ALTINCI BÖLÜM KUR’ÂN’DA GAYBÎ HABERLER

KUR’ÂN’DA GAYBÎ HABERLER

A. Kur’ân’da Gaybî Haberler Tabiri

Kur’ân 14 asır evvel yaşamış bir topluma nazil olmuştu. Getirdiği esasları, vaz’ettiği prensipleri, dünya ve ahirete dair hakikatleri, içtimaî, ferdî ve ruhî disiplinleri, ibadet, itikat ve ahlâk felsefeleri, nazil olduğu toplumun büyük ölçüde yabancısı bulunduğu hususlardı. Evet, Kur’ân’ın tavsiye ettiği bu yeni disiplinlerin hemen hepsi çok farklı şeylerdi. O, bu dünyayı ebedî bir hayata bağlayıp onun mezrası kılıyor, o gün revaçta olan asabî unsurları, kabile ve kavim taassuplarını kökünden yıkıyor, onların yerine yepyeni içtimaî esaslar vaz’ediyor ve farklı şekillerde ferdî hayattan içtimaî hayata kadar sirayet etmiş olan putperestliğe ciddî darbeler vuruyordu; vuruyor ve ruhlarda kökleşmiş, düşüncelere yerleşmiş, hatta derinleştikçe derinleşmiş olan ne kadar cahilî telakki varsa hepsini yerle bir ediyordu! Kur’ân o günkü insanların bilmedikleri, duymadıkları âlemlerden bahsediyor, geçmişteki tarihin kaydetmediği yüzlerce hâdise ve şahsiyetten tablolar sunuyor; geleceğe ait baş döndürücü gaybî pencereler açıyor ve bütün bunlarla her alandaki müddeilere meydan okuyordu. Dahası, onların ruhlarının en gizli derinliklerinde depreşen fikir ve düşünceleri, niyet ve planları ortaya çıkarıyor ve onları, hisleri, heyecanları, kalb atışları, nefes alışlarıyla adım adım takip ediyordu.

İşte böyle bir kitap karşısında, o günkü muhatapların bütün düşünceleri altüst olmuş, dünyaları ve ufukları değişmiş ve bu yeni ufuklardan başka başka âlemlere menfezler açılmıştı. Dolayısıyla da, onu duyanların ona teslim olmaktan başka çareleri yoktu; onlar da öyle yaptılar. Kur’ân ceste ceste nazil olurken, onlar da onu ruhlarına sindirmeye çalıştılar. İtiyat ve alışkanlıklarını terk ettiler.. ruhlarında Kur’ân’a ait farklı itiyatlar kökleşmeye başladı ve zamanla onun mesajlarına göre düşünmeye, onun gibi konuşmaya ve onunla değişik bir heyecan duymaya alıştılar. Bütün bunlar 23 sene gibi kısa bir zamanda olmuştu. İşte Kur’ân’ın mucize oluş yanlarından biri de buydu.

Oysa içtimaî ve ferdî hayatı disipline eden, düzenleyen kanunlar, ilk defa ortaya atıldıklarında bin türlü garabetle mukabele görürler/görmüşlerdir. Toplumun önceki ruhî yapısı, kültürü, imanı ve âdetleri hâdiselerin göbeğinde asırlarca pişerek gelişmiş ve yerleşmiş itiyatlar çok defa bu kanunlarla çatışır, hatta çoğu kere onları işe yaramaz hâle getirir. Zira yeni kanunlara muhatap olan o günkü fertlerin heyecan ve hisleri, tavır ve telakkileri, dünyaya ve hayata bakışları böyle bir toplum içinde teşekkül etmiştir. Bu itibarla da tepeden inme kanunların müeyyide gücü fazla müessir olamaz ve yeni şeyler o topluma uzun süre benimsetilemezler; zira her şeyden evvel o toplumun kalben onları kabullenmesi şarttır. Onların ruhlarına ve gönül dünyalarına girilmediği takdirde içtimaî şuur bir gün mutlaka bu tepeden inme kuralları, kanunları geriye kusuverir. Bir de kanun koyucular, o memleket ve cemiyet içinde yetişmemişlerse, işte o zaman işler bütün bütün sarpa sarar ve kanunlar ile, yaşanan hayat arasında asla bir mutabakat ve muvafakat sağlanamaz.

Evet işte size belli boşlukları olan kanun ve mevzuatın nihaî akıbetleri!.. Tarihin şehadetiyle, yıkılan medeniyetler, kırılan dökülen toplum ve cemiyetler, nihayette hepsi böyle bir zıtlaşmanın kurbanlarıdırlar. Milletleri idare edenler, değişik toplum ve kitleleri yönlendirenler, onlara yeni bir aşk, heyecan ve iman aşılamaya çalışanlar, onların ruhlarına ve gönüllerine giremedikleri, duygu ve düşüncelerini, his ve heyecanlarını hesaba katmadıkları sürece hiçbir zaman, güçlü, sağlam ve sarsılmaz bir medeniyet ve bir millet vücuda getirememişlerdir, getiremezler de.

Ne var ki bu kurallar ve disiplinler Allah’a imanla yoğrulursa ferde de cemiyete de daha bir müessir olacaktır. Çünkü insanı yaratan Allah (celle celâluhu), onu sesi-soluğu, demi-damarıyla çok iyi bilmektedir. Fıtratında mündemiç bulunan bütün cihazatı yerleştiren O’dur. Nasıl yaşarlar, nasıl bir araya gelip içtimaî münasebet kurarlar, hangi kural ve disiplinlerle hayatlarını daha rahat ve daha huzurlu geçirirler, bütün bunların hepsini en iyi bilen O’dur. Dolayısıyla da insanlık, bu ilâhîlikten kaynaklanan disiplinleri pratik hayata taşıyabildiği ölçüde kendini bütünüyle daha rahat ve daha güvenilir hissedecektir; hissedecek ve görecektir ki, Kur’ân onun bütün his ve heyecanlarına, bütün ruhî ve içtimaî alâkalarına, bütün ibadet ü taatlerine en ince teferruatına kadar vakıftır ve içten içe onu şekillendirmektedir. Bu yüzden Kur’ân, ilk nazil olduğu andan vahyin kesildiği güne kadar, birkaç düzine mütemerridin itirazı dışında, herhangi bir nefret ya da tepki ile karşılaşmamıştır. Zira o kendisine kulak veren her insanın ruhuna girmiş ve onun gönlünü âdeta fethetmiştir. Teslim olmayan veya temerrüt gösteren ruhları da hiç olmazsa büyülemiş, onların da seslerini, soluklarını kesmiştir.

Bu cümleden olarak, Kur’ân’daki gaybî haberler, beşer idrak ve ihsas ufkunun çok üstündedir. O, geçmişe ait haberleri, tarih öncesi yaşamış toplulukları bazen en ince özellikleriyle ele alır, onları öyle bir resmeder ki, beşerin ne ilmen ne de aklen onları o şekilde tafsilatıyla bilmesine imkân yoktur. Aynı zamanda o, gelecekle alâkalı da aynı şekilde ihbar ve işaretlerde bulunur ki pek çoğu daha sonra aynıyla görülmüştür. Sanki o, geçmiş zamanı, gelecekle bir çizgi, bir nokta hâlinde ve sinema şeridi gibi insanın nazarına arz etmektedir. Bunları ileride misalleriyle izah etmeye çalışacağız. Ancak, önce birkaç hususa dikkat çekmekte fayda mülâhaza ediyoruz:

a. Kur’ân’ın verdiği bir kısım misallerde de görüleceği gibi, gaybî haberler onda öyle sarih ifade edilir ki, en âmî akıllar dahi ondan Kur’ân’ın maksadını anlayabilir ve yeni yeni tefekkür, bilgi ufuklarına açılabilirler.

b. Kur’ân, sarih ihbârâtının yanında, bazen de, bir kısım kinayeler ile gayba ait işaretlerde bulunur. Bunları elbette herkes anlayamaz. Onda bu kabîl ifadeler, hususî bir takım işaretlerle, rumuzlarla sunulmuştur ki, bunu da ancak ihtisas sahipleri anlayabilir.

c. Kur’ân’da, tarihin kaydetmediği kavim ve cemaatlerden bahsedilir ki, muhatapların onları bilmesi mümkün olmadığından, bu kıssa ve hikâyeler de gayb nevinden sayılmaktadır. Kadim Roma, Çin, Babil veya firavunların yaşadığı medeniyetlere ait yazılı ya da sözlü tarihe girmemiş bir kısım haberler bu cümledendir. Zira biz, en azından iki-üç bin yıllık tarihi malumata sahip bulunuyoruz. Oysaki Kur’ân ümmî bir toplum içinde nazil olduğundan, onlar için tarihin şöyle böyle kenarında köşesinde kalan hâdiseler de, bir mânâda gaybî sayılırlar.

d. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ihbârâtının pek çoğu istikbale aittir. Bunu biraz açmak yararlı olacaktır. Geçmişe ait haberlere, insanlar farklı mülâhazalarla itirazlarda bulunabilirler. Hâle ait haberler ise mucize ya da harikulâde sayılmazlar. Ancak istikbale ait ihbârât ve işaretler zamanı geldiğinde vâki olur ki artık onda herhangi bir itiraza mahal kalmaz.. ve işte bu kabîl haberlerde her zaman bir meydan okuma söz konusudur. Dolayısıyla bu kabîl haberler beşerin daha fazla dikkatini celbeder ve haber kaynağı da daha fazla itibar görür.

Yeri gelmişken, tarihî bir gerçeğe temas etmek istiyorum. Materyalist felsefenin kurucularından ve önemli köşe taşlarından sayılan Marks, sistemini kurarken bir kehanette bulunmuştu. Bu kehanete göre Marksizm ilk defa İngiltere’de uygulanacaktır. Çünkü onun felsefesinin ruhu bunu gerektiriyordu. Ve o sistemini, daha ziyade kapitalist felsefenin iflasına bağlıyordu. Böylece bu maddeci ve materyalist akım, iflasın eşiğinde olan kapitalizmden sonra –onun kehanetine göre– kaçınılmaz olmalıydı.

İhtimal, Marks’ın düşüncesi şuydu: Avrupa, ortaçağdan bu yana sosyal sınıfların çatıştığı dengesiz bir yapı arz ediyordu ve sınıflar mücadelesi de kıyasıya sürüyordu ki, işte bu sınıflar mücadelesi İngiltere’de sosyalizm ve komünizmle son bulacaktı. Bu da insanların iradelerine bağlı olmayıp, kaçınılmaz tabiî bir kanun gibi sayılabilirdi. Ne var ki, bu kehanet tutmadı. Elli yıl sonra bu maddeci sistem, hiç tahmin edilmeyen bir coğrafyada, yani Rusya’da gerçekleşti. Böylece sistem, daha baştan yara aldı ve ciddî bir yanlış üzerine kurulduğu ortaya çıkıverdi.

Şüphesiz, onun bu konudaki düşünceleri bir tahmin ve iddiadan ibaretti ve üzerinden yetmiş yıl geçmeden de fiyasko ile neticelenecekti. Neticelenecekti ama milyonlarca genç bu tahmin ve yalan uğrunda kan dökecek, zulüm irtikâp edecekti ki, bugün dahi insanlık o zorba sistemin bazı yerlerdeki bakiyeleriyle hâlâ inim inim inlemekte. İşte dünyanın dört bir yanında onları takip eden sathî düşüncelerin bin türlü yolsuzluk, rüşvet ve uğursuzlukları ve işte onlar!..

Evet, bir kısım hâdiseler yakın takibe alındığında, yakın geleceğe ait tahminler yapılabilir. Havanın bulutlanması, şimşeklerin çakması yağmurun geleceğine birer emaredir. Dolayısıyla bunları bilmek ya da söylemek gayb sayılmamaktadır. Ancak, öyle hâdiseler vardır ki, haber verme esnasında, onlar adına ne bir tahmin yapmak, ne de o hâdiselerin cereyan şeklini takip etmek mümkündür. Zira ortada herhangi bir emare olmadığı gibi, tam aksine verilen haberi yalanlayacak şekilde bir kısım hâdiseler söz konusudur. İşte Kur’ân’ın haber verdiği hususlar bu türdendir.

e. Konuyla alâkalı misalleri seçerken birkaç misal maziden, birkaç misal de istikbalden seçerek zamanın iki parçasını birbiriyle kıyaslamak istedik. Bunu yaparken de sadece, Kur’ân’ın mucizevî yönüne temasla ele aldığımız konuyu tasdik ettirecek kadarına işarette bulunduk. Yoksa bu önemli mevzuun başlı başına işlenmesi daha uygundu. Önce de ifade ettiğimiz gibi, bu tahlilde temel hedefimiz 20. asrın Müslümanını yeniden Kur’ân’a tevcih etmek ve dikkatleri Kur’ân’ın mucize bir kelâm oluşu üzerinde yoğunlaştırmaktır. Zira gönüller yeniden ona dönmedikçe, zihinler onunla meşbû ve meşgul hâle gelmedikçe, topyekün insanlığın kurtuluşa ermesi, –bizim inancımıza göre– mümkün değildir.

B. Geçmişe Ait Haberler

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, yer yer o güne kadar beşer tarihinde haklarında herhangi bir malumat bulunmayan geçmiş kavim ve toplumlardan söz eder ki, Arap edip ve tarihçilerinin yazmış oldukları eserler ele alınıp incelendiğinde, Kur’ân-ı Kerim’in konu edindiği meselelere dair herhangi bir bilginin bulunmadığı görülür.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmî bir muhitte neş’et etmiş bulunmasına ve bir ümmî olmasına rağmen Tevrat ve İncil’den, âdeta bu kitapları tefsir ve şerhleriyle biliyormuşçasına, yerinde tesis, yerinde tavzih ve yerinde de tashih mahiyetinde ifadelerde bulunur. Evet, Nebiler Serveri bir hakem gibi, onların kendi aralarında ittifak ettikleri meseleleri tasdik etmiş, ihtiyaç duyulan yeni meseleleri tesis buyurmuş ve ihtilaflı meselelerde de çözüm alternatifleri sunmuştur. Meselâ, bazıları Hz. Mesih’e –hâşâ– “nesepsiz” diyor ve ellerindeki bazı kaynakların da bunu doğruladığını iddia ediyorlardı. Onların ihtilafa düştükleri bu noktada Allah Resûlü, evvelâ Hz. Mesih’in “Allah’ın elçisi” olduğunu bildirerek, bir taraftan Hz. Mesih’in “nesepsiz” olduğu iddialarını, diğer taraftan da ona “ilâhlık” nisbetinde bulunanları reddediyordu.

Bunun gibi, bazı israiliyat tamamen bir hidayet kaynağı olarak gönderilen peygamberler hakkında birçok safsata ve iftiralar ihtiva ediyordu. Bu konuda da Kur’ân-ı Kerim, bütün peygamberleri şanlarına muvafık bir edeple ele aldı ve her birinin, insanlığın maddî ve mânevî terakkisi adına birer yanıltmaz rehber olduklarını ortaya koydu. Okuma-yazma bilmeyen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’ân-ı Kerim’in o enfes üslûbuyla bu hakikatleri haykırması, onun kaynağının ne kadar duru ve doğru olduğunu göstermektedir. Evet, Resûl-i Ekrem, ümmî bir peygamber olduğu, ömründe sadece iki defa ticaret kervanıyla Şam’a gittiği ve bunun dışında başka bir bölge bilmediği hâlde, bütün Kütüb-i Mukaddese önünde duruyormuşçasına geçmişten bahsetmesi ve bir hakem gibi İsrailoğulları’nın arasında zuhur eden ihtilaflara nübüvvetin o büyülü senteziyle yaklaşıp âdilâne çözümler getirmesi olağanüstü bir hâdisedir.

Daha önceki bahislerde geçmiş kavimlere ait teferruatlı bilgiler verildiğinden dolayı burada onların tekrarına girmeden, sadece küçük bir-iki misalle iktifa edeceğiz:

Kur’ân-ı Kerim’de yer yer Âd ve Semud gibi pek çok geçmiş kavimden bahsedilmektedir. Hâlbuki Avrupa’da arkeoloji ve ilm-i tarih intişar edeceği âna kadar bu kavimlerden bahseden tek bir insan yoktu. Kozmoğrafya, coğrafya ve aynı zamanda astronomi uzmanı olan insanların yazmış oldukları eserlerin ufak-tefek telaffuz farklılıklarıyla, çok önceleri Kur’ân’ın haklarında çeşitli bilgiler verdiği Âd, Semud ve İrem birbirlerine çok yakındır. Evet Kur’ân-ı Kerim, asırlar asırlar öncesi, “Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; direkleri (yüksek binaları) olan, ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem şehrine; o vadi vadi kayaları yontan Semud kavmine; kazıklar (çadırlar, ordular) sahibi Firavun’a! Ki onların hepsi kendi ülkelerinde azgınlık ettiler. Oralarda kötülüğü çoğalttılar. Bu yüzden Rabbin onların üstüne azap kırbacını indirdi ha indirdi. Çünkü Rabbin (her an her şeyi ve herkesi) gözetlemededir.”1 âyetleri bu konuda ne kadar mânidardır.

