Akıl
Anlama, idrak etme, us mânâlarına gelen akıl; ıstılah olarak, zâhirî hâsselerle idrak edilemeyen şeyleri kavrayıp değerlendirebilen ilâhî bir nurdur. Akla, maddeden mücerret, ama faaliyetlerinde madde ile müşterek ve bitişik hareket eden bir cevher ve “ben” ile işaretlenen “nefs-i nâtıka” diyenler de olmuştur. Ayrıca onun, insan bedeninde ruha bağlı bir latîfe ve nefs-i nâtıkanın önemli bir buudu olduğunu iddia edenlerin yanında, ona, insan derununda, belli ölçüde de olsa, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayıran ilâhî bir cevher nazarıyla bakanların sayısı da az değildir. Bu son tevcihe göre akıl, nefs-i nâtıkadan başka bir latîfe telakki edilmektedir.
Başka bir yaklaşıma göre akıl, nefis, zihin aynı şeyler olmakla beraber, fonksiyonları itibarıyla ayrı ayrı unvanlarla yâd edilen çok yönlü bir vâhiddir. Ona, mücerret ve nuranî bir cevher olması açısından akıl, ortaya koyduğu aktiviteler itibarıyla nefis ve ihsasları zaviyesinden de zihin denmiştir. Bütün bunlar birer nazariye olmaları açısından önemsiz görünseler de, aklın, insandaki kuvvelerin en hayatîlerinden biri olduğunda şüphe yoktur. İyiyi-kötüyü birbirinden tefrikte, güzeli-çirkini dış yüzleri itibarıyla temyizde mutlak hâkim olmasa da, sadık bir şahit olduğu bedîhîdir. Evet, yerinde o, yararlı ve zararlıyı birbirinden ayırt edebildiği gibi maslahat ve mefsedetler hakkında çok şey söyleyebilir; keza, zarurî ve nazarî bilgilerin farklılığını sezebildiği gibi nefs-i emmârenin tesirinde kalmadığı sürece, kalb ve ruhun vesâyetinde sahibini tefekkür, tedebbür ve tezekküre sevk ederek onda meâlîye iştiyak arzularını şahlandırabilir. Ehlullah böyle bir akla, “akl-ı meâd”, “akl-ı ukbâ” diyegelmişlerdir ki, bunun karşısında da bütün bütün meâlîye kapalı olan “akl-ı meâş”, “akl-ı dünya”, “akl-ı mecaz” vardır.
Ayrıca akıl, idrak ufku itibarıyla da farklı unvanlarla yâd edilmektedir:
1. Söylenen sözleri anlayan, belli ölçüde hayrı-şerri tefrik, kârı-zararı temyiz edebilen akla “fıtrî akıl” demişlerdir ki, bu akıl ruhun lisanı, basar ve sem’in tercümanı, ilâhî tekliflerin de muhatabıdır.
2. Kendini idrak eden, ilâhî emir ve yasaklardaki espriyi kavrayan, bugünü-yarını ve bunların birbirleri ile olan irtibat ve münasebetlerini değerlendiren, dünyevî-uhrevî maslahatlarını idrak eden akla “akl-ı hüccet” diyegelmişlerdir ki; fıtrî akıl ruhun basit bir nuru olmasına mukabil, bu seviyedeki akıl ruhun inkişaf etmiş bir ziyasıdır. Birincisi herkeste mevcuttur; ikincisi ise sadece i’mâl-i fikredip tefekküre, tezekküre açık duran kimselerde bulunur.
3. Tekvînî emirleri okuyan, teşriî disiplinleri kavrayan; okuduklarını sürekli terkip ve tahlile tâbi tutarak ilim yolunda yürüyen, hakikî ilim ve mârifet hedefli akla da “aklü’t-tecribe” demeyi uygun bulmuşlardır. Bazen böyle bir akla ilim, hilim, nühâ ve hicâ dedikleri de olmuştur ki, bunların hemen hepsi bu seviyedeki bir aklın, farklı fonksiyonları itibarıyla aldığı isimler olsa gerek…
Hangi mertebede olursa olsun akıl, ilâhî ilmin bir nuru ve ziyası bulunması açısından hem kendini hem de bütün eşya ve hâdiseleri –sınırlı da olsa– idrak edecek mahiyette bir cevher-i muazzezdir. Hatta nazarı, kalb ve ruhun temâşâ ufkuna açık bir akıl, böyle yüksek bir maiyyete terettüp eden mevhibelerden istifade ederek onlarla aynı vâridâtı paylaşabilir. Akl-ı meâş, akl-ı dünya dediğimiz kalbî ve ruhî hayattan habersiz, kendi kendine kalmış gayr-i münevver akla gelince, o hemen her zaman, kapkaranlıklardan karanlık ufkuyla bir bahtsızlık örneği, “esfel-i safilîn”le de iç içe ve yüz yüzedir.
