b. İSMET VE DİĞER PEYGAMBERLER
Mevzu ile alâkalı âyetlere geçmeden kısaca bazı hususlara dikkatinizi rica edeceğim:
Zelle Meselesi
Birincisi: Peygamberler, iki şeyden birini tercih durumunda kaldıklarında, aliyyüla’lâ (iyilerin en iyisi) dururken a’lâyı (iyiyi) seçmişlerse, bu onlar için bir zelle kabul edilebilir. Fakat bu sürçme veya hata bizim ölçülerimiz içinde bir sürçme veya hata değildir. Zira seçtiği, “a’lâ”, yani iyidir. Fakat bir peygamber böyle bir tercihle karşı karşıya geldiğinde, mukarrabîn olmasının gereği olarak “aliyyüla’lâ”yı seçmeliydi, denebilir –tabiî biz diyemeyiz– kimse bu tercihi günah olarak da vasıflandıramaz.
Şimdi bir misalle bu hususu zihne yaklaştırmaya çalışalım: Bir insan düşünün ki, Kur’ân-ı Kerim’i hatmetmek istiyor. Ancak, Kur’ân’ı kaç günde hatmetmeli? İşte bu hususta karşısına iki alternatif çıkıyor: Birincisi, Kur’ân’ı düşüne düşüne, teemmül ede ede on günde okumam daha iyi olacak, alternatifi ki, ancak bu şekilde mânâya dikkat etmek ve Kur’ân’ın derinliklerine inmek mümkün olacaktır. İkincisi, Kur’ân’ı yedi günde hatmetmeli; zira böyle yapılması Rabbimiz’in kelâmına karşı daha fazla hâhişkâr olmamın ifadesidir. Sonra da Kur’ân’ı on günde okumaya karar veriyor ve başlıyor…
Şimdi, farazî olarak diyelim ki, Cenâb-ı Hakk’ın rızası, onun Kur’ân’ı yedi günde okumasındaydı. Fakat bu insan kendi içtihadıyla on günde okumaya karar verdi. Cenâb-ı Hakk’ın rızası “aliyyüla’lâ”dır. Fakat bu insanın yaptığı da en azından “a’lâ”dır. Bu itibarla da, ortada günah yok ki, bu insana “Hata işledin, günaha girdin.” denilebilsin. Belki en son söylenecek şey, o şahsın, en iyi dururken, iyi ile meşgul olduğunu söylemektir. Günah isnat etmeye gelince bu kat’iyen doğru değildir.
İşte peygamberlerin, kendi içtihatlarıyla tercih edip yaptıkları işlerin durum ve keyfiyeti de böyledir. Öyleyse onlara, bu yaptıklarıyla günah isnat etmek nasıl caiz olabilir? İleride, yeri geldikçe, tekrar bu hususa döneceğiz.
İkincisi: Her şeyden evvel nebiler, müçtehitler müçtehididirler. Onlar, Cenâb-ı Hak’tan mesaj almadıkları hususlarda ki, bu ister ahkâma ait, ister onların şahsî hayatlarına ait, isterse hayat-ı içtimaiyeye ait olsun, içtihat eder ve bir görüş bildirirler. Onların bu içtihatlarının bazıları ilâhî murada tam muvafık olabileceği gibi, bazıları da o ölçüde olmayabilir. Ancak, onların bütün içtihatları, ilâhî murad çerçevesi içerisinde cereyan eder. Şimdi, eğer içtihatları ilâhî murada tam muvafık gelmedi ise, bunlar sarayın gözdeleri olmaları, gözlerinde perde bulunmaması, kader kaleminin sesini duymaları gibi seviyelerine kıyasla bir hata işlemiş sayılırlar. Çünkü onlara düşen, murad-ı ilâhîye yüzde yüz muvafık olanı bulmaktır. Fakat içtihatlarındaki bu yanılma asla günah değildir ve onların ismetlerini ihlâl etmez ki, bu sebepten sorgulanabilsinler. Muhalfarz öyle bir şey olsa da, zannediyorum o da, kapıkullarına düşmez.
