Bakara Sûre-i Celîlesi (21-22. Âyetler)
يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ اَلَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَۤاءَ بِنَۤاءً وَأَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَأَخْرَجَ بِه۪ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ فَلَا تَجْعَلُوا لِلهِ أَنْدَادًا وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ
“Ey insanlar! Hem sizi hem de sizden öncekileri yaratan Rabbinize ubûdiyette bulununuz, kulluk vazifenizi yerine getiriniz. Böyle yapmakla takva dairesine girip her türlü zarardan korunmayı ümit edebilirsiniz. O Rabbinize ki, yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı. Öyleyse gerçeği bilip dururken zinhar Rabbinize eş koşmayın.”
Bu âyet-i kerime yeni bir makta’ başlangıcıdır. Baştan buraya kadar anlatılan meselelerin Kur’ân’ın hulâsası olan Fâtiha ile münasebetini görmüştük. Daha önceki âyetlerde tevhid-i rubûbiyet, tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i ubûdiyeti zikrederek, Fâtiha’da icmalî bulunan mü’min, sâlih, sıddık ve şühedanın durumu, yine orada işaret edilen ehl-i küfür ve ehl-i dalâletin durumu, kısmî bir tafsille mü’min cemaatleri, kâfir ve münafık gürûhları olarak ifade edilmişti. Bu makta’da da yine Fâtiha’da işaret edilen mücmel hakikatlerin bazılarına tafsilî bir bakış söz konusudur.
Mesela, hemen bidayette إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ – “Yalnız Sana ibadet eder, yardımı da yalnız Senden bekleriz.”383 misakını hatırlatan يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا âyetini görmekteyiz. Yani Cenab-ı Hak burada: “Ey insanlar ibadet edin.” diyor, biz de icabet etmiş bir ümmet olarak إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ’le icabetimizi ilan ediyoruz. Bunun gibi orada daire-i rubûbiyetini bizlere Rabbü’l-âlemîn unvanıyla tanıttırmasına karşılık, burada da daire-i rubûbiyetteki tasarrufunu رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ “sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbiniz” şeklinde ihtar ediyor. Binaenaleyh burada farklı bir kısım hakikatler anlatılsa da, onun mâkabliyle sıkı bir münasebetinin bulunduğu sezilebiliyor.
Burada diğer bir münasebet şekli de şudur: Bu makta’a kadar üç zümrenin veyahut da kendi içinde öncüler ve mukallitler olmak üzere her sınıfın iki kısma ayrılması itibarıyla altı zümrenin icmalî durumlarından bahsettikten sonra, mü’minler, kâfirler ve münafıklar olarak hepsini birden ubûdiyete davet ediş söz konusudur. Bu davette, bundan sonraki makta’da anlatılan dört büyük hakikat, ta Hazreti Âdem’den bu yana hiç değişmeyen tek hakikat olarak vurgulanmaktadır ki o da şudur:
Daire-i rubûbiyet içinde Allah’a ibadet etmekle ulûhiyeti hatırlatmak ki, يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا ifadesi işte bunu ihtar etmektedir; sonra ikinci rükün olarak, tekvinî âyetlerin şerhi ve tefsiri olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan hatırlatılmakta; üçüncü olarak Kur’ân’la risaleti müeyyed olan Peygamberimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) dikkat çekilmekte, sonra da, buna karşı inat ve inkârla mukabele etmekle azab-ı nîrâna; ona mukabil, iman edip sâlih amellerde bulunmak suretiyle de bağıstan-ı cinâna istihkak kesbedileceği vurgulanmaktadır.
Bu itibarla da burada imanın dört esas rüknünün anlatıldığı görülmektedir. Zaten bütün peygamberlerin peygamberliklerinde esas olan hususlar da bunlardır. Yani ubûdiyetimiz içinde Cenab-ı Hakk’ın rubûbiyetini, rubûbiyeti içinde tevhidini ve tevhidde de ulûhiyetini hatırlayıp ibadet ve ubûdiyette bulunmaktır.
وَلَقَدْ بَعَثْنَا فِي كُلِّ أُمَّةٍ رَسُولًا ??َنِ اعْبُدُوا اللهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَ “Kasem olsun biz her ümmet içinde bir peygamber gönderdik. Onlara şu esasları tebliğ etsinler diye: Allah’a ibadet edin, ubûdiyette bulunun, (O’na serfürû edin ve) bütün tağutlardan, (fikrinizde, hayalinizde ilâhlaştırdığınız her şeyden) içtinap edin.”384 âyetinde peygamberlerin esas davası olan bu husus hatırlatılarak bu esaslara dikkat çekilmektedir. Bunun gibi, يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلٰهٍ غَيْرُهُ “Ey kavmim! Allah’a kul olun ki sizin başka bir ilâhınız yoktur.” ifadeleriyle bütün peygamberlerin mesajının bu olduğu üzerinde durulmaktadır. Evet, her peygamberin dava-yı nübüvvetini ilan ve tebliğde ilk söylediği hakikat hep bu olmuştur.385 Mesela bu verdiğimiz âyette bir tek cümle içinde: Bizim ubûdiyette Allah’ı birlememizi, yani sadece O’na kulluk yapmamızı, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ misakına sadakatimizi ve mabûdiyeti O’na tahsisimizle tevhid-i ulûhiyetimizi; Rabbülalemin’e ahd ü peymânımızın ifadesi olarak bizi terbiye eden, terbiyecimiz bulunan O Mâbud-u Mutlak’ı rubûbiyet dairesinde de tevhid etmemizi yani bütün tasarrufun O’na ait olduğunu, O’nun ortağa, yardımcıya, eşe, menende ihtiyacı olmadığını ve bütün bu hususların sibakla münasebetini görüyor ve هَذَا كَلاَمُ اللهِ diyoruz.
Müfredat Mânâsı (21-22. Âyetler)
İsterseniz şimdi de bu âyetin kısaca müfredat mânâlarını hecelemeye çalışalım:
اَلنَّاسُ kelimesini, iştikak itibarıyla daha evvel görüp mahmili ile beraber ele almıştık.
خَلَقَكُمْ: Arapça birinci babdan gelen خَلْق kelimesi, buradaki mânâsı itibarıyla, ibdâ tarikiyle sanatını izhar etmek yani yoktan yaratmak mânâsına gelir ki, bu mânâda yalnızca Vacibü’l-Vücud’a isnat edilen bir kelimedir. Türkçede bunun karşılığı “yaratmak”tır. Binaenaleyh yaratma kelimesi sadece Allah’a isnat edilir.