Kur’ân-ı Kerim’in bu tür âyetlerini okuyan o dönemin Avrupalı yazar ve bilim adamları, “Kur’ân, Âd ve Semud adında şimdiye kadar duyup bilmediğimiz kavimlerden söz ediyor. Bizim, yazının keşfinden bu yana, böyle toplumların yaşadığına dair en ufak bir malumatımız yok. Bu itibarla Kur’ân, ihtimal, hayalî şeylerden bahsediyor.” diyerek ona itiraz etmişlerdi. Ancak aynı insanlar, Avrupa’da ilmî tarihler intişar edince, Kur’ân’ın böylesi gaybî ihbârâtına karşı hayret ve dehşet içinde kalmışlardı. Hayret içinde kalmışlardı; zira onların Kur’ân’ın asırlar öncesinden, haklarında bilgiler verdiği bu toplumlara dair malumat elde edebilmeleri için, arkeoloji ve antropoloji gibi.. ilimlerin teyidine ihtiyaç vardı. Nitekim daha sonradan yapılan araştırma ve arkeolojik kazılar neticesinde tarih, bir kere daha Kur’ân’ı doğrulamış ve onun ilâhî bir kelâm olduğunu tasdik etmişti…

Kur’ân-ı Kerim, geçmiş kavimleri, sanki bizzat içlerinde bulunmuş gibi onların, ruh, his ve heyecanlarını, niyet ve itikatlarını tahlîlî bir tasvirle sunuyordu ki, Kur’ân’ın âyetlerine bakıldığında o kavimler, en hususi yanlarıyla âdeta insanın gözünün önünde canlanır gibi olur. O kadar ki, onun o baş döndürücü ifadeleriyle İrem bağ ve bahçeleri anlatılırken,2 insan, kendini bütün letafet ve ihtişamıyla o güzellikler meşherinde tenezzühe çıktığını sanır.

Biraz önce zikredilen âyet-i kerimelerde Kur’ân-ı Kerim, Firavun’dan da bahsetmektedir. Gerçi tarih kitaplarında Firavun hakkında değişik bilgiler yer almaktadır; bu mânâda da Kur’ân’ın ondan bahsetmesi belki mucizevî bir haber sayılmayabilir. Ama Kur’ân-ı Kerim’in hâdiseleri özet olarak ele alması, en karakteristik durumları en vurucu bir üslupla takdim etmesi ve vak’aları o günün heyecan ve pratiğiyle işleyip sunması, gerçekten mucize çapında bir sunuştur. Ne var ki müsteşrikler ve bizim dünyamızda onları takip ve taklit eden bazı kimseler, Kur’ân’ın gerçeklerine gözlerini kapamış ve bu önemli hususları hep görmezlikten gelmişlerdir.

Kur’ân, “Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma hâline gelince, (Firavun:) ‘Gerçekten İsrailoğullarının inandığı İlâh’tan başka İlâh olmadığına ben de iman ettim. Ben de Müslümanlardanım!’ dedi. Şimdi mi (iman ettin)! Hâlbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun. (Ey Firavun!) Senden sonra geleceklere ibret olman için, bugün senin cesedini (cansız olarak) kurtaracağız. İşte insanlardan birçoğu hakikaten bizim âyetlerimizden gafildirler.”3 âyetleriyle Firavun’un boğulduğunu ifade etmesine karşılık bir kısım müsteşrikler, “Hayır, Firavun boğulmamıştır, onun cesedi öldükten sonra mumyalanmış ve günümüze kadar bu şekilde gelmiştir.” diyorlardı. Oysaki Kur’ân-ı Kerim, onun cesedini gelecek nesillere ibretle seyrettirmek üzere korunacağını anlatmakta idi. Ve nihayet gün gelip araştırmalar neticesinde Firavun’un cesedi, âyet-i kerimede ifade buyrulduğu gibi, mumyalanmadığı hâlde çürümemiş olarak ortaya çıkınca, Kur’ân’ın bu gaybî ihbârâtı karşısında herkes hayretler içinde kaldı ve inatları vicdanlarına yenik düştü.

Bazı Avrupalılar, Hz. Nuh tufanı ile ilgili âyetlere de hücum ediyorlardı. Neden sonra, bir kısım araştırmalar ile gerçekten bir zamanlar dünyayı tamamen veya kısmen korkunç bir tufanın bastığı hakikatini öğrendiler. Hatta bu araştırmalar neticesinde ulaştıkları belgeler, bu mevzuda onlarda o kadar ciddî kanaat hâsıl etti ki, onlar, Hz. Nuh’un gemisinden bir kalıntı bulabilmek için üst üste Cûdi Dağı’nda araştırmalar yaptılar. Oysaki Kur’ân-ı Kerim, çok erken bir dönemde, bu vak’ayı hem de kafalarda zerre kadar bir tereddüt ve şüpheye mahal bırakmayacak kat’iyette ve en ince teferruatıyla arz ediyordu.4 Ne var ki, onların Kur’ân’ı anlamaları ve gerçeği kabul etmeleri için asırların geçmesi gerekiyordu.

Kur’ân, bu konuyla alâkalı misalleri arz ettikten ve geçmiş kavimlere bir kısım göndermelerde bulunduktan sonra şöyle buyurur: “(Ey Muhammed!) İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin…”5

Evet, Kur’ân’ın da ifade ettiği gibi, bu haberleri gerek Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gerekse kavminin bilmesine imkân yoktu. Zira Ceziretü’l-Arap’da bunlardan bahseden olmadığı gibi, ne tarih kitaplarında ne de Arap şiirlerinde bu haberlere ait en ufak bir malumat bulunmuyordu. Zaman, aydınlatıcı tayflarını gönderdi ve kendi yorumlarını ortaya koydu ve Kur’ân insanlığın idrak ufkunda yeniden bir kere daha tulû’ etti.

C. Kur’ân’da İstikbale Ait Haberler

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın istikbale ait verdiği haberler, geçmişe dair olan beyanlarından daha farklı ve daha düşündürücüdür. Çünkü bir hâdisenin zuhurundan önce haber verilmesi, insanın idrak ufkunu aşan bir iştir. Evet, ortada herhangi bir emare yok iken, gelecekte zuhur edecek bir hâdisenin, meydana gelmeden önce haber verilmesi, hem büyük bir iddia hem de büyük bir meydan okumadır. Bu açıdan da Kur’ân-ı Kerim, bir mânâda bu kabîl mucizevî ihbârâtıyla hem o günkü inkârcılara hem de daha sonraki dönemlerin araştırmacılarına meydan okumaktadır. İsterseniz şimdi de bu konuyla alâkalı bir-iki misal arz etmeye çalışalım:

“Ey Resûl! Rabbinden Sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidayete iletmez. (Sana karşı onlara fırsat vermez)”6

Bu ilâhî beyan, Allah Resûlü’ne insanların eliyle bir zarar verilemeyeceği hakikatini gaybî bir surette haber vermektedir. Efendimiz, bütün insanlığı kuşatan evrensel bir dava ile ortaya çıkmıştı. Elbette böylesine büyük bir dava, bir kısım münkir ve müşrikler tarafından tepki ile karşılanacaktı, karşılandı da. Evet, pek çok münkir ve müşrik, bu mukaddes davanın karşısına dikilip, onun gelişip yayılmasına fırsat vermeme kararında idiler. Nitekim İslâm, Mekke toplumu içinde intişar etmeye başlayınca, Mekke müşrikleri her türlü mücadele yolunu deneyerek İslâm’ı ve Müslümanları âdeta abluka altına aldılar. Muvaffak olamayacaklarını anlayınca da, doğrudan dava sahibi olan Nebiler Serveri’ni ortadan kaldırmaya karar verdiler.

Ancak Allah (celle celâluhu), onların bu gizli planlarını Resûlü’ne bildirerek, yukarıda zikredilen âyet-i kerime ile her ne suretle olursa olsun O’nu koruyacağını ve müşriklerin O’na herhangi bir şekilde zarar veremeyeceklerini haber verdi. Zira İnsanlığın İftihar Tablosu’nun davası, bütün insanlığın ebedî felâh ve saadetiyle alâkalı davalarüstü bir davaydı. Bu davanın temsilcisi ise, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) idi. Beşer, ancak O’nun rehberliğinde arzu ettiği saadete kavuşabilecekti ki, O’nun hayatına hâtime çekildiğinde her şeyin yeniden bir kere daha karanlıklara gömülmesi mukadderdi.

İşte, mevcudiyetiyle kâinatın mevcudiyeti arasında böylesine bir irtibat bulunan Zât’ın hayatı, bu âyetin bişareti çerçevesinde bizzat Cenâb-ı Hak tarafından teminat altına alınıyordu. O Hidayet Güneşi, sokak sokak, ev ev dolaşacak ve insanları hidayete, aydınlığa davet edecekti. Bu da, O’nun her zaman tehlikeye maruz kalması demekti. Zaten yer yer O’nun mübarek yüzüne tükürenler, başına taş-toprak saçanlar da eksik değildi. Ayrıca, bir yerde O’nu tek başına istirahat hâlinde görseler, hemen etrafını kuşatarak öldürmeye yelteniyor ve O’na karşı hep komplo peşinde koşuyorlardı.

Bilhassa Bedir, Uhud ve Hendek gibi vak’alarda açıktan açığa O’nun hayatına kastederek O’nu ortadan kaldırmak istemişlerdi. O ise, bütün bunlar karşısında Rabbisine karşı öylesine ciddî bir emniyet ve derin bir itimat içinde idi ki, kâfirler O’nun bu insanüstü tevekkül ve cesareti karşısında hep hayrete düşüyorlardı. Çünkü O biliyordu ki, Allah, “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu emellerine ulaştırmaz.”7 buyurarak, O’nu koruma altına almıştı.

Evet, Efendimiz’i, bir güneş gibi insanlığı aydınlatmak için gönderen Allah, düşmanlarının ellerinden ve onların kötü emellerinden O’nu korumuş ve O’nun için kurulan tuzakları her zaman boşa çıkarmıştı.

Aslında, “Hatırla ki, kâfirler seni tutup derdest etmek, öldürmek, yahut seni (yurdundan) çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar (sana) tuzak kurarlarken, Allah da (onların) tuzaklarını hep boşa çıkarıyordu. Evet Allah tuzak kuranların (tuzaklarını onların boynuna dolayanların) en hayırlısıdır.”8 Keza; Kur’ân-ı Kerim’deki, “Onlar bir (kısım) tuzak(lar) kuruyorlar; Biz de onları başlarına dolayarak mukabelede bulunuyoruz.”9 âyetleri de bu istikamette nazil olmuş değişik bişaret soluklarıydı.

Ayrıca, “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, (sana kötülük yapma konusunda) kâfirlere yol vermez.”10 âyeti çerçevesinde, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizzat Cenâb-ı Hak tarafından muhafaza edilmesiyle alâkalı açık-kapalı âyetlerin yanında, hadis kaynaklarımızda, henüz yukarıda zikredilen âyet-i kerime nazil olmadığı bir dönemde cereyan eden şöyle bir hâdise nakledilmektedir:

Medine’ye hicretin 2. senesiydi. Allah Resûlü bir gece sabaha kadar ciddî bir heyecan içinde hiç uyuyamamıştı.. sürekli sağa dönüyor, sola dönüyor ve bir türlü kendisini uyku tutmuyordu. Hz. Aişe Validemiz o geceyi şöyle anlatır: O’na, “Yâ Resûlallah! Çok heyecanlanıyorsun!” dedim. Bunun üzerine Efendimiz, “Keşke salih bir insan olsaydı da beni korusaydı, ben de biraz uyusaydım!” buyurdular. Zira hemen her zaman Medine gayr-i müslimleri, kendisine değişik tuzaklar kurma azmindeydiler. Efendimiz sözünü henüz bitirmemişti ki, bir kılıç şakırtısı duyuldu. Nebiler Serveri, “Kim o?” diye seslendi. Gelen kişi, “Ben Sa’d İbn Ebî Vakkas yâ Resûlallah” dedi. Allah Resûlü’nün, “Ne arıyorsun burada?” sorusu üzerine de Sa’d: “Sana bir kötülük yapabileceklerini düşündüm ve sabaha kadar perdedarın olayım diye geldim.”11 deyiverdi.

Belli bir süre sonra “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan (gelecek şerlerden) koruyacaktır. Doğrusu Allah, bu konuda kâfirler topluluğuna yol vermez.”12 âyeti nazil olunca, o ashabını toplayarak onlara şöyle buyurdu: “Ey cemaat! Ayrılın artık. Allah bundan sonra beni koruyacaktır. Sizin beklemenize gerek kalmadı.”13 buyurdu. Dediği gibi de oldu; Allah Resûlü bu ilâhî koruma ve teminat altında, rahat yatağında Allah’a yürüdü de kimsenin O’na kötülük yapmasına fırsat verilmedi.

İşte Kur’ân, yaklaşık vefatından on sene önce, gaybî bir tarzda böyle bir haber vererek, Hz. Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) herhangi bir menhus elin dokunamayacağını ilan etmişti.. ve Efendimiz, bundan sonra yüzlerce badireyle karşılaşmış, nice savaşlara iştirak etmiş, muharebe meydanlarında ölümle burun buruna gelmişti ama bu ilâhî koruma kendini her yerde gösterivermişti..

Meselâ, bir keresinde Efendimiz, bir ağacın altında istirahat etmekte iken, Gavres isminde bir kâfir, O’nun uykuda bulunuşunu fırsat bilerek, ağacın dalında asılı olan kılıcını alıp müstehzi bir tavır ile “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” demişti; buna karşılık Allah Resûlü fevkalâde bir temkin içinde ve Rabbinden emin bir şekilde “Allah!” diye haykırmıştı ki, O’nun bu gürleyişi kâfirin âdeta ödünü koparmış ve kılıç elinden düşerek olduğu yerde kalakalmıştı. Bu sefer de kılıcı Allah Resûlü eline almış ve “Ya şimdi seni kim kurtaracak?” deyivermişti. Adam, sıtmalı bir insan gibi titreme içinde idi ki, Allah Resûlü’nün sesini duyanlar oraya geldiler ve gördükleri manzara karşısında hayrete düştüler. Daha sonra olup bitenleri öğrenince de, Allah’a karşı iman ve itimatları bir kat daha arttı. Gavres de, Hz. Emin’e güven sözü verdi ve oradan ayrıldı.14

Keza, Huneyn muharebesinin başında İslâm ordusunda bir dağılma baş göstermişti. Öyle ki, bütün sahabe âdeta bir çözülme yaşıyordu. Neticenin yenilgi ve mağlubiyet olduğu hemen herkesçe bir kanaat hâline gelmişti. Şöyle ki, savaşın çok şiddetlendiği bu hengâmede, sahabeden ensar ve muhacirîn gençleri, ok atmada mahir olan müşrik Hevâzin ve Benî Nasr’ın okçuları karşısında fazla dayanamamışlardı. Derken, baştaki ikbal birdenbire âdeta idbara dönmüştü. Herkes geriye çekiliyordu. Etrafı düşmanla sarılı olan bir insan vardı, O da Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) idi.

İşte tam bu esnada beklenmedik bir hâdise olmuş ve Nebiler Serveri Hz. Abbas’ın tutmaya çalıştığı mübarek bineğinin üzerinde, düşman saflarına doğru atılarak, o gür ve mehabet dolu sesiyle şöyle haykırmıştı: “Ben Allah’ın resûlüyüm, bunda yalan yok! Ben Abdulmuttalip’in torunuyum, bunda da yalan yok!”15 Allah Resûlü’nün –hâşâ– düşmandan kaçması söz konusu değildi. O’nun ceddi Abdulmuttalip de Ebrehe karşısında kaçmamış ve ciddî bir metanet göstermişti. Allah Resûlü’nde ise öyle bir metanet, mehabet ve cesaret vardı ki, yanına gelenler, O’nun manyetik alanına girince âdeta büyülenirlerdi. Hatta ona sığınanlar da kendilerini güvende hissederlerdi. Evet, onlar “En emniyetli yer O’nun arkasıdır.” deyip onun yanında toparlanırlardı; zira Allah (celle celâluhu), “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, (sana karşı) kâfirler topluluğuna yol vermez.”16 ferman-ı kudsîsiyle O’nu hep görüp gözetiyordu.

Nitekim Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) damadı Hz. Ali gibi bir haydar-ı kerrar ve şah-ı merdân bir gün şöyle diyecektir: “Biz savaşta sıkıştığımız zaman cesaret almak için Resûl-i Ekrem’in arkasında toplanırdık.”17 İşte böyle bir toparlanma, Huneyn’in en kritik anında İslâm ordusunun zaferiyle sonuçlanmaya vesile olmuş ve neticede bu mâkus tâli’ yenilerek idbar yeniden ikbale dönmüştür.

Buraya kadar zikredilen misallerden de anlaşıldığına göre, Kur’ân, hicretin ikinci yılında nazil olan “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidayete iletmez.”18 âyetiyle tam on sene önceden gaybî olarak Efendimiz’in masuniyetine ait bir vak’ayı dile getirerek, geçen bu süre zarfındaki hâdiseler de onun verdiği bu gaybî ihbarın doğruluğunu tasdik etmiştir. Öyle ki, hiçbir himayenin olmadığı ve düşmanların da her yanı çepeçevre sardığı bir dönemde Kur’ân’ın verdiği bu haber doğru çıkmış ve Nebiler Serveri kendi yatağında emniyet içinde ruhunu Allah’a teslim etmiştir.

