Ayaklarımızı Kaydırma Allahım!..

Soru: Allah’ın rızasına yürüyen bir insanın, tökezlememeye ve düşmemeye çok dikkat ederek aşması gereken kayma noktaları nelerdir? Bazı kaygan zeminlerde sürçsek ve hatta düşsek bile kalkıp yolumuza devam edebilmemiz için neler tavsiye edersiniz?

Cevap: Evet, kulluk yolunda yürüyenlerin ayaklarının kayabileceği bazı tehlikeli noktalar vardır ve biz bu kaygan zeminlere “mezelle-i akdâm” deriz. İnsanın sürçmesine ve düşmesine sebep olabilecek, onu muvakkaten de olsa yolundan edebilecek bu kaygan zeminleri bir çerçeve içinde ifade etmek oldukça zordur. Çünkü, tarih boyunca, çok güçlü ve çalımlı bir edayla yola çıkan ama daha birkaç adım ilerlemeden üzerine bastığı bir nohut tanesinden dolayı tepetaklak giden ve hiç beklemediği bir virajdan uçuruma yuvarlanan binlerce insan olmuştur. Bazen küçük bir çakıl taşıyla tökezleyip yere kapaklanan insanoğlunun, kayacağı zaman ve zemini tahmin etmesi de her zaman mümkün olmayabilir.

Üstad Hazretleri, vicdan mekanizmasını ve latîfeleri izah ettiği bir yerde “Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazât ve latîfeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz.” diyor; başın bir batman taşı kaldırmasına mukabil gözün bir saçı dahi kaldıramadığı gibi, bazı latîfelerin de saç kadar bir ağırlığa, küçük bir gaflet ve dalâlete dayanamayacağını anlatıyor.1 Meselâ, fıtratımıza öyle acayip bir ihtiyaç ve muhabbet istidadı konmuş ki, dünya ve içindekiler onu doyuramıyor; o ihtiyaç ve o muhabbet, bâkî Cennetten ve saadet-i ebediyeden başka hiçbir şeye razı olmuyor; Allah’tan başka hiçbir şeyle huzuru bulamıyor. Zannediyorum, “Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.”2 diyen Bediüzzaman Hazretleri, hissedilmesi ve dile getirilmesi çok zor olan bu duyguyu da öyle bir latîfenin kendisinde inkişaf etmesi neticesinde seslendiriyor. Bu tür latîfeleri keşfettiği için de bizleri teyakkuza çağırıyor, “Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük latîfelerini onda batırma.”3 diyor.

Demek ki, haram bir lokma, yalan bir kelime, yasak bir bakış veya gayr-i meşrû bir dokunuş birer kayma noktası oluyor ve bazı latîfelerin sönmesine, hatta ölmesine sebebiyet verebiliyor. İnsan başlangıçta hiç de önemsemediği bu küçük inhiraflar yüzünden zamanla yoldan çıkıyor, kendi kimliğinden uzaklaşıyor, değer ölçülerine karşı yabancılaşıyor ve her an düşebileceği bir kaygan zemine girmiş oluyor; bazen sürçüyor, bazen düşüyor, bazen de yüzüstü kapaklanıyor ve bir daha da belini doğrultamıyor. Hep iki büklüm ve kambur olarak yürümeye mahkûm oluyor.

Bediüzzaman Hazretleri’nin, “Hücumât-ı Sitte” diyerek ele aldığı en tehlikeli şeytânî tuzaklar da birer mezelle-i akdâmdır. Hubb-u câh, korku, tamâ, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik gibi kapanlara yakalanarak latîfelerini öldüren insanların sayısı da hiç az değildir.4 Makam arzusu, tanınma tutkusu ve şöhret düşkünlüğü demek olan hubb-u câh az çok hemen her insanda vardır ve başta ehl-i dünya olmak üzere pek çokları için öldürücü bir kayma noktasıdır. Kimseden korkmamanın yegâne çaresinin, korkulması gereken gerçek kaynaktan korkmak olduğunu bilmeyenler için de havf bir ölüm çukurudur. Bir şeyi hırsla istemek, açgözlülük ve doymazlık mânâlarına gelen tamâ ise, bazı şer odaklarının mü’minleri bile kendi menfur emellerine alet etmek için kullandıkları, gazâb-ı ilâhîyi celb eden ve hayat-ı ebediyeyi bitiren bir tuzaktır. Devlet-i Âliye’nin de sonunu hazırlayan sebeplerden biri olan ırkçılık, insanın en zayıf ve fenalığa en açık damarını teşkil eden enaniyet (benlik) ve hak erlerini bile dört duvar arasına hapseden tenperverlik (rahata düşkünlük) gibi hastalıklar da ayakları kaydıran tehlike noktalarıdır.