Üzerinde duracağımız ikinci kelime لَعَلَّ. Bu kelime, malum olduğu üzere, tereccî içindir, ümit edilen, olması umulan, ihtimal dahilindeki hususları ifadede kullanılır. Tereccî’nin Cenab-ı Hakk’a isnadı, kat’iyet ifade etmediği mülâhazasıyla uygun görülmemiştir; yani Cenab-ı Hak ümit etmez; O Allâmü’l-guyûb’dur; ümit ise olup olmayacağı bilinmeyen şeyler için kullandığımız bir tabirdir. Ancak tereccî, mütekellim’e (sözü söyleyen) râci olabileceği gibi mütekellem anh’a (kendinden bahsedilen) veya muhataba da râci olabilir. Ayrıca ta’lîl, işfak gibi mânâlar da taşıyabilir ki, bunların hepsi de bir mânâda tereccî anlamıyla alâkalıdır.
Mütekellime râci olmasına bir örnek verecek olursak: يَا هَامَانُ ابْنِ لِي صَرْحًا لَعَلِّي أَبْلُغُ الْأَسْبَابَ “Firavun (veziri) Hâmân’a, ‘Bir sarh (yüksek bir kule veya ehram) yap da başına çıkıp esbab-ı semaya muttali olayım. (Yani bu şekilde esbab-ı semaya muttali olmayı umuyorum’) demişti.”386 Bu tereccî mütekellime râcidir, yani uman, sözü söyleyenin kendisidir. Firavun, bu yüksek ehramların başından esbab-ı semaya muttali olabilirim ümidi ve recâsı içindeydi. لَعَلَّ’nin diğer mânâlarıyla alâkalı da Kur’ân-ı Kerim’de pek çok misal vardır. Mesela işfak ve tahzir mânâsına şu örnek verilebilir: Bir meselede Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) sakındırmak, olması gerekenden fazla şefkat ve re’fetten; merhamet-i ilâhiyeden ileri re’fet ve şefkatte bulunmadan tahzir için, tadil ve takdir edalı bir ifadeyle şöyle buyrulur: فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا “Neredeyse bu Allah beyanına inanmadıklarından dolayı kendini helâk edeceksin?”387 Bir başka örnek: Peygamberin tebliği neticesinde kâfirlerin hidayeti kabul edip etmeyecekleri Allah nazarında bellidir, kat’idir. Ama O (celle celâluhu), işi recâya bağlar ve Hazreti Musa ve Harun’u (aleyhimesselâm) Firavun’a gönderirken: فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى “Ona kavl-i leyyin ile, yumuşak bir üslupla, tatlı dille konuşun. Belki düşünür, haşyete erer, içinde saygı hâsıl olur.”388 buyurur ki burada tereccî, mütekellem anh’a ya da muhataba râcidir; yani “Onun hakkında böyle bir recâ kapısı açıktır, bunu ümit edebilirsiniz.” demektir. Sadedinde olduğumuz âyet-i kerimede ise mütekellem anh ile muhatap aynıdır, ta’lîl anlamıyla da beraber düşünüldüğünde mânâ şöyle olur: “Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin; edin ki takvaya ermeyi, ilâhî himayeye girip korunmayı ancak bu şekilde ümit edebilirsiniz.”
فِرَاش kelimesi, birinci ve ikinci babdan kullanılan فَرَشَ fiilinden gelmektedir. Fiilin mânâsı, “bast etme, serme, döşeme, yayma, yayılma”dır. Türkçede kullandığımız mefrûş, mefrûşat kelimeleri de bu köktendir. Âyetteki فِرَاش kelimesiyle, yeryüzünün insanlar için tefriş edilmiş bir döşek ve beşik mahiyetinde olduğu hatırlatılır. Öyle ki, bu tefriş edilmede yeryüzüne, insanın üzerinde rahat yatabileceği bir döşek hüviyeti kazandırıldığından, âdeta döşek gibi üzerinde yatıp nimet-i ilâhiyeden istifade etmesi gibi latif bir resim vardır. Bu belâgat nüktesinin de üzerinde durulmaya değer.
بِنَۤاءً kelimesi بَنَى – يَبْنِي fiilinden, zemine nispeten bir taban üzerine kurulan kubbe, kubbe-i âsumân anlamına gelir.
اَلثَّمَرَاتِ : ثَمَرَة kelimesinin çoğuludur. Meyveler, yeryüzünde yetişen her türden mahsuller demektir.
رِزْق kelimesini daha evvel görmüştük.
أَنْدَادًا kelimesi, “eş, menend, şerik” mânâlarına gelen نِدّ kelimesinin çoğuludur. Lafzen ve mânen misl-emsal gibidir. أَنْدَاد cem-i kıllettir, yani azlık ifade eden bir çoğuldur. Bir bakıma da zıddın karşılığı olarak kullanılır. “Cenab-ı Hakk’ın ne zıddı vardır ne de niddi.” denir. Yani ne Kendi gibi benzeri, eşi, menendi, emsali vardır ne de bir zıddı. O’na zıt farz etmek, daire-i ulûhiyette bir sınır tayin etmek, yani –hâşâ– buraya kadar “O” (celle celâluhu), bundan ötesi de “gayr” demek olur. Cenab-ı Hak, nura nispeten bir zulmet veya zulmete nispeten bir nur gibi zıddiyeti olan bir varlık değildir. Bütün varlığın O’nunla münasebeti Hâlık-mahlûk (Yaratan ve yaratılan) münasebetinden ibarettir. O yaratır, varlık da yaratılır. Dolayısıyla Allah (celle celâluhu) zıddan da münezzeh ve mukaddestir ve eşten, benzerden de. İşte فَلَا تَجْعَلُوا لِلهِ أَنْدَادًا âyeti böyle bir niddi reddeder. لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌ “O’nun (celle celâluhu) benzeri hiçbir şey yoktur.”389 âyeti de misliyyeti reddeder. Hazreti Hakkı konuyla alâkalı şöyle der:
“ Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde,
Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Teâlallah.”
