B. BESMELE İLE FATİHA ARASINDAKİ MÜNASEBET

Fatiha sûresinin çeşitli isimleri vardır. Kur’ân-ı Kerim, bu sûre hakkında “es-Seb’u’l-Mesânî”1 tabirini kullanmıştır. Ayrıca Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dilinde bu sûreye “Ümmü’l-Kitap”, “eş-Şâfiye”, “el-Vâfiye” denmiştir.

O, ilâhî bir hazinedir. Her dertli, derdinin çaresini onda bulur. Fatiha halkı, Hakk’a ve Hâlık’a yaklaştıran sırlı bir sûredir.

Fatiha sûresinin kendisinden sonraki sûrelerle ciddî bir alâka ve irtibatı olduğu gibi, kendisinden evvelki Besmele ile de alâka ve irtibatı vardır ki, buna “siyak ve sibak” denir. Zaten her söz siyak ve sibakıyla değerlendirilir ve aradaki münasebetler de ancak bu şekilde tespit edilmiş olur.

Fatiha sûresi, Kur’ân-ı Kerim’in ilk sûresidir. Dolayısıyla evvelinde başka bir sûre yoktur. Ancak, bu sûrenin başına takdir edeceğimiz bir fiil, Fatiha sûresine sibak olabileceği gibi Besmele de ona sibak olabilir.

Fatiha’nın evveline bir, اِقْرَأْ (oku) veya قُلْ (söyle) fiili takdir olunur. Beyhakî’nin Delâil’inde, vahyin başlangıcına ait şu vak’a anlatılır:

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) beşerin ızdırabıyla kalbi dilgir, insanlığı kurtarmak için bir mübarek mağarada çareler ararken, karanlık yerlerde mehbit-i vahy-i ilâhiyyeye, yani, ilâhî vahyi almaya tam mâkes olabilecek derecede semavîleşen mukaddes kalb-i pâkini feyz-i akdesten gelen nurlara yöneltip açtığı sıralarda, ara sıra ses duyuyordu. Ses duyulunca da koşa koşa eve geliyordu. Bir gün içini, o mübarek hayat arkadaşı ve hayatının sonuna kadar kendisine sadakattan ayrılmayan Hz. Hatice’ye açmıştı. O da elinden tutup O’nu amcazâdesi Varaka b. Nevfel’e götürmüştü. Varaka Hristiyanlığı kabul etmiş, Arapça İncil yazıp halka İncil’i anlatan bir zattı. Allah Resûlü’nden evvel halka İncil’i gösteriyor ve bu Allah’ın kitabıdır diyordu. İncil’de Allah Resûlü’nün geleceğine dair işaret ve bişareti gördüğü için hemen hemen O’nun gölgesini başının üzerinde hissediyordu. Kimbilir belki de etrafındaki çok kimselere bunu fısıldamıştı. Onun çok yukarılarda aradığı belli bir zaman sonra başının üzerinde bir rahmet bulutu gibi belirecek, beşeri sulayacak, yeryüzünün yeşermesine vesile olacak Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun yanına geliverdi: “Ben kırlarda, sahralarda dolaşırken, mağaraya girip çıkarken, Rahmet Dağı’ndan aşağıya inerken, daima arkamda ‘Yâ Muhammed, Yâ Muhammed!’ sesini duyuyorum” dedi. Varaka İncil’de vahyin keyfiyetini gördüğü ve her peygamberin Allah’a böyle muhatap olacağını bildiği için: “Bir daha böyle seslenirlerse kaçma ve yerinde dur. Ne diyorlar dinle, belle, ondan sonra benim yanıma gel!” cevabını verdi. Allah Resûlü, Varaka’nın dediğini yaptı. Hz. Cibril-i Emîn: “Yâ Muhammed!” dediği zaman Allah Resûlü yerinde durdu, durunca da vahiy başladı. Cibril nakletti, Allah Resûlü de belledi. Ve Fatiha-yı Şerife’yi sonuna kadar okudu.2

İşte bu rivayette, Cibril’in gelip Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ismiyle hitap ettikten sonra قُلْ: بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ۝اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ diyerek, ilk bu sûreyi getirdiği ifade edilmiştir. Bu itibarla, Fatiha’nın sibakında, yani evvelinde Cenâb-ı Hakk’ın “Oku!” veya “Söyle!” emirleri vardır. Ve Fatiha bu iki kelimeden birine dayanmaktadır.