Şeytandan gelen bu hücum okları, isabet ettiği insanları ciddi şekilde yaralayan, yatağa düşüren ve hatta öldüren birer virüs gibidir. Meselâ, tamâ hissi, tûl-i emelden, uzun yaşama arzusundan ve bitmeyen isteklerden kaynaklanır; ona yakalanan bir kimse, hiç ölmeyecekmiş gibi hayata bağlanır; gözü asla doymaz, onu da ister, öbürünü de. Bu isteklerini elde etmek için o kapı bu kapı deyip sürünüp dururken hiç farkına varmadan çürür gider. Meselâ, tenperverlik ve rahata düşkünlük insanı haneperest yapar. Aslında aile ve yuva dünyevî bir kısım ihtiyaçları gidermeye matuf ve ahiret hayatına hazırlık hususunda yardımcı bir unsur olmasına rağmen, onu evvelen ve bizzat maksud bir iş şeklinde algılayıp bir haneperestlik duygusu içine girme de çok hatarlı bir kayma noktasıdır. “Ya yuvamdan olursam; amaaan ya ailemi kaybedersem; Allah korusun, ya çocuklarımdan cüdâ düşersem!” gibi mülâhazalar insanın mukavemet sistemini kıran, onu bütün tehlikelere açık hâle getiren düşüncelerdir.

Hususiyle de günümüz insanları için en kaygan zeminlerden birisi enaniyettir. Hayatı kendi benliğine göre yorumlama, her şeyi şahsî takdir ve tercihlerine bağlama, umuma açık olan ve vicdan genişliğinden kaynaklandığı için fevkalade bir enginliği bulunan şeyleri kendi dar vicdanına, daha doğrusu daralttığı vicdanına göre değerlendirerek pek çok genişi daraltma, dolayısıyla dünya kadar himmet ona açık duruyorken kapıları sürgüleme ve istifadeye kapalı olma… İşte, bütün bunlar, iyi bir mü’min olma yollarında buzlanma hâsıl eden ve zincirleme kazalara sebebiyet veren faktörlerdir ve hepsi de bir yönüyle sefahet sebebidir. Biz sefaheti, daha ziyade yeme-içme, zevke-sefaya düşkün olma, sadece cismanî arzular arkasında koşma ve bohemce yaşama gibi şeylere bağlasak ve buna rahat düşkünlüğü desek de, o şekilde bir bencilliğe girme, enaniyet davası gütme de bir ruh sefaletidir. Bu hastalığa yakalanan bir insanın gönlündeki mücadele azim ve karalılığının tahtına enaniyeti tatmin duygusu gelip oturur. İ’lâ-yı kelimetullah sevdasının, dini dünyaya duyurma tutkusunun yerini, tanınma ve bilinme isteği alır. Karşılık beklemeden dine ve millete hizmet etme mülâhazası dünyevî beklenti hücumlarına ve şahsî çıkar düşüncesine mağlup olur. Böyle bir bitiş sürecine giren insanın da artık hiç kimseye faydası olmaz.