Buna göre âyetlerin meal-i münifi şöyle olmalıdır:
“Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize hâlisâne ubudiyyet tavrını takının ve kulluk edin ta daire-i takvaya ermiş olasınız, ümit edilir ki bu sayede takvayı ihraz etmiş olursunuz. Yani enzâr-ı âlemde, daire-i takvaya girenlerin tavrını takınmış olursunuz. Müslüman olmanız itibarıyla bu önemli bir noktadır. Düşünün ki o lütufkâr ve merhametli Rabbiniz yeri sizin için bir firâş yaptı.. yıldızlarla yaldızlanmış âsumânı bir kubbe kıldı.. semanın bir parçasından, yani kubbe-i âsumânın en altı ve arzınızın üstü, size nispeten yukarıdan peyderpey sağanak sağanak yağmuru indirdi de bu sebeple yerden çeşit çeşit semerâtı çıkarttı. Bu, bütün hâdiselerin önemli bir faslıdır. Bütün bu iç içe lütuflar size rızık olarak verilmiştir. Binaenaleyh âfâkî ve enfüsî, innî ve limmî birçok deliller karşısında siz de Rabbinize eş, ortak ve menend koşmaya kalkmayınız. Aslında siz de bunları biliyorsunuz ve bu kadarı hakkında bir ilme sahipsiniz.”
* * *
Âyetlerin Kısmî Tafsilatına Gelince: Cenab-ı Hak, Fâtiha Sûresi’ndeki ahd ü misakı ve bununla da ruhlar âlemindeki misakı hatırlatarak vicdanımıza dikkati çekmekte ve hususiyle de iki yönüyle şu hakikatleri ifade etmektedir:
Her şeyden evvel اَلنَّاسُ kelimesiyle, bir yönüyle kendisine ünsiyeti, diğer yönüyle de belki nisyana maruz kalışımızı ve bundan dolayı da lütfunu hatırlatır mahiyette “Ey insanlar! Sizi –yani letaifinizle, ervahınızla, insanî hüviyetinizle, küçük cisminizle fakat büyük mahiyetinizle..– sonra babalarınızı, dedelerinizi, annelerinizi ve nenelerinizi, cüz-i ferd ve zerrelerinizi yaratan Allah’a ibadet edin.” demektedir.
اَلَّذِي خَلَقَكُمْ “Ki sizi O yarattı.” Biz burada muhatap alınan insanların iç ve dış yapılarıyla, ruh ve cisimleriyle yaratılışlarına dikkatin çekildiğini düşünüyoruz.
وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ “Sizden öncekileri de (O yarattı).” Bununla tefsircilerin ifade ettikleri gibi sadece baba, dede değil aynı zamanda anne ve nene de kastedilmektedir. Hatta, خَلَقَ kelimesiyle meselenin ele alınmasında da bu görülür. Evet, siz bir kısım hücrelerden mürekkepsiniz. Hatta size nispeten bunlar bir veya iki tane hücreden mürekkeptir. Bir sperm, bir de yumurta. Bunlarsa bir kısım moleküllerden var edilmektedir. Bunlar da atomlardan, atomların parçacıklarından, partiküllerden ve varsa verâsından, yani esir gibi unsurlardan meydana gelmektedir. Binaenaleyh asıl zerratınızla başlayıp size ta evvelinizden hâl-i hazıra kadar oluşan durumunuzu kazandırmada خَالِق ismiyle başınızda kayyûm bulunan Hazreti Allah’a ibadet edin ki bu suretle هُدًى لِلْمُتَّقِينَ dairesine girmiş olasınız.. ve أُۨولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ dairesinde “hâsılün bi’l-masdar”ın ifade ettiği lütufla serfiraz kılınasınız. Yani âyât-ı tekviniye ve şeriat-ı fıtriyeden istifade edip Allah’a sığınmış ve değişik mehâlikten korunmuş olasınız.
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ beyanında لَعَلَّ’deki tereccî mânâsı mütekellime râci olarak düşünülürse şu mânâ melhuz olur: Sizin takva dairesine girmeniz ancak bu suretle mümkündür; ancak Allah (celle celâluhu) bu işleri yapsanız dahi sizi daire-i takvaya sokma mecburiyetinde değildir. Fakat muhataplar olarak sizin takva ümit etmeniz ancak bu yol ve bu surette olabilir. Hak (celle celâluhu) nazarında sizden ümit edilen budur. Zira donanımınız bunu gerektirmektedir. Risaleler’de de ifade edildiği gibi, arslanın pençesine ve kavunun tadına bakan anlar ki, evvelkisi parçalamak için, ikincisi ise yensin diye yaratılmıştır. İnsanın mahiyetine bakıldığı zaman anlaşılan ise şudur: O, daire-i takvada Mâbud-u Mutlak’a ibadet etmek, kullukta bulunmak için halk edilmiştir. Ayrıca, لَعَلَّ’nin müşahitlere ait yönüyle de biz yine bu tevcihte bulunmak istiyoruz.. evet O (celle celâluhu), öyle lütufkâr bir Rabdir ki, yeryüzünü bir döşek gibi yaratıp bütün ilâhî nimetlerini sağanak sağanak başlarımızdan aşağıya boşaltarak dünya ve ahiret saadetimizi temin etmiş ve her lütfuyla bize kendini duyurmuştur.
“Yeryüzünün bir döşek, “firâş” olarak anlatılması yerine “mefrûş” denmesi daha uygun olur muydu?” diye akla gelebilir. Fakat bu kelimeyle zikredilerek sanki ayn-ı döşek, ayn-ı mahall-i rahat ve ayn-ı mahall-i saadet olduğunun vurgulanması daha latif düşmüştür. Ayrıca Allah (celle celâluhu), türlü türlü nimetlerle donatıp tanzim ettiği, dünya ve ahiret saadetinin anahtarı ve kilidini içine derc ettiği küre-i arzı, iç ve dış bozucu unsurlardan korumak için de gök kubbeyi ona bina yapmıştır ki, âlemin nazarlarına teşhir ettiği sanatların bozulmaması, korunması, neşv ü nema bulması ve faydalı hâle gelmesi için böyle bir lütuf tecellisi de ayrı bir hatırlatıcı olmuştur.
Bundan başka O, bütün bunların neşv ü nemasına medar olmak üzere, sizin semanızdan, evvelki semaya nispeten size daha yakın atmosferden peyderpey yağmuru indirdi de cismaniyetinizin muhtaç olduğu ayrı ayrı pek çok semereyi size bu sebeplerle lütfetti.
İnsanın cismaniyeti vitaminler, proteinler türünden pek çok esbaba muhtaç olduğu gibi, bunların sağlanması için yağmura, yağmurla beraber inen bir kısım toksinlere, şimşeklere ve yıldırımlara da ihtiyaç vardır ki, O (celle celâluhu), yağmurun inmesinden bitkilerin, meyvelerin neşv ü nema bulmasına kadar pek çok nimeti, semadan indirdiği bu rahmet damlalarıyla sizin için rızık olarak gönderdi.