Konuyla alâkalı farklı bir örnek daha vermek istiyorum: Kamer sûresindeki, “O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır.”19 âyetiyle, Müslümanların gelecekte düşmanlarına karşı galip geleceği ve müşriklerin hezimete uğrayacağı gaybî olarak haber verilmiştir. Bu âyetler, Buhârî’nin rivayetinde geçtiği üzere, Hz. Âişe Validemiz’e göre Mekke’de nazil olmuştu.20 Aslında Müslümanlar o dönemde fevkalâde zayıftı. O kadar ki, onlar bölük bölük Mekke’yi terk edip Habeşistan’a hicret ediyorlardı. Efendimiz de Mekke’de vefa görmeyince, davasına bir dayanak bulabilmek için Taif’e gidiyor; Taiflilerden de umduğu hüsnükabulü göremiyor, hüsnükabul görmek bir yana, onlar tarafından taşlanıyor ve çeşitli hakaretlere; saygısızlıklara maruz kalıyordu. Daha sonraları ise O ve etrafındaki Müslümanlar, Mekke’deki atmosferin yaşanmaz hâle gelmesi karşısında kendilerine kucak açan Medinelilerin davetlerine icabet ederek Medine’ye hicret ediyorlardı.

İşte Müslümanların böyle zayıf, buna karşılık kâfirlerin her yönüyle güçlü ve azgın oldukları bir dönemde, “O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır.”21 âyeti nazil oluyor ve Efendimize, kâfirlerin pek yakın bir zamanda, hezimete uğrayarak, ökçeleri üzerine dönüp kaçacaklarını müjdeliyordu.

Oysaki mü’minlerle kâfirler arasında asla bir güç dengesinin olmadığı, kâfirlerin her geçen gün baskılarını daha da artırdıkları o günlerde bu meseleyi kabul etmek oldukça zordu. O gün için böyle bir neticeye kat’iyen ihtimal verilemezdi. Hz. Ömer gibi bir şecaat âbidesi dahi, bu âyet-i kerime nazil olduğunda “Hangi cemaat hezimete uğrayacak, hangi cemaat mağlup olacak!”22 diyerek hayretini ifade etmişti. Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) bu ifadesi, âyetle müjdelenmiş olmasına rağmen, bu müjdenin gerçekleşmesinin zorluğunu ifade bakımından oldukça mânidardır. Gerçi Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), âyetle verilen müjdenin tahakkuk edeceğini, sadakatinin bir remzi olarak hemen kabul etmişti; ama Hz. Ömer genel hissiyata tercüman olma sadedinde, “Ne zaman?” diyerek bu müjdenin gerçekleşeceği zamanı sormuş ve olacaksa daha sonraları olabileceğini vurgulamak istemişti.

Derken hicret-i seniyenin ikinci yılında Bedir’de, müşriklerle karşı karşıya gelinmiş ve Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), o gün el kaldırıp Cenâb-ı Hakk’a uzun uzun yalvarma sadedinde: “Yâ Rabbi! Eğer bu topluluk helâk olursa artık yeryüzünde Sana ibadet edecek kimse kalmayacak.” deyip dua dua yalvarmış ve Allah’tan muvaffakiyet dilemişti. Öyle ki, O’nun bu hâli karşısında mahzun olan Hz. Ebû Bekir, bir yandan Nebiler Serveri’nin ridasını O’nun mübarek omuzlarına koyarken, diğer yandan da, “Yeter yâ Resûlallah! Allah seni hüsrana uğratmayacaktır.” tesellisinde bulunmuştu.23

İşte bu esnada birdenbire hava değişti; etrafı bulutlar sarıverdi ve Allah Resûlü, daha önce âyetle haber verilen müjdenin bir alâmeti olan bu manzara karşısında tebessüm ederek eline aldığı kumları düşmana doğru saçtı ve “O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarına dönüp kaçacaklardır.”24 âyetini bir kere daha okudu. İbn Ebî Hâtim, hâdisenin devamında Kureyş topluluğu bozguna uğrayınca savaştan önce nusret zamanını soran Hz. Ömer’in şu mânâda sözler sarf ettiğini nakletmektedir: “Ben Kureyş topluluğunun hezimete uğrayacağını, Bedir günü Allah Resûlü’nün, düşmanın arkasından kılıcını çekip “O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır.”25 âyetini okurken, bu âyetle verilen müjdenin tahakkuk edeceği günün o gün olduğunu anladım.”26

İşte bu vak’ayla Kur’ân’ın tam on sene evvel işaret ettiği gaybî bir haber tahakkuk ediyordu ki, böyle bir zaferi muştulayan bu âyet27 nazil olduğu zaman, birçok yeni Müslüman bu tür bir muzafferiyetin gerçekleşebileceğine pek de ihtimal vermiyorlardı. Ama Allah vaadini Bedir’de yerine getirerek kâfir topluluğu korkunç bir hezimete uğratmıştı ki, elebaşlarından Ebû Süfyan bile kervanla Mekke’ye kaçıp canını zor kurtarmıştı. Birisi o vak’ayı Mekke’de Ebû Leheb’e anlatırken: “Biz savaşta sanki felç olmuş gibi idik, onlara karşı ne kılıç kullanabiliyor ne de mukabele edebiliyorduk. Âdeta onlara boyunlarımızı uzatıyorduk da onlar da istediklerini öldürüyor istediklerini de esir alıyorlardı. Zira kuvve-i mâneviyemizi tamamen yitirmiştik.” deyince Hz. Abbas’ın kölesi Ebû Râfi’ “Vallahi, bunlar meleklerdi!” deyivermişti.28

Evet, Bedir’de melâike-i kiramın, Müslümanların safları arasında kâfirlere karşı tavır aldıklarını bizzat kâfirler de görmüş idi ki bununla mâneviyatları bütün bütün kırılmıştı.

“Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ‘Ben peş peşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim’ diyerek duanızı kabul buyurdu. Allah bunu (meleklerle yardımı) sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz yatışsın diye yapmıştı. Zaten yardım yalnız Allah’tandı (celle celâluhu). Çünkü Allah mutlak galipti, yegâne hüküm ve hikmet sahibiydi. O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu ve sizi tamamen temizlemek, şeytanın pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden gidermek, kalblerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu. Hani Rabbin meleklere: ‘Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek olun; Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım; vurun boyunlarına! Vurun onların (ellerine) parmaklarına!’ diye vahyediyordu.”29

“Hatırla ki, Allah, uykunda sana onları az gösterdi. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette (bazılarınız itibarıyla) çekinecek ve bu iş hakkında münakaşaya girişecektiniz. Fakat Allah (sizi bundan) kurtardı. Şüphesiz O, kalblerin derinliklerinde olan her şeyi bilir. Allah, olacak bir işi yerine getirmek için (savaş alanında) karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu ki takdir buyurduğu şeyi yerine getirsin. Nihayette bütün işler Allah’a aittir.”30 âyetleri de Cenâb-ı Hakk’ın Bedir gününde Müslümanlara yaptığı maddî ve mânevî yardımı ifade etmektedir.

Kezâ bu cümleden olarak, Müslümanların Mekke’de değişik tazyikler altında inim inim inledikleri bir dönemde, Kur’ân-ı Kerim, inanması çok güç bişaretlerle onların içine su serpiyor ve “Allah içinizde iman edip salih amel işleyenlere daha önceki mü’minleri (Hazreti Davud ve Süleyman aleyhimesselâm) dünyevî hâkimiyetle serfiraz kıldığı gibi onlara da hâkimiyet lütfederek, hoşnutluğunu ona bağladığı İslâm dinini yaşama ve tatbik etme güç ve imkânı bahşedip, yaşadıkları o korkulu dönemin arkasından herkesi tam güvene erdirecektir.”31 diyordu ki, o günkü şartlar ve dünya ahvâli içinde böyle bir şeye ihtimal vermek çok güç hatta imkânsız görünüyordu. Ama mevsimi gelince hepsi oldu. Âkif’in ifadesiyle, “Başlarda gezen ayaklar suya erdi.” ve Kur’ân temsilcileri gidip dört bir yana otağlar kurdu.

Müslümanların baskılar altında bulundukları bir sırada, Romalılarla Sasaniler arasında da mütemadi bir savaş vardı; İranlılar bu savaşlarda Romalıları İstanbul (Konstantiniyye) önlerine kadar sürmüş ve onları çok ağır vergilere mahkûm etmişlerdi. İşte o günlerde müşrikler gelip gelip Müslümanlara dalaşıyor; “Ateşperest İranlılar Allah’a inanan Hristiyanları ezip geçtikleri gibi biz de sizi bitireceğiz!..” diyor ve o bir avuç mü’mini sürekli tehdit ediyorlardı. Tam bu esnada Allah şu bişaretle onları sevindirdi ve yüreklendirdi: “Rumlar size yakın bir yerde (şimdilik) mağlup oldular; ama bu yenilgiden sonra onlar tekrar galip geleceklerdir. (Bütün) bu vaad birkaç yıl (bid’-i sinîn) içinde mutlaka gerçekleşecektir. İşin önü de sonu da emir ve irade-i ilâhiyeye tâbidir. Ayrıca o gün mü’minler de Allah’ın lütfettiği bir zaferle (Bedir zaferi) sevineceklerdir.”32 Mevsimi gelince her şey Kur’ân’ın dediği gibi oldu; Romalılar derlenip toparlanıp Sasanileri bir kere daha yenilgiye uğrattıkları aynı gün, mü’minler de Bedir zaferiyle sevinç yaşıyorlardı.

Diğer bir gaybî haber de Mekke fethiyle alâkalıydı. Bazı mü’minler açısından ümit-şiken hâdiselerin iç içe cereyan ettiği Hudeybiye sulhü esnasında muahede şartlarından ötürü bir kısım mü’min sineler buruklaşmış, gözleri Efendiler Efendisi’nin çehresinde bir muştu bekliyorlardı.. sonunda bekledikleri oldu ve Fetih sûre-i celilesi inzal edildi. Evet, Kur’ân: “Allah, Peygamberinin rüyasını doğru çıkarıp, kiminiz traşlı, kiminiz de saçlarını kısaltmış olarak (bunlar Hac menâsikine ait esaslar) kimseden korkmaksızın ve tam bir güven içinde mutlaka ‘Mescid-i Haram’a gireceksiniz.”33 diyordu ve dediği gibi oldu. Kısa bir süre sonra ilahî beyanın resmettiği çerçevede Mekke’ye girildi ve Kâbe tavaf edildi.

Bir sonraki âyet de, geleceğe ait bir bişarette bulunuyor ve Müslümanların daha geniş ufuklara açılacaklarını müjdeliyordu. Ve bu farklı müjde çerçevesinde mü’minlere, “Topyekün dinlere galip gelmek üzere Elçisini hak din ve hidayetle gönderen de O’dur.”34 diyordu. Zamanla bu büyük hâdise de gerçekleşti ve Müslümanların diriltici solukları dünyanın pek çok kıtasında duyulmaya başladı.

Bütün bunlar gibi Kur’ân-ı Kerim’de pek çok âyet, gelecekle alâkalı bazı hususları haber verdi, Müslümanları hem sevindirdi hem de yüreklendirdi.. vakt-i merhunu gelince de haber verilen hususlar aynıyla gerçekleşti.

Buraya kadar serdedilen misallerden de anlaşılmaktadır ki, Kur’ân, verdiği gaybî haberler ile ayrı bir mucize ufkunu nazara vermektedir. Her ne kadar bu misallerden bazıları o dönemde vâki olan hâdiseler ise de, Kur’ân’ın âyetleri, bütün zaman ve mekânlara hitap etmektedir. Bizler geçmişte olduğu gibi, günümüzde ve gelecekte de Kur’ân’ın gaybî haberlerinin tecellî edeceği ve buhranlar anaforunda inleyen dünyanın yeniden onunla aydınlanacağı inanç ve kanaatini taşımaktayız.

Evet, çok yakın bir gelecekte –inşâallah– dünyadaki karanlık bulutlar dağılacak, karanlığa alkış tutanlar ya insafa gelecek ya da hezimete uğrayacaktır. İşte o gün Kur’ân’a gönül verenler, onun âyet ve gaybî haberlerini bir kere daha tasdik ederek “Kur’ân, ancak Allah’ın mucizevî bir kelâmıdır.” diyeceklerdir.

D. Mutlak Olarak Zikredilen Gaybî Haberler

Bundan önceki iki fasılda “Geçmişe Ait Haberler” ve “Kur’ân’da İstikbale Ait Haberler” başlıkları altında, –icmâlen dahi olsa– Kur’ân’ın geçmişe ve geleceğe dair verdiği gaybî haberlerden bir kısım örnekler sunmuştuk. Esasen bu fasılda arz edeceğimiz hususlar da “İstikbale Ait Haberler” bölümüne dahil edilebilirdi. Ancak burada arz etmeyi düşündüğümüz konular biraz daha farklı olduğu için, diğer bir ifade ile vereceğimiz örnekler, hem geçmiş hem de gelecekle alâkalı olup âdeta Kur’ân’ın, asırlara meydan okuması mânâsını taşıdığından, konuyu bir de bu hususiyetiyle vurgulamak istedik. Kanaatimizce, Kur’ân’ın bu meydan okuması, geçmişte olduğu gibi gelecekte de mukabelesiz kalacak ve Kur’ân, istikbalin semalarında hep ilâhî bir mucize olarak sonsuza kadar hep dalgalanacaktır.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, ne insan ne cin ne de diğer mahlukatın gaybe muttali olması kat’iyen mümkün değildir. Zira bu mesele, mahlukatın idrak ve anlayışının çok çok fevkindedir. Bir kere, insanın ilim ve idrak alanı oldukça sınırlıdır. O, bu sınırlı bilgisiyle âlem-i gaybe ait hususları kavrayamayacağı gibi, böyle bir konuda tahlil ve terkiplerde de bulunamaz. Tabiî bu konuda, Allah’ın insanlar arasından seçerek gaybe muttali kıldıkları müstesnadır.35 Evet, Allah (celle celâluhu) onları seçer ve şu kâinat sarayındaki, ya da o sarayın önemli bir parçası sayılan bu dünya meşherindeki sergileri tarif ve takdime memur eder. Ayrıca onlara, bütün mahlukatı, özellikle de insanları bu sergiyi seyre davet vazifesini verir. Sonra da O büyük zatları sözlerinin dinlenmesi, zihinlerin onlara yönelmesi; insanların onları rehber kabul etmesi için, bu müstesna kametleri bir kısım mucizelerle serfiraz kılarak diğerlerinden ayırır. Cenâb-ı Hakk’ın, çeşitli mucize ve nimetlerle serfiraz kıldığı zatların başında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelir. Allah O’nu gaybe de muttali kılarak müşarun bilbenan olma seviyesine yükseltmiştir.

Evet, Hz. Muhammed, böyle bir mürşid-i ekmel ve Allah’a davet eden eşsiz bir mübelliğdir. O’nun kalbine vahy-i ilâhî ile dökülen Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan da, içinde birçok gaybî haber bulunan semavî ve mukaddes bir kitaptır. Buradan hareketle diyebiliriz ki, Hz. Muhammed, Kur’ân’ın, Kur’ân da o Mürşid-i Ekmel ve Ekber’in en büyük mucizesidir.

Bir kere daha hatırlatalım ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, beşer ifade ve beyanının çok çok fevkindedir ve her yönüyle mucize bir kitaptır. Kur’ân’ın gaypten haber vermesi ise, onun mucizevî yönlerinden sadece birini teşkil etmektedir. Bu itibarla da insanlık böyle bir mucize mecmuasını bugün olmasa da yarın mutlaka kabul edecektir.

Şimdi evvelâ Kur’ân’ın mucize olduğunu, beşere her asırda meydan okuduğunu ifade sadedinde, benzerinin yapılamayacağını gaybî bir tarzda bütün zamanlara ilan eden bir âyet üzerinde az da olsa durmaya çalışalım: “Eğer kulumuz (Muhammed)’e indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu yapamazsanız –ki elbette yapamayacaksınız– yakıtı, insan ve taşlar olan Cehennem ateşinden sakının; evet o ateş kâfirler için hazırlanmıştır.”36

Kur’ân-ı Kerim, yukarıda zikredilen âyetlerle, nazil olduğu o ilk dönemden ta kıyamete kadar herkese meydan okuyarak, kendisine hiçbir zaman nazire yapılamayacağını ilan etmektedir.

İslâm’ın zuhuru esnasında, Arap yarımadasında edebiyat çok ilerlemiş ve âdeta altın çağını yaşıyordu. Öyle ki, söz, onların en kıymetli metaıydı ve kendilerini büyük ölçüde onunla ifade ediyorlardı. Hatta bazen bu uğurda birbiriyle vuruşuyor; yer yer kabileler bir tek sözle birbirine düşüp savaşıyor; bazen de, tek bir sözle birbirine düşmüş bu kabileler birleşip aralarında sulh oluyorlardı. Nasıl ki, 20. asırda madde bütün değerlerin önüne geçti ve her şey madde ile değerlendiriliyor ve o her şeyin esası, gayesi, olmazsa olmaz lazımesi sayılıyor; öyle de, o dönemde Arap Yarımadası’nda, söz ve hususiyle de şiir bütün değerlerin önünde ve her şeyin üstündeydi.

Cenâb-ı Hak, her peygamberi, gönderildiği toplumda revaçta olan değerlerle mücehhez kılmış ve bu zatların davalarını ispat sadedinde, o dönemde hakim düşünceleri aşacak mucizelerle teyit etmiştir. Meselâ, Hz. Musa döneminde sihir, Hz. İsa döneminde tababet ön planda idi. Dolayısıyla Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya, davasını ispat adına, Firavun tarafından karşısına çıkan sihirbazların oyunlarını bozacak mucizeler; bazı ameliyatların dahi yapılabileceği kadar tıbbın ilerlediği bir dönemde, peygamber olarak gönderilen Hz. İsa’ya da tıpla alâkalı mucizeler bahşederek bu zatların peygamberliklerinin hak olduğunu ortaya koymuştur.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderildiği dönemde de şiir ve edebiyat altın çağını yaşıyordu. Bu itibarla İnsanlığın İftihar Tablosu’na Kur’ân gibi, söz üstadlarının dahi karşısında söz söylemekten âciz kalıp lâl kesildikleri, hatta onun belâgati karşısında secdeye kapandıkları bir mucize lütfedilmiştir.