Öldüren Bir Virüs

Burada bir hususu daha istidradî olarak arz etmek istiyorum: İnsanın enaniyet virüsünden kurtulması, hiç olmazsa “ben” yerine “biz” demesi ve hep O’nu göstereceği bir ufku yakalamaya talip bulunması çok önemlidir. Ne var ki, bu meselede de çok tehlikeli bir kayma noktası vardır. Bazen nefiyler (bir şeyin yokluğunu, var olmadığını ve tesirsizliğini ifade etmeler), çok güçlü ispatlardan (bir şeyin varlığını ikrar, itiraf ve tasdik etmelerden) daha güçlü ispat mânâsına gelir. Aynen öyle de, bazen iradî tevazu, iradî mahviyet ve iradi hacâlet kibir, gurur ve ucubdan kat kat daha fazla tehlikelidir. Tevazua niyet tevazuu kibire dönüştürür; mütevazi görünmek için mahcup mahcup durma çok çirkin bir riyakarlık ve yalandır. Bu tür davranışların arkasında başkalarına “estağfirullah” dedirtme yatırımları vardır. Eğer, süklüm püklüm olmalar, eğilmeler, temennâ durmalar insanın tabiatının bir neticesi ve gönlün dışarıya aksetmesinin bir sonucu değilse, bunlar şirk işmam eden “estağfirullah” yatırımlarıdır. Esas olan, İslâm ahlâkını tabiat hâline getirmek, Kur’ân’ın ahlâkıyla ahlâklanmak ve Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) edebiyle edeplenmektir. Yoksa, Allah korusun, sen Üstad Hazretlerinin dediği gibi, “Ben yokum, benim kudret ve ehliyetim de yok, konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.”5 der, herkesin elini eteğini öper ve günde belki yüz defa kendini nefyettiğini söylersin; fakat bu söz senin gönlünün sesi değilse, o tavır ve davranışlarında bir sunîlik varsa, o nefyin altında bin tane insanın seni ispat etmesi arzusu da var demektir; sen bir insan olarak “Ben yokum” desen de belki bin tane insanın seni tanımasını, bilmesini ve ispatını beklersin. Yüzün yerde görünse de gözün hep takdir alkışlarındadır. Böyle bir duygu ve düşünce kayması da açık kibir, gurur ve ucubdan daha tehlikelidir. Açık kibir bellidir, farkedilebildiği ve bilindiği için ondan dönme ihtimali vardır. Fakat tevazu ve mahviyetin altına gizlenmiş kibir, gurur ve ucubdan kurtulmanın yolu yoktur. Bunlar hiç iflah etmeyen öldürücü virüsler gibidir.

“Ben bir hiçim” dersin; götürür bir yere birkaç lira sadaka verirsin, verirken de hiç kimseye görünmezsin, fakat öyle tehlikeli bir mülâhazan vardır ki; “Bu insanlar neden bu kadar kör; yok mu şu cömertliğimi fark edecek bir adam. Allah rızasına niyet ettik, gizli gizli veriyoruz ama şu fedakârlığım da görülse ve söylense fena mı olur?” düşünceleri sarmıştır zihnini. Belki niyetinde duruluğu yakalayamadığın bir sefere çıkmış ve sonra da “Vatanımı, sevdiklerimi geride bırakıp bu uzak diyarlara hicret ettim. Ben bunu söylemiyorum ama bazıları vefalı olmalı değil mi? Fedakârlığımı görüp takdir etmek düşmez mi onlara?” der ve kadr u kıymetinin bilinmediğinden yakınırsın. Ya da vaaz u nasihat edersin, kalem oynatırsın, la’l ü güher gibi kelimeler döktürürsün, zahiren bir beklentin de yok gibidir; Allah rızası için vazife yaptığını söylersin. Fakat, Allah korusun, içten pazarlıklısındır ve gizli gizli beklentilerin vardır; bu beklentilerin, yer yer mânâsız alınganlıklarınla kendini ele verse de, sen farkına varamazsın; çünkü, öldürücü bir hastalık, ruhunu sarmıştır bir kere. Beynine kıymık gibi saplanan bir virüse tutulmuşsundur. Ve eğer, bu tür mülâhazalar kalbinde bütün bütün yer etmişse, mahvolduğun katîdir senin. Cenâb-ı Allah bizi mahviyet, tevazu, hacâlet ve enaniyeti nefyetme mülâhazaları altında kendini satma gibi helak edici hastalıklardan muhafaza buyursun.

Bu virüslere yakalanmadan ve kayma noktalarına takılmadan rıza-yı ilâhî hedefine yürüyebilmemiz için her şeyden önce Allah Teâlâ’ya sığınmamız gerekir. Oturup kalkıp, اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ أَنْ أُشْرِكَ بِكَ شَيْئًا وَأَنَا أَعْلَمُ وَأَسْتَغْفِرُكَ لِمَا لَا أَعْلَمُ “Allahım, bile bile şirk koşmaktan, Senden başkasını ilah tanıyıp Senin güç ve kuvvetinden başka seylere tesir-i hakiki vermekten Sana sığındığım gibi, bilmeden ve farkında olmadan karıştırdığım haltlardan da Sana sığınıyor ve istiğfar ediyorum.” diyerek O’nun rahmet kapısına yönelmemiz icap eder.