Evet, cismaniyet, hevâ ve hevesin tesirlerinden sıyrılarak belli ölçüde de olsa aşkınlaşan akıl, kalbin birkaç adım gerisinde, fakat onun refiki ve kendi ufku ölçüsünde latîfe-i rabbâniye mevhibelerinin de mazharıdır. İşte böyle bir refakat sayesinde akıl, arz ve semayı aşar, esrar-ı kâinatı temâşâya koşar ve gider ta “Mele-i Âlâ” sakinlerinin soluklarını duyabileceği noktalara ulaşır. Akl-ı meâşın sadece zâhire takılıp kalmasına karşılık, akl-ı ukbâ ve akl-ı meâd, bütün hâsselerin ihsas alanlarıyla alâkalı daha farklı ihtisas enginliklerinde dolaşır, varlığın bâtınına açılarak sebepleri hallaç eder; sürekli illetten ma’lûle, ma’lûlden de illete gelir-gider, hikmet ve maslahatların şifresini çözerek yaratılış gayesini okumaya çalışır. Öyle ki hemen her gün âdeta hem bütün kâinat ve hâdiseleri hem de kendini daha değişik şekilde yeniden keşfeder ve sürekli dirilişler yaşar.
Böyle nuranîleşen bir akıl, kalb ve ruhun ötelere açık menfezlerinden fizik ötesi âlemleri mütalâa ettiği sürece, mütemadiyen onun ufkunda tecellîleri tecellîler, inkişafları da inkişaflar takip eder.. ve böylece davranışlarıyla ufku arasında bir salih daire (doğurgan döngü) oluşur: Onun Hakk’a teveccühleri yeni yeni feyizlere kapılar aralar ve döner bu feyizler de onda teveccüh azmini şahlandırır; derken Nâmütenâhî’ye yönelik bu kârlı alış-veriş ve muamele sürer gider.
Aslında, yaratılış itibarıyla akıl, hep Yaratan’a açıktır, sürekli O’nu arar; hevâ ve hevese yenik düşmemişse mütemadiyen ışığı kovalar ve dünyevîliği aşabildiği andan itibaren de bir mârifet mahzenine dönüşerek O’nun aşk u iştiyakıyla sabahlar-akşamlar ve kalbin süt emdiği aynı memeden süt emmeye başlar. Ruh, varoluş gayesi itibarıyla melekûta müteveccih ceberût hulyalı; latîfe-i rabbâniye, ceberûta nâzır sır mefkûreli; sır ise, her zaman şiddet-i zuhur ve azametle mest ü mahmûrdur. Kalb refakatindeki akla gelince o, belli ölçüde bu pâyeleri tahayyül, hatta tasavvur eden fark ufkunun bir şahidi gibidir.
