Affet ki Affedilesin!..

Soru: “Eleddü’l-hısâm” ne demektir? İman nuruyla dolu gönüllerde de kin, nefret ve düşmanlık duygularının bulunması mümkün müdür? Mü’min ahlâkında “afv u safh”ın yeri nedir?

Cevap: Dinin ruhunda sevgi vardır. Çünkü kâinat bir sevgi şiiri olarak yaratılmış, yeryüzü de bu şiirin kâfiyesi yapılmıştır. Tabiat kitabını iyi okuyanlar her zaman sevgi besteleri duyarlar. Mahlukâtı kuşatan bu sevgi, insanî münasebetlere de kendi boyasını çalar. Öyle ki, ulvî mahiyetini keşfedip, özüne yerleştirilen muhabbet çekirdeklerini fark eden ve Yaratıcı’sıyla olan münasebetini duyabilen bir insan, diğer insanları da Allah’ın sanatı olarak görür, çevresine alâka duyar, herkesi sever ve hatta bütün varlığı şefkatle kucaklar.

İman nuruyla aydınlanamamış bir tâli’sizin gönlünü ise, kin, nefret ve düşmanlık duyguları istila eder. Üstad Hazretleri’nin ifadesiyle, küfür karanlığındaki bir insan, kâinatı umumî matemhâne, mevcûdatı da birbirine yabancı ve düşman varlıklar olarak görür. O, her şeyi birbirine hasım zannettiğinden dolayı, kendisi için de çeşit çeşit düşmanlar icat eder; bir savaş meydanında ve hasımlar arasındaymışçasına tedirgin yaşar ve hemen her şeye karşı teyakkuza geçer.1 Dolayısıyla, imandan nasipsiz insanlar, pek çoğu itibarıyla, sürekli paranoya yaşarlar. İçlerindeki endişe ve korku sebebiyle samimi olmayan tavırlara girer, ikiyüzlülük yapar; kalblerinde kin ve düşmanlık kaynadığı hâlde birer sevgi kahramanı gibi davranırlar. Sözlerine kendileri de inanmadıkları hâlde, iyilikten, yardımseverlikten ve ıslahtan öyle bahsederler ki, ağızlarından bal damlıyor gibi bir görüntü sergilerler. Sözlerinin inandırıcılığını artırmak için de samimiyetlerine Allah’ı şahit gösterirler. Kur’ân-ı Kerim, bu tür münafıkları anlatırken, “İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna gider. Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah’ı da şahit gösterir. Hâlbuki gerçekte o, düşmanların en yamanıdır.”2 buyurmakta ve onları أَلَدُّ الْخِصَامِ olarak tavsif etmektedir.

En Amansız Düşman

أَلَدُّ الْخِصَامِ gönlünde sevgi ve merhametin kırıntısına bile yer olmayan “en amansız düşman” demektir. Bu âyet, aynı vasıfları taşıyan münafıkların hepsine şamil olsa da, tefsir kitaplarında onun Sakîfoğullarından Ahnes İbn Şurayk hakkında indiği nakledilmektedir.3 Bu münafık, Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmiş, Müslüman olduğunu söylemiş; muhabbetten dem vurmuş, yeminler etmiş; fakat daha huzur-u risaletpenâhiden ayrılır ayrılmaz Müslümanlara ait bir çiftliğe uğramış, ekinleri yakmış ve hayvanları telef etmiştir. İşte, mü’minlerin ekinlerine ve hayvanlarına bile tahammül edemeyen, her şeyi yakıp yıkan Ahnes ve onun gibiler hakkında Kur’ân أَلَدُّ الْخِصَامِ ifadesini kullanmış; onların düşmanlıkta aşırıya giden, af ve merhametten bütün bütün nasipsiz kimseler olduklarını belirtmiştir.

İnkâr-ı ulûhiyete sapanların çoğunda kalb katılığı o dereceye ulaşmıştır ki, onların affetmeleri ve bağışlamaları mümkün değildir. Onlar, dünyalarını kin, nefret ve öç alma üzerine kurmuşlardır. İğne ucu kadar da olsa hatayı mutlaka görür; asla özür kabul etmez ve sürekli öfkeyle köpürüp dururlar. Onlar âdeta büsbütün enaniyet kesilmişlerdir; bencillik ruhlarına sinmiştir; dolayısıyla, her meseleyi kendilerine bağlı götürmek ister, sadece kendilerini hakikî mânâda sever ve başka insanlara karşı kinle, nefretle dolu bir ömür geçirirler. İşte, kin ve düşmanlık sıfatları, hususiyle ve gerçek mânâda bu iman mahrumlarının şiârıdır.