Ayrıca, titiz yaşamak, kayıp düşme ihtimallerini azaltır. Titiz yaşamanın da birkaç yanı vardır. Bunlardan birisi, imanını güçlendirme adına doyma bilmeyen bir ruh hâletine sahip olmaktır. Değişik münasebetlerle tekrar ettiğimiz gibi, Âyetü’l-Kübra risalesindeki, kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın hâli bu meselenin en güzel misallerinden biridir. O mütefekkir yolcu kâinattaki her sayfayı okudukça imanı kuvvetlenip mârifeti daha da ziyadeleşir ve onun gönlünde iman-ı billâh hakikati bir derece daha inkişaf eder. Semâ ve arz gibi kâinat sayfalarından pek çoğunu dinlediği hâlde yinede de doymaz; meselâ, denizlerin ve nehirlerin zikirlerine de kulak verir ve sürekli “Hel min mezîd – Daha yok mu?” deyip durur. İşte, o seyyah gibi “Hel min mezîd” insanı olma çok önemlidir. Mü’min her gün kendi kendine, “Ben Allah’ı şu kadar biliyorum; fakat bu yetmez bana; O’nu öyle bilmeliyim ki, imanım, mârifetim, Allah’a karşı alâkam, –bazen aşk, bazen muhabbet, bazen iştiyak, bazen Cenâb-ı Hakk’ın inayeti mânâsına da gelen cezb ve bazen de o inayete kendini salma mânâsında incizap şeklinde tecellî eden alâkam– daha da kuvvetlensin ve mertebe katetsin.” demelidir. Madem “Aksa’l-gâyât”a talibiz, dualarımızda onu istiyoruz; öyleyse bugünkü mârifetimizin dünküyle aynı seviyede olmasına rıza gösteremeyiz. İki günümüzün eşit olmasını kabullenemez, onu bir aldanmışlık sayarız. Bu sebeple, başkaları hakkında hüsnüzan etsek de, şahsımız adına iman ve mârifet hususundaki çok küçük bir kayma ihtimalini bile çok büyük bir tehlike olarak nazar-ı itibara almalı ve o ihtimalin gerçekleşmesine kat’iyen fırsat vermemeliyiz.

İman, İslâm ve İhsan

Bildiğiniz gibi, bir gün Cebrail aleyhisselâm, insan suretinde Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına gelmiş; iman, islâm, ihsan ve kıyamet alâmetleri ile alâkalı bazı sorular sormuştur. Cebrail’in (aleyhisselâm) bizzat soru sorduğu ve cevaplarını tasdik ettiği bu ziyaretin anlatıldığı hadis-i şerif “Cibril hadîsi”6 olarak anılmaktadır. Hazreti Cibril-i Emin onların yanından ayrılınca Peygamber Efendimiz “O Cibrîl’di. Size dininizi öğretmeye gelmişti.” buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerifte geçen iman, İslâm ve ihsan üçlüsü de titiz yaşama adına çok önemlidir; çünkü, dini öğretmek için gelen Vahiy Meleği özellikle bu üç hususu sormuş ve Peygamber Efendimiz de bunların bütününe “din” demiştir.

İman hakikatinin, tesirini tam olarak ortaya koyması ancak İslâm’la mümkündür. İman, işlene işlene insanın tabiatına mâl olup, onun davranışlarını belirleyen ve yönlendiren bir derinlik hâline gelince hakikî iman hâsıl olur. Aksi takdirde, Allah’ın adem-i mevcudiyetine mesnetmiş gibi ortaya konan bazı şeyleri yıkarak ve sadece birkaç delile dayanarak ulaştığınız ya da atalarınızın size telkin ettiği iman nazarî bir imandır. Öyle bir iman sayesinde “Allah vardır.” dersiniz ama o meselenin hakikatini araştırmadığınız sürece kalbinizin derinliklerine kök salacak ciddi bir irfana da ulaşamazsınız. Oysaki, nazarî iman, amel vesilesiyle insan tabiatının onu yönlendiren bir derinliği hâline gelmelidir. O duruma gelinceye kadar da insan için tehlike ihtimali çoktur. Tehlike ihtimalini azaltmanın yolu ise İslâm esaslarına bağlılıktır.