Üçüncüsü: Bu gibi sürçmeler, onların peygamberliklerinden evvel olmuştur. Ancak kelimeye dikkat edecek olursak, bunlara sürçme tabirini kullanıyoruz. Sürçme, yere kapaklanıp kalma değildir. Yüzü daima secdede olanlar yere kapaklanmazlar. Sürçmede hafif bir sendeleme söz konusu olsa bile, yere düşme söz konusu olmaz ki ondan bir günah diye bahsedilsin.
Şimdi, arz ettiğimiz bu hususları müşahhas misallerinde takip etmeye çalışalım. Evvelâ, dikkatinizi, insanlığın babası Hz. Âdem Aleyhisselâm’a çevirmek istiyorum:
ba. Hz. Âdem (aleyhisselâm)
Kur’ân-ı Kerim, bir yerde Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) durumunu anlatırken şöyle der:
وَعَصَى اٰدَمُ رَبَّهُ فَغَوَىثُمَّ اجْتَبَاهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدَى
“Âdem Rabb’ine baş kaldırdı ve yolunu şaşırdı. Sonra da Rabbi onu seçip tevbesini kabul etti, ona doğru yolu gösterdi.”554
Âyette “ictiba” tabiri kullanılıyor. İctiba, dibe çöküp, tortu hâline gelmekten, köpükler gibi sağa-sola atılmaktan kurtarma ameliyesidir. Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem’i (aleyhisselâm) böyle bir duruma düşmekten kurtardığını bildirmektedir. Tercümede, “baş kaldırma” dediğimiz hususu ileride ele alacak ve bu davranışa bir baş kaldırma denemeyeceğini ispat edeceğiz. Şimdi yine dikkatlerimizle Hz. Âdem’i (aleyhisselâm) izlemeye devam edelim.
İtaati, Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) öğrenmek lâzımdır. O daha sürçer sürçmez kendisini düşmekten koruyan Rabbi’ne teveccüh edip şöyle demiştir:
قَالَا رَبَّنَا ظَلَمْنَۤا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
“Rabbimiz, ikimiz de nefsimize zulmettik. Eğer Sen bize mağfiret etmez, rahmetinle muamelede bulunmazsan biz hüsrana uğrayanlardan oluruz.”555
Bu, bir zelledir. Fakat Allah (celle celâluhu), O’nu, bu zelleden sonra hemen doğru yola ulaştırmış ve hidayet etmiştir. Bundan da anlıyoruz ki, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) zellesi, “ictiba”dan evvel olmuştur. Âdem’e (aleyhisselâm) bu devrede az hazan isabet etmiş, yaprakları hafif sararmış, ancak kat’iyen yaprak dökümüne uğramamıştır. O, belki ekin gibi rüzgâr önünde yatmış; rüzgâr durunca da eskisi gibi doğrulmuş ve saf ruhuyla buluşmuştur. Zaten Allah Resûlü, mü’mini ekine benzetir. O’na göre kâfir ise çınar gibidir. Önce gürül gürül görünür. Fakat bir de devrildi mi, artık doğrulup eski hâline gelmesi mümkün değildir.556 İşte, bu üçüncü tevcih kabul edilecek olursa, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) bu durumu peygamberliğinden öncedir. Diğerleri de buna kıyas edilebilir.
Hem, Hz. Âdem’inki (aleyhisselâm) bir nisyan ve bir unutmaydı. Cenâb-ı Hak, kasem ve tekitle bize Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) bu durumunu haber verir ve şöyle der:
وَلَقَدْ عَهِدْنَۤا إِلَى اٰدَمَ مِنْ قَبْلُ فَنَسِيَ وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْمًا
“Andolsun ki, daha önce Âdem’e ahd vermiştik, fakat unuttu, onu (hatasında) azimli bulmadık.” 557 Bu, bu âyetteki tevcihlerden biridir.