Bir de izafî olarak aynı nasipsizliği yaşayanlar vardır: Bunlar, din görünümlü bazı organizasyonlara dâhildirler; fakat ne sağlam bir ulûhiyet telakkisine, ne tutarlı bir Peygamber anlayışına ve ne de doğru bir ahiret inancına sahiptirler. Bir yönüyle, meditasyonla ve yortularla teselli olurlar; belki haftanın bazı günlerinde, ibadethâneye mukabil bir kubbe altında bir araya gelir, musikî dinler ve stres atmaya çalışırlar. Ayrıca, günümüzde sıkça gördüğümüz gibi, bazı şovmenlerin din adına konuşmalarına, –hâşâ– Allah’ı kendi hesaplarına konuşturmalarına, Hazreti Mesih’i hevâ ve heveslerinin sözcüsü yapmalarına ve yine çarpık kanaatleriyle yorumladıkları dini insanları tesir altına almak için bir vesile olarak kullanmalarına şahitlik ederler. Bazen onlarla beraber gülüp eğlenir; bazen de teessür duymuş bir insan edasıyla trans hâline girmiş gibi bir hâl alır ve rahatlamaya çalışırlar. Böylece, eğlenmenin ve iyi saatler geçirmenin tesellisiyle avunurlar. İşte, dine yakın görünen bu insanların ruhlarında da çoğu zaman onlardan olmayanlara karşı kin, nefret ve gayz vardır… sadece kendilerini ortaya koyma, kendilerini anlatma ve her meseleyi kendilerine bağlama ruh hâleti nümayândır.

Mü’mindeki Kâfir Sıfatı

Evet, kin, nefret ve düşmanlık duyguları çoğunlukla imandan nasipsiz kimselerde; mahlukâta karşı alâka, sevgi, herkesi bağra basma, her şeyi sineye atma, affetme ve kin tutmamayı da genellikle mü’minlerde görmeye alışmışızdır. Ne var ki, bazen bunlar da yer değiştirebilirler. Bakarsınız ki, küfür içinde debelenen bazı kimseler de muhabbet ve müsamahayla dopdolu… Onlar da varlığa karşı derin bir alâka duyuyor, herkese sevgiyle yaklaşıyor ve dostluk köprüleri kurmaya çalışıyorlar. Diğer taraftan, hiç beklemediğiniz ve yakıştıramadığınız bir şekilde, bazı mü’minlerin de kin, nefret ve adavetle oturup kalktıklarını görürsünüz.

Bediüzzaman Hazretleri, her Müslümanın her vasfının Müslümanca olması icap ettiği hâlde bunun her vakit vaki olmadığı gibi, her kâfirin her vasfının da küfründen neş’et etmesinin gerekmediğini beyan etmekte ve bazen mü’minde kâfir sıfatı olabileceği gibi, bazen de kâfirde mü’min sıfatı bulunabileceğini söylemektedir. Meselâ; gıybet, yalan ve iftira birer kâfir fiilidir; fakat maalesef, bazı mü’minler de bu çirkin günahlara girebilmektedirler. Aynen öyle de, kin, nefret, öç alma duygusu ve düşmanlık da kâfire ait hususiyetlerdir ve mü’minlerde bulunmaması gerekmektedir ama bazı Müslümanlar da yakalarını bu şeytanî tuzaklara kaptırmışlardır. Bunun aksi de mümkündür; yani, imanı tatmamış bazı insanlar da vardır ki, başkalarına karşı çok saygılıdırlar; yalan söylemez, hiç kimse hakkında iftirada bulunmaz ve saygısızca davranmazlar; varlığa karşı da ciddi alâka duyarlar. Allah, Peygamber ve ahiret hesabına sağlam bir bilgileri yoktur ama bilebildikleri kadarıyla her mahluka “Yaratıcı’nın sanatı” olarak bakar ve hayranlık beslerler. Âyât-ı tekviniyeyi çok iyi okur, kâinat kitabını anlamaya çalışır ve ciddi bir araştırma aşkıyla âdeta eşyayı hallaç ederler. Bütün bunlar birer mü’min sıfatıdır ve bu sıfatlar kâfirde de olsa güzeldir, makbuldür. Haddizatında, Allah Teâlâ sıfatlara göre hüküm verir. Dolayısıyla, bu güzel sıfatlara sahip olanlar kâfir de olsalar, rakiplerine muvakkaten galebe çalar ve işlerinde muvaffak olurlar. Buna, sıfatın sıfata galebesi de denebilir; yani mü’min sıfatı kâfir sıfatına galip gelir. Demek ki, mü’minde kâfir sıfatı görmek, kâfirde de bir mü’min vasfına rastlamak her zaman mümkündür.

