B. BESMELE İLE ALÂKALI MÜLÂHAZALAR

Şimdi de Besmele-i Şerîf’in mânâlarını arz etmeye çalışalım: بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ bütün hayırlı işlerin başıdır. O Arş-ı A’zam’dan insanların eline uzatılmış nuranî bir hayttan ibarettir. “Bismillâh”a dayanan insan, bütün kâinata meydan okuyabilir. Çünkü orada Allah’a güvenme, dayanma ve itimat etmekten bahsedilmektedir. Dünyanın kapısı “Bismillâh”la açılmıştır. Kâinat “Bismillâh”la kurulmuştur. Her hâdise “Bismillâh”la meydana gelir. Ve kıyamet “Bismillâh”la kopacak, haşr ü neşr, Cennet-Cehennem “Bismillâh”la teessüs edecek, mü’minler “Bismillâh” dediklerinde Cennet’in kapısı açılacak ve orada mü’minler, بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ’de anlatılan Allah’ı, Rahmân ve Rahîm olan Zât’ı göreceklerdir. Âlem “Bismillâh”la başladığı gibi “Bismillâh”la bitecektir.

a. “Be” Edatı

Besmele harf-i cer olan ب ile başlar. Harf-i cer ismin sonunu cer eder. Burada اِسْمٌ kelimesini cer etmiş ve bu kelimenin sonu kesre kılınmıştır. Kesre, inkisardan gelir. Ve başlangıçtaki bu kesre bize Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna gelirken âdeta münkesir, yani kırık bir kalble gelmeyi ders verir. Esasen, her hayırlı işte havl ve kuvvetine dayanacağımız Cenâb-ı Hakk’a karşı kalbimiz münkesir olmalıdır ki, aczimiz O’nun kuvvetini davet eden bir şefaatçi olsun…

ب ’de musâhabet (yakınlık, dostluk) mânâsı vardır. İnsan, Allah ve Resûlü’ne yakın olmak istiyorsa Besmele çekmelidir. Ve yine ب ’de ilsak (birlikte olma, sarılma) mânâsı vardır. İnsan, Besmele ile Allah’ın Rahmân ve Rahîmiyetine sarılır. Bütün muamma ب ’nin noktasıyla başlar اَلرَّحِيمِ ’nin mimiyle sona erer. ب ’nin altındaki nokta kaldırıldığında iki sonsuz arasında uzayıp giden bir elif akla gelir. Elif, hakikat ilminde Allah’ın remzidir. Elif’in alt tarafına bir nokta koyup onu ب yapacağımız güne kadar, kâinatta gölge olmadığından dolayı o büyük ve nâmütenâhî ışık da bilinmiyor ve bulunmuyordu. كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا “Ben gizli hazine idim.”1 ifadesi bu hakikate parmak basmakta ve bize bu hakikati şerh etmektedir.

ب nâmütenâhî uzayıp giden ve zıddı olmayan, nuranî bir hattır. O, Allah’ın remzidir. Elif harfinin ilk yazıldığı yerde Hz. Ahmed’in adına remiz yapılmıştı. Onun başında da bir elif vardı. İş elifle başlar ve ebedlere kadar da öyle kalır. Nokta, Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) remzidir. Kâinatın çekirdeği ve nüvesi olan Hz. Muhammed أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ نُورِي “İlk yaratılan benim nurumdur.”2 sözüyle bunu anlatmaktadır. Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaratılmasaydı Allah bilinmezdi. Allah Kendini Kendinde görüyor ve Kendi ilmiyle Kendini biliyordu ama Allah başka gözlerle görülmek; başka kulaklarla duyulmak ve başka gönüllerde de bilinmek istedi.3 Onun için Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurunu yarattı. Kâinatı da O’nun nurundan halketti, nihayet kâinatın müntehâsında insan, bir semere olarak zuhur edip ortaya çıktı. “Mir’ât-ı Muhammed’de Allah görünür daim.” sözünden biz bunu anlıyoruz.

Ayna ve aynada tecellî eden şey بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ’de yer almış bulunmaktadır.

“Bismillâh”ta ilk isim Allah’ın adıdır. “Allah’ın adıyla” mânâsına “Bismillâh”la işlerimize başlıyoruz. “Bismillâh”ın sonundaki “Rahîm” Allah’ın sıfatıdır, ama kendi sıfatını Kur’ân’da Habib-i Edîb’ine isim olarak takmıştır. بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ “(O) mü’minlere karşı çok bağışlayıcı, çok merhamet edendir.”4 derken, Hz. Muhammed’i kasdetmektedir.

وَمَۤا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”5 derken de âlemlere rahmet için gelen Hz. Muhammed’in rahîmiyetine parmak basmaktadır. “Bismillâh”ta Allah anlatılır. Ve “Bismillâh”ta Allah’ı anlatan Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) dile getirilir.

