buna da tufan diyoruz. Buna binaen diyebiliriz ki, tabiatta Allah’ın vaz’ ettiği tekvinî ve teşriî kanunlar ihlal edildiğinde ne yerde yürüme ne denizde yüzme ne de gökte bulunma imkânı kalmayacaktır. Şer’î mânâsı itibarıyla insanın şeriat hudutlarını aşması da bir tuğyandır. Bu aynı zamanda fıskın hususi mânâsı demektir.

يَعْمَهُونَ : عَمَهَ – يَعْمَهُ veya عَمِهَ – يَعْمَهُ’dan gelmektedir ve tereddüt, hayret, şaşkınlık, yolunu bilememe, sırat-ı müstakimi bulamama, dalgın, baygın ve âdeta sekir hâlinde olma anlamına gelmektedir. Genel itibarıyla bu âyet-i kerimedeki kelimelerin mânâlarına bakıldığı zaman âdeta birbiriyle omuz omuza vermişçesine münafıklardaki şaşkınlık, panikleme ve haddini tecavüz etme gibi hususların anlatımını destekledikleri görülmektedir. Bu hakikat, يَمُدُّهُمْ kelimesinde, med-cezir hareketiyle denizin taşmasının; طُغْيَانِهِمْ kelimesinde, suların kanallarına girmeyip mecralarını aşmasının; يَعْمَهُونَ kelimesinde ise insanların sekir ve istiğrak hâlinde yürüyeceği yolu bile bilememeleri, gelişi güzel yürümeleri, sağa sola çarparak, toslayarak taşkınlık ve şaşkınlık içinde baygın baygın yaşadıklarının resmedilmesi şeklinde ortaya konmaktadır. Teker teker her bir kelime, aynı hakikat etrafında omuz omuza verip –Üstad’ın sık sık tecâvüb dediği– hakikati göstermektedir.

Kelimelerin müfredat mânâlarını verdikten sonra şimdi isterseniz biraz da umumi mânâ üzerinde fikir yürütelim. Daha önceki âyet-i kerimelerde münafıkların, şeytanlarına ve reislerine döndüklerinde mü’minlerle nasıl alay ettikleri anlatılmaktaydı. Burada, insanın aklına “Acaba bunun neticesinde ne oldu?” sorusu gelmekte ve insan bir bekleyiş içine girmektedir. Bu suale cevap olarak, وَإِنَّ اللهَ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ diyerek atıfla ifade yerine mesele doğrudan doğruya isti’nâf (başlangıç) cümlesiyle anlatılmakta ve اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ “Allah onların alaylarına mukabelede bulunur.” denmektedir ki bu da siyak-sibak açısından gayet uygun düşmektedir.

Şöyle ki, Cenab-ı Hak âyetin başında اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ, sonunda da وَيَمُدُّهُمْ buyurarak bir taraftan onların istihzalarını yüzlerine çarparken diğer taraftan da onlara taşkınlıkları hususunda mehil vermektedir. Burada zâhiren bir tezat varmış gibi görünse de esasen bu durum, her kâfire karşı Cenab-ı Hakk’ın âdet-i sübhâniyesinin bir tecellisidir. Evet, kâfirlerin dünyada pek çok arzu ve istekleri yerine getirilmekte ve taşkınlıklarında âdeta onlara müsamaha gösterilmektedir. Öyle ki aklın zâhiri nazarında onlar için bütün azap ve nikmet ortadan kaldırılmakta, yerlerine saadet ve nimet verilmektedir. Hususiyle küfürde ileri gidenler için bu husus, Allah’ın değişmeyen bir kanunu gibidir. Cenab-ı Hakk’ın bu icraatı, onlar hakkında istidraç olmaktadır ki, onlar bu şekildeki icraatı gördükçe iyiden iyiye şımarmaktadırlar. Yani Allah bu şekilde hükmünü infaz etmeden önce onlar, kendilerini yaptıklarıyla böyle bir akıbete hazır hâle getirmektedirler. Evet Allah, kâ­fir­lerin başlarından aşağıya nimetleri yağdırmakta, onlar da hiçbir sıkıntı çekmeden ve nikmet yüzü görmeden, maddeten rahat bir hayat sürmektedirler.