Afv u Safh

Bununla beraber, hakikî mü’min bir afv u safh insanıdır. Afv; hata, kusur, kabahat ve günahı bağışlamak, suç işleyeni kınamamak ve ondan dolayı cezalandırmamak demektir. Bazı âyetlerde, “afv” kelimesiyle beraber “safh” kelimesi de zikredilmiştir. “Safh” da, affetme, bağışlama ve müsamahalı davranma mânâlarına gelmektedir. Şu kadar var ki, bazı müfessirler, “afv”ı, bir hata ya da kabahatten dolayı ceza vermeme; “safh”ı da o hata ve kabahati hiç olmamış gibi sayma ve kalbde ona dair en küçük bir kırgınlık izi bırakmama olarak yorumlamışlardır. Affetmek, ilâhî ahlâkın bir derinliğidir. Cenâb-ı Allah, mücrim kullarını bu dünyada hemen cezalandırmadığı gibi, şirk haricinde kalan diğer suç ve günahlarından tevbe edenleri de hesap gününde affedebilir. Biz de, amellerimizdeki eksik ve kusurlarımızı bağışlayarak günahlarımızı affetmesini Rahmeti Sonsuz’un merhametinden dileniriz. Madem kendi hesabımıza böyle bir af beklentisi içerisindeyiz ve madem “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak”4 önemli bir esastır; öyleyse, kusurlarının deşelenmesini istemeyen, hatalarına nazar-ı müsamaha ile bakılmasını dileyen ve ötede af fermanı almayı uman biz mü’minlerin de ilâhî ahlâkın gereğini yapıp başkalarını bağışlamamız, kin ve nefret duygularından uzak kalmamız icap eder. Nitekim, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ), “İnsanlara borç veren bir tacir vardı. Darda kalan bir müşterisini görünce adamlarına ‘Onun borcunu bağışlayın; belki Allah da bizi bağışlar.’ derdi. Bu davranışından ve recasından dolayı, Allah da onu bağışladı.”5 buyurmuştur.

Kur’ân-ı Kerim, Müslümanları, affetmeye ve bağışlamaya teşvik etmiş ve bu teşviği geniş bir çerçevede ele almıştır. Meselâ, mü’minleri, kısasla alâkalı mevzularda da affetmeye özendirmiş ve “Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendi günahlarına keffaret olur.”6 buyurmuştur. Bir başka âyet-i kerimede, “Unutmayın ki haksızlığın karşılığı, ancak yapılan haksızlık kadar olabilir, fazlası helâl olmaz. Bununla beraber kim affeder, bağışlarsa onun mükâfatı Allah’a aittir. Şu kesindir ki Allah zalimleri sevmez.”7 denmektedir. Ayrıca, Allah’ın engin mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan Cennet’e davet edilen müttakîlerin özellikleri sayılırken, “Onlar ki, bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar; kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyi davrananları sever.”8 mealindeki âyetle, Allah indindeki mükâfatı elde etmek için öfkesini yutan, gayz ve kine teslim olmayan, bağışlamayı tabiatının bir buudu hâline getiren insanlar nazara verilmiştir. Kötülükler karşısında bile iyilikten ayrılmama ve hasımları dahi candan dost yapabilecek tavırlar içinde bulunma hedefi gösterilmiş ve denmiştir ki, “İyilikle kötülük bir olmaz. O hâlde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!”9 Diğer bir ilâhî beyanda da, “Fakat onlar ne yaparlarsa yapsınlar, sen yine de kötülüğü en iyi tarzda sav! Biz onların, senin hakkındaki asılsız iddialarını pek iyi biliriz.”10 denmek suretiyle kabalıklar karşısında dahi ihsan şuurundan ayrılmama tavsiye edilmiştir.

