Bölümler

Yüklenecek konu kalmadı!

Adalet sözünden ne anlaşılır veya ne anlamalıyız?

Adalet, ifrat ve tefrit arasında bir orta hâldir. Yani; aşırılıkla, alâkasızlık arası dengeli bir yoldur. Adalet, pek çok hayra vesile olmak üzere insanın mahiyetinde bulunan bir kısım istidatların, yaratıcı tarafından belirlenen yönde kullanılmasından ibarettir. Evet, insanda bulunan şehvet, öfke, vehim ve akıl gibi kuvâ ve istidatlar, güzelce kanalize edilirse adalet; ifrat ve tefrite düşülürse, sapıklıklar meydana gelir.

Meselâ, insandaki şehvet duygusu ki; umumî mânâsı itibarıyla hem ferdin hayatının devamına, hem de insan nev’inin devamına vesile olan şeylere arzu duyma anlamına gelir. Bu duygunun bir yönü olan yeme, içme ve saire gibi şeylerle insan, cismanî varlığını ve sıhhatini devam ettirmeye muvaffak olur. Şimdi bu duyguya, arz edilen mülâhazanın dışında bakıldığında, ya onu, kemale giden yolda önümüzü kesen bir cellat görecek ve bazılarının yaptığı gibi ondan tamamen uzaklaşacağız ki, işte bu bir tefrit ve alâkasızlıktır. Veya günümüzün sefil anlayışı içinde, hiçbir ölçü tanımadan bu mevzuda her münasebeti meşru sayacağız ki, bu da bir ifrat ve taşkınlıktır.

Öfke de öyledir; hiç olmayacak şeyler karşısında feveran ve halk dilinde “Pireye kızıp yorgan yakmak” bir ifrat; en aziz ve mukaddes şeylerin pâyimâl oluşu; ırzın çiğnenip, namusun doğranması karşısında sükut da, bir tefrittir. Adalet ise, küfür, zulüm ve cevr karşısında bir kükreme ve bunların berisinde ve bilhassa sabır ve hayra vesile olacak yerlerde de, müsamahalı ve yumuşak olma hâlidir.

Aynı durum, vehimde de cereyan eder; olmayacak şeylerden korku ve endişe, hayatı azaba çeviren bir ifrat; korkulması, endişe edilmesi gereken şeylerden korkup endişe etmeme ise, bir tefrittir. Birinde kâinattaki her şeyden korkup, her şeye ulûhiyet isnat etme düşüncesi vardır ki; Ganj dolayları, bu telâşın doğurduğu putlarla doludur. Diğeri de, yerde ve gökte kimseden endişe etmeme gibi bir cinnet, kendini ve kendine bağlı olanları ölümlere sürükleyebilecek bir çılgınlıktır. Adalet ise, hayatî ehemmiyet arz eden şeyleri hesaba katarak ihtiyat ve tedbire riayetle beraber, çok uzak ihtimallerle melhuz olan bir kısım endişe verici şeylere karşı da, olduğundan fazla ehemmiyet vermemekten ibarettir.

Akıl için de benzeri mütalâalar serdedilebilir: Müşâhede ve hissin ürünlerini hesaba katmadan, sadece akla itimat bir ifrat; aklı tamamen azledip, katı bir pozitivizme girme veya sadece vicdanı esas alıp; onun dışındaki her şeyi inkâr etmek de bir tefrittir. Birincisinde eski mantıkçıların cerbezelerini, şimdiki materyalistlerin de diyalektiğini; ikincisinde de Auguste Comte pozitivizmini ve bazı yorumları itibarıyla Hıristiyan mistisizmini görürüz. Akılda adalet, his ve müşâhedenin mahsullerini değerlendirerek yeni terkipler yapma, bununla his ve müşâhede altına girmeyen şeyleri kavramaya çalışmaktır. Aklın istikameti ise ancak vahyin aydınlatıcı tayfları altında mümkün görülmektedir. Semavî esintilere sırtı dönük bir akıl, ya Aristotales gururu içinde bir firavun veya kilise duvarları içinde acezeden kış sineği gibi bir şey olmaya mahkûmdur.