Aslında, İslâm esasları sadece beş tane değildir. Mehâsin-i ahlâkı bütün fakülteleriyle yaşamak da İslâm’ın bir şartıdır. Bir Müslümanın mesâvi-i ahlâktan içtinap etmesi de lazımdır. Hazreti İmam Gazzâlî, İhyâ’sında bazı mevzuları mühlikât (helak eden, felakete sürükleyen hususlar) ve münciyât (kurtaran, felaha götüren ameller) başlıkları altında serdediyor. İşte, İslâm bunların hepsine riayet etmek ve bu riayeti de bir yönüyle bir iç istek hâline getirmek demektir. Öyleyse, bir Müslüman, dinin emirleri mevzuunda da, yasakları konusunda da çok titiz davranmalı; emirleri yapmanın ve yasaklardan içtinab etmenin tiryakisi olmalı; bu hususta, âdeta uyuşturucuya kendisini kaptıran ve ondan vazgeçemeyen bağımlı bir insan gibi yaşamalıdır. Bir vakit namazı kaçırma tehlikesiyle yüz yüze kalsa, “Acaba namazım mı önce kaçar, aklım mı?” diyecek kadar o meselenin delisi olmalıdır. Bir uçağa bineceği zaman, her şeyden evvel, namazını orada da hakkıyla eda etmenin hesabını yaparak binmeli; şehirler arası bir yolculuğa çıkarken “Vakti geldiğinde namazımı farz, vacip ve sünnetine riayet ederek eda edeceğim; ben yemeğimden, çayımdan vazgeçebilirim ama namazımdan taviz veremem.” düşüncesiyle dopdolu olarak çıkmalıdır. Seyahat sırasındaki namazlarının birinden az bir taviz verse o seyahatini de bereketsiz kabul etmelidir. Bu, dinin tiryakisi olma demektir. Öbürü ise, taklitten kurtulamamayı, iğreti durmayı gösterir. Öyle iğreti duran bir insan da tehlikeli bir zeminde ve mâil-i inhidamdır; o her an yıkılıp gidebilir.

Evet, imanını amelle takviye edecek ve İslâm sayesinde derin bir mârifete ereceksin. Fakat, onunla da yetinmeyecek, ihsan ufkuna yürüyeceksin. Salih amellere yapışacak ve ibadetlerin hakkını vereceksin ama bunları yaparken Allah’ı görüyor gibi bir hâli yakalayacaksın. Secdede başını yere koyduğun an, sanki Allah’ın arşının önüne başını koyuyormuşsun gibi bir temkinle hareket edeceksin. Her davranışının şuurluca olmasına özen gösterecek, her hareketine şuur vizesi soracak, onun referansını almayan hareket ve davranışları hiç yokmuş gibi sayacaksın. Ayakta dururken kendi kendine “Aman dikkatli dur, şu anda huzurdasın, Arşın bir tarafına dokunabilirsin.” diyeceksin. Rükua giderken, secde ederken hep bir dikkat ve teyakkuz insanı olarak davranacaksın. Bu ihsan şuurunun zirvesidir. Bunu yapamıyorsan bile hiç olmazsa avamca ihsan duygusuyla dolacaksın. İbadetlerini, O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla eda edeceksin. Yani, sen O’nu görüyormuş gibi bir ruh hâletine giremeyebilirsin; günahların vardır, ufkun kapalıdır, bundan dolayı o meseleyi gerektiği şekilde duyamıyor olabilirsin. Fakat, hiç unutmamalısın, O seni görüyor. Evet sen, seni gören bir Rabb’in karşısında olduğuna inanmamışsan, Cenâb-ı Allah’a tam inanmamışsın demektir. Öyle bir iman arızalı ve problemlidir.