ب ’nin alâkalı olduğu bir fiil vardır. Zaten kâinat fiillerden ibarettir. Bu fiil ya başa ya da sona takdir edilir. Biz Allah kelimesini başa alarak diyoruz ki, Allah vardı, hiçbir fiil yoktu. Allah zâtında fa’aldi. Belki, ef’âli de Zât’ıyla beraberdi. İşte bu noktaya gelince susup bir şey diyemiyoruz…

Takdir edilen bu fiil ya أَبْدَأُ veya اِبْتِدَائِي şeklinde olur. Eğer أَبْدَأُ dersek, fâil, altındaki أَنَا ’dir. اِبْتِدَائِي dersek, ي fâildir. Böylece Besmele yedi kelimeden meydana gelmiştir. Bunlardan dördü sarihtir. Diğer üçünü ise biz takdir ediyoruz.

b. “İsim” Kelimesi

اِسْمٌ ya سَمَايَسْمُو ’den veya وَسَمَيَسِمُ ’den gelir.

Birinciye göre mânâ: Yüksek oldu, yüce oldu şeklindedir. Allah zaten hem Zât’ıyla, hem de isimleriyle yücedir. وَلِلّٰهِ الْأَسْمَۤاءُ الْحُسْنَى “Allah’ın güzel isimleri vardır.”6 âyeti bize bunu anlatmaktadır.

İkinciye göre ise mânâ, “alâmet ve işaret oldu” demektir. Başka hiç kimseye “Allah” denmez. “Allah” dendiği zaman insanın aklına; kâinatı idare eden, Vâcibü’l-Vücud’la tarif ettiğimiz Zât-ı Ecell-i A’lâ gelir.

اِسْمٌ kelimesi üzerinde bir nebze durmamız gerekiyor. Allah (celle celâluhu) kendi isminden evvel bu kelimeyi zikrediyor. بِاللّٰهِ demiyor, بِسْمِ اللّٰهِ diyor. Belki biraz düşününce بِاللّٰهِ ile de aynı şey anlaşılırdı; ancak, bununla evvelâ, kasem (yemin) mânâsı hatıra gelirdi. Hâlbuki bizim maksadımız yemin etmek değil; Allah’ın inayetiyle, Allah’ın emirlerine yapışarak, cismaniyetin karanlıklarından, ruhaniyat ve kalb nuraniyatına yükselmektir. Yani biz insanî kemalâta yükselmek ve insanî miraca çıkmak için bu kelimeyi söylüyor, bu kelimeye tutunuyoruz.

“İsim” dendiği zaman akla, Allah’ın bütün isimleri gelir. Ve kâinattaki tasarrufu sayısınca Allah’ın isimleri vardır. İşte bu kelimeyi söylerken âdeta gözümüz önünde tecessüm eden Cenâb-ı Hakk’ın isimleri اَللّٰهِ lafz-ı şerîfiyle, bütünüyle niyet edilmiş ve niyetteki genişlik nisbetinde de bütünüyle zikredilmiş olur. Yani bir insan aynı zamanda Rahmân, Rahîm, Rezzak, Hâlık vs. gibi sayısız ismi söylemeyi de niyet etmiş ve bu isimleri şefaatçi yaparak isteyeceğini istemiştir. Her hareket ve talep bu isme dayalı olduğuna göre, “Bismillâh” ifadesindeki geniş ve güçlü kuvvet hakikaten mânidardır. “Bismillâh” diyen bir insan bütün Esmâ-i Hüsnâ’yı söylemiş ve bu isimleri şefaatçi yaparak Allah’tan dilemiş oluyor.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ diyen insan aynı zamanda gaybûbet makamındadır. Yani, “makam-ı fark”ta; yani Allah’a “O” diyeceği makamda bulunmaktadır. İşte böyle bir makamda “Bismillâh” derken yardım talebiyle araya Allah’ın ismi girmektedir. Yani lafz-ı Celâle ile insan arasına “isim” kelimesi girmektedir.

Kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin cilvelerinden ibarettir. Her yerde dalgalanan, Allah’ın isimleridir. “İsim” dendiğinde bütün bu dalgalanmalar hatıra gelir. İşte ifade edilen bu lâhûtî ve ulûhiyete ait mânâ ne ise, biz onu “Allah” diye ifade etmekteyiz.

Besmelenin ب ’si, ب ’nin noktası ve بِسْمِ . İşte biz bu Besmelenin altında o noktadan ibaretiz. Şiblî’ye: “Sen Şiblî misin?” diye soranlara, o şu cevabı verir: “Hayır, ben, müstakîm ve nuranî hat altında gölge yapıp O’nun vücuduna ayna olan noktayım.”

c. “Allah” Lafz-ı Şerîfi

اَللّٰهُ lafz-ı şerîfini başka bir lügatten nakledilmiş olarak kabul etmek ve iştikak ilmine göre şu kelimeden veya bu kelimeden türemiştir deyip O’na bir asıl bulmaya çalışmak gönlüme uygun gelmiyor. Vâkıa, bazıları O’nu bir kısım kelimelere ircâ ederek bir temel kelime bulmaya çalışmışlardır. Fakat âcizane diyorum ki: Zât-ı Bârî nasıl ezelî ise, ezelden beri O’nun adı “Allah”tır. “Allah” kelimesine bir temel kelime aramak uygun değildir. Ama bu kelimenin etrafında “Ben bu kelimeye benziyorum.” diyen kelimeler vardır ki, ben de onların mânâlarını arz edeceğim:

Her şey Allah’a bağlı ve her şey Allah’la ayakta durmaktadır. Kâinatın yüzünün nuru ve ziyası اَللّٰهُ kelimesidir. “Allah” kelimesinin mevcut olmadığı yerde, bütün ilimler ve bilgiler; evham, hayal ve seraptan ibaret olur ve iki ucu birleşmeyen bir kısım anlaşılmaz, karmakarışık fikir yığınları olarak kalır. Yirminci asırda bütün ilimlerin tıkanması işte bu noktaya dayalıdır. Günümüzde “Allah” kelimesine dayanmayan bütün ilim, teknik ve fenlerin hepsi tıkalıdır ve altlarında bir kısım tereddüt ve şüpheler vardır. İlim adamı bunlara hipotez, nazariye veya başka başka namlar takar, mânâsı ve mahiyeti anlaşılmış gibi takdime çalışır. Fakat esas itibarıyla ne mânâsı ne de mahiyeti anlaşılmıştır.

Kâinatta her şey bir hakikate dayanmakta, her şeyin temelinde bir hakikatin vücudu gerekmektedir. Şu muhteşem kâinatın temeline de büyük bir hakikat gerekir ki, bu kâinat o büyük hakikate dayansın ve mânâsını, tonunu bulmuş olsun. İnsan gibi âbide ve yaratılış ağacının meyvesi olan bir varlık, bir kısım faraziyelere meselâ, denizlerin dibindeki amiplere, solucanlara, tesadüf rüzgârlarına dayanmaz. Bu âbidenin altında büyük bir hakikat olması lâzımdır ki, o da “Allah”, “Rahmân” ve “Rahîm” kelimeleridir.

Burada bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Dünyanın doğusunda, batısında, kuzeyinde ve güneyinde gelişen ilmî akımlar, ilim ve teknoloji yönüyle oldukça ileride bulunan devletler vardır. Allah’a inanmayan bu insanlar, her şeyin tıkandığı noktada, gönlü Allah’a bağlı, bütün hissiyatıyla O’na iman etrafında pervane gibi uçan ve gerçekten inanan insanların bu hususta imdada koşmalarını beklemektedirler.

Eğer bütün ilimlerin tensik edilmesi düşünülüyorsa, bu “Allah” kelimesine dayandırılarak yapılacaktır. O zaman ilimler ve maarif bir hakikate dayanmış ve mânâsını, tonunu bulmuş olacaktır.

İlme ve fenne yeni bir mecrayı, Allah’a inananlar verecektir. İlim ve fen sağlam temeller üzerine, inanmış insanlar tarafından oturtulacaktır. Yoksa kâinatın mânâsı anlaşılamadığından ve kâinat Allah’ın yarattığı istikamette gidip değerlendirilmediğinden ötürü, Cenâb-ı Hak kâinatı yıkıp dağıtacaktır. Bu, belki bir insanın, belki bir gezegenin, belki bir seyyarenin eliyle olacaktır. Çünkü böyle bir kâinatın artık mânâsı kalmamıştır.

Allah (celle celâluhu) muhtecibtir, Mâbud-u bi’l-Hak ve Maksûd-u bi’l-İstihkâk’tır, yani, Kendisine ibadet edilmeye lâyık yegâne varlıktır. Allah bizâtihi mahbubtur. Kalbler Allah’ı zikirle doygunluğa ulaşır.7 Bütün kırık gönüller Allah’a vardıkları zaman içlerinde sekîne hâsıl olur. Allah en yüksektir, müşriğin şirki O’nun izzet ve azametine ulaşamaz. Bu gözlerle O’nu görmek mümkün değildir. O çok muallâdır. Bütün kâinatı idare eden O’dur. Allah’ı gözümüzle göremeyiz; fakat her şeyde ayândan daha ayân olan Allah’ın eserlerini görmekteyiz. Ve anlıyoruz ki O, şiddet-i zuhurundan gizlidir. Bütün kalbi kırıkların sığınağı Allah’tır. Allah mü’min için bir hayret kaynağıdır. Allah hakkında mârifetini artıran herkes hayrete dalacaktır. Allah bütün insanların Mâbud’udur. Allah, Allah olduğu için Mâbud’dur. Şimdi de bütün bu arz ettiğim sözlerin hepsini “Allah” kelimesiyle alâkalı ve lafz-ı Celâle’ye yakın kelimelerden çıkarmaya çalışalım:

1. Lafz-ı Celâle’ye Yakın Kelimelerin Tahlili

a. Elehe

İlâh kelimesi أَلَهَ ’den gelir. أَلَهْتُ إِلَى فُلَانٍ ise سَكَنْتُ إِلَيْهِ ‘Sakin oldum, kemale erdim’ gibi mânâlara gelmektedir. İnsan, kemal için koşup durmakta, kemali buluncaya kadar da durmadan ve yorulma bilmeden mesafe katetmektedir. İnsanlığını kaybetmemiş, vicdan ve kalb taşıyan bir insan, neticede kendisi için mukadder olan kemali buluncaya kadar durmadan koşacaktır. Kâmil-i Mutlak olan Allah, ona kemal verecektir. O, hayret ve dehşet içinde insanlık makamından isimler makamına, isimler makamından sıfatlar makamına, sıfatlar makamından Zâtî şuunat makamına yükselecek ve yükseldikçe hayret ve dehşeti artacak ve mutlak kemale ereceği âna kadar da koşacaktır. Allah onu olgunlaştırdığı, kemale erdirdiği anda da, içinde sekîne hâsıl olacaktır.

أَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Dikkat edin! Kalbler ancak, Allah’la oturaklaşır, Allah’a imanla huzur ve itminana kavuşur.”8 Öyle ise kemal arayanların sığınağı, son durak noktası Allah’tır. Dolayısıyla اَللّٰهُ kelimesiyle أَلَهْتُ إِلَيْهِ sözü arasında bir münasebet vardır ve Allah kelimesinin altında bu mânâ sezilmektedir.

b. Velehe

Lafz-ı Celâle ile alâkası olan bir diğer kelime de وَلَهَ ’dir. وَلَهَ ‘irtifa etti, yükseldi’ mânâsına gelir. Yeryüzünde müşrik istediği kadar şirk koşadursun ve haddinden taşkın olarak: “Ben fezaları dolaştım da Allah’ı göremedim.” desin. Bütün zaman ve mekândan münezzeh, bütün kâinatı idare eden, her şeyi tesbih taneleri gibi evirip çeviren ve her yerde nizamıyla kendisini ilân eden Allah, müşriğin her türlü şirkinden münezzeh ve muallâdır. İşte, Allah öyle mürtefi, öyle yüksektir. Bu da, lafz-ı Celâle’nin altındaki mânâda mündemiç bulunmaktadır.

c. Velh

Bir başka kelime de وَلْه kelimesidir. وَلْه ‘şaşkınlık ve aklın gitmesi’ demektir. Bu kelime, bir yönüyle hayret makamını bildirir. Aslında her insanda bir hayret ve şaşkınlık vardır. Bu da tevhid nurunun bir cilvesidir.

İnsanlardan bazısı, cismaniyetini aşamaz, ten tenceresinin sıkıcı ve boğucu havası içinde hapsolur. Ne yapacağını bir türlü bilemez ve bu bir şaşkınlık hâlidir. Bir diğeri ise, esmâ makamını aşar, sıfâta yanaşır. Ama daha ilerisini keşfedemez. Bu da ayrı bir şaşkınlık içindedir. İster ulvî isterse süflî şekliyle olsun, bu hayret ve şaşkınlık, tevhid nurunun bir cilvesi, bir tecellîsidir ve bu büyük mânâ da yine lafz-ı Celâle’de meknûzdur.

d. Lâhe

Yine lafz-ı Celâle ile alâkalı bir kelime de, لَاهَ ’dir. اِحْتجَبَ: لَاهَ – يَلُوهُ mânâsındadır ki, ‘gizli oldu, gizlendi’ demektir. Allah (celle celâluhu), gözle görülmez. Hâlbuki O ayândan daha ayândır. Görünmemesi, varlık kemalinin zirvesinde bulunmasından yani şiddet-i zuhurdan ileri gelmektedir. Görünmek, zıddı olan ve varlığın kemal noktasına gelememiş olanlar için söz konusudur. Gece gündüzün, gündüz gecenin zıddı olduğu için görünür ve bilinir. Sıcaklık soğuklukla, aksi de aksiyle hissedilir. Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın zıddı ve benzeri yoktur.

O Allah ki, görme, işitme, hayat-memat, iman-küfür, adalet-zulüm ve bütün zıtlar hep O’nun tecellîsiyledir. Hayır ve şer O’ndandır. Böylesine her şey O’ndan olan, zıddı ve benzeri bulunmayan Allah’ı görmeye imkân var mıdır? Onun için O’na, “O, şiddet-i zuhurundan gizlidir.” diyoruz. Bin seneden beri ehl-i kalb, “Ey şiddet-i zuhûrundan gizli olan, ey kemal-i nurundan muhtefî bulunan Allahım!” diye O’na münacâtlarını arz ve takdim etmektedirler. Hz. İbrahim Hakkı:

“Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi misli âlemde Ve sûretten münezzehtir, mukaddestir Teâlâllah Şerîki yok, berîdir doğmadan doğurmadan ancak Ehad’dir, küfvü yok, İhlâs içinde zikreder Allah.”

e. Elihe

Ayrı bir kelime de أَلِهَ ’dir. أَلِهَ ‘iltica etti, sığındı’ mânâsına gelir. Arap, أَلِهَ الْفَصِيلُ der ki, bu da وَلِعَ إِلَى أُمِّهِ yani ‘yavru, annesine sığındı, iltica etti’ demektir.

