Ak ve Kara

Yıllar var ki, cehalet, görgüsüzlük ve uyuşukluğun çevremizde meydana getirdiği karanlık atmosferi aşarak, şanlı mazimizi aydınlatan ışık kaynaklarından istifade edemez ve aydınlanamaz olduk. Bizler, yakın geçmişimiz itibarıyla, atalet ve ruh sefaleti adına, alabildiğine bir bolluk, ilim ve düşünce adına da yokluktan başka bir şey görmedik. Bu uğursuz hâl, ülkemizi, en yıkıcı sadmelerle defalarca ırgaladı, defalarca öldürücü paletleri altına alıp çiğnedi ve bütün hayat kaynaklarını kurutarak insanımızı sefil, ülkemizi de çöller, bozkırlar hâline getirdi. Bundan daha acısı da, bu bedbaht ülkenin evlâtlarının, varlıklarını kemiren, ruh dünyalarını alabora eden çeşit çeşit hastalıklara karşı, hâlâ tedavi lüzumunu hissetmemiş olmaları, can damarlarını koparan ve kanlarını kurutan türlü türlü illetlerden habersiz bulunmalarıdır.

Ah zavallı vatan! Yıllar yılı kaygısız evlâtlarının şuursuz ve düşüncesiz davranışlarından meydana gelen bu kadar musibetle, inim inim inledikten, düşmanca tavırlarla bu kadar hırpalandıktan ve canhırâş feryatlarla bu kadar sızlandıktan sonra, bugünkü nesillerden de aynı umursamazlığı mı görecektin!..

Vaktiyle canlı-kanlı, dinç ve kendine sahip zinde nesiller yetiştiren dünyamız, bugün bir bakıma, baştanbaşa yosunlu viraneler ve mikroplu hastaneler hâline gelmiştir. Bir zamanların, o kolu bükülmeyen, bastığı yerleri titreten, hasımlarının korkulu rüyaları olan, sağlam, kuvvetli ve dinamik insanlarının yerinde, bugün, Merakeş’ten Mısır’a, oradan da Balkanlar’a kadar, ruhları meflûç, vicdanları dermansız, fikirleri sığ, iradeleri yetersiz bir sürü sıska yığınlar veya canlı cenazeler vardır.

Geçmişi Cennet bu ülkede, bir uçtan bir uca en verimli ovalar, en göz kamaştırıcı obalar bozulmuş ve sevimsizleşmiş, en mümbit vadiler bir çoraklığa, en mahsuldar tarlalar bir dikenliğe, bağ ve bahçeler de birer sazlığa dönmüştür.

Evet, asırlarca bizi ayakta tutan ruh ve mânâ durmadan baltalanmış, millet özünden uzaklaştırılmış; dünyamız yabancı kültür ve telâkkilerce işgal edilerek, bu ülkenin insanına kan kusturulmuştur. Nihayet, ümit ışıkları gibi mârifet nurları da bu bedbaht iklimde sönüp gitmiştir. Ve ne acıdır ki, olup biten bunca şey karşısında, okuyup düşünen “aydınlarımız” (!) bu ürpertici felâketleri, bu acıklı manzaraları görmemek, işitmemek için fermuarlarını başlarına çekerek göz ve kulaklarını tıkamış, hayallerinde canlandırdıkları sırça saraylarda yaşamışlardır. Veraset kanunuyla, evlâtların atalarına uyması gibi, arkadan gelen herkes de hemen öndekileri takip etmiş; böylece aynı lâkaytlık, aynı atalet ve aynı umursamazlık sürüp gitmiştir. “Milliyet düşüncesi fıska bürünürken”, vatan inkırazdan inkıraza yuvarlanırken, bu ülkenin hamiyetli ve mütefekkir evlâtları, vicdanî mesuliyetlerden ve tarih karşısında mahkûmiyetten nasıl kurtulacaklarını kat’iyen düşünmemişlerdir.

Ah zavallı ülkem; acaba seni canıyla, imanıyla seven evlâtların o gün neredeydi..?

Dün, bizim çobanlarımız ve kapıkullarımız olan, bir kısım sergerdan ve derbeder milletler, bugün ilimleri, terakkileri ve muntazam idareleriyle bize caka satmaya başlamış, hatta fırsat buldukça haysiyetimizle oynar hâle gelmişlerdir… Bunlardan olsun ibret alınmalı değil miydi..? Düne kadar çevremizde halâyık gibi dolaşıp duran cahil milletler, tarihsiz kavimler, ayaklar altında pâyimal ırklar nasıl olmuş da inkırâzdan kurtulmuş ve bugünlere ulaşmışlardır..! Bunların hesabı, bugünün vicdanlı mütefekkir ve vatanperverlerine düşmez mi? Bugün olsun, bunlar üzerinde durulmaz ve milletin dertlerine derman aranmazsa, müzminleşen hastalıklarımızla, vatan çökmeye, millet ağacı da devrilmeye yüz tuttuğu zaman gösterilecek telaşlar, koparılacak feryatlar hiç mi hiç fayda vermeyecektir.

Birkaç asırdan beri gelip dünyamıza toslayan bütün felâketler, bu dünyanın, kendi ruhunu kaybetmesiyle başlamıştır; etrafını saran bu kâbustan kurtuluşu da dönüp kendi ruhunu bulmasına bağlıdır. Ne var ki, onun yetişip kendini bulması için de çok ciddî bir terbiyeye ihtiyacı vardır. Ona bu terbiyeyi götürecek ve onu, yıllardan beri içinde dönüp durduğu girdaptan kurtaracak zinde dimağlar, inançla gerilmiş ruhlar, bu vazifeyi ivazsız, garazsız, âhenk içinde ve sarsılmaz bir kanaatle sürdürdükleri takdirde, en büyük mânia ve engeller aşılacak, dağlar dümdüz, ovalar da pürüzsüz olacak ve insanımız mutlaka kurtulacaktır.

Çok yakın zamanlara kadar, etrafımızın bin bir ızdırap ve helecanla inlemesine karşılık, bugün altın kuşağın ruhu sayılan ülkemizin, kendisini, canıyla, imanıyla seven evlâtlarının hizmetlerine şahit oluyor ve “arş-ı emânımız”da1 durup bize yeniden dirilişimizin müjdelerini yağdıran kutlu nefeslerle kendimizden geçiyoruz. Ve artık inanıyoruz ki, düne kadar bin bir felâket ve sefaletin kol gezdiği bu ülke, inançlı, azimli, hasbî, muhabbetle coşan ve müsamaha ile etrafına boşalan millî ruh temsilcisi vatan evlâtları sayesinde yükselecek; onun çölleri ve bozkırları da bir kere daha İrem Bağlarına dönecektir.

Son zamanlarda, yurdumuzun her köşesinde kendisini hissettiren samimî gayretler, dünyaları aydınlatacak bir ışık kaynağının meydana gelmeye başladığını göstermektedir. Millî değerlerimizin tali’li hizmetçileri, kendilerine düşen vazifede kusur etmez, tarihî rollerini güzelce oynayabilirlerse, milletimiz, yurdumuz, sıçrayıp dünya muvazenesindeki yerini alacak ve bugünü değerlendirenler gelecek nesillerce bir “yâd-ı cemil”2 olarak kalıp gidecektir.

Biz şimdilerde yüce milletimizin tali’ine tebessüm eden bu rengârenk günleri düşünüyor ve saadetle coşuyoruz.

1 Arş-ı Emân: Kurtuluş kararının takdir edildiği Yüce Divan.

2 Yâd-ı cemil: Güzel bir hatıra.

-+=
Scroll to Top