Oysa, kaymalara karşı koyabilmek için sağdan-soldan destekli bir imana ihtiyaç vardır. Her zaman Hakk’ın huzurunda bulunuyor olma mülâhazasıyla sürekli temkin ve istikamet kollama ya da konumunun gerektirdiği mârifet ve şuurla “Ben bir hakir kulum, her nefesimde, her an-ı seyyâlemde muhtaç olduğum Mevlâ’dan nasıl gaflet ederim.” diyerek, hep uyanık, hep mahviyet içinde, hep gözü Hakk’ın kapısının aralığında ve mevsimi gelince iltifat göreceği düşüncesiyle sürekli ümitli, herhangi bir itaba uğrayacağı endişesiyle de kalbi güvercinlerin kalbi gibi tir tir titrer vaziyette olma hâli sağlam bir imanın neticesidir. Böyle bir iman, İslâm ve ihsan şuuru, Kur’ân’ın “Kim ihsan şuuruyla yüzünü (kendini) Allah’a teslim ederse muhakkak ki o en sağlam kulpa sarılmıştır.”7 diyerek ifade buyurduğu “Urvetü’l-vüska”, yani, kopmayan, kırılmayan, parçalanmayan, kendisine tutunanı yolun zikzaklarında düşürüp bırakmayan, en sağlam kulp, Rabbe karşı güven ve emniyet bağı mesabesindedir.

Ayaklarımızı Kaydırma Allahım!..

Kayma noktalarına ve inhiraflara karşı çok önemli bir tedbir de usûl-i fıkıhtaki sedd-i zerâyi düsturuna göre hareket etmektir. Sedd, menetme ve engelleme demektir; zerâyi ise, vesile ve yol mânâsına gelen zerîa’nın çoğuludur. Sedd-i zerâyi’, vesileleri kaldırmak, yolu tıkamak demektir. Istılah itibarıyla, tehlike mahallerinden ve fenalık dürtülerine sebebiyet verebilecek yerlerden uzak durmak; haramlardan olduğu gibi harama ve mesâvi-i ahlâka sürükleyebilecek faktörlerden de kaçınmak demektir. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim, “Sakın zinaya yaklaşmayın; çünkü o, çirkinliği meydanda olan bir hayasızlık ve çok kötü bir yoldur..”8 buyurarak hem zinanın apaçık bir çirkinlik ve yoldan çıkma olduğunu belirtmiş hem de kişiyi o çirkin günaha götürecek olan yol ve ortamları da yasaklamıştır. İşte, kelam-ı ilâhî’nin “Zina etmeyin” demek yerine “Zinaya yaklaşmayın!” şeklinde ferman buyurması ve bir hadisi şerifte Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) dil, ağız, el, ayak ve göz gibi organların zinasından da söz ederek o günaha götüren sebeplerden de uzak durmamızı isteyişi9 sedd-i zerâi zaviyesinden değerlendirilmelidir. Bu ilâhî ve nebevî fermanlar “Aman, günahın semtine bile sokulmayın, ondan fersah fersah uzak durun! Kulaklarınız ya da gözleriniz yoluyla içinize girecek ve olumsuz şeyler hakkında hayallerinizi tetikleyebilecek, sonra da tahayyüllerinizi, tasavvurlarınızı, taakkullerinizi ve hatta tasdik, iz’an, iltizam ve itikadınızı yaralayabilecek şeytanî oklara karşı teyakkuzda olun.” mânâsına gelmektedir. اِتَّقُوا مَوَاضِعَ التُّهَمِ “Sizi zan altında bırakacak yerlerden, töhmet noktalarında bulunmaktan sakının.” mealindeki hadis-i şerifi de bu açıdan yorumlamak mümkündür. Yani, töhmet ve suizanna sebep olacak pespaye davranışlardan uzak durmak gerektiği gibi, töhmet fiillerinin cereyan edebileceği yerlerden, onlara götüren duyguları tetikleyebilecek mekanlardan ve bir lokma, bir kelime, bir dinleme ve bir tecessüsle sizi sizden uzaklaştırabilecek kaygan zeminlerden de elden geldiğince uzak bulunmaya çalışmak lazımdır. Allah’la münasebetiniz, sizin kimliğiniz adına çok önemli bir madde teşkil eder. Öyleyse, kimliğinizi zedeleyebilecek ve Allah’a kulluğunuza gölge düşürebilecek şeylerden tevakki etmelisiniz. Bunlar, iman, İslâm ve ihsanın yanı başında yer alan, düşmeme, kapaklanmama ve batmama için çok önemli seralardır. İnsan, kalbî ve ruhî hayatını korumak için bu seralara sığınmalı ve bu hususta iradesinin hakkını vermeye gayret etmelidir.