Evet, Kur’ân, şu âyetleriyle bütün şair ve edipleri münazara meydanına davet etmiş ve onlara meydan okumuştu.. ve okuyor: “Eğer kulumuz (Muhammed)e indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu yapamazsanız –ki elbette yapamayacaksınız– yakıtı, insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden sakının; zira o ateş böyle kâfirler için hazırlanmıştır.”37

“Yoksa, O’nu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan başka gücünüzün yettiklerini de çağırın da (ve hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin.”38

“Yoksa, ‘Onu (Kur’ân’ı) kendisi uydurdu’ mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah’tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da, onun gibi, velev uydurulmuş on sûre olsun getirin.”39

“De ki: Andolsun, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak üzere ins ü cin bir araya gelseler ve birbirlerine destek olsalar, yine de onun mislini asla getiremezler.”40

وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Eğer kulumuza (peyderpey) indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız –ki tereddüde düşmemeniz gerekmektedir– haydi onun misli bir sûre getirin.”41

Âyet-i kerimede geçen إِنْ kelimesinden anlaşılmaktadır ki, bu âyetin muhatapları zayıf bir şüphe içinde bocalayıp durmakta ve kuşkular içinde bocalıyormuşçasına kendi şüphelerinin altında ezilmektedirler.

Ayrıca bu âyet-i kerimedeki, “Haydi onun misli bir sûre getirin. Eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) de çağırın.” ifadeleriyle de, âdeta onlara şöyle denmektedir: Allah’tan başka bütün şahitlerinizi, şair ve ediplerinizi, bugün ve yarın size yardımcı olacağını sandığınız ne kadar ehl-i ilim ve mârifet erbabı varsa onları da çağırın. Aranızda fikir birliği yapıp bütün alternatif düşüncelerinizi ortaya koyarak Kur’ân’ın sûrelerinden yalnızca bir surenin benzerini ortaya koyunuz.

Tarih şahittir ki, şimdiye kadar Kur’ân’ın, değil bir sûresine, tek bir âyetine dahi nazire yapılamamıştır. Zira Kur’ân’ın lafızlarındaki harikulâde seçim, terkiplerindeki fevkalâde selâset ve âhenk, mânâ ve üslûbundaki büyüleyici nizam, şiiriyet –şiir değil– ve mûsıkî; lafız ile mânâsının arasındaki münasebet ve mutabakat ve gaybe ait açtığı muhteşem pencerelere kadar her şeyiyle bir sûre veya âyet meydana getirmek, Allah’tan başka kimsenin ortaya koyamayacağı harikulade bir hâdisedir.

Evet, bütün bu tevcihleri bir arada mütalaa edip göz önünde bulundurarak Kur’ân’ın sûrelerinin misli bir sûre veya bir âyet meydana getirmenin beşer takatinin çok çok üstünde olduğu görülecek ve hayrete düşülecektir. Evet Kur’ân, bütün bu harika yönleriyle herkese meydan okumuş olmasına rağmen şimdiye kadar ona nazire yapmaya kalkıp da âleme maskara olan üç-beş densizin, kendilerini gülünç duruma düşürecek teşebbüslerinin dışında herhangi bir şey göstermek mümkün olmamıştır. Herhangi bir şey göstermek şöyle dursun, o gün Ukaz ve Kaynuka gibi panayırlarda, kendileri için büyük tahtlar kurulan ve bu tahtların üstünde pek çok söz sultanı –bunların arasında A’şâ, Lebid, Hansâ gibi o günün dev şairleri de vardır– Kur’ân’ın mu’ciz ifadeleri karşısında dize gelmişlerdir. Ayrıca bunlar arasında Müslüman olmadan önce ilhamla söz söylüyor gibi algılanan ve insanların etrafında pervaneler gibi döndükleri Lebid türü öyle şairler vardı ki, Kur’ân’ın mu’ciz-beyan ifadelerini duyunca ona teslim olmuş ve şiirle iştigalden vazgeçmişlerdir. Evet, Kur’ân bunların düşünce dünyalarına girdikten sonra, bir daha şiir yazmamışlardır.42

Öyle ki o dönemin bütün şair ve ediplerinin hepsi, Kur’ân’ın baş döndürücü o sihirli ifadeleri karşısında âdeta büyülenmişlerdir. Oysaki onlar, dile ve dilin bütün inceliklerine vâkıf kimselerdi. Öyle ki bir tek cümleye secde edecek kadar şairane derin duygular taşıyorlardı. Şiirleri altın yaldızlarla yazılıp Kâbe’nin duvarına asılan o “Muallakât-ı Seb’a” şairlerinden hayatta olanlar, Kur’ân nazil olunca şiirlerinin artık bir kıymet ifade etmediğini anlamış ve onları kendi elleriyle Kâbe duvarından söküp atmışlardı. Evet o gün Kur’ân’dan birkaç âyet olsun dinleyen hemen herkes, ona nazire yapılamayacağını ve onun bir mislinin meydana getirilemeyeceğini itiraf etme zorunda kalıyordu.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın meydan okuması sadece o döneme münhasır değildir. Şöyle ki o asırdan sonra da bir kısım dâhi şairler yetişmiş, hatta bunlardan bazıları şiiri putlaştıracak kadar da büyütmüşlerdir ama, onların yazdıklarına dikkatle bakıldığında, çoğunun sunilik, tekellüf ve bir kısım tumturaklı sözlerden ibaret olduğu görülecektir. Meselâ, belli bir döneme damgasını vuran meşhur şairlerden Maarrî; “Ben şiirin peygamberiyim” diyecek kadar ileri giden Mütenebbî, kibir ve azamet kokan o muzahref sözleriyle sözde Kur’ân’a nazire yapmaya kalkışmışlardır ama, bu mağrur kâmetlerin şiir divanlarında, değil Kur’ân’a nazire bulmak, büyük ölçüde muhtevanın hiciv, bedbinlik, iddia ve karamsarlıktan ibaret olduğu müşâhede edilecektir. Bu kemtâli’liler, bir kısmı yirminci asrın nihilistleri gibi hiç mi hiç bu dünyadaki mevcudiyetlerinin sebeb-i hikmetiyle, zerreden küreye kadar şu kitab-ı kebir-i kâinatta cereyan eden baş döndürücü nizamın cereyan etme keyfiyetiyle ve “varlığın ille-i gayesiyle” ilgilenmemişler; hatta basit bir mevzuu süslü püslü ifadelerle anlatmadan öte kıymet-i harbiyesi olan herhangi bir şey ortaya koyamamışlardır.

Maarrî’nin de iddia ve çalımda bedbinlik ve karamsarlıkta Mütenebbî’den aşağı kalır bir tarafı yoktur. Şiirleri baştan başa müdâhene, övgü, hiciv gibi karanlık ve zulmanî tablolarla dopdolu olan bu tâli’siz insan, hep karanlık geceleri dile getirmiştir. Zaten böylesine karanlık ruhların, insanlığın his, düşünce, tasavvur, niyet ve hedeflerine tercüman olmaları da düşünülemez. Ruh dünyaları lâhûtî esintilere kapalı olan bu zavallıların, insanların ruhî, kalbî ve ledünnî yapılarına dair bir şey söylemeleri, düşünceleri âhenk ve intizam içinde zapturapt altına almaları ve genel olarak fert ve topluma hedef ve idealler tayin etmeleri tamamen imkânsızdır. Oysaki bütün bunlar çok ciddî hususlardır ve gönüllere inşirah salan Kur’ân’ın ele aldığı temel konulardandır.

Şu anda mevzumuz bu olmadığı için, burada o konuya temas etmeyecek ve sadece bir hususu belirtip geçeceğim.

Bugün bütün kütüphanelerdeki manzum ve mensur eserler taranabilse ve bütün dil üstadları bir araya gelerek Kur’ân’a misil olabilecek bir şey ortaya koymaya çalışsa onun bir tek sûresine, hatta bir tek âyetine bile bir nazire getiremeyeceklerdir. Bu önemli hakikat, dün ve bugün geçerli olduğu gibi yarın da geçerli olacaktır. Zira böyle olacağını bizzat Kur’ân, “Eğer kulumuz (Muhammed)e indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu yapamazsanız –ki elbette yapamayacaksınız– yakıtı, insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır.”43 âyetiyle gaybî olarak on dört asır önce haber vermiş olmasına rağmen bugüne kadar da böyle bir şey yapılamamıştır.

Burada hemen ifade etmeliyim ki, Maarrî ve Mütenebbî gibi Kur’ân’a nazire yapmaya kalkışanlar, hiçbir zaman “Bizim sözümüz vahiy gibidir” dememişler ve sadece hiç kimse tarafından söylenemeyecek bir kısım güzel sözler söylemeye çalışmışlardır. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, hem dost hem de düşman çevrelerden yüz binlerce insan, şiir ve yazılarını süsleyip güzelleştirmek ve tesir gücünü arttırmak için Kur’ân’ın âyetlerinden iktibaslar yapmış ve bu sebeple de sık sık Kur’ân’a müracaat edegelmişlerdir. Bu da, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın esrarengiz ifade ve beyanlarından hiçbir zaman müstağni kalınamayacağını göstermektedir.

Şimdi tekrar âyet-i kerimeye dönerek kaldığımız yerden tahlile devam etmeye çalışalım: “Bunu yapamazsanız…” Yani Kur’ân’ın bir sûresine hatta bir âyetine misil olabilecek bir söz ortaya koyamazsanız, “Ki (bunu) elbette yapamayacaksınız.” Öyleyse hiç olmazsa haddinizi bilip, akıbetinizi düşünerek “Yakıtı, insan ve taş olan Cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır.”

Ayrıca, âyetin herkese meydan okumasının yanında şunu ima ettiği de sezilmektedir: Siz, taş ya da odun değil; şuur, idrak, his ve kalb sahibi “insanlar”sınız. Dolayısıyla aklınızı başınıza toplayıp iyi düşünün; düşünün ve sîret olarak taş ya da oduna dönüşerek Cehennem’e yakıt olmayın ve donanımınız çerçevesinde kemalât-ı insaniye semasına çıkmaya çalışın.. hem bilin ki, Kur’ân’ın misli olamaz ve ona asla nazire yapılamaz. Öyle ise ona misil getirebilme yolunda beyhude yorulmayın. Aslında Allah (celle celâluhu), size, bu akıl ve insan olma pâyesini, şuur ve istidatlarınızı geliştirmeniz ve esfel-i sâfilîn vadilerinde sürünmemeniz için vermiştir.

Bundan başka şu iki hususa da dikkat etmek lazımdır:

1. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’a bir nazire yapılıp yapılmadığını anlayabilmek için, az da olsa dile vukufiyetin yanında edebî zevk ve ifade inceliğine âşinâ bulunmak, belâgat, fesahat, i’caz vs. gibi konularda malumat sahibi olmak gerekir. Bu konularla alâkalı herhangi bir bilgi birikimi olmadan, sadece bu mevzuda söz söyleyenlerin söyledikleriyle yetinen birisinin, onun inceliklerini anlaması mümkün değildir. Bu mevzuda söz söyleyenlere itimadı olmayanların kendileri araştırma yapma mecburiyetindedirler. Bütün bunları bilmeden, işin tekniğini kavramadan, Kur’ân hakkında değerlendirmeler yaparak ileri geri konuşanların sözleri, bir değer ifade etmediği gibi, böyle bir sahada söz söylemeye hak ve salahiyetleri de yoktur.

2. Yukarıda meali zikredilen Bakara sûresinin 23 ve 24. âyet-i kerimelerinde dikkat çekici iki nokta daha vardır: Evvelâ, âyet-i kerimede نَزَّلْنَا “Biz indirdik” ifadesiyle Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ı Kendisinin indirdiğini ve onun Kendisine ait olduğunu; sâniyen عَلٰى عَبْدِنَا “Kulumuz (Muhammed)e” ifadesiyle Hz. Muhammed’in de bir kul olduğunu bildirmektedir.

Evet, her şeyin nisbeti O’nadır (celle celâluhu). Şayet Kur’ân ve Sahib-i Kur’ân, Allah’a nisbetten koparılacak olursa, her ikisi de sahip oldukları muallâ mevkii yitireceklerdir. Meselâ, “Hele şu Kur’ân’ı bir de beşer sözü olarak kabul edelim de öyle inceleyelim” veya “Meseleyi önce objektif olarak, tarafsızca ele alalım” gibi safsatalar, sadece birer aldatmacadan ibarettir. Zira Kur’ân, Allah’a nisbet edilmezse nasıl izah edilebilir ki?. Aynı şekilde Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın kulu ve Resûlü olarak kabul edilmezse, O’nun fevkalâde cesareti, harikulâde sabrı, hilmi, irfanı, o veciz ifade ve beyanları, o büyüleyici tavır ve hareketleri ve insanların gönüllerini daha ilk bakışta fethetmesi, o müthiş irade ve firaseti, ismet ve fetaneti ne ile açıklanabilir?.

Hâsılı, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, her şey O’nundur ve O’na nisbet edilmelidir. Zira şu güzellikler “meşheri kitab-ı kebir-i kâinat” tesadüf ve sebeplerin değil, her şeye kâdir olan Zât-ı Zülcelâl’in eseridir. Dolayısıyla asrımızda eşyayı Cenâb-ı Hakk’a nisbetten kopararak bir nevi dinsizlik yolunu tutan pozitivist ve rasyonalist yaklaşımların düştüğü yanlışlığa düşmemeli; Kur’ân ve Sahib-i Kur’ân’ı ele alırken, Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı, Hz. Muhammed’in de O’nun kulu ve resûlü olduğu unutulmamalıdır!..

Belli bir zamanla mukayyet olmayan gaybî haberlerden biri de şu âyetle işaretlenmektedir: فَاصْبِرْ إِنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ فَإِمَّا نُرِيَنَّكَ بَعْضَ الَّذِي نَعِدُهُمْ أَوْ نَتَوَفَّيَنَّكَ فَإِلَيْنَا يُرْجَعُونَ “(Ey Resûlüm) Sen sabret. Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını ya sana gösteririz yahut seni vefat ettiririz. (Nasıl olsa) onların hepsi Bize döndürülecektir.”44

Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerimede de, bir yönüyle Efendimiz’i teselli etmekte, diğer yandan da başına gelen musibetlerin neticesiz olmadığını bildirerek, O’na sabretmesini tavsiye etmekte ve “Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir.” ifadeleriyle kendi muradını gerçekleştireceğini bildirmektedir.

Şimdi gelin hayal dünyamızda şöyle bir insan tasavvur edelim ki, bu insan, olabildiğine şirazesiz ve darmadağınık bir cemaat içinde zuhur etmiş ve tek başına bütün insanlığa âdeta meydan okumaktadır. Olabildiğine çarpık ve fasit fikirlerin, insanlığın hayatına hâkim olduğu bir devirde, yepyeni düşüncelerle gelerek, dünya çapında çok hayati bir kısım inkılapların planından söz etmekte ve bu inkılapların prensiplerini onlara kabul ettirmeye çalışmaktadır; çalışmaktadır ama dinleyen de çok azdır. Dahası bu toplumda bir yandan sefahet ve rezalet hükmetmekte, diğer yandan da bazıları putlara kurban keserek onlardan medet ummaktadır. İşte insanlar arasında, hem de din adına bin bir hurafenin yaşandığı, rezalet ve şenaatlerin ayyuka çıktığı, bazılarınca Kâbe’nin çırılçıplak tavaf edildiği bir dönemde, O’nun yaptığı şeyleri görmemezlik, bir körlüktür.

Evet, işte bu tür tablolar ile resmedilen o karanlık atmosferde, Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir güneş gibi tulû ediyor ve onlara ancak cennettekilerin yaşayabileceği en nezih hayat düsturlarını sunuyordu. İnsanların, olabildiğine sefahet içinde bulundukları bu karanlık devrede, bu prensiplere karşı hüsnükabul göstermeleri aklın kabul edeceği bir şey değildir. Nebiler Serveri’nin, oldukça kısa bir zamanda o sefahet bataklığında yaşayan insanlara hak ve hakikatleri anlatabilme ve onları hidayete sevk edebilmedeki başarısı tamamen bir inayet-i ilahidir ve elinde sadece Kur’ân vardır. Evet o Hidayet Güneşi’nin hutbesi o, tesellisi o ve problemlerinin çözümü de ondadır. O, insanlara kurtuluş yollarını gösterebilmek için türlü türlü eziyet ve hakaretlerle maruz kaldığı, kalbinin kırık ve mahzun olduğu hemen her zaman Allah’a sığınmış ve onun sayesinde hep dimdik ve ümitli kalabilmiştir. Allah (celle celâluhu) O’na: “(Ey Resûlüm) Sen sabret. Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını ya sana gösteririz yahut seni vefat ettiririz. (Nasıl olsa) onların hepsi Bize döndürülecektir.”45 buyurmuş ve teyidat vaadinde bulunmuştur.