İslâm hükemâsı açısından akıl; özü itibarıyla ruhla irtibatlı, kalb ufkuna açık, dimağ yoluyla nurunu neşreden öyle bir latîfedir ki, insanoğlu hislerle algılanamayan şeyleri onunla avlar ve onunla kavrar. Sebeple sonuç, müessirle eser arasındaki münasebeti onun sayesinde idrak eder; bir sesten o sesi çıkaranın ne ve kim olduğunu, bir kokudan onun arkasında hangi çiçeğin bulunduğunu, bir izden oradan ne tür bir şeyin geçtiğini, bir sistemden o sistemin kurucusunu, bir nizamdan o nizamın nâzımını aklıyla bulur ve değerlendirir. Aynı zamanda akıl böyle zâhirî hâsselerin ihsas alanları çerçevesindeki şeyleri kavrayan bir latîfe olduğu gibi, hiçbir duyu organının vesâtetine ihtiyaç hissetmeden kendi kendine değişik düşünce ve mülâhazalar da üretebilen ruhun önemli bir elemanıdır. Bakar-okur; tahlil ve terkipte bulunur; böler-parçalar, derler-toparlar; parçadan bütüne yürür, bütünden parçalara iner; hiç olmazsa potansiyel olarak her zaman bunları yapmaya hazır bulunur. Onun cüz’îden cüz’îye, fertten yine ferde intikaline temsil veya kıyas denir. Cüz’îden küllîye, fertten bir nev’e, nev’iden bir cinse intikaline istikrâ (tek tek olanlardan genel hükümler çıkarma, tümevarım) denir ki, ilimlerdeki umumî kaidelerin büyük çoğunluğu bu yol ile tespit edilegelmiştir. Onun küllîden cüz’îye, herhangi bir cinsten onun içindeki nev’e veya bir nev’iden o nev’e dahil herhangi bir ferde intikal ve ulaşmasına ise istintâc (tümdengelim, istidlâlde bulunma) denir ki, bu da hem tekvînî emirlerde hem de teşriî esaslarda sonuç elde etme ve bir hükme varma adına önemli bir yoldur.
İlim dünyasında ehemmiyeti müsellem illiyet (kozalite) kanununun iyi kavranması sayesinde, yukarıda sözü edilen yollarla akıl, Allah’ın âyetlerinden, O’nun varlığına, birliğine ve rahmetinin enginliğine dünya kadar deliller, şahitler çıkarabileceği gibi, konumu, sorumluluğu ve akıbeti hakkında da bir kısım ipuçları elde edebilir. Ancak aklın, bu metotlarla bir netice elde etmesinin önemli iki yolu vardır: Bunlardan birincisinde akıl tedrîcî hareket eder, biraz âheste davranır ve işi zamana yayarak götürür ki, buna tefekkür, tedebbür, tezekkür yolu diyebiliriz. İkincisinde ise, zamanı aşar, müddete ihtiyaç duymaz ve bir hamlede, bir nefhada matlûba, maksuda ve neticeye ulaşır ki, buna hads (sezgi-intuition) diyegelmişlerdir. Hadsin, mümarese ve tecrübeler sonucu elde edilenine kesbî, insanî istidatların seri inkişaf etmesi veya bir ilâhî mevhibe ile ulaşılanına da “kuvve-i kudsiye” mahsulü denir ki, herkes potansiyel olarak böyle bir vâridâta açık yaratılmıştır. Böyle bir vâridât ve ilham sağanağının merkez noktasını enbiyâ-i izâm tutar; onların arkalarında da müstakim akıl, selim kalb ve nezih ruhlar yerlerini alırlar.
Ne var ki akıl, her hükmünde isabet edemediği, hatta yer yer hatalara düştüğü gibi; mantık ve muhakeme adına ortaya koyduğu tespit ve kaziyelerin de hakikî fâili ve mûcidi değildir; o, Cenâb-ı Hakk’ın, icraatına sadece perde olarak kullandığı bir alet, bir enstrüman, verileni kabul eden bir kâbil, Hak hitabını anlamaya müsait yaratılmış bir mânevî sistem ve bir vasıtadır. Bu alet ve bu vasıta, konumunu kavrayabildiği takdirde hep Mevlâ’ya müteveccih durur ve O’ndan başkasına da asla teslim olmaz. Sürekli O’nunla muamele içinde bulunur; varlığa bakarken onu herkesten farklı görür ve düzgün okur. Duyup hissettiklerini, görüp öğrendiklerini mârifete çevirip kalbe emanet eder ve oturur kalkar mârifet ve muhabbet soluklar.
Mârifet, akıl için hem bir ihtiyaç hem de tabiatına uygun bir beslenme kaynağıdır. Bu kaynağa ulaşan akıl, vücudun en ibtidâî mertebesinden, onun zirvelerinden önemli bir şâhika sayılan kendi durduğu noktaya kadar bütün mertebeleri tekrar tekrar mütalâa eder; duyup hissedebildiği mazhariyetleriyle gerilir ve sürekli Allah’a şükranla gürler. Elinde olmayarak hevâ ve heves, lüks ve fantastik düşünceler ufkunu bulandırdığında da, hemen Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi ekmelüttehâyâ) vesâyetine sığınır ve böylece kalbin bir iki adım gerisinde de olsa, onun refiki olma pâyesini korumaya çalışır ve gözünü onun fizik ötesi temâşâ ufkundan hiçbir zaman ayırmaz.