Evet, kötülüğün kökünü en keskin kılıçlardan daha güzel kesecek olan şey ihsanla muamelede bulunmak; Allah’ı görüyormuşçasına ya da en azından O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla kötülüklere bile iyilikle karşılık vermektir. Meselâ; bir insan size, “falanın oğlu” dese ve babanızı inkâr ederek hakarette bulunsa; size düşen vazife, onun babasını en güzel yanıyla zikrederek, “Sen şerefli bir babanın oğlusun, namuslu ve çok iffetli bir annenin çocuğusun. Seni de onlar gibi şerefli ve iffetli olarak biliyordum; nasıl oldu da ağzından böyle yakışıksız bir söz çıktı, anlayamadım!” demekten öte mukabelede bulunmamaktır. Zannediyorum, sizin bu tavrınız muhatabınızı kendi saygısızlığının altında bırakacak ve meselenin büyümesine mani olacaktır. Bazen hasma karşı tebessüm etmek onu ve ondan gelebilecek zararı defetmeye kâfîdir. Hazreti Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, hasmı mağlûp etmenin en kısa ve emin yolu, fenalığına karşı iyilikle mukabele etmektir. Çünkü eğer fenalıkla mukabele edilse, aradaki husumet artar. Hasımlardan biri zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti devam eder. Fakat eğer iyilikle mukabele edilirse, karşıdaki de pişman olur, belki dost hâlini alır. Öyleyse, mü’minler “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.”11 ve “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.”12 gibi Kur’ân’ın kutsî düsturlarına kulak vermeli ve bu emirleri tatbik etmelidirler.

İstemez misiniz Allah da sizi affetsin!

Mevzumuzla alâkalı âyetlerden biri de İfk hâdisesi üzerine nazil olmuştu. Zira Hazreti Âişe Annemiz’e iftira eden münafıkların dedikodu ve bühtanlarına kendilerini kaptıran üç Müslümandan biri, Hazreti Ebû Bekir’in yardımlarıyla geçinen Mıstah İbn Üsâse idi. Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, kızına yapılan iftiraya karıştığı için Mıstah’a vermekte olduğu yardımı kesmiş ve artık onun ihtiyaçlarını görmeyeceğini söylemişti ki şu mealdeki âyet indirildi: “İçinizden fazilet ve imkân sahibi olanlar, akrabaya, fakirlere, Allah yolunda hicret etmiş olanlara sadaka vermeme hususunda yemin etmesinler. Affedip müsamaha göstersinler. Siz de, Allah’ın sizi affedip müsamaha göstermesini arzu etmez misiniz? Allah gerçekten Gafûr’dur, Rahîm’dir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).”13 Bu kelâm-ı ilâhî, Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) faziletine vurguda bulunuyor; sonra da, onu afv u safha çağırıyor; onun gibi şânı yüce, nâmı celîl, yâd-ı cemîl olan bir insana affetme ve bağışlamanın daha çok yakışacağını ifade ediyor ve “İstemez misiniz Allah da sizi affetsin!” cümlesiyle bir kurtuluş yolu gösteriyordu. Bu soruda çok önemli bir espri vardı. Herkes kendi kusurunun affedilmesini ister; hatalarının hoş görülmesini ve günahlarının yarlıganmasını arzu eder. Bekler ki, kendisine nazar-ı müsamaha ile bakılsın. Diler ki, kusurları görülmesin ve ümit eder ki, ona da “Hadi geç, sen de affedildin.” denilsin. Öyleyse, böyle bir af ve müsamaha bekleyen insanın aynı muameleyi başkaları için de düşünmesi gerekmez mi? Bağışlanma uman bir insanın önce başkalarını bağışlaması icap etmez mi? İşte, bu espriyi kavrayan Hazreti Ebû Bekir, “Allah’ın beni yarlıgamasını elbette arzu ederim. Vallahi, artık Mıstah’tan hiçbir yardımı eksik etmeyeceğim.” demiş ve onun nafakasını vermeye o günden sonra da devam etmişti.14