Esasen neticesi itibarıyla düşünüldüğünde küfür içinde bir Cehennem zakkumu bulunmaktadır ki, âyetin sonundaki fezleke de tek kelimeyle bunu vurgulamaktadır. Bu aynı zamanda latif bir tasvir sayılır ve konuya bir canlılık ve hareket kazandırmaktadır. Daha önce de ifade edildiği gibi istihza kelimesi burada mecaz olarak kullanılmıştır. Cenab-ı Hakk’a istihzanın isnadı muhal olduğundan bu yola tevessül edilmiştir. Bu tasvirde istihza kelimesinin ifadeye kazandırdığı canlılık, يُجَازِيهِمْ عَلَى اسْتِهْزَائِهِمْ “Mü’minlerle istihza ettiklerinden dolayı onları cezalandırır.” ifadesinden çok daha fazladır. Onlar, إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِئُونَ “Biz istihza ediyorduk.” demişlerdi ki Allah da, buna mukabil اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ buyurmuştu. Görüldüğü gibi âyet-i kerimede doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın istihza neticesinde onlara mukabelede bulunduğu gayet canlı bir tablo olarak nazarlara arz edilmektedir.

اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ cümlesinde, –Cenab-ı Hak için böyle düşünmek, O’na olan saygımıza muhalif olur ama söz konusu bir insan olsaydı– şöyle canlı bir tablo tasavvur edilebilir: Onlar mü’minlerle istihza ettiler. Bunun üzerine o da hemen hızlıca harekete geçti ve onların istihzalarına mukabelede bulundu. Bu mânâlara gelen يُجَازِيهِمْ عَلَى اسْتِهْزَائِهِمْ sözü âyetteki canlılığı ifade etmemektedir. Bu sebeple âyetteki kelimeler dîk-i elfazdan (kelime darlığından) dolayı değil, mecaz-ı aklîye isnad edilmek suretiyle meseleye bu canlılığın kazandırılması için seçilmiştir.

Ayrıca bu ifadede, Allah’ın onlar hakkındaki istihzasının, onların hissedemeyeceği şekilde olduğuna da bir ima söz konusudur. Şöyle ki Kur’ân, münafıkları âdeta çamur içinde bocalayıp duran bir yığın hâlinde tasvir etmektedir. Bu tasvir çerçevesinde, sanki onlar bu çamuru misk-i amber gibi yüzlerine gözlerine sürmektedirler. Onlar bu hâldeyken Cenab-ı Hak âdeta çamurun kokusunu arttırmakta ama onlar bunu misk zannetmekte ve oradan çıkmayı düşünmemektedirler. Sanki Allah, o çamurun içinde onlar ne arzu ederlerse onu vermekte ve onlara bu şekilde medet etmektedir. Netice itibarıyla de onlar, çamurdan bir yığın hâline gelmektedirler. Sonra da hükm-ü ilâhî, çamur hakkında ne merkezde gerçekleşecekse olacaklar ona göre olacaktır.

Bir önceki âyetle bu âyet arasındaki münasebete gelince: Münafıkların إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِئُونَ “Biz onlarla istihza ediyoruz.”314 demelerine mukabil insanın aklına; “Bunun üzerine acaba mü’minler, münafıklara ne dediler?” veyahut “Mü’minlere karşı böylesi hakaretler savuran münafıklar, nasıl mukabele gördüler?” şeklinde bir soru gelmektedir. Bu soruya cevaben Allah, اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ isti’nâf cümlesiyle onların istihzalarına mukabelede bulunduğunu/bulunacağını ifade ile mü’minlerin misliyle mukabeleye kalkmalarına gerek olmadığını hatırlatıyor.

İkinci olarak, önceki âyetin ifadesiyle mü’minler, münafık­ların istihzalarına maruz kalmışlardır. اَلْجَزَاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ “Bir fiile, kendi cinsinden bir fiille karşılık verilir.” fehvasınca burada bir tetâbuk vardır. Münafıklar, istihza ettikleri için istihza ile mukabele görmektedirler. Her ne kadar istihzanın fiil olarak Allah’a isnadı caiz olmasa da onların görecekleri karşılık yine istihza olacaktır.