Sofîlere göre akıl, insanın en kıymetli latîfelerinden biri olduğu gibi aynı zamanda onun felaketine de sebebiyet verecek meş’ûm bir alettir; evet, bir yönüyle o, insanı hayvaniyet ve cismaniyetin üstünde önemli bir noktaya yükseltir; ona kalb ve ruhun ihtisasları adına kendi diliyle ötelere ait pek çok müteâl şeyler mırıldanır ve en aşkın şeylere hem âhizelik hem de nâkilelik yapar; yapar ve yaptığı hizmetin değeriyle mebsûten mütenasip (doğru orantılı) ruh ufkunun bütün mevhibelerinden istifade eder. Bu itibarla da o, paha biçilmez bir kıymete yükselir ve âdeta ruh olur, kalb olur ve sır ufkuna âşina hâle gelir. Böyle bir aklın karşılığı ahmaklıktır ve Allah nazarında O’na muhatap olamayacak kadar da önemsizdir. Mevlâna Hazretleri Mesnevî’sinde Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm): “Kim akılsız ahmak ise o bizim düşmanımız ve yol kesen eşkıyamızdır.” şeklindeki bir sözünü nakilden sonra şu ilavede bulunur: “Akıllı insan bizim canımızdır. Ondan gelen serin meltem bize reyhân ve fesleğen kokusu getirir. Akıl kızıp bana sövse de, ben rıza gösterir ona ses çıkarmam… Aksine ahmak gelip ağzıma helva koysa, ben onun helvasından ateşlenip hastalanırım.” der. Başka bir münasebetle ise o: “Akıl, nuranî ve iyiliğe tâlip bir hakikat arayıcısıdır.” buyurur.. ve ayrıca, imanla tenevvür etmiş bir akıl için de şu övgüde bulunur: “İmanlı akıl, âdil bir zabıta memuru gibidir; o, gönül şehrinin hem hâkimi hem de muhafızıdır.” İman, adalet ve istikametle düzene girmiş bir akıl için böyle düşünen âşıklar sultanı Mevlâna, Allah’a müteveccih olmayan aklı da ahmaklığa eş tutar ve “Eğer aklın hak yolunda sana ayak bağı oluyorsa, o akıl değil bir yılan ve akreptir.” der. Aynı mülâhazalara kendi üslûbuyla iştirak eden Fuzûlî ise:
Ben akıldan isterim delâlet
Aklım bana gösterir dalâlet.
diyerek bu müfsit akla göndermede bulunur.
Yine Mesnevî’de Mevlâna, idlâl eden böyle bir akıl için, biraz daha ağır bir üslûpla şunları söyler: “İfsat eden bu aklı sat, elden çıkar, hayret ve hayranlığı satın al. Böyle akıl bir zan ve vehim kaynağıdır. Hayranlık ise farklı bir bakış ve görüştür. Aklı Hz. Muhammed’e (aleyhissalâtü vetteslîmât) kurban et. Sonra da حَسْبِيَ اللّٰهُ ‘Allah bana yeter’ de.”1 ifadesinde bulunur ve aklın hem zehir hem de panzehir olduğunu hatırlatır.