O, sûrelerin evvelidir. Onun içindir ki, her şey Fatiha ile başlar. Zaten, bütün Kur’ân-ı Kerim, esas itibarıyla vahy-i semavîye dayalıdır. Fatiha da öyle. O da, Cibril vasıtasıyla beşerin en efdalinin pâk ve mübarek kalbine vahiy yoluyla gelmiştir. Geldikten sonra da öyle dal budak salmıştır ki, bütün beşeriyet ve cin âdeta onun sıyanet kanatları altına sığınmıştır. O, beşerin her türlü derdine derman olacak şekilde kâfi ve vâfidir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ile Fatiha’nın çok sıkı münasebeti vardır. Âdeta o, Fatiha’dan bir âyet gibidir. Onun içindir ki birçok fukahâ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ’i Fatiha’nın yedi âyetinden biri saymıştır. “Bismillâh” ile Fatiha arasında âdeta şiir âhengi içerisinde bir münasebet mevcuttur. بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ’in mânâ-i münîfini arz ederken; Cenâb-ı Hakk’ın Celâli ile mahlukatı çalkaladığını, yarattığını ve yokluğa varlık tohumu attığını, Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çekirdeğinin nuru etrafında kâinatı geliştirip mânâlandırdığını ve kâinat ağacına insanı meyve verdirdiğini arz etmeye çalışmıştık. “Bismillâh” Allah’ın ismiyle başlar, Allah var başka bir şey yok. Ve sonra Allah (celle celâluhu), Besmele’nin sonunda, Habibi’ne ad olarak taktığı, “Rahmeten lilâlemîn”3 ve “Rahîm”4 dediği Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurunu yarattı. O’nun nurundan kâinat sıralanıp geldi. Hâdiseler zincirleme birbirini takip etti. Siz isterseniz onlara “jeolojik devirler”, isterseniz “gazların kaynaştığı devirler” deyin. Atılan çekirdek artık ağaç olmuş, büyümeye doğru gidiyordu…

Siz bağınıza, bahçenize meyve verecek olan bir ağaç dikersiniz. Bu ağacı diktikten sonra çeşitli devrelerde gösterdiğiniz çeşitli tımar ve ameliyelerle hep onu karşınızda görür ve nazarınızı daima onun başındaki meyvelere çevirirsiniz. Hatta ağacın kökünde hayatiyet olmayabilir, ağacın kabuğu mânâsız olabilir, meyve vereceği âna kadar açan dalı, budağı, yaprağı hepsi de mânâsız olabilir. Fakat o ağaç esasen büyük bir mânâ için dikilmiştir. Sizin bakışlarınızın hedefi ağacın başında, çiçekler arasında arz-ı endamla size tebessüm edecek, kendini sizin kucağınıza atacak ve Allah tarafından konserve mahiyetinde hazırlanmış olan meyvelerdir. Onun gibi Allah (celle celâluhu) yokluğa Hz. Muhammed (aleyhi ekmelüttehâyâ) nurunu tohum olarak attı. İşte bu varlık, ondan meydana geldi. İsterseniz, elektronlar ondan teşekkül etti, atom âlemi ondan hâsıl oldu diyebilirsiniz. Bütün bunlar bizim malumat ve idrakimizin dışında olan meselelerdir. Bildiğimiz bir şey varsa o da, Arş-ı A’zam’dan bize doğru uzanan ve yokluğa atılmış Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) çekirdeği üzerinde boy salan kâinat ağacıdır. Ve bu ağaç neticede meyve verdi. O meyve insandır. O meyvenin meyvesi de insanlığın hulâsası, Allah’ın “sâfi, öz, hulâsa” mânâsına “Mustafa” adını verdiği Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).

İşte Bismillâh bize bu mânâları ifade ediyor. Allah, Celâliyle kâinatı çalkalıyor, bir ağaç meydana getiriyor. Rahîmiyetiyle bizlere irade veriyor; kâinatın mânâsını, büyüklüğünü anlamaya muvaffak kılıyor. Bu mânâları ifade edince Bismillâhirrahmânirrahim ile Elhamdülillâh arasında münasebet kurabiliriz.

1 Bkz.: Hicr sûresi, 15/87

2 İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/329; el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 2/158.

3 Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/107.

4 Bkz.: Tevbe sûresi, 9/128.

-+=
Scroll to Top