Bu ifadenin lazımı olarak sanki Allah, mü’minlere şöyle demektedir: “Siz, münafıkların istihzasından müteessir olmayın; zira onların yapmış oldukları bu istihzaya karşı sizin yapacağınız mukabele ne olursa olsun size karşı yapılan istihzayı karşılamayacaktır. Çünkü onlar, sizinle, dininizden yani Allah’a inanmanızdan dolayı istihza etmektedirler. Öyleyse bu ağır cinayetlerinin cezasını da ancak Allah verebilir.” Aslında mü’minin, hayalinde kurguladığı en büyük ceza dahi bu korkunç cinayeti karşılamayacaktır. Mü’minin kalbini tatmin edecek ceza ancak Allah’ın (celle celâluhu) onlara verdiği/vereceği dünyevî-uhrevî ceza olacaktır.

Daha önce genişçe izah edildiği gibi يَمُدُّهُمْ ifadesiyle Al­lah’ın, tuğyanlarını artıracak şekilde –istidraç olarak– münafıklara medet verdiği ifade edilmişti. Belâgat açısından يَمُدُّهُمْ ifadesine bakıldığında burada Mutezile ve Cebriye’nin fikirlerinin tutarsızlıklarını görmek de mümkündür. Şöyle ki medet, mevcud bir güç ve kuvvet üzere gelen ikinci bir yardım demektir. Lügat mânâsı itibarıyla ise “mevcut sınırların aşılması, belli bir limitin üstüne çıkılması” mânâsına gelmektedir ki bu da insanlarda bir istitaat, bir güç ve kuvvetin varlığını göstermektedir. Şöyle ki, Cenab-ı Hakk’ın onlara nifaklarında medet vermesi, onların iradelerini tamamen nefyetmemektedir. Onlar taşkınlığı kendi iradeleriyle talep etmişler, Allah da tuğyanları neticesinde onlara medet etmiştir. Aslında tuğyanın onlara nispeti de bunu göstermektedir ki bu bir bakıma müsebbebin sebebine izafe edilmesi anlamına gelmektedir. Bu da, يَمُدُّهُمْ kelimesindeki mezkur mânâyı teyit etmektedir.

‘Tuğyan’a gelince: Mesela bir nehir tuğyan ettiği zaman kendi mecrasını aşar ve yatağının dışında akmaya başlar; netice itibarıyla da geniş bir alanı istila eder. Aynen onun gibi, bunlar da sınırlarını aşarak bir tuğyan içine girmişler demektir. Ayrıca, طُغْيَان kelimesiyle يَعْمَهُونَ kelimesi arasında da bir tenâsüp vardır. Münafıkların fiilen tuğyanlarında ve kendilerine ait kesblerinde böyle bir taşkınlığa düşmeleri neticesinde, Allah da onları şaşkına çevirerek nefislerini unutturmuş ve onları benliksizleştirmiştir. “Ben yolumu yitirdim, yolların günahı ne!” diye bir söz vardır. Bu söz tam münafıkların durumuna uygundur, zira yolunu yitirenler onlardır. Yolun bir günahı yoktur. Yoldan çıkan, kendine etmiş olur; münafıklar kendilerine etmişlerdir.

***

Bu âyetlerde, kâfir ve münafıkların mü’minlere taarruzda bulunarak onlarla istihza etmeleri hâlinde, onlara da aynı şekilde mukabele yapılmasının mahzursuz olduğuna bir işaret vardır. Ancak aynı zamanda konu münafıklarla ilgili olması itibarıyla mü’mine her saldıran ve onu hafife alan kimseye mukabelenin tecviz edilemeyeceği hususu da ortaya konulmaktadır.

Burada şöyle bir tasavvufî hakikat de söz konusudur: İn­san, kendisine gelen nimetler karşısında bu nimetlerin bir istidraç olabileceği endişesiyle daima tir tir titremeli ve Ce­nab-ı Hakk’a sığınmalıdır. Zira yukarıda da ifade edildiği gibi kişiye dünyada bol bol nimet verilmesi her zaman onun salahına delâlet etmez. Bazen bu nimetler, o kimsenin neticede helâk olmasına da sebebiyet verebilir.

***

أُۨولٰۤئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰى فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ “İşte onlar hidayete bedel dalâleti peylediler; (peylediler ama) bu ticaret kârlı olmadı; zira onlar hidayet üzere değillerdi.”315

Daha önceki âyet-i kerimelerde mü’minlerin yüce vasıfları anlatılma sadedinde: أُۨولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُۨولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “İşte onlar, Rabbilerinden bir hidayet üzeredirler ve asıl kurtulup felâha erenler de onlardır.”316 denmişti. Burada ise, münafıkların özellikleri anlatıldıktan sonra أُۨولٰۤئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰى فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ denilerek önceki âyetlere mukabele yapılmaktadır.