Haiz olduğumuz bu duygularda adalet bir esas olduğu gibi, mükellef olduğumuz şeylerin bütününde de bir esastır. Bu cümleden olarak itikatta adalet şarttır ve en başta da bir ilâhın vücudunu tasdik ve O’nun kemal sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan da münezzeh olduğu gelir. Zira; bir ilâhın vücudunu veyahut sıfâtını kabul etmeme bir ilhad ve tâtil olduğu gibi, Allah cisimdir, cevherdir, uzuvlardan meydana gelmiştir ve bir mekânı vardır.” demek dahi bir teşbih ve küfürdür. “Allah vardır, kemal sıfatlarıyla vardır, cisim, cevher; âzâ ve alet gibi şeylerden münezzehtir. Mekândan müstağnidir.” düşünce ve akidesi ise, evvelki iki inhiraf arasında orta bir yol ve adalettir.

Diğer itikadî meseleleri de aynı usûlle ele almak mümkündür. Meselâ, “İnsanın kudreti ve ihtiyarı yoktur.” demek bir cebir, “İnsan, kendinden meydana gelen bütün işlerin mûcit ve hâlıkıdır.” demek de, ifratkâr bir iradeciliktir. Şart-ı âdi kaydıyla, insan iradesini kabul etmek ve her şeyi Allah’ın yaratması esasıyla ele almak ise, bir adalettir.

Amelî hususlarda da adaletin cereyanına şahit oluruz. Evvelâ, mutlak olarak bütün işlerimizi dünya ve ukbâ, ruh ve ceset muvazenesi içinde ele almak bir adalettir. Buna rağmen cismanî yaşayış ve hayvanî hayat; ahirete ve kalbî hayata baktırmayacak şekilde ise, bu bir maddiyecilik ve ifrattır. Cismaniyeti nefy ve inkâr eden mistikçe bir spiritüalizm ise, bir tefrittir. Ve, bu iki şey arasındaki muvazene ise istikamettir.

Bu hususlardan birini bir dinin mensupları temsil ediyorsa diğerini de diğer bir dinin tâbileri temsil etmektedir. Meselâ, Yahudilik’te kasten adam öldürüldüğünde af tarafına gidilmeden behemehal kâtilin öldürülmesi gerekmektedir.1 Hıristiyanlıkta ise mutlaka affedilmesi lâzımdır.2 Bu hâliyle birinde ifrat, diğerinde de tefrit vardır. Adalet ise, af yolu açık olmakla beraber kısasın yapılmasıdır.3 Nazarî ve amelî bütün bir hayat içinde bu şekilde adaleti görmek ve göstermek mümkündür.

Günümüzde çok bahis mevzuu edilen “sosyal adalet” ise, adalet anlayışının içtimaîye akseden bölümlerinden sadece biridir. Tasavvurda ve pratikte istikamete ermiş kimselerin adaletsizliği düşünülemeyeceği gibi, onlar arasında içtimaî adaletsizlikten söz etmek de asla bahis mevzuu olmayacaktır.

Belki sosyal adaletten ne anladığımızı merak edip soranlar da olacaktır. Ne var ki, sual-cevap mevzuu içine sıkıştıramayacağımız böyle bir hususu tahlilde, şimdilik fayda mülâhaza etmemekteyiz.

1 Bkz.: Eski Ahit, Çıkış, bab: 21, cümle: 13, 14; Levililer, bab: 24, cümle: 17-22.

2 Bkz.: Yeni Ahit, Matta, bab: 5, cümle: 34-41; Luka, bab: 6, cümle: 27-36.

3 Bkz.: Bakara sûresi, 2/178, 179; Mâide sûresi, 5/45; İsrâ sûresi, 17/33.

-+=
Scroll to Top