Bir yavru, aczi ve zaafını şefaatçi yaparak anasına sığınır. Hatta ondan tokat yer, yine ona iltica eder. Kul da öyledir. Kolu kanadı kırık, âciz ve fakir olan insan, yavrunun annesinin şefkat dolu sinesine sığınması gibi, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve merhametine sığınır. Kendisine iltica edilen ve ona ilticanın bir faydası olan sadece Cenâb-ı Hak’tır ve bu iltica mânâsı da lafz-ı Celâle’de gizlidir.

f. Kulluk

أَلِهَ kelimesinin bir diğer mânâsı da عَبَدَ ‘kulluk yaptı’dır. Ve Allah “Mâbud” mânâsınadır ki, kulluğa tek lâyık zât demektir.

g. Himaye

Ve yine أَلِهَ ‘himaye etti’ mânâsına da kullanılır ki, Cenâb-ı Hakk’ın kulunu koruyup, himaye etmesini ifade eder. Aynı kökten أَلَّهَ ise ‘ilâh edinildi’ demektir. Zaten, Allah’tan başka ilâh yoktur. Ve ilâh kabul edilmeye lâyık ve şâyeste sadece ve sadece O (celle celâluhu) vardır.

Şimdi hep beraber bu cümlelerle bize anlatılmak istenen Mâbud-u Mutlak’ı, lafz-ı Celâle’nin altında müşâhede edelim:

Allah, kolu kanadı kırıkların sığınağıdır. O, ibadet edenlerin Mâbud’udur. O, dertlilerin dermanı, yaralı gönüllerin derdinin şifasıdır. O, kâinatın nuru ve ziyasıdır. Her şey O’nunla hallolur. O’nu bulduğun zaman hâdiselerin senin başına getirdiği dağdağalardan, sıkıntılardan, belâ ve musibetlerden kurtulursun.

2. Lafz-ı Celâle’nin Mucizevî Yönü ve Hû Lafz-ı Şerîfi

Lafz-ı Celâle’nin diğer bir hususiyeti, başka isimlerle ifade edemeyeceğimiz bir mucizelik ifade etmesidir. Başından elif’i kaldırdığımız zaman لِلّٰهِ kalır ki, yine “Allah” demektir; لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ9 ve وَلِلّٰهِ جُنُودُ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ10 âyetlerinde olduğu gibi. Başından ل ’ı kaldırdığımız zaman له yine “Allah” demektir. Her iki ل ’la beraber ا ’i kaldırdığımız zaman ـه (Hû) kalır ki, Allah’ın zâtının unvanıdır ve yine “Allah” demektir. Ve biz, çok defa zikir, vird ve fikrimizi ـه (Hû) demekle ifade ederiz.

ـه (Hû) aynı zamanda İsm-i A’zam arasında sayılmaktadır. Lafz-ı Celâle’nin son harfi ـه ’dur ve Allah’ı ifade etmektedir. Hatta çok defa diğer isimlerle Allah’a yönelmektense ـه (Hû) ile yönelmek daha uygun olur. İşte lafz-ı Celâle, böyle mucizevî bir kelimedir. Onun bu son harfi üzerinde kısaca duralım, sonra umumî mânâsına tekrar dönelim:

ـه (Hû) başlı başına bir mucizedir. İnsan ـه (Hû) dediği zaman şu mânâları mülâhaza eder veya şu mânâların mülâhazası ona ـه (Hû) dedirtir: “Nerede ben, nerede Sen? Ben bir damla hakir sudan mahluk, Sen ezel ve ebed sultanı Mâbud. Ben, Sana Sen diyemem. Sana ancak, kâinatı dolduran, Senin Esmâ’na ait mânâları birden ifade etme sadedinde, unvanın olan ـه (Hû) ile sesleniyorum. Ve ancak ـه (Hû) demekle gönlümdeki ateşi söndürüyorum.”

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini anarken, çok kere o ismin varlıkla olan alâkalarını hatırlar ve zikrettiği ismin kendisiyle olan alâkasını nazara alır. Meselâ: “Yâ Kerîm!” dediği zaman, Allah’ın kendisine olan ikramını hatırına getirir. “Yâ Muhsin!” dediği zaman, Allah’ın ihsanını, “Yâ Cemîl!” dediği zaman da Allah’ın cemal ile tecellîsini hatırına getirir. Böylece, kısmen de olsa ihlâsı zedelenir. Hâlbuki ـه (Hû) dediği zaman, Zât-ı Ecell-i A’lâ’ya has bir unvan ile her türlü beklentinin, her türlü karşılığın üstünde; Allah, Allah olduğu için, O’nun Mâbud-u Mutlak olduğunu ilân etme sadedinde “Hû” demek gönüle öyle şifa verir, öyle su serper ki, ta gönlünün derinliklerinden ـه (Hû) demiş insanlar ancak bu zevkin ne demek olduğunu bilirler. Bu ifadenin, ruhu terbiyedeki tesiri ise başka hiçbir isimde yoktur.