Burada “Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir.” ifadesiyle vaadedilen hususlar çerçevesinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in mesajının dört bir yanda şehbal açacağı.. –Allah’ın tevfik ve inayetiyle– O’nun insanlar üzerinde hükümran olacağı.. ümmet-i Muhammed’in şarktan garba kadar her yerde bir ses ve soluk haline geleceği.. Din-i Mübîn-i İslâm esaslarının her yerde saygı göreceği.. Kur’ân-ı Kerim’in ellerde, dillerde, gönüllerde olacağı ve herkesin ona hürmet edeceği ve onu anlama mevzuunda âdeta yarışılacağı… gibi hususlar, gaybî surette işaretlenmektedir.

Allah Teâlâ, bu müjdeyi Efendimiz’e, O’nun bin bir gâile ile kuşatılmış bulunduğu ve O’na kimsenin destek olmadığı bir zamanda vermiştir. Vaadedilen bu hususların tahakkuk edeceğine dair herhangi bir emarenin olmadığı o gün, hiç kimse bunların gerçekleşeceğine ihtimal bile veremezdi. Ama Allah (celle celâluhu), Elçisine: “Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını ya sana gösteririz yahut seni vefat ettiririz.” buyuruyordu ki, bundan şu iki hususu anlamak mümkündü: Birincisi, âyette olduğu şekliyle, “Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını ya sana gösteririz, yahut seni vefat ettiririz”; ikincisi ise, âyetteki أَوْ “veya” bağlacını “ve” mânâsına hamlederek, “Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını sana göstereceğiz ve seni vefat ettireceğiz. Nitekim öyle de oldu.

Cenâb-ı Hakk’ın, vaadettiği bu şeylerin bir kısmı Allah Resûlü’nün hayatında, diğer bir kısmı ise, O vefat ettikten sonra zuhur edivermişti. Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendi döneminde Mekke’nin fethini, ümmetinin Bizans önlerinde savaştığını, değişik kavim ve kabilelerin fevç fevç İslâm’a dehalet ettiklerini gördüğü gibi, Abbasi, Emevi, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerini –ruhaniyetiyle muttali olması hariç– müşâhede edememişti…

Nebiler Serveri’nin uhdesinde risalet vazifesi gibi devâsâ bir sorumluluk vardı ve O, yüce davasına bütün kalbiyle bağlıydı. Allah (celle celâluhu) gaybî bir surette seneler önce O’na göstermeyi vaadettiği şeyleri vakt-i merhûnu geldiğinde birer birer gösteriyor ve onun içine inşirahlar salıyordu. Müslümanlar, Efendimiz ile birlikte Hudeybiye’den önce umre niyetiyle yola çıkmışlardı. Ama Kureyş, onlara fırsat verme niyetinde değildi. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), en tabiî hakları ve istekleri olan Kâbe’yi tavaf etmeye bile kâfirlerin izin vermeyeceklerini, gerekirse kılıç kullanacaklarını duyunca irkilmiş ve hislenmişti; hislenmiş ve “Bu adamlar (Kureyş) harpten başka bir şey bilmiyorlar. Vallahi Allah bu dini izhar edinceye kadar ben de bu mücahedeme devam edeceğim. Ya bu kafile Mekke’ye gider veya onlar mağlup olurlar.”46 buyurmuştu.

İşte bu noktada Hudeybiye’de yaşanan hâdiselere bir de, “(Ey Resûlüm) Sen sabret. Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir (ve gerçekleşecektir). Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını ya sana gösteririz, yahut seni vefat ettiririz..” âyeti perspektifinden bakılacak olursa, Cenâb-ı Hakk’ın âyet-i kerimede vaadettiği hususlardan birinin de, Hudeybiye’den hemen iki sene sonra gerçekleşecek olan “Mekke’nin fethi” olduğu tebarüz eder.

Kur’ân’da zikredilen, mutlak ve herhangi bir zamanla mukayyet olmayan gaybî haberlere dair son örneği, Nûr sûresinden vereceğimiz bir misalle noktalamayı düşünüyorum: وَعَدَ اللّٰهُ الَّذِينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لَا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا “Allah, sizden iman edip salih amel yapanlara kat’i vaad buyuruyor ki; onlardan öncekilerini yeryüzünde hükümran kıldığı gibi, onları da hükümran kılacak ve onlar için seçip beğendiği dinlerini yaşama güç ve kuvveti vererek, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir. Öyle ki artık onlar hep Bana kulluk eder ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar…”47

Bu âyet-i kerimede Allah (celle celâluhu), mü’minlere –iman edip salih amel işlemek şartıyla– Asr-ı Saadet’ten kıyamete kadar geçerli olabilecek bazı vaadlerde bulunmaktadır. Ne var ki vaadedilen bu hususlara mazhar olabilmek için, sadece fert veya toplumların iman edip iyi davranışlarda bulunması da yeterli görülmemekte, Allah’a (celle celâluhu) eş-ortak koşmadan kullukta bulunma, nankörlük ve şirke girmemenin de önemli birer esası olarak üzerinde durulmaktadır.

Her şeyden evvel Cenâb-ı Hak, “Allah, sizden iman edip salih amel yapanlara vaat etmiştir ki, daha öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, sizi de öyle yeryüzünde hükümran kılacak…” ifadeleriyle gaybî bir surette, iman edip salih amel işleyenlere, daha önce Hz. Davud ve Hz. Süleyman’a lütfettiği gibi, yeryüzünde hükümranlık ihsan edeceğini bildirmektedir.

Bu noktada bir an geriye dönüp âyetin nazil olduğu, yani gökten bir damla yağmurun düşmediği, yerde bir tek otun bitmediği, kalb ve gönüllerin taş gibi kaskatı olduğu, Kur’ân-ı Kerim’e karşı ciddî reaksiyonların birbirini takip ettiği ve Nebi’nin mahzun, ümmetinin mağmum; yani ortada henüz hiçbir ümit emaresinin bulunmadığı bir dönemde böyle bir vaad, bazı inananlara bile âdeta muhal gelecektir. Çünkü henüz ümit emaresi olunabilecek bir tek ışık bile yoktur.

İşte, bu şartlar altındaki böyle bir müjde, hakiki mü’minler adına kurtuluş vaadeden tam bir gaybî haberdir. Nitekim Allah (celle celâluhu), bu vaadini sonraki tâli’lilere gösterecek ve Kur’ân’ın zamana ve asırlara nasıl meydan okuduğunu ilan edecektir.

Ayrıca Allah Teâlâ, bu âyette: “… ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini onlar hesabına sağlamlaştıracak…” buyurarak, mü’minler için razı olduğu dine temkin verip onun prensiplerine istikrar kazandıracağını ve her türlü değişme, bozulma ve yozlaşmadan onu muhafaza edeceğini haber vermektedir ki işte bu sayede din, inançlı gönüllerde kök salıp, onların hayatlarına hâkim olacaktır.

Kur’ân’ın gaybî bir surette bunları haber verdiği devirde din, henüz aile ve toplum içinde yerleşip istikrara kavuşamamıştı. Şayet, mü’minler en zayıf günlerini yaşadıkları o gün, bu vaadleri bildiren, Kur’ân-ı Kerim olmasaydı, inanan insanların pek çoğunun dahi böyle bir şeye inanmaları çok zor olabilirdi.

“Ve korkularının ardından onları (tam) bir güvene erdirecektir.” âyetiyle de Cenâb-ı Hak, herhangi bir toplumda dinî duygu tam oturunca emniyetin de kendiliğinden gelip yerleşeceğini, sineleri inançla coşan kişilerin kalb ve kafalarında hiçbir korkunun kalmayacağını, herkesin yürekten Allah’a kulluk yapacağını gaybî bir şekilde haber vermektedir.

Evet, âyet, açık olarak mü’minlere yeryüzü mirasçıları olduklarını vaadetmektedir. Ancak burada vaadedilen hükümranlığın sadece maddî bir hükümranlık, saltanat ya da insanları halâik gibi kullanan kuru bir hakimiyet şeklinde değerlendirilmesi de kat’iyen doğru değildir. Nasıl olabilir ki, âyette vaadedilen bu hükümranlığın, herkesin huzur ve saadetini teminat altına alıp garanti etmesi, Müslümanların sair millet ve devletler arasında hakem durumuna gelmesi, bu suretle yeryüzünde sulh ve sükûnu yerleştirmesi, huzursuzluk ve anarşi çıkaran yığınların hizaya getirilmesi, âsilerin ikaz ve tedip edilmesiyle insan mutluluğunu ihlal edecek her şeyin ortadan kaldırılması gibi mesuliyetli ve sorumluluğu oldukça yüksek bir muvazene unsuru olma hususuna vurguda bulunulmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim, bunları henüz bütün birimleriyle bir İslâm devletinin teşekkül etmediği bir dönemde vaadetmiştir. Ancak Allah (celle celâluhu), Nebiler Serveri’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) hemen sonra nisbî seviyede de olsa bu gaybî ihbarını tahakkuk ettirmiş ve istenildiği şekliyle daha dört halife döneminde dünyanın önemli bölgelerinde, hem de Kur’ân’da zikredildiği şekliyle o hükümranlığı temsile Müslümanları muvaffak kılmıştır.

Burada önemle üzerinde durulan husus hakkaniyetin hükümranlığıdır. Oysaki, bu âyetin nazil olduğu günlerde, âyette vaadedilen hususların tahakkuk etmesi imkânsız denilebilecek kadar uzaktı. Daha sonraları ve hatta günümüzde din, gönüllere öylesine yerleşti ve yerleşiyor ki, her an yeni yeni İslâm’a dehaletler, Müslümanlara âdeta yeni bir Asr-ı Saadet neşvesi yaşatmakta.. evet bugün Efendimiz, yiyip içmesi, oturup kalkması, yürümesi, insanlara muamelesi… gibi zorlayıcılığı olmayan, farz ya da vacip kabul edilmeyen hâlleriyle bile, inanmış gönüller tarafından heyecanla örnek alınmakta ve milimi milimine O’na uyulmaktadır.

Doğrusu, geçmişte olduğu gibi din, bugün de –Allah’ın inayet ve keremiyle– bir kere daha kalb ve gönüllerde rüsuh bulmaktadır. Asr-ı Saadet’te yaşanan aşk, iştiyak ve heyecan, –Allah’a sonsuz şükürler olsun ki– bugün yeniden bir kere daha yaşanmakta ve ümit bahşeden bu manzara âdeta hicranlı sinelere su serpmektedir. Allah’ın (celle celâluhu), “… ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini oturtup sağlamlaştıracak…” şeklindeki gaybî ihbarı, bir kere daha tedricî olarak tekerrür etmektedir.

“Ve O, korkularının ardından onları (tam) bir güvene erdirecektir.”

Habbab b. Eret anlatıyor: Müslümanlar Mekke’de sığınacak bir yer bulamıyorlardı ve Medine-i Tâhire’ye hicret etmek zorunda kalmışlardı. Hicret ettiler ama, uzun zaman orada da hep aynı endişeleri yaşadılar.. evet çevredeki kefere ve fecerenin ve içerideki münafıkların endişesi orada da onları sürekli tedirgin ediyordu.. ve herkes âdeta kılıcı belinde yaşıyordu. Baskı ve tedhiş tahammül eşiğini aşınca, bir gün sahabe, huzur-u Risaletpenahi’ye gelerek “Yâ Resûlallah! Bu korkunun bir sonu yok mu?” dediler. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara hitaben: “Sabredin, Allah korkuyu giderecek ve gönüllere emniyet bahşedecektir. Öyle ki Hadramut’tan Şam’a kadar, tek başına bir kadın hevdecinde, hem de hiçbir endişe duymadan ve yanında kimse olmadan seyahat edebilecektir.”48 buyurmuşlardı.

Vahşetin olabildiğine azgınlaştığı o dönemde, gerçekleşmesine ihtimal verilemeyecek böyle gaybî bir müjde o gün nasıl karşılandı onu bilemeyeceğim ama, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devirlerinde o emniyetin tastamam yaşandığı da bir gerçekti. Allah (celle celâluhu), o günkü Müslümanlara bahşettiği emniyeti bu ümmete de –inşâallah– yeniden yaşatacaktır. Çünkü yukarıda zikrettiğimiz âyet, gaybî bir tarzda kıyamete kadar bütün Müslümanlar için aynı şeyin söz konusu olduğunu belirtmektedir. Âyet-i kerimedeki, “Onlar hep Bana kulluk ederler ve Bana hiçbir şeyi asla eş ortak koşmazlar…”49 beyanıyla da Allah, İslâm’ın yeryüzünde kendini ifade etmesiyle büyük ekseriyetin O Zât-ı Ecell ü A’lâ’ya ibadet edeceğini ve O’na şirk koşmayacağını haber vermektedir.

Evet, bu âyetin verdiği haber değerlendirilirken, hayalen Mekke dönemine gidilebilse, ortalıkta bir sürü putun bulunduğu, her kabile ve oymağın kendi putuna tapmakta olduğu, toplumun kargaşaya kurban gittiği, putperestliğin kalb ve gönüllere hükmettiği, putlara hediyeler takdim edilerek onlardan yardım dilenildiği ve her tarafta sahte itikat ve inançların revaçta olduğu görülecektir. Bu gaybî haberi bugün ele aldığımızda da, yine Kur’ân’ın o eşsiz mucizevî yanıyla karşı karşıya gelinecektir. Zira her şeye rağmen bugün bile milyonlarca insan âyetteki vaad çizgisinde Allah’a kulluk yapmakta ve gerçek mânâda sadece O’na ibadet ve itaatte bulunmakta, şirkten uzak, en hâlis niyet ve teveccühlerle hep O’na yönelmektedir.

O gün, o ilk müjdeyle şahlanan Müslümanlar daha sonra Hz. Ömer dönemi, Emevi ve Abbasi devirlerinde yapılan fütuhatla, Afrika kıtasından İç Asya steplerine kadar yayıldı ve Kur’ân’ın, yukarıda zikrettiğimiz âyeti ve daha başka âyetleriyle gaybî bir tarzda verdiği müjdeleri gerçekleştirdi ve devletler muvazenesinde önemli bir unsur hâline geldiler.

İşte bütün bunlar göstermektedir ki, Kur’ân, verdiği gaybî haberlerde dahi eşi, menendi olmayan bir kitaptır ve bu konuda onunla yarışacak başka bir kitap da yoktur. Evet o, bu haberleri, değişik devir ve asırlara tasdik ettirerek her zaman akıllarda hayranlık uyarmaktadır. Ümit ediyoruz ki, dünya muhtaç olduğu bu mucize kelâma en içten beklentileri ve ihtiyaçları ile yeniden teveccüh eder ve insanlık bir kere daha ebedî saadetin kaynağına doğrudan doğruya ulaşmış olur.. evet bugün insanlık canı dudağında, son bir kere daha onun hayatbahş olan soluklarını beklemektedir.

E. Şahıslarla İlgili Gaybî Haberler

Kur’ân-ı Kerim, bazen kapalı da olsa bir kısım kimselerin akıbetlerinden bahseder ki, onun bu gibi şahıslar hakkında verdiği haberler, mevsimi gelince aynıyla zuhur etmiştir. Evet o, bir şahıs hakkında “imansız” hükmünü vermişse, o hayatı boyunca hep dalâlet içinde yaşayarak; bir başkası için “Cehennemlik” demişse, o da ömrünü o çizgide sürdürerek o uğursuz akıbetlerine doğru yürümüşlerdir. Hatta bu şahıslardan bazıları, imana bir adım kala yeniden kibir, gurur, makam hırsı veya başka ihtiraslara kapılarak küfür ve dalâlet yolunu seçip Kur’ân’ın haber verdiği şekilde dünyadan göçüp gitmişlerdir.

Şimdi isterseniz, konuyu bazı misallerle biraz daha açalım: Tefsircilere göre, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın haber verdiği şahıslardan birisi Velid b. Muğire’dir. O, hem çok sayıda evlâda hem de bol miktarda mala sahip olan, oldukça zengin biridir. Aristokratlar arasında yetişmiş, oranın edep ve irfanına sahip bulunan, dolayısıyla konuşmasını da iyi bilen ve hemen her yerde itibar gören bir insandır. Velid b. Muğire vahyin ilk yıllarında Resûl-i Ekrem’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşılaşmış, O’ndan Kur’ân’ı dinlemiş, sözden iyi anladığı için de Kur’ân’ın ifadelerinin tesirinde kalmış ve O’nun bir beşer kelâmı olamayacağını hemen anlamıştı; anlamıştı ama, kibir ve gururu Müslüman olmasına engel olmuştu. Evet, kibir ve gururuna yenilen bu tâli’siz insan, evvelâ Kur’ân hakkındaki kanaatlerinde oldukça insaflı davranmıştı:

“Vallahi, Muhammed’den az önce bir söz dinledim ki, o ne ins ve ne de cin sözüdür. Onun kendine has bir tatlılık ve halâveti var ki, yukarısı meyveli, aşağısı bereketli ve zemini de oldukça sulu.. bu itibarla o kesinlikle bir gün mutlak üste çıkacaktır ve kat’iyen aşılamayacaktır.” Buna karşı Kureyş, “Velid sapıttı; vallahi bütün Kureyş de sapıtacaktır!” dediler. Bunu işiten Ebû Cehil, “Ben onun hakkından gelirim!” diyerek kalkıp öfkeli öfkeli Velid’in yanına vardı ve “Ey Velid! Kavmin sana vermek için mal topluyor. Çünkü sen Muhammed’den bir şeyler elde etmek için O’nun yanına gidiyormuşsun!” dedi. Bunun üzerine Velid: “Kureyş bilir ki, ben onların malca en zenginiyim.” şeklinde konuştu. Bu defa Ebû Cehil: “O hâlde O’nun hakkında bir söz söyle de kavmin işitsin ve senin O’nu sevmeyip inkâr ettiğini anlasın.” teklifinde bulundu.