Evet, istemez misiniz Allah da sizi affetsin? Şahsen, hem Allah’ın beni affetmesini diler, O’nun rahmetinden afv u mağfiret dilenirim, hem de insanlar tarafından da bağışlanmayı isterim. Hepimiz insanız, her zaman kusurlarımız olabilir. Otururken kalkarken, yerken içerken, konuşurken hatta susarken, hâl, tavır ve mimiklerimizde bile değişik kabalıklarımız bulunabilir. Arzu ederiz ki, insanlar bunları hoş görsün, affetsin ve beşerî boşluklarımıza versinler. Biz, çoğumuz itibarıyla, boşlukta yetişmiş, üst üste kopuklukların yaşandığı bir dönemin çocuklarıyız. İyi bir insanın yetişmesinin âdeta imkânsız olduğu bir devirde, dikenler arasında gül cilveleri gösterme gayretleriyle büyümüş zavallılarız. İyi insan olmak için şartların hiç el vermediği zor bir dönemi idrak etmiş yarım insanlarız. Elbette kusurlarımız olacak ve çok sürçeceğiz. Sadece lisan sürçmesine maruz kalmayacağız, elimiz çarpacak, ayağımız tökezleyecek, gözümüz kayacak, kulağımız kirlenecek. Bütün bunlar karşısında çok arzu ederiz Allah bizi yarlıgasın, Resûl-i Ekrem bağışlasın, Kirâmen Kâtibîn “Acı bunlara yâ Rabbi!” deyip hakkımızda mağfiret dilesin ve mü’min kardeşlerimiz de affeylesinler. Hata ve kusurlarımızdan dolayı bizi bütün bütün kara görmesinler; meseleye imanın aydınlığında baksınlar… Baksınlar, dikkatle bir kere daha baksınlar… Arasınlar, mercekle arasınlar ve sonra, “Evet, bu insanın sağı solu hep karanlıkla kaplı ama bir yanında küçük bir iman ışığı var.” deyip gözlerini o ışığa teksif etsinler, nazarlarını orada derinleştirsinler. O küçük parıltıyı gözlerinde büyütsünler; öyle ki, bütün karanlıkları o minnacık ışıkla boğsunlar. Zannediyorum, kendi hakkımızda böyle bir muameleyi hepimiz arzu ederiz. Öyleyse, kendimiz için istediğimiz bu müsamahayı, herkes için de arzu etmeli ve bu mevzuda cimri davranmamalı değil miyiz?

Haddizatında, mü’minlerin ruhunda iyilik duygusu hâkimdir; dolayısıyla, onlar, güzel düşünür, iyi görür, doğru konuşur ve kötülükleri iyilikle savarlar. Hatta birilerini tutarken ve onların haklarını savunurken bile dengeyi kaçırıp meseleyi başkalarına düşmanlık şekline çevirmezler. Hiç kimseye kin ve nefret duymazlar; şahıslara değil, sadece kötü sıfat ve fiillere karşı hasmâne tavır alırlar. Onlar, nezih ve güzel ahlâklı insanlardır; nezihlere ince tavırların, hoş davranışların ve temiz sözlerin yakıştığını bilir, bütün düşüncelerini o nezâhete uygun olarak ortaya koyarlar. Kötü düşünce, çirkin söz ve kaba davranışlarla hiç kimseyi rencide etmezler. Rencide etmezler; çünkü, onlar birer afv u safh insanıdırlar.