Ayrıca, Allah (celle celâluhu) bize Kendini eserleri ve icraatı ile tanıtmaktadır. Biz de O’nu kendimizde mevcut tecellî ve eserleri nispetinde tanımaktayız. Bu tanımalar hep izafîdir, hakikî mârifet yanında da noksandır. Çünkü insan kendisine yapılan kerem, lütuf ve ihsan adesesinden, bütün kâinatta cereyan eden bu fiilleri ve bu fiillerin fâilini idrak edip kavrayamaz. Belki kendi ölçüleri içinde meseleyi değerlendirir. Hâlbuki “Hû” deyince, nefsü’l-emirde var olan ve bütün güzel isimlerin sahibi bulunan Zât-ı Ecell-i A’lâ kasdolunmaktadır. Böylece de hem enfüsî hem de âfâkî bütün delilleriyle, bize Kendini tanıtan ve kâinatta bütünüyle tecellî eden Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda, O’na hitap sigasıyla “Sen” demekten teeddüp ederek, gayb makamında sadece ve tek kelimeyle “O” mânâsına “Hû” denmektedir ki, aslında her nefes alışverişimiz, bir “Hû”dan ibarettir. Yani “Hû” bizim hayat kaynağımızdır. O’nu demeden yaşamamız mümkün değildir.

Diğer bir husus da şudur:

İnsan, O Sultan’ın huzurunda ve O’nun muhteşem saltanatı karşısında, açlığını, susuzluğunu, her türlü debdebe ve âlâyişi ve hatta kendisiyle beraber varlığını unutur. Nazarını, başka her şeyden alır, sadece O’na çevirir ve orada “O” mânâsına deyiverir. Her şey onun gözünden kendisi ile beraber silinir, yok olur. Bismillâh derken, işte bu mânâları mütalâa ve müşâhede etmiş oluyoruz.

d. “Rahmân ve Rahîm” İsimleri

Rahmân, bir isim sıfattır. Yani o, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatıdır. Fakat isim oluş onda öyle öndedir ki, “Rahmân” dediğimiz zaman hemen aklımıza Allah gelir.

اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى “Rahmân, Arş üzerinde istivâ etti.”11; اَلرَّحْمٰنُ۝عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ “Rahmân, Kur’ân’ı insanlara talim etti.”12 dediğimiz zaman Allah’ı kasdetmiş oluyoruz. Öyle ise “Rahmân”, Allah’a has bir sıfattır. İnsanlara “Rahmân” denmez. Rahmân, sonsuz merhamet edici, sonsuz nimetlerle besleyici mânâsına gelir. Nasıl ki, “Allah” kelimesini tercüme etmek mümkün ve muvafık değildir. Öyle de; “Rahmân” kelimesini dahi tercüme etmek mümkün ve muvafık değildir. Çünkü isimdir. Hususî isimler ise tercüme edilmezler. Hele Rahmân’ı “esirgeyici, bağışlayıcı” şeklinde tercüme etmek büyük hatadır. Zira dilimizde ‘esirgeyici’ demek, cimri ve eli tutuk demektir. Beşerin dahi kabul etmeyeceği bir çirkin sıfatı Allah’a isnat eden, bu mânâları düşünüyorsa namaz kılarken dahi imandan olur. Onun içindir ki “Rahmân”ı tercüme ve bir kelime ile ifade etmekten o ismin Sahibine sığınırım.

Rahîm de Rahmân gibi bir sıfattır. Fakat Rahîm Allah’a has değildir. Rahîm, Allah’ın sıfatıdır ama yaratılmışlar hakkında da kullanılır. Şimdi de bu iki kelimenin muvazenesini arz edelim:

e. Bazı Açılardan Rahmân ve Rahîm Kelimelerinin Muvazenesi

İkisi de “rahmet” kökünden geliyor ve Allah’ın merhametini ifade ediyor. Fakat birinin en geniş merhametine karşılık, diğerinin hususî merhameti vardır. İnce bir ifade tarzıyla; Rahmân vâhidiyetin, Rahîm ise ehadiyetin tecellîsidir.

“Rahmân” kelimesi ezele,“Rahîm” kelimesi ise lâyezâle (yok olmayana) bakar. Allah, Rahmân isminin ruhundaki merhameti ve o merhametin taalluku ile kâinatı yoktan var etmiştir. Sistemler, insanlar, ağaçlar, kuşlar ve her şey Rahmân ismiyle var olmuştur. Bütün mevcudat Rahmân isminin cilveleriyle cilve-endâz olmaktadır. Bu geniş, umumî ve şümullü rahmet, bütün kâinatı içine almış ve Rahmâniyet bütün kâinatı kuşatmıştır.