Bazı mutasavvıfînin, Herakleitos ve Anaxagoras’ın, aklın özü, mahiyeti ve fonksiyonlarıyla alâkalı düşüncelerine benzer mütalâalar ileri sürmelerine karşılık, diğer bir kısım sofîler ise onu, Zât-ı Baht’ın, bilinme mertebesine tenezzülü şeklinde anlamışlardır. Bunlara göre, ulûhiyet mertebesi de denen hilkat vetiresinin bu basamağında, esmâ ve sıfât-ı sübhaniye, tecellî alanları itibarıyla henüz tafsil edilmemişlerdir. İşte böyle bir ilk zuhura “taayyün-ü evvel” mertebesi dendiği gibi, “tecellî-i evvel”, “kabiliyet-i evvel”, “makam-ı ev ednâ”, “berzah-ı kübrâ”, “ruh-u âzam”, “zıll-i evvel”, “hakikat-i Muhammediye” de denmiştir. Böyle düşünenlere göre Allah, “hüviyet-i mutlaka” veya “lâ taayyün” âleminden Zât’ının muktezası olarak sıfât-ı sübhaniyesiyle tenezzül buyurunca bundan kâinat ağacının esası olan hakikat-i Muhammediye taayyün etmiştir. Bazıları bu taayyüne “akl-ı küll”, “kelâm-ı evvel”, “nur-u evvel” de demişlerdir. Bunu böyle kabul edenler nazarında, bütün varlık ve hâdiseler bu mertebenin zuhur ve inkişafından ibaret câmi bir aynadır.
Seyyid Şerif gibi bazı mutasavvıfîn ise, akl-ı evvel; hakikat-i Muhammediye, hakikat-i esmâ-i sübhaniyedir ve kâinat hakikatinin de özü, esası ve çekirdeği mesabesindedir, derler. Ona cevheriyeti itibarıyla “nefs-i vâhide” ve nuraniyeti açısından “akl-ı evvel” diyenler de olmuştur. Nesimî bu mülâhazaları kısaca şöyle ifade eder:
Cûş kıldı akl-ı küll geldi vücuda kâinat,
Kâf-nûn emrinden oldu bu cihan yekpâre mest.
Bazıları akl-ı evveli, maddeden mücerret, gayr-i mahsûs, levh u kalem unvanıyla da yâd etmişlerdir ki, hilkat vetiresinde ilklerin ilki olması itibarıyla Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ) bir kalem; peşi peşine taayyünler silsilesinin esası olması açısından da nuranî bir levh hakikatidir. Ayrıca, bu tespitlerin hemen hepsi Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselâm) ait bir beyana dayandırılmakla takviye edilmek istenmiştir: Evet, aklın evveliyetiyle alâkalı O’nun: أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ الْعَقْلُ “Allah’ın ilk yarattığı, akıldır.”2 sözlerini; kalemin ilk olmasını dillendiren, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ الْقَلَمُ “Allah’ın en önce yarattığı, kalemdir.”3 beyanlarını; ilk nur, O’nun nuru olmasını gösteren, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ نُور۪ي “Allah’ın en evvel var ettiği, benim nurumdur.”4 sözlerini de bu düşüncelerine birer esas olarak göstermişlerdir.
Bunlardan başka az da olsa akl-ı evvel’e “beyzâ” diyenler de olmuştur. Bu isim onun gaybî olan ilmî vücud mertebesinden taayyün-ü evvel zirvesinde zuhuruna bakması açısından uygun düştüğü gibi, eşya ve hâdiselerin, onun neşrettiği nur sayesinde okunan bir kitap, temâşâ edilen iç içe meşherler hâline gelmesi itibarıyla da ona beyzâ demek gayet muvafık olsa gerek. Aslında okunmayan bir kitap, temâşâ edilmeyen bir meşher, keşfedilip ortaya çıkarılmayan hazineler bir mânâda mâdum mesabesindedirler ve yok sayılırlar. Taayyün-ü evvelle ilk zuhur ve ilk ziya ona bağlandığı gibi, bir sürü taayyünden sonra her şeyin, mükemmel bir nizam şeklinde haricî vücutla şereflendirilerek kâinat, eşya ve insan unvanıyla ortaya çıkması da yine onun bakıp görmesine, temâşâ edip değerlendirmesine emanet edilmiştir.
عَلَيْهِ صَلَوَاتُ اللّٰهِ وَسَلَامُهُ مِلْءَ السَّمٰوَاتِ وَمِلْءَ الْأَرْضِ
وَعَلٰى اٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ أَجْمَع۪ينَ.
1Tevbe sûresi, 9/129; Zümer sûresi, 39/38.
2ed-Deylemî, el-Müsned 1/13; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 6/289.
3Tirmizî, kader 17, tefsîru sûre (68) 1; Ebû Dâvûd, sünnet 16.
4Bkz.: es-Suyûtî, el-Hâvî 1/325; el-Halebî, es-Sîratü’l-Halebiyye 1/240.