Evet, ortada “hidayet” ve “dalâlet” unvanlarıyla iki yol mevcuttur. Mü’minler hidayet yolunu seçmiş, neticede de hidayete ererek kazanıp kurtulmuşlar; münafıklar ise hidayet karşısında âdeta dalâleti satın almışlar ve hidayeti ona feda etmiş ve yaptıkları bu ticarette hüsran u haybete maruz kalmışlardır.

Müfredat Mânâsı (16. Âyet)

Daha evvel de izah edildiği gibi أُولٰۤئِكَ ism-i işarettir ve ذَا’nın alâ gayrı’l-kıyas cem’idir. Buradaki ك hitap edatıdır ve hitap Efen­di­miz’edir (sallallâhu aleyhi ve sellem). الَّذِينَ ism-i mev­sûl­dur. اشْتَرَوْا kelimesi شَرَى – يَشْرِي kökünden, “satın aldılar” mâ­nâ­sına gelmektedir. Müfessirler bunu اِسْتَبْدَلُوا (değiştirdiler) şek­linde tefsir ederler. Aslında bu lafız اِسْتَبْدَلُوا mânâsına gelse de اِسْتَبْدَلُوا kelimesinin اشْتَرَوْا’in ifade ettiği mânâyı tam kar­şı­lamadığı açıktır.

اَلضَّلَالَة kelimesi “yolunu sapıtma, inhiraf etme, şöyle-böyle bir doğru parıltısı hissedip ümitlense de tam istikameti bulamama” mânâlarına gelmektedir.

رَبِحَتْ : رِبْح masdarının fiil-i mâzi müfred müennes gâibesi olup “kazandı, kâr etti, ticaret yaptı” mânâlarına gelmektedir. Bilindiği gibi, mal-emtia mübadelesinde elde edilen fazlalığa kâr (رِبْح) denir.

Bu kelimelerin ifade ettiği mânâlar çerçevesinde âyet-i kerimeye şöyle bir mânâ vermek mümkündür:

Ey Habib-i Zîşânım! İşte çok uzaktan tasvirlerini gördüğün şu zümre, hidayet karşılığında dalâleti satın alan, sapıklığı peyleyen öyle kimselerdir ki, onlar bu şekildeki ticaretleriyle bir kazanç, bir kâr elde edememişlerdir.

Yukarıda da ifade edildiği gibi اِشْتَرَوْا kelimesi “satın aldılar” mânâsına gelmektedir. İştirâ (satın alma), “istibdal”den farklıdır. Satın almada, biri satıcı diğeri müşteri olmak üzere karşılıklı iki şahsın bulunması şarttır. İstibdal ise bir şeyi diğer şeyle değiştirme demektir. Bu işlem yapılırken her zaman iki şahsın bulunması şart değildir. Yani bir şahıs, mesela kendi paltosunu çıkarıp onun yerine ceketini giyer.. ya da ceketini çıkarıp onun yerine paltosunu giyer.. bütün bunlar istibdaldir ama iştirâ değildir.

Ticaret iki maksattan dolayı yapılır. Bunlardan biri, sermayeyi muhafaza etmek, ikincisi ise kâr elde etmektir ve bunlar, ticaretin temel prensiplerindendir. Âyet-i kerimede ifade edilen, onların ticaretlerinde kazanç elde etmemeleri, hüsranlarını ifade etmektedir. Hidayeti verip, karşılığında dalâleti alarak böyle bir alış­veriş yapma, ticaretin bu iki temel kaidesine ters düşmektedir. Nitekim bu şekilde ne sermaye muhafaza edilmiş ne de bir ka­zanç elde edilmiş olmaktadır. İnsanın sermayesi, hidayet­tir. Do­ğan her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğmaktadır. Yani her insan, inanabilme ve hidayete erebilme kabiliyeti ve donanımıyla yaratılmıştır. İşte onlar, bu türden donanmış bulundukları is­ti­dat ve kabiliyetleri vermiş ve karşılığında dalâleti satın almışlardır.