Her şey, bu Rahmâniyetin cebrîliği altında, ister istemez Allah’ın emirlerine itaat etmektedir. Rahmân’da cebrîlik vardır. Allah kâinatı yaratırken kâinata, bizi yaratırken bize, kuşu, ağacı, taşı yaratırken de onlara sormamıştır. İşte bu cebrîlik, Allah’ın vâhidiyetinin gereğidir. Mâlikü’l-Mülk O’dur. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Ve kimse O’na müdahale edemez. Meseleyi sadece ezele bakan ve Allah’ın zâtına isim olan Rahmân açısından mütalâa edecek olursak; küfür-iman, adalet-zulüm, hakkaniyet-haksızlık, güzellik-çirkinlik, iyi-kötü her şey birbirine karışıverir. Bu durumda irade mevzuubahis olamaz. Böylece de insan, diğer varlıklar gibi, ne kötülüklerinden mesul olur ne de iyiliklerinden dolayı mükâfata erer. O da bir ağaç, bir taş ve dört ayaklı bir canlı gibi, fıtratın hududu çerçevesi içinde yaşar, bazı isimlere ayna olur ve göçer gider. Eğer kâinata sadece “Allah” kelimesinden sonra Rahmân’ın tecellîsi hükümfermâ olsaydı, durum bu merkezde olacaktı. Ancak Allah murad buyurdu ve insanlarda iradeyi yarattı; iradesini iyiye kullananları mükâfatlandırma, kötüye kullananları cezalandırma hikmetiyle, Rahîmiyeti ile de tecellî etti. Böylece insana esfel-i safilînden a’lâ-yı illiyyîne kadar, ya aşağıların aşağısına düşme veya yukarıların yukarısına çıkma imkânını bahşetmiş oldu. Kuş kanat çırpıp yavrularının başında dönüyor, ağaçlar boy salıp büyüyor, sular çağlayıp akıyor, otlar yeşerip ağaçlar meyve veriyor ve bir hayvan olan anne, yavrusuna karşı o derin şefkatiyle davranıyorsa; bütün bunlar Rahmân’ın cilveleridir. Ancak, bunlarda irade yoktur ve bu varlıklar Rahmân’ın kendilerine öğretip takdir buyurduğu hudutlar içerisinde yaşamak mecburiyetindedirler.

Bir de iradeye bakan Cenâb-ı Hakk’ın hususî rahmet tecellîsi vardır ki, onu da bize “Rahîm” kelimesi ifade etmektedir. Demek oluyor ki, “Rahmân” olmasaydı, biz vücuda gelmeyecektik. Kâinat ve bütün mevcudat yok olacaktı. Şayet “Rahîm” olmasaydı irademizi kullanamayacak ve Cenâb-ı Hakk’ın sanatının inceliklerini idrak edemeyecektik.

Rahmân, kâinatı büyük bir kitap gibi gözümüzün önüne serdi. Rahîm, bize o kitabı okuma ve okuduğumuz o kitaptan alacağımız hüzmeleri kalbimizde iman hâline getirme iradesini verdi: Ve yine Rahîm, kâinatın sırlarını aşma, esmânın sahiline yanaşma, sıfatların keyfiyet ve ahvâlini kurcalama ve Zât-ı Bâri’yi düşünmemizi mümkün kıldı. Zât-ı Bârî’yi idrak mümkün değildir. Allah’ı bin isimle değil milyarlarca isimle anlatmaya çalışsak, yine Zât-ı Bâri hakkında bir şey anlatmış olamayız. Hz. Ebû Bekir: اَلْعَجْزُ عَنِ الْإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ “O’nu nâkabil-i idrak kabul etmek şeklindeki acz, tam idraktir.13 der. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de kendisine isnat edilen bir sözde مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ buyuruyor: “Ey her şeyden daha ayân, daha beyân olan Mâruf-u Mutlak, Seni hakkıyla bilemedik.”14 Onun içindir ki biz de:

“İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmezZira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.”

diyor, aczimizi itiraf ve ilân ediyoruz.

Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hak, bu kâinatın kapısını Bismillâh’la açıyor ve insanları kâinatı müşâhedeye davet ediyor. Bismillâh’la kâinatın kapısını kapatıyor. Ve yine Bismillâh’la Dârü’s-Selâm’ı açıyor, insanları ebedî mesut etmek üzere Cennet’e davet ediyor.15

f. İnsan Kalbini Arş-ı A’zam’a Bağlayan Nuranî İp: Besmele

Bismillâh’ın her yerde tecellî ettiğini görüyoruz. Çünkü onun içinde bütün ilâhî isimleri ihtiva eden lafz-ı Celâle vardır.

Bu itibarladır ki, bu kudsî cümlelerin tercümesini yapmak mümkün değildir ve tercüme etmeye imkân yoktur. “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlarım.” diyen insan, ilk defa Allah’a “olan” demek suretiyle eskiden yokmuş da, sonradan olmuş gibi bir mânâyı işmâm etme hatası içindedir. İster “keynûnet” (oluş), isterse “sayrûret” (olma) mânâsına gelsin; ister “O Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla” densin; isterse “Allahu Rahmânu’r-Rahîm” densin hepsinde bu kabîl hatalar mevcuttur.

Kur’ân-ı Kerim’in anlatmak istediği bütün hakikatler, hulâsa olarak Besmele’de mevcuttur. Ve Besmele bu hâliyle de harikadır. Bu harikalık elbette onun tesir gücüne de sirayet edecektir ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): كُلُّ أَمْرٍ ذِي بَالٍ لَمْ يُبْدَأْ فِيهِ بِبِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ فَهُوَ أَبْتَرُ buyuruyor. Son kelime muhtelif rivayetlerde değişir; bazı rivayetlerde أَقْطَعُ bazılarında ise أَجْزَمُ ifadesi vardır. Hepsi birbirinin eş mânâlısı bu kelimelerle Allah Resûlü: “Besmele ile başlamayan her iş, bereketsizdir, devam etmez ve köksüzdür.”16 demektedir.