Burada emir-nehiy, va’d-vaîd ve tergib-terhibe latif bir telmih de bulunmaktadır. Şöyle ki, Allah (celle celâluhu), bütün bunları her hareket ve hâdisenin nokta-i mihrakiyesi olan rızkın etrafında topladı. Buna göre yerin tefriş edilip hayata uygun hâle gelmesi, bir sürü karmakarışık ihtimal hesapları içinde beşerin yaşamasına müsait bir keyfiyet kazanması, sema ile arz arasında bir izdivacın hâsıl olup bulutların telkihi ve yağmurun yağması, bu sayede nebâtât ve semerâtın yetişmesi ve bunların besleyici şeylerle donatılması.. evet bütün bunlar hep rızık diye verilmiştir. Demek ki, gök ve yer bütün levâzımâtıyla rızık için önemli esbap sayılıyor ve her şey maddî-mânevî “rızık” diyor, hep onun etrafında dönüp duruyor. لَكُمْ sözüyle ise “Bütün bu hâdiseleri buraya kadar devam ettirmek, ille-i gâiye olan sizin içindir.” demek isteniyor. Aslında, bakıp görenler için bütün bu hâdiselerde insanın nazara verildiği görülmektedir. Nokta-i mihrakiye olarak rızık vaz’ ediliyor. Rızık insana, her şey de rızka koşuyor.
Bütün bu fıkralarda âfâkî, enfüsî, innî ve limmî deliller anlatıldıktan ve siz bunları görüp bildikten, anlayıp duyduktan sonra Rabbiniz olan Allah’a gayrı nasıl eş ve ortak koşarsınız? Birkaç eş ortak şöyle dursun Allah’ın bir tane bile eşi ve ortağı yoktur. “Burhan-ı temânü”e binaen eğer iki tane veya daha fazla ilâh olsaydı yer ve gök fesada giderdi. Binaenaleyh, böyle düşünmekle nasıl bir tehekküm ve istihzaya maruz kalındığını görünüz de Allah’ın eş ve ortakları vardır demeye kalkmayınız. Allah’ın eş ve ortağının olması şöyle dursun, O (celle celâluhu), büyük küçük hiçbir icraatında da yardımcıya muhtaç değildir. Kalb ve kafanızı kullansanız siz de bunu anlayacaksınız. Öyle ise sakın sakın فَلَا تَجْعَلُوا لِلهِ أَنْدَادًا Yani Allah’a eş-ortak tutmayınız, böyle bir ca’lîliğe, böyle bir suniliğe girmeyiniz. Fıtrat bütün kitabetiyle, tabiat kendisine has bütün hitabetiyle hariçte Allah’ın eşi ve ortağının olmadığını ilan etmektedir. Öyle ise siz kendi zihniniz ve hayalinizde Allah’a eş, ortak ve menend ittihaz edip O’na (celle celâluhu) ortaklar koşmakla fıtrat ve tabiatı terk edip ca’lîliğe sapmış oluyorsunuz. İmdi gelin, bu anormal hâlden sıyrılıp fıtrî ve tabiî olmaya bakın. Tabiata ve tekvinî emirlere kulak verin. Fıtratın tertemiz, nezih simasını okumaya çalışın. Âyât-ı ilâhiyeyi sık sık mütalâa edin ve fıtratın sesine kulak verin; göreceksiniz ki netice itibarıyla hepsinin gür sesinin, يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize kullukta bulunun ki takva dairesine, ilâhî himayeye giresiniz.” dediğini göreceksiniz.
فَلَا تَجْعَلُوا لِلهِ أَنْدَادًا : Allah’a eş ve ortak koşma hem zâhirî hem de bâtınî olabilir.. evet, bu bazen doğrudan doğruya putları Allah’a eş-ortak koşma şeklinde olur, bazen de insanın farkına varamayacağı şekilde meydana gelir. Mesela şahsa bir kurban keser, Allah’a eş ortak koşmuş olur. Çünkü bütün kurbanlar Allah adına kesilir. Bazen bir türbenin, bir ziyaretin karşısında bir beklentiye girer ve ona serfürû eder, ubûdiyet tavrı takınır vs.. Bunlar açık bir şirk değildir ama şirkin hafîsi sayılırlar. İnsan bazen onlara mum yakar, taş yapıştırır, bez bağlar ve bunların kendisine bir hayır getireceği tevehhümüne kapılır. O, bu hâliyle açık bir şirk yapmasa da gizli bir şirk içine girmiş olur. Binaenaleyh bütün bunlar, gizli ve açık her türlü şirkten münezzeh ve mukaddes olan Allah’a eş ve ortak koşma mânâsına gelebilir.
Âyetlerden istihraç edeceğimiz meselelerin başında hiç şüphe yok ki, burada bidayette arz edildiği gibi, Cenab-ı Hakk’ın tevhid-i ulûhiyetini, tevhid-i ubûdiyetimizle ilan edip, tevhid-i rubûbiyete karşı secde-i şükrana kapanmak gerektiğidir. Zaten bu iki âyette anlatılan hakikat de bundan ibarettir; yani bu âyetlerde, fıtratın gayesinin ubûdiyet olduğu ifade edilmektedir ki, وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ “Ben cinleri ve insanları sırf (Beni tanıyıp yalnız) Bana ibadet etsinler ve kullukta bulunsunlar diye yarattım.”390 âyeti de vicdanî bir mârifete, kalbî bir iz’ana bağlı böyle bir kulluğu anlatmaktadır. Risaleler’de de ifade edildiği gibi “Ubûdiyet mukaddime-i mükâfat-ı lâhika değil, netice-i nimet-i sâbıkadır.”391 Evet ibadet, daha sonra Cenab-ı Hakk’ın bize bahşedeceği lütuflara bir sebep, bir illet, bir mukaddime değil, belki şu âna kadar daire-i vücuda çıkmış ve bizim onunla perverde olduğumuz âfâkî-enfüsî, sonsuz nimetlere karşı bir şükran vazifesini îfâ etmekten ibarettir.
Aslında mahiyet itibarıyla ubûdiyet, bütün çeşitleriyle, mü’minin nazarî plândaki durumunu amelî plânda takviye etmekte ve o nazarîyi meleke hâline getirmektedir. Yine bu hususa da Risaleler’de dikkat çekilerek şöyle denilir: “Allah’a kulluk, mesâil-i akaidiyeyi, insanda râsih meleke hâline getirir.”392 Ayrıca, pek çok düşünür ve kalb-ruh erleri nazarî akılla Allah’ın gerçek mânâda bilinemeyeceğini, ancak amelî akıl ile onun vicdanda tam duyulabileceğini, insan tabiatının bir derinliği hâline geleceğini söylerler ki, doğrudur. Bu da bize, Kant’ın, “Nazarî akılla Allah bilinmez, amelî akılla bilinir.” sözünün mânâsını hatırlatmaktadır. Evet biz, inanılması gereken iman esaslarının hakikatini, onlara inandıktan sonra sâlih ameller ile onları tahkim edip kalbimizde râsih melekeler hâline getirmek suretiyle ancak duyabiliriz.