Hidayet vücûdî (varlığa, mevcudiyete taalluk eden, var olan), dalâlet ise ademî (yokluğa taalluk eden, bir şeyin yokluğuna dayanan) bir şeydir. Hidayet, insanın âfâkî ve enfüsî delilleri araştırması neticesinde Cenab-ı Hakk’ın onun kalbinde yakacağı bir nurla her şeyi doğru görmesi; dalâlet ise kişinin inanması gerekli olan rükünlerden birini dahi terk etmesiyle kendini karanlıkta bırakması demektir. Evet kişi, imanın bütün rü­kün­lerine inansa da mesela, sadece kitaplara inanmasa, yine da­lâ­lete düşmüş demektir. Hatta bütün erkân-ı imaniyeye tam inansa fakat Kitab’ı heva ve hevesine göre tefsir etse, değiştirse yine dalâlete ve sapıklığa düşmüş sayılır. Bundan dolayı dalâleti, “kâ­fir­lerin içine düştükleri ve çıkamadıkları sapıklık” mânâsının yanında “İslâm’a yakın ve uzak her türlü inhirafın unvanı” şeklinde anlamak da mümkündür. Bu nokta-i nazardan hareketle Mu­te­zile, Cebriye, Şia, Müşebbihe ve Mücessime… gibi fırkalara da ehl-i dalâlet denilmektedir. Peygamber Efendimiz (sal­lal­lâ­hu aleyhi ve sellem), ümmetinin yetmiş küsur fırkaya ayrılacağını ve bunlardan sadece birinin, o da kendi ve ashabının yolu üzere bulunanların hidayette olduğunu bildirmişlerdir.317

أُۨولٰۤئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰى âyetinin ifadesiyle sermayesi hidayet olan, yani hidayet gibi bir sermayesi bulunan insan, vücudî olan bir nimeti, yani bizzat kıymet ve değer ifade eden bir şeyi vererek karşılığında hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan dalâleti elde etmiş olmaktadır. Bu durumda ne sermaye muhafaza edilebilmekte ne de bir kâr söz konusu olmaktadır. Kâr şöyle dursun onlar iç içe üç kayıp yaşamaktadırlar:

1. Ticaret gibi memduh bir işi kendi prensipleri içinde değerlendirememektedirler.

2. Sermayelerini kaybetmektedirler.

3. Hidayetin ekstra vâridatını kaybetmektedirler.

İşte böyle yanlış bir “iştirâ”dan ötürüdür ki onlar muzaaf bir hüsran yaşamaktadırlar.

Burada ribhin ticarete, ticaretin ribhe isnadı hakikat değil, mecazdır, çünkü kazanç elde eden, ticaretin kendisi değil, ticareti yapandır. Hidayet, insanın içine girdiğinde bir canlı gibi ona varlığını hissettirmektedir. Yani hidayette olan insan, biri kendi öz varlığı, diğeri de elde ettiği hidayet olmak üzere âdeta iki varlık gibi yaşamaktadır. Dalâlet içinde olan insan da, biri kendisi diğeri de dalâlet içinde bir dalâlet olmak üzere iki varlık gibi yaşamaktadır. Şimdi, onların ticaretinde, hareketli levhaların yer değiştirmesi gibi hidayet süratle dalâletin yerine, dalâlet de süratle hidayetin yerine geçmektedir ve bu mübadelede hiçbir şey kazanılmamaktadır. Şöyle ki, burada فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ “Onların ticaretleri kâr etmedi.” beyanının yerine, mesela فَمَا رَبِحَوا في تِجَارَتِهِمْ “Onlar ticaretlerinde bir şey kazanmadılar.” denilseydi kat’iyen bu resim ve bu canlılık görülemeyecekti.

Evet, Kur’ân bu üslubuyla bir canlılık sergilemektedir. Öyle ki burada hidayetle dalâlet âdeta nöbet değiştiriyor gibi yer değiştirmektedir ve işte bu mübadele işine ticaret denilmektedir; ama bu ticaret esasen herhangi bir kazanç getirmemektedir.