Kur’ân dört büyük hakikatten bahseder: Bunlar, tevhid, nübüvvet, haşir ve adalettir. Ve Besmele bunları hulâsa eder. اَللّٰهُ Lafz-ı Celâle’si sarih olarak tevhide bakıyor. Rahmân O’nun has sıfatı olup, peygamberliği ispat eder. Rahîm sıfatı ise haşir ve adaleti dile getirir.

Bismillâh, Berâat (Tevbe) sûresi müstesna Kur’ân’ın bütün sûrelerinin başında vardır. Kur’ân yazan her kâtibin Besmele’yi bütün sûrelerin başına yazması icmâ ile farzdır. Yazmayan haram işlemiş olur. Şâfiîlere göre bir görüş müstesna, bütün mezheplere göre hayvanlar kesilirken Besmele çekilmesi farzdır. Ayrı bir mesele de, namazda Fatiha’dan önce “Besmele” çekmek Şâfiî mezhebine göre farz, Hanefî mezhebine göre de sünnet olduğu hususudur. Ancak Mâlikî mezhebine göre Besmele mendub değildir. Çünkü İmam Mâlik (radıyallâhu anh): إِنَّهُ مِنْ سُلَيْمَانَ وَإِنَّهُ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ âyetiyle17 anlatılan, yarım âyet şeklinde kendisini gösteren “Bismillâh” müstesna, Kur’ân-ı Kerim’de yüz on üç yerde geçen “Bismillâh”ı âyet kabul etmemektedir.

Bismillâh’ı bazıları müstakil birer âyet saymışlar, bazıları da “başında bulunduğu sûreden bir parçadır” demişler. Hayatta her şeyin anahtarı durumunda olan Bismillâh, Kur’ân’daki sûrelerin de anahtarı durumundadır. İster sûreleri birbirinden ayırmak, isterse o sûreye bereket getirmek ve isterse o sûreyi anlamak, gereğiyle amel etmek mevzuunda Allah’ın yardımını dilemek ve dilenmek için olsun, kısacası ne maksatla yazılırsa yazılsın o, Arş-ı A’zam’dan insanların kalbine uzanmış nuranî bir iptir. Mânâsındaki ulviyeti kavrayıp, füyûzâtından istifade eden insanlar بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ’e tutunarak insanî arşa çıkabilirler.

Allah (celle celâluhu) kâinatta var olan bütün hakikatleri, gönderdiği kitaplarında şerh ve izah etmiştir. Bu yüce hakikatleri Allah, ona gönülleri mâkes olabilecek peygamberlerin sinelerinde mânâ, dillerinde harf ve kelime olarak ifade etmiştir. Bütün bu mukaddes kitap ve sahifelerde anlatılan hususlar en son kitap Kur’ân’da detaylarıyla ele alınmıştır. Kur’ân-ı Kerim, bütünüyle Fatiha sûresinde, Fatiha sûresi de Besmele’de hulâsa edilir. İşte Besmele, bütün peygamberler ve kitapları birbirine bağlayan böyle nuranî bir iptir. Kâinatta var olan bütün hakikatler bir nüve hâlinde ve muhakkak surette Besmele’de yer almaktadır. Ancak onu bulup çıkarmaya, herkes muvaffak olamaz.

1 ez-Zerkeşî, et-Tezkira fi’l-ehâdîsi’l-müştehira s.136; es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene 1/521.

2 Bkz.: es-Suyûtî, el-Hâvî 1/325; el-Halebî, es-Sîratü’l-Halebiyye 1/240.

3 Bkz.: el-Cürcânî, et-Ta’rîfât s.218; es-Suyûtî, ed-Düreru’l-müntesira s.15.

4 Tevbe sûresi, 9/128.

5 Enbiyâ sûresi, 21/107.

6 A’râf sûresi, 7/180.

7 Bkz.: Ra’d sûresi, 13/28.

8 Ra’d sûresi, 13/28.

9 Bakara sûresi, 2/284; Nisâ sûresi, 4/131,132.

10 Fetih sûresi, 48/4,7.

11 Tâhâ sûresi, 20/5.

12 Rahman sûresi, 55/1-2.

13 el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/252; el-Maksadü’l-esnâ s.54; es-Suyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce 1/103.

14 el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/410; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 4/79, 17/202.

15 Bkz.: En’âm sûresi, 6/127; Yûnus sûresi, 10/25.

16 Bkz.: Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmi’ li ahlâki’r-râvî ve âdâbi’s-sâmi’ 2/69-70; el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 1/206. Yakın ifadelerle geçen şekli için bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/359; ed-Dârakutnî, es-Sünen 1/229.

17 Neml sûresi, 27/30.

-+=
Scroll to Top