Bu mevzuda son bir husus da muktezâ-yı beşeriyeti göz önünde bulundurmak ve onun gereğine göre hareket etmektir. Yani, insan olarak yaratılmamız yönüyle bizim cismanî ve bedenî yanlarımız da vardır. İnsanî ruh ve nefha-yı ilâhî taşımamızın yanı başında, biyolojik ruh da diyebileceğimiz bir nefis sistemi de konulmuştur mahiyetimize. Hazreti Üstad, Mesnevî-i Nuriye’sinde bu mevzuya da bir yönüyle işaret ederek bize bir tenbihte bulunmakta ve “Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir!” buyurmaktadır. Demek ki, bizim bir hayvaniyet ve cismaniyet yanımız var; ama ayrıca kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselme gibi bir hedefimiz de var. Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde temâşâ etmeye çalıştığımız, şimdiye kadar seleflerimizden binlercesinin altın ve yakut tepelerde resmettiği kalb hayatına ulaşma hedefi var önümüzde. İşte, o hedefe yürüyen bir insanın yer yer tökezlemesi, ayağının kayması ve düşmesi de muhtemeldir. Fakat, eğer, bir insan düşerse, onun yapması gerekli olan şey, asla şeytan gibi demagojiye girmemek; Hazreti Âdem gibi sadakat, samimiyet ve vefa ruhuyla Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edip, günahlarını O’nun huzurunda sayıp dökmek ve tevbe, inabe ya da evbe ile arınarak yeniden Cenâb-ı Hakk’a yönelmektir. Tabir-i diğerle, kapaklandığı zaman düştüğü yerde kalmamak, hemen doğrulmak ve yeniden Allah’a yürümeye devam etmektir. Şeytan kibir, diyalektik ve demagoji ile hareket ederek kaybetmiş; Hazreti Âdem ise, tevazu, hacâlet ve evbe ile kazanmıştır. Şeytan gibi demagojiye girmek bir felaket sebebidir; fakat, o kendisiyle iftihar ettiğimiz yüce atamız, “Safiyyullah” ilâhî hitabına mazhar Âdem efendimiz gibi davranmak da tekrar doğrulup yola devam etmek için çok önemli bir vesiledir.

Hâsılı, haram bir lokma, yalan bir kelime ve gayr-i meşrû bir bakıştan tenperverlik ve enaniyete kadar pek çok mezelle-i akdâm vardır. Fakat bir insan, arz etmeye çalıştığım bu disiplinler zaviyesinden meseleye yaklaşacak olursa, inşaallah muvakkaten düşse bile yolda kalmayacaktır. Ayrıca, kaymama hususunda da, Allah’a sığınma çok önemli bir teminattır. Abdest sırasında sağ ayağımızı yıkarken, أَللّٰهُمَّ ثَبِّتْ قَدَمَيَّ عَلَى الصِّرَاطِ يَوْمَ تَزِلُّ فِيهِ الْأَقْدَامُ “Allahım, Sırat köprüsünde ayakların kaydığı o günde ayaklarımı kaydırma, sabit eyle…” diyerek, ötede Sırat denen o cisr-i müthişte ayaklarımızı kaydırmamasını Cenâb-ı Allah’tan dilendiğimiz gibi burada da sırat-ı mustakimde sabit kadem olmamız için yalvarmamız bir emniyet vesilesi olacaktır. Evet, burada kayanların çoğu orada da kayarlar; burada en kaygan zeminleri Allah’ın izniyle aşanlar ise, orada da kaymazlar. Fakat burada kayan herkesin orada da kayacağı söylenemez. Çünkü bir insan, bir yerde kaymış olsa bile, o kaymanın endişesini ruhunda yaşadı ve hemen bir tevbe kurnasına koştu, arındı, Allah’a döndü ise, Allah Teâlâ onu hiç günah işlememiş gibi tertemiz bir hâle getirebilir.

1 Bediüzzaman, Lem’alar s.169 (On Yedinci Lem’a, On Dördüncü Lem’a, Üçüncü Remiz).

2 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.616 (Tahliller).

3 Bediüzzaman, Lem’alar s.169 (On Yedinci Lem’a, On Dördüncü Lem’a, Üçüncü Remiz).

4 Bediüzzaman, Mektubat s.465 (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Altıncı Risale Olan Altıncı Söz).

5 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.669 (Konuşan Yalnız Hakikattir).

6 Buhârî, îmân 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, îmân 5, 7.

7 Lokman sûresi, 31/22.

8 İsrâ sûresi, 17/32.

9 Buhârî, isti’zân 12; Müslim, kader 20.

-+=
Scroll to Top