Hakkımı Helâl Ettim

Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatına bakarsanız, bir müddet ona talebe olma nimetini yakalamış kimselerden Üstad’ı bırakarak ayrılıp giden insanlar görürsünüz. Fakat Üstad, o insanları kötüleme mânâsına gelebilecek tek kelime söylemez; siz onun sözlerinde sadece müjdeleri duyarsınız. Birisi Nurlar’ı yazmayı terk etse ve çekip gitse; o kat’iyen “Falan ayrıldı, gitti.” demez. Eğer, o gidenlerden biri sonra tekrar dönüp gelir ve kalemini yeniden eline alırsa, işte o zaman “Şu kardeşimiz Haşir Risalesi’ni okumuş, çok beğenmiş ve on nüsha teksir etmiş; beni çok sevindirdi, âdeta bütün dünyalar benim oldu; binlerce maşaallah, barekâllah!” der, onu takdir ve tebcil eder. Siz de düşünmeden edemez; kendi kendinize “O ne zaman ayrılmıştı ki?” dersiniz. Negatif noktaları görme yoktur Üstad’ın hayatında; o bütün mülâhazalarını pozitif hususlara bağlamıştır. Öyle ki, gözünün menfi hâdiseleri gören yanına perde çekmiştir âdeta. İnsanlarda çok küçük de olsa bir parıltı aramış; karanlıklara hiç bakmamış. Bütün görüş ufkunu o ışıkçığa bağlamış. Sadece mü’minleri, dost ve yakınlarını değil, hasımlarını bile affetme ufkunda yaşamış ve şu sözleriyle bize de o ufku göstermiş; “Mademki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar, mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.”15

Ayrıca, muhatabımız kâfir bile olsa, ona veryansın etme, sınır tanımadan saldırma ve acımasızca sövüp sayma bir ibadet ve fazilet değildir. Peygamber Efendimiz, kendisine sürekli hakaret eden ve hep saygısızlıkta bulunan Ebû Cehil hakkında bile kötü söz söylemeyi tavsiye etmemiş; meselâ, “Ebû Cehil’e on defa lânet okursanız, benim şefaatimi haketmiş olursunuz!” gibi bir söz söylememiştir. Yani, Peygamber’e hakaret eden ve saygısız davranan insanlara bile lânet okumak ve gidip her yerde onların kötülüğünü anlatmak gibi bir ibadet olduğuna dair dinde herhangi bir kayıt göstermek mümkün değildir. Bir insan selim kalb taşıyorsa, çirkin sözler ne maksatla söylenirse söylensin onun ruhunda yara yapar. İnanmış bir gönül, fenalık hangi zaviyeden gelirse gelsin, kötü duygu ve tutkular hangi enstrümanla seslendirilirse seslendirilsin onlardan rahatsız olur ve o türlü şeylere karşı hep kapalı kalır. Kur’ân-ı Kerim’in talim ettiği ahlâk çerçevesi içinde Resûl-i Ekrem Efendimiz öyle davranmıştır. Ebû Cehil öldüğü zaman, bir rivayete göre, sadece “Bu ümmetin firavunu öldü.”16 demiş ama Mekke’nin fethinden bir müddet sonra Müslüman olan Ebû Cehil’in oğlu Hazreti İkrime’nin de bulunduğu bir mecliste, Ebû Cehil aleyhinde bazı sözler söylenince, “Babalarını kınamak ve haklarında kötü söz söylemek suretiyle çocuklarını rencide etmeyin!”17 buyurmuştur. Peygamber Efendimiz bu beyanıyla, hem mü’minlere lüzumsuz sözler sarfetmemeleri tembihinde bulunmuş hem de yanında babasına hakaret etmek suretiyle oğuldaki cibilli duyguları harekete geçirmemeleri hususunda ashabını ikaz etmiştir.