Bu konuda, Allah’a kulluk ve O’nun emirlerine ve nehiylerine uymadan ibaret olan “şeriat-ı garrâ”ya ittibaın yanında, şeriat-ı fıtriye ve âyât-ı kübra gibi âyât-ı tekviniyeye tevfik-i hareket de çok önemlidir. Ne var ki bunun hakikatine de yine dinin temel disiplinlerine uymakla erilir. Zira insan, her zaman o cüzî aklı ve cüzî ilmiyle kâinatta dönen dolap ve çarklara tevfikî hareket edip o dolapların üstünde kalmaya muvaffak olamaz. Bu konuda bütün kâinatı görebilecek bir göz ve bu görüşten hâsıl olan bir ilim gerekir ki, insan dönen bu dolaplara göre düşünce ve davranışlarını plânlayabilsin. Böyle bir durum ise ancak şeriat disiplinleriyle mümkün olabilir. Zira şeriat, Allah’ın kelâmı ve kitabına dayanmaktadır. Onun için insan emir ve nehiylere uymanın yanında sünnetullaha yani kâinatta cari kanunlara da tevfik-i hareket ederse fıtratı yaşar, fıtrî olur ve bulunması gereken yerde bulunur.
Ubûdiyet aynı zamanda insanı içtimaî ve şahsî kemale erdiren önemli bir dinamiktir. Zaten içtimaî kemal dediğimiz şey de şahısların ve fertlerin kemaline vâbestedir. Cemiyeti oluşturan fertler kemale ermedikten sonra toplumun kemali düşünülemez. İnsanın mahiyeti, cüzî fakat istidatları çok geniştir. Kitab-ı kebir-i kâinata bir fihriste mahiyetinde yaratılan insan, istidatlarını inkişaf ettirebildiği ölçüde ve kulluğu sayesinde küçük bir cirim olmadan çıkar, âlemin enmûzeci hâline gelir. O, âlemde gizlenmiş olan hakikati veya mahiyeti ancak böyle bir kulluk sayesinde duyar. Aslında kulluk, abd ile Mâbud arasında çok ulvî bir intisabın ifadesidir. İnsan hangi pâyeler, hangi makamlarla serfirâz olursa olsun ancak Allah’a intisaptan ibaret olan kullukla kemalin zirvesine yükselebilir. Keza o kullukla kendi mahiyetini ulvileştirmek suretiyle Cennet’e ehil hâle gelir ve Allah’ı görmeye liyakat kazanır; kazanır da bu sayede esfel-i sâfilîne düşmekten ve Cehennem’e yakıt olmaktan kurtulur.
Burada diğer bir husus da, Cenab-ı Hak (celle celâluhu) insanı kulluğa davet edip de ulûhiyetini hatırlatarak onu rubûbiyeti karşısında inkıyada davet buyururken, bu işteki hikmet ve delili de göstermiş olmaktadır. Bu âyette Cenab-ı Hakk’ın ulûhiyet ve rubûbiyetine ve bizim de kulluk yapmamızın gerekliliğini gösteren, –İşârâtü’l-İ’câz’da ifade edildiği gibi393– bir hayli vâzıh “innî” ve “limmî” delil vardır. Eserden müessire intikal suretiyle istidlâle innî diyoruz ki, bu kat’iyet ifade eder. Müessirden esere geçmeye de limmî diyoruz. Ayrıca bu delil-i innî içinde ve özünde hem bir delil-i inayet hem de bir delil-i ihtirâ mevcuttur.
Burada, Cenab-ı Hakk’ın ihsanlarını sayması, yani ağzımıza tat alma kabiliyeti vermesinin hemen yanı başında yeryüzünü tatlı nimetlerle donatması.. gözümüzü görmekle serfirâz ve nurefşân kılmasının yanında gökyüzüne ziyayı sürme çekmesi.. kulağımızı duyma nimetiyle şereflendirmesi yanında fezada bir kısım ses titreşimlerini o kulağın duyacağı şekilde ayarlaması ve hazırlaması… evet, işte böyle âfâkî ve enfüsî pek çok inayet ve ihsan ifade eden harikaları hatırlatması söz konusudur ki, bu delillerden hareketle biz, bizi gören, bilen ve bu hizmetleri bize göre ayarlayıp hazırlayan Allah’ın varlığına yakîn hâsıl etmiş oluyoruz. İşte biz bunlara inayet delili diyoruz.
İnayet delilinin hulâsası وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللهِ لَا تُحْصُوهَۤا âyetinde ifade edilmektedir ki, âyet “Allah’ın nimetlerini sayıp dökmeye kalksanız, hesap edemez, saymada üstesinden gelemezsiniz.”394 anlamına gelmektedir.
İnayet delili hem enfüsî hem de âfâkî olarak karşımıza çıkmaktadır. اَلَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً وَأَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ “Kulluk yapın o Rabbinize ki yeryüzünü size bir döşek, semayı da bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip onunla rızık olarak size çeşitli mahsuller lütfetti.”395 Başta kendimiz, ailemiz, evimizin içi, bağ ve bahçemiz, zeminimiz… derken, yakından başlayıp uzaklaştıkça, enfüsten âfâka doğru bir nimetler silsilesini zikretmektedir. Evet وَالسَّمَۤاءَ بِنَۤاءً’de açıktan açığa bir âfâkî delil müşahede edilmektedir. Vicdanlarda âfâkî olanı belki vuzuhuyla göremeyeceğiz ama enfüsî delille sağlam kanaat elde etmek mümkün olabilecektir.
Keza burada innî delil çerçevesinde söz konusu edilecek delillerden biri de “delil-i ihtirâ”dır. İhtirâ, ibdâ ve inşâ demektir. Cenab-ı Hakk’ın her şeyi orijinal olarak yaratması demektir ki buna da yine enfüsî ve âfâkî olarak اَلَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ ifadeleri delâlet etmektedir. اَلَّذِي خَلَقَكُمْ “O Allah ki sizi yarattı.” sözü enfüsî delile bakmaktadır. Yani “Allah sizi ihtirâ etti, ibdâ etti, inşa etti.” denmekte, yani zerreler âleminden unsurlar âlemine, ondan küçük canlılar âlemine, ondan “ilmü’l-ecinne”nin yani embriyolojinin anlattığı şekilde ceninin gelişme safhalarına ve ondan da çocukluğa, delikanlılığa, olgunluğa kadar bütün etvâr-ı hayatınızı yaratan, kayyûmiyetiyle ayakta tutan Allah, nefsinizde size ihtirâ delilini göstermektedir.
وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ “Sizden öncekileri de (yarattı).” beyanı da ihtirâ delilinin âfâkî olanını nazarlara sunuyor. Bu ise “Babalarınızı, dedelerinizi, annelerinizi, nenelerinizi O yarattı.” anlamının yanında, “Cüz-i fert ve zerrelerinizi, esir ve ondan sonraki bütün mahiyetinizi O yarattı.” anlamına da gelir. Bir tek âyet içinde innî delille hem inayet hem de ihtirâ delillerini izhar edip bunların hem âfâkî hem de enfüsî kısmını göstermek suretiyle daire-i ulûhiyet hakkında kuvvetli bir tahşidat yapılması, ancak belâgat-ı Kur’âniye’den beklenebilecek bir hususiyettir.
***
Bu âyetlerle sair âyetlerin münasebetlerine icmalen göz atmak yararlı olacaktır.
Evvela, bu âyetlerin sibakıyla sıkı bir münasebeti olduğu daha önce hatırlatılmıştı. İster müttakiler, ister kâfirler, isterse münafıklar, insanlardan bir kesim olmaları itibarıyla, Cenab-ı Hak bu âyetle umumunu kulluğa davet etmektedir. Bu şekilde kulluğa davette umumi hitap itibarıyla herkesin kendisine göre bir hissesi bahis mevzuudur.
Şöyle ki, âyet, mü’minlere hitabının yanında münafıklara; “Siz Allah’a kullukta sabitkadem olun. Nefsin aldatmalarına takılarak atalarınızın arkasından taklide dalmayın; kalb ve kafa izdivacı çerçevesinde hâlisen Allah’a kul olmaya bakın.” derken, kâfirlere, “Önce nazarınızda büyütüp sonra putlar hâline getirerek karşılarında serfürû ettiğiniz o bütün derme-çatma mabutlarınızı bırakın da, sizi, âbâ u ecdadınızı, sizden evvelkilerin taptığı, tapşırdığı putlarınızı da yaratan Allah’a kulluk edin. Aslında vicdanlarınıza, ‘Gökleri ve yerleri kim yarattı?’ diye sorulduğu zaman cevabın ‘Allah’ olacağı da sizce müsellemdir.” diyor gibidir.
Evet, âyetin özünün sibaktaki zümrelerle böyle bir münasebetinin olduğu söylenebilir. Ayrıca âyetin kelimelerinde şöyle latif bir münasebet de mevcuttur: Bir tarafta nimet, inayet ve ihtirâ tablosu; diğer tarafta da kulluk tablosu.. Allah (celle celâluhu), nimetlerini tâdat sadedinde hemen kulluğa davet etmektedir. Evet, bir tarafta اُعْبُدُوا emr-i celîli, diğer tarafta da niçin ibadet edeceğimize cevap teşkil eden emrin hikmet buudlu illeti anlatılmakta. “O, sizi, sizden evvelkileri yarattı. Zemini size bir beşik, gök kubbeyi de bir bina yaptı.”
Bu arada, يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا “Ey insanlar! Kullukta bulunun!” ifadesinde de, gaybî üsluptan hitaba iltifat edilmesinde farklı bir letafet söz konusudur. Bu şekildeki bir iltifatla karşısına alıp bazı sorumluluklarla mükellef kılacağı o kullar, mükellefiyetin meşakkatlerine karşı iltifat taltifiyle sevineceklerdir. Zira Rabb-i Kerim’in iltifatı her şeyden daha önemlidir. Evet, O razı olup kabul ettikten sonra sizleri hem dünyada hem de ahirette mesut edecektir. İşte يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا diyerek O’nun sizi muhatap olarak huzuruna alması, kulluğun yüklediği bütün o meşakkatleri size unutturacak kadar iltifat dolu bir teveccühtür.
Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (21-22. Âyetler)
İsterseniz şimdi de teker teker her kelimenin hususiyetlerini görmeye çalışalım:
يَا bir nida edatıdır. Kendisine hitap edilen kimsenin hitap edene ikbalini teminde kullanılır. Buradaki sesleniş, senin de içinde bulunduğun bütün âfâk-ı âlemdeki herkese bir çağrıdır ve herkes bu çağrıya muhataptır. Cenab-ı Hakk’ın burada يَا kelimesiyle nida edip bütün insanlığa seslenmesi, emredeceği şeyin celâlet, azamet ve haşmetini işaretler. Yani bu, “Bütün bu nidayı duyanlar kulak kesilsinler. Kendilerine ilan edeceğim hakikat, âlem çapında çok geniş bir hakikattir.” anlamına gelmektedir.
أَيُّ kelimesi bir “tevsîm” edatıdır. Nahivdeki ifadesiyle harf-i nida ile münâdâ arasında âleteyn-i tarif cem olmasın diye bulunur. Yani dil açısından يَا النَّاسُ demek doğru değildir. Çünkü يَا belli bir kimseye hitap etmek içindir. النَّاسُ da zaten mârifedir. İki tür mârifenin yan yana gelmesine içtima-i âleteyn-i tarif diyoruz. İkisinin yan yana gelmesi, Arap dilinde hoş karşılanmadığından araya أَيُّ، أَيُّهَا، أَيُّهٰذَا gibi kelimeler girmektedir. Bu bir nahiv kaidesidir. Tevsîm, nişan koyma mânâsınadır. Âlemşümul hüviyeti içinde bütün deme, seslenme fiillerine evvelen ve bizzat mazhar kılınması ve Allah’a muhatap olabilecek durumda yaratılması itibarıyla nişan insana konmuştur. Öyleyse Cenab-ı Hakk’ın hitabı karşısında şuurlu bir şekilde ubûdiyeti farz olarak üzerine alan insandır.
هَا bir tembih edatıdır. Bununla celâlet, haşmet, azamet ve ihatanın yanı başında bir de huzur anlatılmaktadır. Kur’ân’ın ifadesi içinde beyan-ı ilâhî olarak biz daima mikro âlem ile makro âlemi yan yana, en büyük ile en küçüklüğü omuz omuza, sonsuz azametle sonsuz küçüğü birbiri içinde, sonsuz uzaklık ile sonsuz yakınlığı da hep iç içe görüyoruz.