Velid: “Ne diyeyim, içinizde şiiri, kasideyi ve cin sözlerini benden daha iyi bilen biri yoktur. O’nun söylediği bunların hiçbirine benzemiyor” deyince; Ebû Cehil: “Yok, mutlaka bir şey söylemelisin!” ısrarında bulundu, o da kalkıp kavminin toplandıkları yere geldi ve “Siz, ‘Muhammed mecnun!’ diyorsunuz; O’nda hiç cinnet emaresi gördünüz mü? ‘Kâhin!’ diyorsunuz; O’nu hiç kâhinlik yaparken müşâhede ettiniz mi? ‘Şair!’ diyorsunuz; O’nu hiç şiirle uğraşırken ve şiir söylerken gördünüz mü? ‘Yalancı!’ diyorsunuz; O’nun hiç yalan söylediğini duydunuz mu?” diye konuştu. Onun bu soruları karşısında orada bulunanlar: “Hayır. Ama peki öyleyse O nedir?” dediler. Velid de: “Durun bir düşüneyim!” dedi ve uzunca bir bekleyişten sonra da, “Bu (Kur’ân), olsa olsa sihirbazlardan öğrenilip nakledilen bir sihirdir ve bu, insan sözünden başka bir şey değildir.” şeklinde mırıldandı. Onun bu sözleri üzerine de Kureyş, onu alkışlayarak oradan ayrıldılar.50

Kur’ân’a bu kadar yaklaşan, onun mânâ ve muhtevasını bu derece kavrayıp âlî ve mukaddes bir kelâm olduğunu hisseden bir insanın hâlâ küfürde inat etmesi, hakikate karşı kibir, zulüm ve inhiraf olduğundan Kur’ân onu da ebedî idamlıklar arasına soktu, hem kâfirce, zalimce tavırlarını hem de su-i akıbetini şöyle bir resimle ortaya koydu:

“Zira o, düşündü taşındı, kendince ölçtü biçti.Canı çıkasıca, bu ne biçim ölçüp biçmekti!Kahrolası nasıl (ölçüp biçti) ve nasıl ölçtü biçtiyse!Sonra (başını kaldırıp halka) baktı.Sonra kaşlarını çattı, suratını astı.Sonunda da, kibrini yenemeyip sırt çevirdi.‘Bu (Kur’ân) dedi, olsa olsa (sihirbazlardan öğrenilip) nakledilen bir sihirdir.Ve bu, insan sözünden başka bir şey değil.’(Allah da) Ben onu sekara (Cehennem’e) sokacağım.”51

buyurdu.

Bu ifadelerden evvela şu hususları anlamak mümkündür:

1. Bu sihir, çok farklı ve bütün sihirleri aşkın tesirli bir sihirdir.

2. Kur’ân büyüsünün insan üzerinde anlaşılmayan bir tesiri söz konusudur.

Bir mânâda her tarafa çekilebilen bu sözlerden anlaşılan şudur; Velid b. Muğîre, her ne kadar çevresindekilere böyle söylese de, içinden Kur’ân’ın bir sihir olmadığını çok iyi bilmektedir. İhtimal ki o, bu sözlerle Kur’ân’ın tesirini anlatmak ve “Kur’ân’ın bizzat kendisi sihir değildir ama sihir gibi insanları büyülüyor.” demek istemiştir. Bu da vak’anın raporundan başka bir şey değildi.

Bu, günümüzde de bir kısım inkârcıların, Allah’ın kâinattaki o baş döndürücü tasarrufunu görmezlikten gelerek, varlık ve hâdiselere fennî birer nam takıp bu namlar her şeyi izah ediyormuş gibi eşyayı tarif ve tefsir etmelerine benzemektedir. Meselâ, kâinatta bütün kütleler birbirini çekmektedirler. Kütleler arasındaki bu çekim (câzibe) kuvveti, cisimlerin kütleleriyle doğru orantılı, aralarındaki mesafenin karesiyle de ters orantılıdır. Dolayısıyla dünya ile güneş de birbirlerini karşılıklı olarak çekmektedirler. Bu çekim kuvvetinden dolayı dünya güneşin etrafında bir sapan taşı gibi döndürülmektedir ki, bu çekme hâdisesine fizikte “Nevton Çekme Kanunu” denilmektedir.

İşte böyle bir yaklaşım, sadece o hâdiseye bir isim takmaktan ibarettir. Sadece fennî bir nam takmakla henüz tam olarak bilinmeyen o hâdisenin mahiyetinin anlaşılmayacağı açıktır. Bu noktada bir kısım zâhirperestler, her zaman aldanagelmişlerdir. Bir kere her şeyden evvel acaba, “Bu baş döndürücü çekim kuvvetini yoktan yaratan kimdir?” sorusuna makul cevap bulunmalıdır. Bu çekim kuvveti, insan yaratılmadan milyarlarca yıl önce de var olduğuna göre herhâlde bu kanunu ne Nevton ne de bir başka insan yaratmadı! Öyle ise bütün kâinatla beraber onu yaratan da ezel ve ebed sultanı Cenâb-ı Hak’tır. Burada insanlara düşen vazife, sadece bu kanunu keşfedip, varlığını anlamak ve onu değerlendirmektir.

Evet, câzibe de, Allah’ın kâinatta yarattığı kanunlardan biridir. Bu koca dünyayı bir sapan taşı gibi döndüren kimse, kâinattaki eşya ve hâdiselerin belirli bir nizam ve âhenk içinde cereyan etmesi için her şeyi bir kısım kanun, sabite ve prensibe bağlayan da O’dur. Meselâ, dünya da diğer gezegenler gibi güneşin etrafında tıpkı bir saatin çarkları gibi, hatta daha dakik olarak dönmekte ve matematik bir eğri “elips” çizmektedir. Öyle ki, dünyanın güneşe hayalî bir iple bağlandığı farz edilecek olursa, bu ipin, eşit zamanlarda eşit alanları süpürdüğü müşâhede edilecektir (Kepler Kanunu).

Keza, bu umumî kanunlar çerçevesinde güneşe baktığımızda görürüz ki, güneş, öyle korkunç bir ateş kütlesidir ki, yüzeyindeki sıcaklığın 6.000 derece civarında, iç kısımlarında ise 15 milyon derecenin üstünde olan bu dev hidrojen-helyum reaktörü durmadan çalışmakta ve onda, 4 hidrojen atomu birleşerek 1 helyum atomunu meydana getirmektedir. Ancak 4 hidrojen atomu 1 helyum atomundan daha ağır olduğu için geri kalan bu madde de enerjiye dönüşmektedir. Bu şekilde her saniye, 564 milyon ton hidrojen, 560 milyon ton helyuma çevrilmekte, geri kalan 4 milyon ton madde de, ısı ve ışık suretinde uzaya yayılmakta; bu arada dünya da etrafa yayılan bu enerjinin milyarda ancak ikisini tutup almaktadır. Aslında eğer dünya, bu enerjinin milyarda üçünü almış olsaydı yeryüzündeki hayat altüst olurdu.

Şu bir gerçektir ki, umumî çekim kanununu, dünyanın elips çizmesini ve güneşin bir hidrojen-helyum reaktörü olduğunu tespit edip bir kanuna bağlamak önem arz etse de burada üzerinde durulması gereken ayrı bir husus var ki, o da kâinatta cereyan eden bu kanunları yoktan yaratanın ve insanın yaşamasına müsait hâle getirip onun hizmetine sunanın kim olduğunun bilinmesidir. Aksine o bilinmeyince, kâinatın da bir kaostan farkı olmayacaktır.

İşte Velid b. Muğîre de “Bu (Kur’ân) olsa olsa (sihirbazlardan öğrenilip) nakledilen bir sihirdir. Ve bu, insan sözünden başka bir şey değildir.” derken Kur’ân’ın hakikatini izahtan ziyade bir vâkıaya parmak basıyordu. Yoksa Kur’ân’ı sihirle izah etmenin imkânı yoktu. Aslında o, bu sözüyle hakikate çok yaklaşmasına ve Kur’ân’ın insan sözü olmadığını bilmesine rağmen, kibir ve gururuna yenik düşerek, tıpkı Allah tarafından yaratıldığını bile bile kâinattaki cari kanunları sebeplere havale eden cahiller gibi, onun bir beşer sözü olabileceğini söylemiş ve sahil-i selâmete bir adım kala ökçeleri üzerine gerisin geriye dönüvermişti. Bunun için de Cenâb-ı Hak, “Ben onu sekara (Cehennem’e) sokacağım.”52 buyurmuştu.

Kur’ân-ı Kerim’de bu âyet-i kerimede olduğu gibi belli şahısların Cehennem’e sokulacağının söylenmesi, onların kendi meyelanlarıyla imana gelmeyeceklerini göstermektedir. Burada ayrı bir noktaya daha dikkatlerinizi çekmek istiyorum. O gün, Velid b. Muğîre gibi, Kur’ân’ı kabul etmeyen, hatta ona karşı savaş ilan eden pek çok muannit kâfir vardı. Ancak Kur’ân’ın “Cehennem’e sokacağız” demediği bu kâfirler, daha sonra birer birer Müslüman olmuşlardı ki, Ebû Süfyan da onlardan biriydi ve ilk dönemlerinde Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) en büyük düşmanları arasındaydı. Yine Velid b. Muğîre’nin öz oğlu Halid b. Velid (radıyallâhu anh) ve siyasî dehası, dirayet ve kiyasetiyle Müslümanlar için o gün en büyük bir problem olan Amr b. Âs (radıyallâhu anh) da onlardandı. Kur’ân’ın Cehennem’e sokulacağını bildirdiği Velid b. Muğîre53 iman etmemiş ve hayatının sonuna kadar küfür ve dalâlet içinde yaşamıştı; yaşamış ve böylece Kur’ân’ın verdiği gaybî bir haberi doğrulamıştı.

Ebû Leheb ve Ümmü Cemil’le alâkalı sûre de Velid b. Muğîre hâdisesinde olduğu gibi böyle bir sû-i âkıbetin mesajını taşımakta ve bu iki tâli’sizin durumlarını gözler önüne sermektedir. Evet, “O, alevli bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde karısı da (ateşe girecek).”54 mealiyle ifade edilen sûre-i celile, Ebû Leheb ve hanımı Ümmü Cemil hakkında gaybî şehadette bulunarak, onların da hayatları boyunca iman etmeyeceklerini ve neticede Cehennem’e gireceklerini açıkça haber vermektedir.

Ebû Leheb ve hanımı, aile olarak İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) diriltici iklimine çok yakın oldukları hâlde O’ndan istifade edememe bahtsızlığına birer örnek sayılırlar. Dahası bu tâli’siz ailenin Peygamber Efendimiz’in kerimelerinden Rukiyye ve Ümmü Gülsüm ile evli olan oğulları Utbe ve Uteybe de, anne ve babalarından etkilenerek Nebiler Serveri’ne karşı hep düşmanca duygular sergilemişlerdir. Hatta oldukça edepten yoksun ve olabildiğine hoyrat bir kimliği olan Uteybe, Müslüman olanların halkası genişledikçe ve hele hanımının Müslümanlığını sezince iyiden iyiye kudurmuş, nihayet bir gün hanımının kolundan tutarak zorla huzur-u risaletpenahiye getirmiş ve Efendimiz’in yakasına yapışarak “Al kızını, onu boşuyorum!” deme saygısızlığında bulunmuştur. Bunun üzerine Efendimiz de ona, –Allah’ın ruhsatıyla– “Allah sana kelblerinden bir kelbi musallat etsin!” diyerek dünyevî akıbetini işaretlemiştir ki, bir süre sonra Yemen taraflarına giden bir ticaret kervanı içinde tam konaklama esnasında bir arslan gelerek Uteybe’yi bulup parçalamıştır; parçalamış ve Efendimiz’in ihbarını doğrulamıştır. Peygamber düşmanı bu zatın kardeşi Utbe ise, Mekke fethinden sonra İslâmiyet’i kabul edip saadete ermiştir.55

Evet, Efendimizle de olsa cibillî karabet, azab-ı ilâhîden kurtuluş için kâfi değildir. Eğer kâfi olsaydı Nebiler Serveri’ne neseben yakın olan Ebû Leheb ve onun hanımı kurtulurlardı; çünkü Ebû Leheb, Allah Resûlü’nün öz be öz amcası idi ki, kim bilir kaç defa O’nu kucağına almıştı; Ümmü Cemil ise onun hanımıydı. Ne var ki bunlar Peygamber Efendimiz’e ne kadar yakın da olsalar, Allah’a kurbiyetleri olmadığı için O’ndan istifade edip hidayete erememiş ve kendilerini kurtuluşa götürecek olan peygamber yoluna girememişlerdi.

Zannediyorum bu mevzuda asıl dikkat çeken husus şudur: O gün Resûl-i Ekrem’e ellerinden gelen kötülüğü yapan pek çok kâfir ve zalim vardı ama, âyetle tehdit edilen Ebû Leheb’di.. ve o, bir gün tehdit edildiği şeye maruz kalacaktı.

Bu hususun açılımında şu mülâhazalar söz konusu olabilir:

1. Efendimiz’in akrabası ve O’nun öz amcası olan bir şahsın, açık açık Kur’ân’ın tehditlerinden nasibini alması, kamuoyunda daha büyük bir tesir icra edecektir. Zira kimse, risalet etrafında şüphe uyarma anlamına gelen “Peygamber akrabaları kayırılıyor” zannına kapılmayacak ve Allah’ın indinde bütün kâfirlerin aynı kabul edildiği vurgulanacaktı ki, bu da bize, Nebiler Serveri’nin her yönüyle vahye ve risalete gölge düşürecek mülâhazalardan korunduğunu göstermektedir.

2. Cenâb-ı Hak, Tebbet sûresi ile gayet açık bir şekilde, Ebû Leheb ve ailesinin Cehennem’e gireceklerini ilan etmektedir. Müslümanların henüz kemmiyet bakımından zayıf oldukları, kâfirlerin, bütün güçleriyle Müslümanların üzerine yüklendiği bir dönemde, bu kadar düşmana karşı, onların kin, nefret ve gayzlarını artırma pahasına, Kur’ân’ın bu şekilde onlara meydan okuması, onun bir beşer kelâmı olmadığını ve onun mübelliğinin kendisinden gayet emin bulunduğunu gösterir ki, o dönem itibarıyla bu da fevkalâde önemlidir.

3. Hz. Peygamber’in yakınlarının tehditlere maruz kalması ve ilk defa ilâhî azapla cezalandırılacakların açıktan açığa ismen zikredilmeleri, bu meselenin ehemmiyetini bir kat daha arttırmaktadır. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), tebliğ vazifesine “(Önce) en yakın akrabanı uyar.”56 ilâhî emri gereği, evvelâ akrabalarından başlamıştı; başlamıştı çünkü O’nun temel karakterini, ruhî ve kalbî yapısını en iyi bilen onlardı. Evet o, onların ellerinde büyümüş ve gözleri önünde neş’et etmişti. O’nun yüce ahlâkını, meâlîye açık fıtratını, şecaat ve semahetle tüllenen şahsiyetini evvelâ teslim edenler ve bunu âleme duyuranlar onlar olmuştu.

Evet, onlar, hayatında hiçbir zaman yalan söylemeyen, lehviyat ve mâlâyânî şeylere iltifat etmeyen, herhangi bir kimseyi kıracak tavır ve davranışlardan kaçınan Nebiler Serveri’ni çok iyi tanıyor ve hatta O’nunla iftihar ediyorlardı.

İşte bu durum, onların, O’nun davasını herkesten önce kabul etmelerini gerektiriyordu. Ne var ki, Ebû Leheb, Ebû Cehil, Ümmü Cemil… gibi daha pek çok yakını O’nun hizmetine engel olmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Tabiî bunun yanında Hz. Hamza ve Hz. Abbas.. gibi Efendimiz’i her zaman takdir edip O’nun yanından bir lahza ayrılmayan akrabaları da vardı…

İşte Kur’ân, Tebbet sûresiyle Ebû Leheb’i ele alarak, ona âdeta “Senin çok yakınında böyle bir ilâhî meşale par par yanıp durduğu hâlde, sen ona gözlerini kapıyor hatta onu söndürmeye çalışıyorsun. Dahası bütün cihana hidayet vesilesi olacak mübarek bir kaynağa sırtını dönüyorsun!” demekte ve bütün âleme ders olabilecek canlı bir tablo sunmaktadır.

Evet, Kur’ân: “O, alevli bir ateşte yanacak.” diyerek, Ebû Leheb henüz hayatta iken onun iman etmeyeceğini ve neticede imansızlığı ve küfrü yüzünden Cehennem’e gideceğini haber veriyordu. Mevsimi gelince, Kur’ân’ın dediği aynıyla çıkıyor ve Ebû Leheb hayatını küfür ve dalâlet içinde noktalıyordu. Bir rivayete göre o, müşriklerin Bedir’de mağlubiyetlerini öğrenince kederinden ölüp gitmişti. Diğer bir rivayette ise, Bedir neticesinde bir kuyu başında Ebû Süfyan, Ebû Leheb’e Müslümanlar karşısında nasıl kuvve-i mâneviyelerinin sarsılıp hezimete uğradıklarını ve Müslümanların kahramanlıklarını anlattığı bir sırada, orada bulunan ve Hz. Abbas’ın daha önce Müslüman olan kölesi, meleklerin Müslüman ordusuna yardım ettiğini söyleyivermiş, buna sinirlenen Ebû Leheb de öfkeyle ona bir tokat vurmuş ve onu yere yıkmıştı.