Allah Resûlü’nün afv u safh ve müsamahasına bir misal de Abdullah İbn Übeyy İbn Selül’e karşı olan tavır ve davranışlarıdır. Bildiğiniz gibi, o bir münafıktı, hatta münafıkların başıydı. İfk hâdisesi gibi pek çok fitnede onun parmağı vardı. Fakat oğlu Abdullah çok güzel bir mü’mindi. Bir gün bu nezih oğul, Peygamber Efendimiz’e gelerek “Ey Allah’ın Resûlü, kulağıma geldiğine göre, babam Abdullah İbn Übeyy’i öldürtecekmişsiniz. Allah’a yemin ederim, Hazrec kabilesi içinde benden daha fazla babasına hürmet eden bir kişi yoktur. Eğer kararınızı vermişseniz, bana emredin de, onu ben öldüreyim. Çünkü korkarım ki, babamı başkası öldürürse, babamın katili halkın arasında gezerken nefsim beni rahat bırakmaz ve onu öldürmem hususunda benimle uğraşır. Böylece bir mü’mini bir kâfir yerine öldürmüş olurum ve Cehennem’e müstahak hâle gelirim!” demişti. Peygamber Efendimiz de ona, “Hayır, biz babana merhamet ederiz. Bizimle beraber kaldığı müddetçe ona ihsanda bulunuruz.”18 buyurmuştu. Ve Allah Resûlü, Abdullah İbn Übeyy’in münafık olduğunu bildiği hâlde onun cenazesine iştirak etmiş; oğlu Abdullah’ın ısrarı üzerine kabri başında onun için mağfiret talebinde bulunacağı sırada “Kâfir olarak ölüp Cehennemlik oldukları kendilerine belli olduktan sonra, akraba bile olsalar, müşriklerin affedilmelerini istemek, Peygamberin de, mü’minlerin de yapacağı bir iş değildir.”19 mealindeki âyet-i kerime nazil olmuş ve ondan sonra Peygamber Efendimiz müşrik ve münafıkların cenaze namazlarını kılmadığı gibi onlar için istiğfarda da bulunmamıştır. Bununla beraber, o gün sırtındaki temiz gömleğini çıkarıp Abdullah İbn Übeyy’in oğluna vermiş ve “Bunu babana kefen olarak giydir.” demiştir.20

Allah Düşmanını Affedemezsin!

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bu davranışında da başka bir nükte vardır: Allah Teâlâ, “Sen af ve müsamaha yolunu tut, iyiliği emret ve cahillere aldırış etme.”21 gibi âyet-i kerimelerle afv u safhı emir buyurmaktadır; dolayısıyla, mü’minler, hataları büyütmemeli, elden geldiğince kusurları örtmeli ve en affedilmeyecek kabahatları bile bağışlamalıdırlar. Fakat hiçbir mü’min, Allah’a ait hukukun söz konusu olduğu yerde, dine ve dindara düşmanlık edenler hakkında “Ben her şeyi affettim; Allahım, Sen de affet.” diyemez. Ömür boyu Allah’ı inkâr etmiş, dine hakarette bulunmuş, İnsanlığın İftihar Tablosu aleyhinde ağza alınamayacak sözler söylemiş, Kur’ân’a dil uzatmış bir insanın affını dilemek kimsenin haddi değildir; öyle bir istek, her şeyden önce Allah’a karşı saygısızlıktır. Bu konuda mü’minler sadece “Ben diğer hakları hak sahiplerine havale ederek kendi hakkımdan vaz geçiyorum.” diyebilirler. Nitekim Allah Resûlü de Abdullah İbn Übeyy’e karşı kendi hakkından vazgeçmiş ama onun için istiğfarda bulunmamıştır.

Affetmek, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahlâkıdır. O hayatı boyunca bu ahlâkın gereğini ortaya koymuş; Mekke’de kendisine eziyet edenleri ve Bedir, Uhud, Hendek savaşlarında Müslümanlara saldırıp onları yok etmek isteyenleri bile sonradan İslâm’a girince affetmiştir. Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’in bu güzel huyunu sena sadedinde, “İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki kendisine dayanıp güvenenleri sever.”22 buyurmuştur.

Evet, Allah Resûlü ve selef-i salihîn efendilerimiz afv u safh yörüngeli bir ömür sürmüşlerdir ama güzel ahlâklı olmak, kusurları görmemek, hataları affetmek ve insanları bağışlamak bazen çok zordur. Öyle ki, biri gelir, size arkadan bir tekme vurur. Sonra hıncını alamaz, karnınıza da bir yumruk atar. Bakar ki, siz mukabele etmiyorsunuz, bu defa da yüzünüze bir tokat aşk eder. Bütün bu saldırılara bedel, adalet ve ruhsat aynıyla karşılık vermeye müsaade ediyorken, insanın af ve müsamaha yolunu tutması ve azimeti tercih etmesi ancak kulun kendisini unutması, enaniyeti terk ufkunda yaşaması ve bütün ağyar mülâhazalarından kalbini arındırmış olmasıyla mümkündür.

Belh’i Unutmak Gerek!