Ticarete isnadın mecaz olarak kullanılması ve bunun altında ticaret yapan münafıkların durumunun kastedilmesi çok yerindedir. Esasen onlar bidayette selim bir fıtrata ve hanif bir ruha sahiptiler. Evet bu, onlarda bir istidat hâlinde vardı. İkinci olarak, münafıkların ön saflarda bulunanları daha ziyade Yahudiliği ve Hıristiyanlığı benimseyen Araplardandı. Bunlar hem geçmiş dinleri hem kendi dinlerini hem de Efen­di­miz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) geleceğini çok iyi biliyorlardı. Bu itibarla ruhlarında peygamber mesajını alacakları âna kadar hidayet şuuru da vardı ve sadece Sahib-i Hidayet (sal­lal­lâhu aleyhi ve sellem) geldiği zaman kibriti çakıp meşaleyi tutuşturma işi kalmıştı.

Evet, işte onlar böyle bir hidayet potansiyeline sahip bulunuyorlardı. Ne var ki, Sahib-i Hidayet geldiğinde bunu vermiş, karşılığında dalâleti satın almışlardı. Eğer onlar selim fıtratlarını bozmasalar, tehevvüd, tenassur veya temeccüs etmeselerdi, geç­miş kitaplarda geleceği bahsedilen, intizar ettikleri o Zat geldiği za­man O’nu kabul ederek hidayete tam nâil olacaklardı. An­cak onlar, kibre, gurura kapılarak potansiyel hidayeti verip kar­şı­lı­ğın­da dalâleti satın almışlardı; satın almış ve bu mübadelede hiç­bir kazanç temin edememişlerdi. Aslında onlar gerçek hi­da­ye­ti hidayet görmemişlerdi.

Evet onlar, “bilkuvve mühtedîn” idiler. Ama asla “bilfiil müh­te­dîn” olamamışlardı. Şayet bu kimseler ellerindeki im­kân­ları değerlendirselerdi bilfiil o hidayeti de duyup hissede­ceklerdi. Ama onlar Sahib-i Hidayet’e sırtlarını dönmüş ve kendi minik ışıklarını da karartmışlardı.

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (16. Âyet)

İsterseniz şimdi de bir-iki cümle ile “dil” demeye çalışalım:

أُولٰۤئِكَ ism-i işarettir. Mahsüsa işaret edip, uzağı göstermektedir. Buraya kadar münafıkların bir kısım vasıfları anlatılmış ve nazarlarda bu sıfatlar ile kendini gösteren bir zümre tecessüm ettirilmişti. Münafıklar, “inandık” demişler fakat inanmamışlar, Allah’a karşı hile ve hud’ada bulunmuşlar, ama esasen nefislerine karşı hud’a yaparak başkasına zarar verelim diye ellerindeki silah ile kendilerini yaralamışlardı. Keza yeryüzünde hep fitne fesat çıkarmışlar ve bozgunculukta bulunmuşlardı; kendilerine “Bu işten vazgeçin.” denildiğinde de ıslahçı olduklarını söylemiş ve her devirdeki anarşistler gibi yeryüzünde sulhun ve sükûnun temsilcisi olduklarını iddia etmişler, bir taraftan anarşi ve huzursuzluk çıkarırken diğer taraftan da muslih olduklarını göstermeye çalışmışlardı. Bunlardan başka onların bir diğer vasıfları da mü’minlerle karşılaştıkları zaman iman ettiklerini söylemeleri, şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında da mü’minlerle münasebetlerinin onlarla istihzadan ibaret olduğunu ifade etmeleriydi.

أُولٰۤئِكَ الَّذِينَ İşte buraya kadar anlatılan vasıflarla âdeta tecessüm eden o münafıklar, اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰى hidayet karşılığında dalâleti satın almışlardı.

اَلَّذِينَ kelimesi ism-i mevsûldür ve اشْتَرَوْا kelimesiyle sılalanacağı âna kadar bir anlamda meçhuldür. Bu kelime aynı zamanda “şu hususi ve Hak’tan uzak kimseler” mânâsında bir gariplik ifade etmektedir. Böyle bir mânâ أُولٰۤئِكَ kelimesinin hem mahsüs hem de uzağa delâlet etmesinden çıkarılmaktadır. Bir anlamda bu şöyle bir mânâya gelmektedir: Şu âna dek insanlık tarihinde bunlar kadar garipleri görülmemiştir. اَلَّذِينَ kelimesi bu hususu işaretlerken, اشْتَرَوْا kipi de mefûlleriyle beraber bunu göstermektedir. Yani onlar dalâleti alıp, hidayeti vermişlerdir ki çok garip bir durumdur. اَلَّذِينَ ile اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰى ifadesi, bir tek hakikatin etrafında omuz omuza vermiş bir “tecâvüb” içerisinde bulunmaktadır. Bu kelimelerin hepsi birden, onların garip üslubunu arz etmektedir. Öyle ki, اَلَّذِينَ ism-i mevsûlü, dalâletin hidayetle mukabelesi gibi unsurlar hep aynı mânâyı seslendirmektedir.