Bunu gören Hz. Abbas’ın hanımı, kölesine vurulan bu yumruğu hazmedemeyerek elindeki sopayı Ebû Leheb’in kafasına indirmiş ve “Efendisi burada olmadığı için onu dövebiliyorsun!” demişti. İşte böylesine şiddetli bir sopa darbesi alan Ebû Leheb, ihtimal, beyin kanamasından ölüp gitmişti. Öldüğünde de cesedi hemen kokuşmuş olacak ki, günlerce yanına kimse yaklaşamamış, hatta evlatları dahi ona sahip çıkıp gömmemiş ve sonunda ayağına bir ip bağlanarak sürüklenmiş ve bir çukura atılıvermişti.57

Kur’ân’ın, Ebû Leheb’in bu kötü sonunu haber verdiği dönemde, ufuklarda bu neticeye emare sayılabilecek en küçük bir iz dahi yoktu. Bu âyetlerin nazil olmasından –yaklaşık– on sene sonra Müslümanların Bedir’de galibiyeti ve müşriklerin mağlubiyeti karşısında küfrü, gayzı, nefreti ve hasedi içinde, tam Kur’ân’ın haber verdiği gibi imansız olarak ölmüş ve bu şekil ölümüyle o da Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu doğrulamıştı.

Herkes “Falan, Cehennem’e gidecek!” türünden iddialarda bulunabilir. Ancak kâfir olarak ölmesi beklenen pek çok kimsenin hayatının son deminde hâlis bir Müslüman hâline geldiği de az değildir.

Evet, gaybe ıttıla, insan için mümkün değildir. Allah dilemez ve bildirmezse hiç kimse böyle bir şeyden haber veremez. Hele hele gaybı taşlarcasına ortaya atılan haberler, neticede sahiplerini rezil ve rüsvay etmekten başka bir şeye yaramaz. Ancak Allah (celle celâluhu), bu ve benzeri gaybî haberlerle Nebisine ihsanda bulunmuş ve bunlarla O’nun nübüvvet ve risaletini teyit etmiştir ki, en başta da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile alay etmeye kalkışanlar, Kur’ân’ın verdiği bu haberlerin teker teker zuhuru karşısında apışıp kalmışlardır.

F. Müteferrik Mucize ve Haberler

1. Her Şeyi Yaratan Allah’tır

Gaybî haberler, beşerin güç, tâkat ve idrak ufkunu aşan konulardandır. Zira insanın, ne ilim ve irfanı ile ne de akıl, mantık ve idraki ile bunlara muktedir olması düşünülemez; düşünülemez zira bunlar birer mucizedir. Kelime itibarıyla “acz” kökünden türetilmiş olan mucize, “âciz bırakan, acze düşüren” mânâlarına gelir.

Dinî literatürde mucize, insanların yapmaktan âciz kaldıkları ve ancak peygamberlerin eliyle Allah (celle celâluhu) tarafından yaratılıp ortaya konulan ve onların nübüvvet davasını destekleyen harikulade ve olağanüstü bir vak’a demektir. Allah’tan başka hiç kimsenin yapamayacağı ve yapmaktan âciz kaldığı ve kalacağı bu mucizeler, aynı zamanda mü’minlerin imanlarını takviye, inkârcıları ilzam niteliğini taşımaktadır.

İnsanoğlu, hiçbir şeyi yoktan var edemez. O, ancak mevcut nesneler üzerinde değişik araştırma, keşif, tespit ve terkipte bulunabilir. Bundan dolayı da, insanın ortaya koyduğu icat ve keşiflerin enginliği ne olursa olsun yine de o, kat’iyen bir mucize değildir. Evet mucize Allah’a (celle celâluhu) ait bir harikadır ve onun aynı zamanda peygamberlik davasına iktiran etme gibi bir hususiyeti vardır.

İşte Kur’ân-ı Kerim, bu hakikate işaretle, وَمَۤا أَنْتُمْ بِمُعْجِزِينَ فِي الْأَرْضِ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ “Yeryüzünde (O’nu) âciz bırakamazsınız. Sizin Allah’tan başka bir dostunuz ve bir yardımcınız da yoktur.”58 buyurur ki, bu âyet-i kerimeyi lazımî mânâsı ile ele alacak olursak, burada konuyla alâkalı şöyle bir işaretten bahsedilebilir:

Siz, yeryüzünde herhangi bir mucize meydana getiremez ve Allah’ın dilediğinin dışında da hiçbir şey yapamazsınız. İlimlerde terakki edebilir, değişik teknolojilerde başarılı olabilir ve çok önemli tespitlerde bulunabilirsiniz; meselâ kimya ilminde değişik tahlil ve terkiplerde bulunabilir, var olan elementlerin sayısıyla oynayarak farklı şeyler ortaya koyabilir, laboratuvarlarda sentetik olarak yeni elementler meydana getirebilir, maddenin en küçük temel yapı taşı olan atomu ve içindeki elektron, proton ve nötron gibi parçacıkları keşfedebilir, elektronların saniyede 1.000-150.000 km hızla proton ve nötrondan oluşan çekirdek etrafında döndüğünü, proton ve nötronları meydana getiren kuarkları keşfedebilirsiniz.

Yine atomu parçalayarak atom bombası yapabilir, böylece 1 kg uranyum çekirdeğinin bölünmesiyle 2.500 ton kok kömürünün vereceği enerjiyi açığa çıkartabilir, hidrojenin yeni yeni terkiplerini keşfedip büyük bir tahrip gücüne sahip olan hidrojen bombasını yapabilirsiniz; ama sizin bütün bunları yapmanız kat’iyen bir mucize değildir. Amerika’yı keşfeden kişi sadece mevcudu keşfeden bir kâşiftir.. siz de öyle…

Haddizatında atomları yaratan Allah’tır. Göklerin ve yerin dizgini O’nun elinde, her şeyin açılıp kapanması ve farklı şekiller alması da O’nun meşîet ve iradesiyledir. İnsanın kalbinden, en uzak gök cisimlerine kadar her şeyi her an elinde tutan ve bu iki farklı âlem arasında sürekli değişik münasebetler kuran Cenâb-ı Hak’tır. Atomların, partiküllerin içinde hep O’nun kurduğu program vardır ve bu programı devam ettirme de yine O’na aittir. Binaenaleyh sizin yaptıklarınız, sadece bir kısım mevcudu keşiften ibarettir. Dolayısıyla sizin herhangi bir mucize meydana getirmeniz söz konusu değildir. Mucizeleri meydana getiren Allah’tır (celle celâluhu). Peygamberlik davasına matuf olanlarda da vesile Resûllerdir.

“Yeryüzünde (O’nu) âciz bırakamazsınız. Sizin Allah’tan başka bir dostunuz ve bir yardımcınız da yoktur.”59 âyet-i kerimesinde sadece “yer” zikredilmekte, “Siz ne yerde ne de gökte, Allah’ı âciz bırakamazsınız.”60 âyet-i kerimesinde ise yerle beraber “gök” de zikredilmektedir. Bunun mânâsı ise “Sizler yerde mucize diyeceğimiz bir harika meydana getiremeyeceğiniz gibi, göklerde de getiremeyeceksiniz.” demektir.

Kur’ân-ı Kerim’in değişik âyetleri ile belli ölçüde göklere çıkılacağına işaret etmesi, bir gün insanoğlunun sınırlı da olsa bir kısım gök tabakalarına çıkacağına işaret etmektedir ki, böyle bir başarının harika olmadığı açıktır. Bir kere göğe çıkmak isteyen, yerde Allah’ın koyduğu kütle, ağırlık, sürat ve yerçekimi kanunlarını hesaba katmak zorundadır. Bu sebeple de insanın gerçekleştireceği bu iş bir mucize olmayıp, sadece Allah’ın yarattığı atmosferden, matematik ilminden ve örnek cisim ve modellerden istifade ederek onları taklit etmekten ibarettir.

Ayrıca, yukarıda zikredilen âyetlerden şu hususları anlamak da mümkündür:

1. Her şey bir kısım prensiplere bağlıdır, ama bu noktada beşerin herhangi bir müdahalesi söz konusu değildir. İnsanoğlunun bir kısım prensipler vaz’ederek eşyanın özüne, esasına, mahiyetine müdahale etmesi mümkün değildir, zira o konudaki temel kaide ve prensipleri vaz’eden sadece ve sadece Allah’tır (celle celâluhu).

2. Bundan başka bu âyetler, günümüzün insanına: “Bugün yeryüzünde başarı üstüne başarılarınızla artık her şeyi yapabileceğinize inanmaktasınız. Yarın göklerde de aynı şeyi yaparak, daha bir cesaretlenerek belki de bu başarılarınızla küstahlaşıp küfür ve dalâletinizi göklerde de ilan edeceksiniz. Ancak, ne yaparsanız yapınız, şunu iyi bilmelisiniz ki bu yaptıklarınızla kat’iyen Allah’ı âciz bırakamazsınız; aksine mucizevî icraatı ve harika sanatları karşısında, hep siz âciz kalacak ve ister istemez O’na (celle celâluhu) döneceksiniz.” denilerek ilmin yolunun açık olduğunu ifade etmenin yanında, bilgiyle bir kısım küstahlaşmalar olacağını da işaretlemektedir.

İlimler ilerledi ve ilerliyor; teknolojik başarılar birbirini takip ediyor; ama her şey ta baştan beri Allah’ın vaz’ettiği kanunlar çerçevesinde cereyan ediyor.. ne ilâhî kanunları aşma ne de beşerî mucize… Gerçi dünden bugüne ilim adamları, insanlığın hizmetine pek çok harika şeyler sundular ama, bunların hiçbiri mucize değildir. Aksine bütün bu gelişmelerde, Allah’ın (celle celâluhu), varlığın sinesine vaz’ettiği kurallara bağlı kalınmış ve O’nun meşîeti, iradesi asla aşılamamıştır.

Kur’ân’ın nazil olduğu dönemde, günümüzde olduğu ölçüde uzayla ilgili çalışmalar yoktu; yoktu ama, kapalı bir üslûpla da olsa, Kur’ân umumi maksadın yanında uzaya çıkılabileceğine de işaret ediyordu. Zamanla gelişen şartlar ve ilerleyen feza teknolojisi Kur’ân-ı Kerim’in beyanına uygun şekilde ortaya çıkıyordu; en azından o, ifade aralıklarında günümüzdeki gelişmelere imalarda bulunuyordu.

Hâsılı, bir yandan Kur’ân-ı Kerim, insana yerde ve göklerde aczini, zaafını hatırlatıp, onun ortaya koyacağı bütün keşif ve tespitlerin harikulâde görünümünde âdiyattan hâdiseler olduğuna dikkatleri çekiyor, diğer yandan da çok zor olmasına rağmen insanoğlunun bir gün semalara çıkacağına imada bulunuyordu. Evet eğer böyle bir ima söz konusu olmasaydı, “Siz ne yerde ne de göklerde Allah’ı (celle celâluhu) âciz bırakamaz (veya mucize îkâ’ edemezsiniz).” beyanının bir anlamı kalmazdı.

Ne var ki, semaların ulaşılacak bölgelerine de yine, Allah’ın (celle celâluhu) koyduğu kurallarla, O’nun güç, kuvvet ve hâkimiyeti ile ulaşmak mümkün olabilecektir. “Ey cin ve ins toplulukları! Yer ve göklerin dairesini aşmaya gücünüz yetiyorsa haydi aşınız!.. Doğrusu ilahi kudret ve kuvvet olmadan siz arz ve sema çemberini aşıp onların içine giremezsiniz.”61 fehvâsınca, havasızlık, yerçekimi, sürtünme, değişik kozmik hâdiseler türünden pek çok engel vardır ki, bunlar ancak Cenâb-ı Hakk’ın vaz’ettiği kanunların bilinip değerlendirilmesi ölçüsünde aşılabilecektir.. ve tabiî, O’nun koyduğu kurallarla elde edilen bu başarılara da kat’iyen mucize denemez. Bu hususta modern yorumcuların teferruat nev’inden ifade ettikleri önemli detaylar üzerinde durulabilirdi. Ancak biz bu kadarlıkla iktifa edeceğiz.

2. Nakil ve Binek Vasıtaları

Bu konuda da Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, Asr-ı Saadet’ten kıyamete kadar gelecek olan bütün nesillere ima ve işaretleriyle hemen her devir insanının ufkunu ve ilmini aşkın mucizevî haberler vermektedir. Bu türden haberleri ihtiva eden âyetlerin birinde şöyle buyrulmaktadır: وَالْخَيْلَ وَالْبِغَالَ وَالْحَمِيرَ لِتَرْكَبُوهَا وَزِينَةً وَيَخْلُقُ مَا لَا تَعْلَمُونَ “Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve bir de ziynet olsun diye (yarattı). Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil ve binek vasıtaları) yaratacaktır.”62

Kur’ân’ın nazil olduğu dönem düşünülecek olursa, insanların binekleri –âyet-i kerimede de gösterildiği gibi– sadece at, deve, eşek ve katır gibi hayvanlardan ibaretti. O gün hemen bütün dünyada binek olarak bunlar kullanılıyordu. Seferler bunlarla yapılıyor, bunlarla kervanlar tertip ediliyor ve ticaret eşyaları bunlarla taşınıyordu.. ve bunlar aynı zamanda göz alıcı birer ziynet ve süs eşyası gibiydi. Öyle ki, onlarla meşgul olmak, herkes için bir eğlence ve haz konusu idi.

İşte âyette önce bu binek ve ziynet vasıtaları zikredildikten sonra, “Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil ve binek vasıtaları) yaratacaktır.” demek suretiyle sizlere binek ve eğlence vasıtaları olarak daha sonra yaratacağı şeylere işarette bulunur. “Yaratma” mefhumu Arapça’da “halk” kelimesi ile ifade edilir. Her ne kadar günümüzde bazen yanlış olarak insanların yaptıkları fiiller için kullanılıyor olsa da o, Allah’a mahsus bir iştir ve o yoktan var etmek demektir. İnsanın meydana getirdiği nesneler yoktan var etme değil, mevcuttan inşâ sayılırlar ve aslında o da yine Allah’ın izni ile olmaktadır. Geriye dönelim: “Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil ve binek vasıtaları) yaratacaktır.” beyanı bugün, insanoğlunun ilmi, irfanı ve Allah’ın ona ihsan ettiği imkânlar neticesinde denizde, karada ve havada onun keşf, icat ve inşâsı ile daha nice nakil ve binek vasıtaları vardır ki, hepsi de Allah’ın (celle celâluhu) bizlere birer ihsanıdır. Hatta bu husus günümüzde bilinen nakil vasıtalarıyla da sınırlı değildir. Allah gelecek nesillere, kim bilir daha ne tür seyahat nakil ve binek vasıtaları ihsan edecektir!..

Ayrıca bu âyet-i kerimede, bir yandan ilim adamlarının himmet ve gayretleri şahlandırılıp, ilim âşıkı ruhlar araştırmaya sevk edilmekte, diğer yandan da bilinen şeylerden yola çıkılarak, bilinmeyen şeyleri keşfetmeye işaret ve tembihlerde bulunulmaktadır. Aslında, bu ve benzeri âyetler hemen her zaman Müslümanları çalışmaya teşvik etmekte ve onları yeni yeni ufuklara yönlendirmektedir. Ama ne acıdır ki, son birkaç asırdan beri Müslümanlar, çok ciddî bir fikir tembelliği ve atalet yaşamaktadırlar. Eşya ve hâdiselerden kendilerine açılan onca kapı karşısında Kur’ân’a saygıları, hakikate saygıları, imanları ve Kur’ân’ın sarih işaretleri ile kendilerine gelip hakikat aşkı ve ilim aşkı ile şevklenecekleri yerde, ruh, kalb ve akılları itibarı ile hep âtıl yaşamaktadırlar.

Ümidimiz o ki, bundan sonra olsun, Kur’ân’a yeniden sahip çıkacak bir nesil bu hususun gerektirdiği hassasiyeti göstererek bizi içine düştüğümüz fikir tembelliğinden, hakikat körlüğünden kurtarır ve bize kendimiz olma yollarını gösterir.

Bilindiği gibi günümüzde semaya belli vasıtalar ile çıkılmaktadır. Âyet-i kerimede ise –bu sadece bir işaret de olabilir– semalara vasıta ile çıkmanın yanında, vasıtasız çıkmaya da işaret edilmektedir. İlim, teknik ve fen ilerlediği ölçüde, ihtimal ilim adamları bir gün bunu da başaracak ve Allah böyle bir nimeti olduğunu da ortaya koyacaktır. Ayrıca âyet, çalışan ve aklını kullananlara özel olarak seslenmekte ve onların ümit ve meraklarını kamçılamaktadır. “Semaya hangi vasıtalarla çıkılır? Bunun için neler gereklidir?” onu zamanın yorumuna bırakarak gaybî bir tarzda, onlarla semaya çıkılacak her nevi vasıtaya işaret etmekle kalmayıp aynı zamanda insanları böyle bir gayeyi gerçekleştirmeye de teşvik etmektedir.