اَلنَّاسُ iştikak itibarıyla ünsiyet kökünden gelmektedir. Bir tevcihe göre “nisyan”dan gelmiş olma ihtimali de söz konusu edilmiştir. Nisyandan olması itibarıyla mânâ şöyle olur: “Ahz-ı misakı unutmuş olabilirsiniz. Ben ise nisyandan ötürü sizi muaheze etmeyeceğim. Ey hâli bu olan insanlar, ibadet edin.” Ünsiyet mânâsına göre ise: “Ey Benim enîsim olanlar, yani vicdanlarında Mâbud-u Mutlak’ı enîs olarak bilenler, bulanlar ve bu ihtisasla payidâr olanlar!” şeklinde latif bir iltifatı işaretler.
اُعْبُدُوا kelimesiyle ise bu kelâm ve tekellümden, iblağ ve tebliğden, mütekellim ve muhatabın karşı karşıya bulunması gibi bir durum anlaşılır. Yani Allah, insanların ubûdiyet etmesi için konuşur, Resûl-i Ekrem bir ubûdiyet tavrı olarak dinler ve insanlar O’na kulluk yapsınlar diye tebliğ eder. Böylece bu ilâhî hitap içinde bir ubûdiyet zemzemesidir ki, çalkalanıp durur.
رَبَّكُمُ kelimesi, Rabbü’l-âlemîn olan Hazreti Allah’ın o geniş kâinat dairesindeki celalî tecellisine mukabil şuurlular âleminde cemalî tecellisinin bir ifadesi olarak insanları terbiye ettiğini hatırlatmaktadır ki, burada, “sizi terbiye edip zerrât âleminden canlılar âlemine, ondan insan âlemine, ondan insan-ı kâmil mü’min âlemine ve hususiyle ‘siz’ diyerek Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahs-ı mânevîsi altında ümmet-i Muhammed olma âlemine yükselten.. evet işte size bu terbiyeyi veren Rabbinize ibadet edin.” nüktesi sezilmektedir.
الَّذِي خَلَقَكُمْ “O ki sizi yarattı.” Ubûdiyetin en büyük dâisi hilkattir. Veya ters çevirip şöyle de söyleyebiliriz. Hilkatin en büyük gayesi ubûdiyettir. وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ “Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım.” âyet-i kerimesi de bunu ifade etmektedir.396 Yani O yarattı ki siz de ibadet edesiniz. Öyleyse ibadet edin, çünkü sizi O yarattı.
وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ “Sizden evvelkileri yaratan da O’dur.” Onlar ve onlardan evvelkilerin hepsi geçip gittiler. Risaleler’de izah edildiği gibi çağlayan bir çayın üzerinde Güneş’in şualarıyla belirip kaybolan kabarcıkların yerini, arkadan gelenlerin alması türünden her şeye nikabını açıp cemalini gösteren sermedî bir Şems var ki, gidenler gidiyor, bu defa arkadan gelenler o cemal ile serfirâz oluyor. Aynen onun gibi, bütün tarih boyunca gelip giden beşerin inkıraza uğraması, yok olması neticede sizin de inkıraza uğrayacağınızı ifade etmektedir. İfade gelenin gideceğini, gidenin gelmeyeceğini, arkadan yenilerin gelip onların yerini alacağını, onların da sahneden çekileceğini ve bütün bu gelip gitmelerin, çalkalanmaların verâsında tebeddül ve tağayyürden münezzeh, müberrâ olan Allah’ın (celle celâluhu) sonradan gelmediğini ve gitmeyeceğini fakat daima var olduğunu; binaenaleyh hilkatin zimamının da O’nun elinde bulunduğunu; kulluk yapılırsa ancak böyle bir Mâbud-u Mutlak’a yapılmasının gerektiğini ifade etme adına ne kadar latif düşmektedir! Sizi ve sizden evvelkileri yaratması ve bununla sizi ubûdiyete davet etmesi, âyât-ı tekviniyeye karşı vazifelerinizi hatırlatmakla beraber Kur’ân-ı Kerim’e karşı da anlayışlı olup Allah’ı da saygıyla anmanızı istemesi, takva dairesine girmeniz içindir. İşte لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ ifadesi de bu nükteye parmak basmaktadır.
اَلَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ فِرَاشًا “O (celle celâluhu), yeryüzünü yaşamanıza müsait bir döşek yaptı.” ifadeleri de yeryüzündeki nimet-i ilâhiyeyi hatırlatmakla bizi ubûdiyete davet ettikten sonra, ubûdiyete karşı bir iştiyak arzusunu uyarmaktadır. Mâbud-u Mutlak’a kulluk yaparken size olan sâbık nimetlerine bakarak kulluk yapmalısınız. Evet, binanızın tavanını aydınlattığı, orada bir sirâc-ı münir yaktığı, bir sobayı tutuşturduğu, zemin yüzü sofrasına hazırlanan nimetleri onda pişirdiği için Rabbinize ibadet etme mecburiyetindesiniz. Zannediyorum böyle bir ifade, uyanık gönüllerde kulluğa karşı fevkalâde bir heyecan, bir aşk ve şevk uyaracaktır.
فِرَاشًا sözünden öyle anlaşılmaktadır ki, zemin yüzü ancak bir annenin, çocuğunun istirahatı için hazırlayabileceği sıcak bir döşekten daha mükemmeldir. Bu kelime, yeryüzünün mahz-ı rahat (rahatın ta kendisi) bir döşek olduğunu ifade etmektedir. Yani insan düşünmese bile, bu nimetleri hazırlayan Zât, ağacın dalında, hayvanın memesinde ve daha değişik nimet mahzenlerinde insana tebessüm eden çeşit çeşit nimetlerle donatılmış zemin yüzünde sadece elini uzatarak alıp ağzına koyacağın bütün ihsanları sana hatırlatarak ibadete karşı derin bir arzu ve iştiyak uyarıyor.
“Aynı zamanda semayı da bina yaptı.” mânâsına gelen وَالسَّمَۤاءَ بِنَۤاءً ifadesinin kudsî kelimelerinde ise şu mânâlar mündemiçtir: Bu kadar nimetleri sizin istifadenize sunmanın yanında, bir meşher olarak onları nazarlarınıza arz edip takdir ve teşekküre sevk etmek için onları burada ihzar etmesi.. bunun için de sema ile yer arasında münasebetler kurup yeryüzünde bu sanatların devamını temin etmesi ne büyük bir ikramdır! Her gelen alkışlasın ve O (celle celâluhu) her an alkışlansın diye sanatlarını devamlı yenilemektedir ve sizin de yenilenmenizi dilemektedir.. dilemektedir ki insan her gördüğünde ona hayran olsun. Sema ile bunların devam ve temadisi karşısında, gece-gündüzün birbirini takip etmesinde, Güneş’in ziyasıyla başlarımızı okşamasında, hararetiyle yiyeceklerimizi pişirmesinde.. işte bütün bu hususları ve daha nice şeyleri hatırlatmada وَالسَّمَۤاءَ بِنَۤاءً beyanı ne kadar latiftir!
وَأَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً “O (celle celâluhu), semadan mübarek bir su indirdi.” ifadesi çerçevesinde semadan yağmurun inmesi, denizlerin buharlaşması, damlacıkların atmosferde çiğ noktasına ulaşması ne müthiş bir nizamın ifadesidir. “O (celle celâluhu), mânevî âleminizin kayyimi olan ferman-ı sübhânisini nasıl melek vasıtasıyla semadan inzâl ediyor, öyle de maddî yapınızın kayyimi sayılabilen yağmuru da esbap dairesi içinde ilâhî nimetlerinin yerden çıkarılması için semadan öyle indiriyor.” mânâsına gelen beyanıyla Kur’ân tesadüfü, ülfet ve ünsiyeti yırtarak, bir kere daha “Allah!” dedirtiyor.
مَۤاءً kelimesiyle ifade edilen, rahmettir. Zira bazen gökten çamur da iner, dolu da iner, kar da iner. Ne var ki, burada beyan buyrulan ve bizim nimet olarak anlayıp hissedebildiğimiz şey sadece ve sadece sudur, yağmurdur. Binaenaleyh, مَۤاءً sözüyle ifade edilip, ثَلْج (kar) veya بَرَد (dolu) gibi bir sözcükle ifade edilmemiştir.
فَأَخْرَجَ بِه۪ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ “O yağmurla size rızık olarak çeşitli semereler çıkardı.” Evet, bununla O, sizin için çeşit çeşit semereleri yerden çıkarmıştır. Sadece bir semere değil, madde-i esasiye olarak ne kadar hayatî ihtiyaç varsa hepsini o inzâl ile ihraç etmiştir. Bütün semereleri yerden çıkarmada odak noktası ise rızıktır. O, bunu sizi rızıklandırmak için yapmıştır.
لَكُمْ sözü ile de ille-i gâiyenin bütün insanlık âlemi olduğunu anlatmaktadır.
فَلَا تَجْعَلُوا لِلهِ أَنْدَادًا hitabı ise, “Ey insanlar! Yukarıdaki fıkraları nazara alarak zinhar Allah’a eş ortak koşmayın!” anlamına gelmektedir. Yani demek istiyor ki: Senin şu gördüğün su habbelerinin yukarıya çıkması, sonra aşağıya boşalması, bununla çeşitli semerelerin yerden fışkırması, bütün bunların Allah’ın iradesiyle meydana gelmesi, sonra siz ve sizden evvelkilerin yaratılışı, asıl zerrelerinizin yaratılması… evet bütün bunlar fıtrat ve tabiatta şerik-i Bârî’ye yer olmadığını göstermektedir. Öyle ise inat etmeyin, “Allah” deyin; zira Kur’ân, size fıtratın ve tabiatın dışında bir şey söylemiyor. Buna binaen suniliği bırakın ve tekvinî emirleri doğru okuyup doğru yorumlamaya çalışın…
Kur’ân, لِلهِ lafz-ı celîliyle de şunu anlatıyor: “Sizin eş menend koştuğunuz Allah, zatında Vâhid ve Ehad’dir. Hakikatte O’ndan başka Mâbud-u Mutlak yoktur. Siz vehm ü hayalinizle ona eş ortak koşmakla salim düşünceye muaraza ediyorsunuz. O, Allah’tır ve bütün esmâ-i hüsnâsını câmi zatî ismi ile kendisini bize tanıttırmaktadır.”
Ayrıca Kur’ân أَنْدَادًا kelimesiyle istihza ve tehekkümde bulunmaktadır. Şöyle ki, sizin iddia ettiğiniz gibi Allah’ın birkaç tane değil, bir tane bile benzeri olamaz. Zira olsa, iki muhtarlı bir köy, iki müdürlü bir nahiye gibi bütün âlem fesada uğrar. Siz ne kadar akılsızsınız ki bir yerde iki idareci bulunduğu zaman fitne ve fesadın hükümfermâ olacağına inandığınız hâlde, ciddi bir nizam içinde ve hep ahenk ile hareket eden kâinatın işleyişini –hâşâ– “endâd”a veriyorsunuz.
وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ ifadesi, “En basit ilmî plânda dahi anlaşılması mümkün, kesin olan bu hakikati siz de bildiğiniz hâlde, yani hariçte Allah’ın eşi menendi olmadığına sizin de bir ilminiz ve ıttılaınız olması salim düşüncenin gereği olduğu için artık Allah’a (celle celâluhu) eş ortak koşmaktan sakının!” türünden bir nükte-i belâgat ifade etmektedir.
Buraya kadar beyanda bulunduğumuz hususlarla daire-i rubûbiyeti karşısında kendisine ibadet ü taatta bulunduğumuz ve tevhid-i ulûhiyetini kabul ve teslim ederek huzurunda elpençe divan durup inkıyadda bulunduğumuz Hazreti Allah’a karşı ubûdiyetimizi ve O’nun mabûdiyetini ifade etmeye çalıştık ki bununla imanın mühim dört rüknünden birini anlatmış oluyoruz. Diğer rükünlere gelince; Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ve onunla müeyyed Resûl-i Zîşân; bir de imanın yümnüyle hareket edenler için dâr-ı cinân ve küfrün şeâmetiyle zayi olup gidenler için de su-i akıbet ve azab-ı nîrân… Bundan sonraki âyetlerde de –inşâallahu teâlâ– onlar icmalî mânâlarıyla görülecektir. Her şeyin en doğrusunu Hazreti Allâmü’l-Guyûb bilir.
383 Fâtiha sûresi, 1/5
384 Nahl sûresi, 16/36.
385 A’râf sûresi, 7/59, 65, 73, 85; Hûd sûresi, 11/50, 61, 84; Mü’minûn sûresi, 23/23, 32.
386 Mü’min sûresi, 40/36.
387 Kehf sûresi, 18/6.
388 Tâhâ sûresi, 20/44.
389 Şûrâ sûresi, 42/11.
390 Zâriyât sûresi, 51/56.
391 Bediüzzaman, Sözler s.384 (Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal).
392 Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.84.
393 Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.87.
394 İbrahim sûresi, 14/34.
395 Bakara sûresi, 2/22.
396 Zâriyât sûresi, 51/56.