Rivayetlere göre; İbrahim Ethem Hazretleri, Belh’de hükümdarlık sırası bekleyen bir prens iken tahtı, saltanatı ve dünyevî meşgaleleri terk ederek hakikat yolunda seyr u süluka durur; bir üstada el verir. Bir gün üstadı onu imtihan etmek için bir müridini görevlendirir. O da gider, ayağına geçirdiği mahmuz gibi bir şeyle İbrahim Ethem’in ayaklarına vurup durur. Ayaklarından kanlar akan İbrahim Ethem bize göre çok kâmilâne olan şu sözü söyler: “Dostum, biz nefis davasını Belh’te bıraktık, beyhude uğraşıyorsun.” Bu söz imtihan için gönderilen müridin de çok hoşuna gider; muhatabının kötülüğü iyilikle savma alicenaplığını takdir eder. Sonra üstadının yanına varır, olup biteni anlatır. Üstad anlatılanları dinledikten sonra hükmünü verir, “Demek ki, o hâlâ Belh’i unutamamış.” der.

İşte, afv u safh yolu bazen kendini unutmayı gerektirir. Kendini unutan insan çok geniş bir alanı hatırlamış olur. Hep nefsini gören ve sürekli onu öne çıkaran kimse ise, çok büyük bir alanı nisyana mahkûm eder. Kendi nefsine ve cemaat enaniyetine karşı panjurları kapatan bir insan, bütün İslâm âlemine, hatta topyekün insanlığa açılan çok geniş bir pencerenin perdelerini kaldırmış ve mahlukâtın umumuna karşı sevgi ve alâka duyacağı bir koridora girmiş bulunur.

Hâsılı, kâmil mü’minler, gönlünde merhamete yer bulunmayan ve düşmanlık duygusunu besleyip duran insanlar gibi olmamalı; Allah ahlâkıyla ahlâklanarak, Cenâb-ı Hakk’ın muamelesini esas almalıdırlar. Allah Teâlâ’nın, yılan-çıyan, arslan-kaplan, mü’min-müşrik ayrımı yapmadan bütün varlıklara rızık verdiği gibi; onlar da, Yaratan’dan ötürü, herkese ve her şeye karşı bir nevi alâka duymalıdırlar. İnsanları mahcup etmemeye azami gayret göstermeli, başkalarının en büyük hatalarına bile müsamahayla yaklaşmalı, onlardan özür beklemeden ve onların suçluluk psikolojisi içine girmelerine fırsat vermeden mümkünse maruz kaldıkları kötülüklere makul mazeretler bulmalıdırlar. Muhataplarının hatalarını yüzlerine vurarak onları utandırmamalı, suçluluk psikolojisine sürükleyerek kendilerini müdafaa etme zaafına düşürmemelidirler. Kendi hâl ve davranışlarının bazı yanlış mülâhazalara sebebiyet vermiş olabileceğini düşünmeli, bunu ikrar ederek muhataplarını rahatlatmalı ve ne yapıp etmeli, onları kin, nefret, adavet, gıybet, iftira gibi şeytanî tuzaklardan ve bu günahlara girerek ahiretlerini kaybetme tâli’sizliğinden korumalıdırlar.

1 Bediüzzaman, Lem’alar s.105 (On Üçüncü Lem’a, On Birinci İşaret).

2 Bakara sûresi, 2/204.

3 et-Taberî, Câmiu’l-beyân 2/312.

4 Bkz.: el-Kelâbâzî, et-Taarruf 1/5; el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/306.

5 Buhârî, büyû 18; Müslim, müsâkât 31.

6 Mâide sûresi, 5/45.

7 Şûrâ sûresi, 42/40.

8 Âl-i İmrân sûresi, 3/134.

9 Fussilet sûresi, 41/34.

10 Mü’minûn sûresi, 23/96.

11 Furkan sûresi, 25/72.

12 Teğâbün sûresi, 64/14.

13 Nûr sûresi, 24/22.

14 Buhârî, tefsîru sûre (24) 6; Müslim, tevbe 56.

15 Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası-2 s.75.

16 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/403, 444; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 3/488.

17 İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 41/55-56.

18 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/255-256; et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 2/110.

19 Tevbe sûresi, 9/113.

20 Buhârî, cenâiz 23; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 25.

21 A’râf sûresi, 7/199.

22 Âl-i İmrân sûresi, 3/159.

-+=
Scroll to Top