Arz edeceğimiz şu âyet de –ilâhî maksat mahfuz– yeni yeni vasıtaların icat edileceğine işarette bulunup, araştırma âşıklarına yeni hedefler ve bu hedeflere ulaşmak için de bir kısım koordinatlar vermektedir: وَاٰيَةٌ لَهُمْ أَنَّا حَمَلْنَا ذُرِّيَّتَهُمْ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِه۪ مَا يَرْكَبُونَ “Onların zürriyetlerini dopdolu bir gemide taşımamız da onlar için büyük bir ibrettir. Onlar için, bunun gibi binecekleri daha başka şeyler de yaratacağız.”63

Evet, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği nimetlerden biri de insanların denizlerde seyahat ettikleri gemilerdir. Âyetin nazil olduğu dönemde sadece rüzgârın esişine göre yol alan veya küreklerle yürüyen oldukça iptidaî ve basit gemiler vardı. Âyet-i kerimede, nimet ve minnet hususları korunadursun, “Onlar için bunun gibi binecekleri daha başka şeyler de yaratacağız.” buyrularak gelecekte icat edilecek olan buharlı gemiler, transatlantikler, motorlu vapurlar, denizaltılar, elektrik, atom ve hatta güneş enerjisi ile işleyen daha pek çok deniz vasıtalarına işaretlerin bulunduğunu kabulde hiçbir mahsur olmasa gerek.

O günün Müslümanları etseler etseler ancak yelkenli bir gemiyi tasavvur edebilirlerdi. Ama kat’iyen buharlı ve motorlu bir gemiyi ya da bir transatlantiği düşünemezlerdi. Ne var ki, Kur’ân, “Onlar için bunun gibi binecekleri başka şeyler de yaratacağız.” diyerek ilim adamlarına doğrudan doğruya bir fikir veriyor ve yeni yeni vasıtalar icat etmek isteyen kabiliyetlere daha engin ufuklar gösteriyordu. Zamanı gelince o gün için kullanılan iptidaî gemilerin yerini daha modern vasıtalar alacak ve Kur’ân’ın işaretleri ile örgülenen hususlar da bir bir gerçekleşecekti.

Şu anda insanların gelecekte daha ne tür vasıtalar icat edecekleri bilinememektedir. Bilinen bir hakikat varsa o da Kur’ân’ın imalarına göre ufkun her zaman açık olduğudur ki, zamanı geldiğinde pek çok tasarı ve tasavvur, şartlara ve ortama göre realize edilerek bir hayli rüya daha gerçekleşecektir. Bu konuda da modern yorumcuların daha farklı tespitleri olabilir.

3. İleride Topluluklar Hâlinde İslâm’a Girmeler Olacaktır

Kur’ân’ın gaybî haberlerinden biri de, insanların bir gün fevç fevç İslâmiyet’e dehalet edeceklerinin onun tarafından müjdelenmesidir. Evet, Kur’ân-ı Kerim: إِذَا جَۤاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُ۝وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللّٰهِ أَفْوَاجًا۝فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا “Allah’ın yardımı ve fethi geldiği ve insanların fevç fevç Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbini hamd içinde tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O tevbeleri kabul eden biricik Tevvabdır.”64 sûre-i celilesi ile yakın bir gelecekte, insanların fevç fevç İslâmiyet’e dehalet edeceklerini müjdelemişti ki, mü’minlerin gönüllerine inşirah salan bu bişaretin verildiği gün onlara bu konuda ümit verecek herhangi bir emare de söz konusu değildi. Gün geldi bu müjde Mekke’nin fethi ile aynen zuhur etti: Evet Huneyn halkı, Hevâzin kabilesi, Taif ve Necid ahalisi fevç fevç İslâmiyet’e girerek bu bişareti doğruladılar.

Mekke, Ümmü’l-Kurâ (Beldelerin Anası) idi. Fetih öncesinde her taraftan insanlar bölük bölük Kâbe’ye gelir ve orada putlara tazimde bulunurlardı. Fetihle Müslüman olan Ümmü’l-Kurâ halkı, kabile kabile Müslüman olmak üzere Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) meclis-i saadetlerine gelmeye başladı ki, bu fetih ile âdeta bütün gönüller fetholmuştu. Öyleki Veda Haccına gidilen yolda Hz. Ruh-i Seyyidi’l-Enâm binlerce sadık dostu ile muhat bulunuyordu ki, bu da, senelerce önce haber verilen büyük müjdenin tahakkuku demekti.

Ayrıca bu âyetler anlayanlar için İslâm’ın intişarı ve inkişafı ile beraber Resûl-i Ekrem’in vefatını da haber veriyordu. Konu ile alâkalı İbn Abbas’tan (radıyallâhu anh) şöyle bir vak’a nakledilmektedir:

İbn Abbas diyor ki; Hz. Ömer beni, Bedir büyükleri ile birlikte (sohbet ve istişare meclislerine) alıyordu. Bu hâli bazı kimseler hazmedememiş olacak ki, “Bizim onun kadar çocuklarımız var; sen ise onu bizimle aynı meclise kabul ediyorsun!” demiş ve Hz. Ömer’e itirazda bulunmuşlardı. Hz. Ömer de onlara: “Onun kim olduğunu biliyorsunuz!” diye cevap verip meselenin üzerine gitmemişti. Bir gün yine onlarla beraber beni de çağırıp hepimizi aynı meclise kabul etmişti. Bu sefer sırf bu konudaki tercih sebebini onlara göstermek için beni çağırdığını anlamıştım. Hz. Ömer oradakilere: “Cenâb-ı Hakk’ın إِذَا جَۤاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُ kavl-i şerifi hakkında ne dersiniz?” diye sormuştu, onlardan bazıları: “Yardıma ve fethe mazhar olduğumuz zaman Allah’a hamd etmek ve istiğfarda bulunmakla emrolunduğumuzu anlıyoruz.” demişlerdi. Bazıları da hiçbir şey söylememişti.

Bunun üzerine Hz. Ömer (radıyallâhu anh) bana dönerek: “Ey İbn Abbas, sen de aynı mı düşünüyorsun?” dedi. Ben de: “Hayır!” dedim ve sustum. Hz. Ömer: “Öyle ise ne düşündüğünü söyle.” dedi ve bana söz hakkı verdi. Ben de şu açıklamayı yaptım: “Bu sûre, Resûlullah’ın ecelini haber vermektedir. Evet, bu sûrede Cenâb-ı Hak, Resûlü’ne şöyle demektedir: ‘Allah’ın nusreti ve fethi geldiği zaman, bil ki bu senin vazifenin bitmesi demektir. Öyle ise hamdederek Rabbini tesbih et ve O’na istiğfarda bulun. O tevbeleri kabul edendir.’”

Bu yorumum üzerine Hz. Ömer: “Bu sûreden ben de senin söylediğini anlıyorum.” der.65 İşte bu cevaptan sonradır ki mecliste bulunanlar Hz. Ömer’in niye İbn Abbas’a bu kadar değer verdiğini anlar ve susarlar.

Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın verdiği bu gaybî haber de aynen zuhur etmiş; afv u mağfirete giden yolları açmak için gelen Nebiler Serveri dilinde afv u mağfiret dilekleri yükselip ruhunun ufkuna ulaşmıştır.

4. Kudüs’ün Fethi

Burada kuşbakışı sadece meallerine göz atıp geçtiğimiz âyetler, Kur’ân’ın mucizevî yönlerinden biri sayılan gelecekten verdiği hususlarla alâkalıydı. Mevzuun hacmini aşacağı için, gaybî haberlerle ilgili âyetlerin bütününü sıralamamız elbette ki mümkün değildir. Zira Kur’ân’da 150’den fazla gaybî haberlerle ilgili âyet vardır. Kaldı ki, arz etmeye çalıştığımız âyet-i kerimelerde de sadece sarih haberler türünden olanlara temasla yetinip işârî mânâlarla anlatılmak istenen hususlara hiç mi hiç temas etmedik. Aslında şimdiye kadar müfessirler, işârî tefsirlerde bunlar üzerinde uzun uzadıya durmuş ve onlardan ne hakikat cevherleri çıkarmışlardır.. ve bu mevzuda telif edilmiş dünya kadar kitap mevcuttur. Bunlar arasında Kur’ân’ın kelime ve harflerinden dahi işârî yolla değişik mânâlar çıkaran onlarca müfessir vardır.

Bunlar, bu metotla Kur’ân’dan İstanbul’un fethini, Kudüs’ün Haçlılar tarafından işgal edilip yağmalandıktan sonra tekrar Selahaddin Eyyûbî’nin eliyle Müslümanlar tarafından istirdat edileceği istihracında bulunmuş; dahası bunların tarihlerini bile bildirmişlerdir. Mevzuu müşahhaslaştırmak için bir örnek arz etmede fayda mülâhaza ediyorum:

Kudüs-i Şerif’in, Haçlılar tarafından işgal edilip yağmalanması Müslümanları derinden derine yaralamıştır. Bütün İslâm âleminin kederle kıvrandığı böyle bir dönemde, kendisinden çok şey beklenen ve üzerine aldığı işlerin de üstesinden gelebilen, İslâm’ın yüzünün akı Selçuklu atabeylerinden Nureddin Zengi, evet bu ufuk insan, Kudüs-i Şerif’in Müslümanlar tarafından istirdadından tam 25 sene önce Mescid-i Aksâ’nın ölçülerine uygun bir minber yaptırmış ve onu bir gün Mescid-i Aksâ’ya yerleştiririm ümidiyle, bu minberin yanından her gelip geçişinde sevinç-keder karışımı bir hisle dolup boşalmıştır.

Kendisine, bu minberi niçin yaptırdığını soranlara da o, bu minberi “Mescid-i Aksa için yaptırdım.” der dururmuş. “Şu anda Kudüs haçlıların elinde, bu nasıl olacak?” diyenlere de “Ben, İbn Berrecân’ın tefsirinde, Rûm sûresine hâşiye düşürülmüş derkenâr bir notta, Haçlıların orada bir kere daha hezimete uğrayacaklarını ve Kudüs’ün yeniden Müslümanların hâkimiyetine geçeceğini, hem de tarihiyle yazılı olarak gördüm. Şimdi İbn Berrecân’ın verdiği o tarihe tam 25 yıl var. 25 yıl sonra ömrüm olursa o minberi oraya koyacağım.” dermiş.66 Ne var ki, Nureddin Zengi’nin ömrü vefa etmemiş; Kudüs’ü fethedip o minberi Mescid-i Aksâ’ya koyma şerefi, onun yetiştirdiği Selahaddin Eyyûbî’ye nasip olmuştur.

Evet, İbn Berrecân, Kudüs Selahaddin Eyyûbî tarafından fethedilmeden senelerce önce bu fethi Kur’ân’ın işârî mânâlarından çıkararak müjdelemiştir.

Benzer bir başka haberi, İbn Cerir et-Taberî, Şûrâ sûresinin tefsirinde zikretmektedir ki, İbn Cerir’in tefsiri hem bir rivayet hem de dirayet tefsiri olup, çok fazla işârî mânâlara ehemmiyet vermeyen bir tefsirdir. Bundan yaklaşık 1100 sene önce yazılan bu tefsirde İbn Cerir, حٰمٓ عٓسٓقٓ harfleriyle ilgili şöyle bir hâdise nakleder:

İbn Abbas’a bu harflerin ne mânâya geldiği sorulur. İbn Abbas’ın yanında Hz. Huzeyfe de vardır; ancak İbn Abbas soruya cevap vermeyip yüzünü ekşitir. Aynı soruyu bir kere daha tekrar ederler ama o yine cevaptan kaçınır. Onun cevap vermeme konusundaki kararlılığını gören Hz. Huzeyfe, soruyu soranlara şunları anlatır: “Bu âyetteki حٰمٓ عٓسٓقٓ harflerinin mânâsını anlayamazsınız. Bu harflerle Fırat havzasındaki bir devletten bahsedilmektedir. Orada Resûl-i Ekrem’in neslinden Abdülilâh veya Abdullah isminde bir kişi, bağiler tarafından öldürülecek ve o idare inkıraza uğrayarak Resûl-i Ekrem’in neslinin yönetimdeki hâkimiyeti de sona erecektir.”67

Ne enteresandır ki, 1958’de Irak’ta ihtilal olunca Peygamber’in torunu olan Abdulilâh bağiler tarafından orada öldürülmüş ve Kur’ân’ın işârî olarak asırlarca önce bildirmiş olduğu haber de tahakkuk etmiştir. 1300 sene önceden verilen bir haberin aynen vuku bulması, beşerin bilgi ufkunu aşan hadiselerden olsa gerek..!

Harf ilmine vukufiyeti olan Muhyiddin İbn Arabî ve Kuşeyrî gibi âlimler de Kur’ân’ın bu yönüyle meşgul olmuş, işaret ve remiz diliyle pek çok esrardan bahsetmişlerdir. Gerçi bu arada bir kısım kimseler işi bütün bütün çığırından çıkararak Hurufiliğe dalmışlardır ama, ifrata-tefrite sapmayan bir hayli yorumcu o argümanları kullanarak Kur’ân’ın çağlara ışık tutacak nice esrarına ulaşmışlardır ki, mevsimi gelince hepsi birer birer zuhur edivermiştir. Bu türlü şeyler, ya Kur’ân’ın remiz ve işaretlerine verilmiş ya da Kur’ân’ın bu müstesna talebelerinin mânevî ufuklarına tecelli dalga boyunda birer tayftan ibarettir.

Aslında bu konuda daha pek çok misal verilebilir. Ancak hepsini burada zikretmek mümkün olmadığından şimdilik bu misallerle yetinmek istiyoruz. Zikredilen bu örneklerden de açıkça anlaşılacağı üzere, Kur’ân, kat’iyen bir beşer sözü olmayıp o, geçmiş ve geleceği bütün detaylarıyla bilen Cenâb-ı Hakk’ın mu’ciz bir beyanıdır.

1 Fecr sûresi, 89/6-14.

2 Bkz.: Fecr sûresi, 89/7-8.

3 Yûnus sûresi, 10/90-92.

4 Bkz.: Hûd sûresi, 11/37-48.

5 Hûd sûresi, 11/49.

6 Mâide sûresi, 5/67.

7 Mâide sûresi, 5/67.

8 Enfâl sûresi, 8/30.

9 Târık sûresi, 86/15-16.

10 Mâide sûresi, 5/67.

11 Buhârî, temennî 4; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 39-40.

12 Mâide sûresi, 5/67.

13 Tirmizî, tefsîru sûre (5) 4; Saîd İbn Mansûr, es-Sünen 4/1504.

14 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/364; 390; İbn Hibbân, es-Sahîh 7/138.

15 Buhârî, cihâd 52, 61, 97, 167, meğâzî 54; Müslim, cihâd 78-80.

16 Mâide sûresi, 5/67.

17 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/156; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 1/258.

18 Mâide sûresi, 5/67.

19 Kamer sûresi, 54/45.

20 Buhârî, tefsîru sûre (54) 6, fezâilü’l-Kur’ân 6; Abdurrezzak, el-Musannef 3/352.

21 Kamer sûresi, 54/45.

22 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 4/145; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/25.

23 Buhârî, cihâd 89, tefsîru sûre (54) 6; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/329.

24 Kamer sûresi, 54/45.

25 Kamer sûresi, 54/45.

26 es-Suyûtî, ed-Dürru’l-mensûr 7/681. Bir kısmı için bkz.: Abdurrezzak, Tefsîru’s-San’ânî 3/259; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 4/145; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 10/3321.

27 Kamer sûresi, 54/45.

28 Bkz.: el-Bezzâr, el-Müsned 9/317; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 1/308; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 4/73.

29 Enfâl sûresi, 8/9-12.

30 Enfâl sûresi, 8/43-44.

31 Nûr sûresi, 24/55.

32 Rûm sûresi, 30/2-5.

33 Fetih sûresi, 48/27.

34 Fetih sûresi, 48/28.

35 Bkz.: Cin sûresi, 72/26-27.

36 Bakara sûresi, 2/23-24.

37 Bakara sûresi, 2/23-24.

38 Yûnus sûresi, 10/38.

39 Hûd sûresi, 11/13.

40 İsrâ sûresi, 17/88.

41 Bakara sûresi, 2/23.

42 İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve 1/736; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 4/540; İbn Hacer, el-İsâbe 1/98, 5/675.

43 Bakara sûresi, 2/23-24.

44 Mü’min sûresi, 40/77.

45 Mü’min sûresi, 40/77.

46 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/323; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/276.

47 Nûr sûresi, 24/55.

48 Buhârî, menâkıb 25, menâkıbü’l-ensâr 29, ikrâh 1; Ebû Dâvûd, cihâd 97.

49 Nûr sûresi, 24/55.

50 Bkz.: el-Hâkim, el-Müstedrek 2/550; Abdurrezzak, Tefsîru’s-San’ânî 3/329; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 29/156-157.

51 Müddessir sûresi, 74/18-26.

52 Müddessir sûresi, 74/26.

53 Müddessir sûresi, 74/18-26.

54 Tebbet sûresi, 111/3-5.

55 el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/211; İbn Abdilberr, et-Temhîd 15/161

56 Şuarâ sûresi, 26/214.

57 Bkz.: el-Bezzâr, el-Müsned 9/317; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 1/308; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 4/73.

58 Şuarâ sûresi, 42/31.

59 Şuarâ sûresi, 42/31.

60 Ankebût sûresi, 29/22.

61 Rahman sûresi, 55/33.

62 Nahl sûresi, 16/8.

63 Yâsîn sûresi, 36/41-42.

64 Nasr sûresi, 110/1-3.

65 Buhârî, meğâzî 51, tefsîru sûre (110) 4; Tirmizî, tefsîru sûre (110) 1.

66 el-Makdisî, er-Ravdateyni fî ahbâri’d-devleteyni’n-Nûriyye ve’s-Salâhıyye 3/394-395; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 1/102.

67 et-Taberî, Câmiu’l-beyân 25/6.

-+=
Scroll to Top