Ayrıca اشْتَرَوْا kelimesi burada geçmiş zaman kipiyle gelmiştir. Onlar, inanmadıkları hâlde inandık demek suretiyle dalâleti alıp hidayeti bıraktıkları; fesatçı oldukları hâlde, ıslahçı göründükleri; mü’minleri aldatma mevzuunda, onların arkasında Allah’ın olduğunu unutarak kendi sapıklıklarını tescil ettikleri ve netice itibarıyla haklarında verilen bu hükmü, kesblerinin neticesi olarak kendilerinin iktisap etmiş olduğu anlatılmaktadır. Bu sebeple اشْتَرَوْا kelimesi mâzi kipiyle gelmiştir.

فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ kelimesindeki ف bir mânâda sebebiyet ifade eder. Şöyle ki, hidayet verilip karşılığında dalâlet alındığı takdirde ticaretin kazanç elde etmeyeceği açıktır. Aynı zamanda burada şöyle bir husus da söz konusudur: Müslümanlardan ilk saffı teşkil eden kimseler ticaret kanunlarını çok iyi biliyorlardı. Zira Kur’ân’ın muhataplarının bir kısmını, muhacirîn-i izam teşkil ediyordu ki onlar, –Kureyş Sûresi’nde anlatıldığı gibi– kış mevsiminde Yemen’e, yazın da Şam’a ticaret münasebetiyle gidip geliyorlardı ve ticaretten maksadın kâr olduğunu da çok iyi biliyorlardı. Binaenaleyh âyette, bilip anlayabilecekleri bir temsil ile mesele kendilerine anlatılıyordu. Keza münafıklar ve Yahudiler de ticareti çok iyi bilmekte idiler. Nitekim emek ve sermaye meselesini ortaya atan, ticareti kendi çıkarları hesabına çok iyi değerlendiren ve Kur’ân’ın farklı muhatapları sayılan bir kısım Ehl-i Kitap da bu hususa vâkıf bulunuyordu. İşte bu sebeple âyet-i kerime onların anlayabilecekleri bir ifade tarzıyla meseleyi resmedivermişti.

وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ beyanına gelince, burada mâzi, cem-i müzekker sigasıyla bir keynûnet ifadesi söz konusudur. Bundan anlaşılan ise şudur; hidayet ve dalâlet, yaşana yaşana, terdatla, tekrarla insanın ruhunda bir mizaç ve tabiat hâlini almaktadır. Yani bir yönüyle hidayet, amelde ve pratik hayatta bir tekrarın ifadesi olarak rüsuh bulup sabitleştiği gibi dalâlet de bir alışkanlık neticesi olarak, insanda rüsuh bulmakta, bir daha da “dâll” olan kimseden ayrılmamaktadır. Binaenaleyh ister hidayet, ister dalâlet keynûnete bağlanarak anlatılmışsa o râsıhadır ve köklüdür ve وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ fehvasınca böyleleri asla hidayetin kokusunu dahi duymamış ve hidayet içine girememişlerdir. Onlar hidayet mevzuunda amelî durumlarıyla her şeyi değerlendire değerlendire farklı bir keynûnete sahip olamamışlardır. Daha önce de işaret edildiği gibi burada كَانُوا kelimesiyle مُهْتَدِينَ kelimesi aynı meseleyi anlatıyor gibidir.

اَللهُ أَعْلَمُ بِالصَّوَابِ وَإِلَيْهِ الْمَرْجِعُ وَالْمَأٰبُ.


310 Bakara sûresi, 2/9.

311 Nisâ sûresi, 4/143.

312 Enfâl sûresi, 8/9.

313 Hâkka sûresi, 69/11.

314 Bakara sûresi, 2/14.

315 Bakara sûresi, 2/16.

316 Bakara sûresi, 2/5.

317 Tirmizî, îmân 18; Ebû Dâvûd, sünnet 1; İbn Mâce, fiten 17.

-+=
Scroll to Top