Bir başka yerde Allah (celle celâluhu): “Âdem ile sözleştik. Ben ona, ‘Her şeyden bol bol yiyin için, fakat şu ağaca dokunmayın, sonra zalimlerden, haddi aşanlardan, nimetlerden mahrum kalanlardan olursunuz.’ demiştim.”558 Fakat o, bunu unuttu. Zaten unutmak beşeriyetin gereğidir. Efendimiz, bu mevzuu tahlil ederken: “Âdem (aleyhisselâm) unuttu, evlâtları da unuttu.”559 buyururlar. İnsan fıtratını en güzel anlayan Efendimiz, bunu bu sözleriyle en güzel şekilde izah etmişlerdir. İnsan unutur. Âdem (aleyhisselâm) insandır, öyle ise o da unutur ve unuttu. Ayrıca Efendimiz’in yukarıda zikrettiğimiz sözünde, insan karakterinde irsiyetin tesiri de mevzu edilmektedir. Bu sahanın uzmanları için bu da bir ipucu.. demek ki unutma, bize babamızdan intikalle gelmiştir. Allah (celle celâluhu), Âdem’in (aleyhisselâm) mahiyetine ve kromozomlarına bunu yerleştirmiştir, biz bunu mahiyetimizden söküp atamayız. Cenâb-ı Hak: فَنَسِيَ “Unuttu.” demekle Hz. Âdem hakkında yapılacak suizannı kesip atıyor ve ardından da: وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْمًا “Biz onu günah işlemekte azimli bulmadık.”560 diyor. Nasılsa yol, çekti onu ve oraya götürdü; ama o, bunu unutarak yaptı, kasıtlı ve azimli olarak yapmadı.
Bu memnû meyve neydi? Hakkında o kadar çok ve çeşitli görüş var ki hepsini sıralamak, burayı manava benzetmek olacağından biz onların hepsini saymayacağız. Arpa, buğday, pirinç, hurma, üzüm vs. Zaten hangisi olursa olsun hiçbirini tercih, neticeyi değiştirmez. Mühim olan, bu memnû meyveden sonra vâki olan durum ve problemdir. Bununla beraber bizim kanaatimiz, bugüne kadar söylenenden biraz farklıdır.
Memnû meyve, Hz. Âdem (aleyhisselâm) için karşısında dayanılması mümkün olmayan, onun beşerî duygularıdır. Bu duygu sayesindedir ki, insanoğlu çoğalacak ve neslini devam ettirecektir. Aynı duygu, Hz. Havva Validemiz için de geçerlidir. Allahu a’lem “Şecere”ye dokunmak, neslin devamını sağlayacak muamelede bulunmak demektir.
Bununla beraber, “En isabetli görüş budur.” demiyoruz. Ancak, şimdiye kadar söylenegelen ihtimaller arasında bu ihtimalin de düşünülmesinde fayda olacağı kanaatindeyiz. İsabet varsa, bu, Rabbimiz’in lütfudur, hata ise, O’nun engin rahmetine sığınırız.
Unutma ve hatanın dinî hükmüne geçmeden, burada bir hususu da hatırlatmak istiyorum. Kur’ân-ı Kerim’de kıssalar anlatılırken, kopuk kopuk hâdiseler terkip edilir ve öyle anlatılır. Burada da durum aynıdır. Bir devrede Hz. Âdem (aleyhisselâm) ve Havva’ya memnû meyveye dokunmamaları söylenmiştir. Ancak onlara bu emir verildikten sonra ne kadar vakit geçmiştir, bu kat’iyen belli değildir. Belli olan şudur ki, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) bu emri unutabileceği kadar bir vakit geçmiştir. Ve memnu meyveye dokunma, bu unutmanın akabinde olmuştur.
Unutma ise, kalemin günah yazmadığı bir durumdur. Allah Resûlü bu hususta şöyle buyurur: رُفِعَ عَنْ أُمَّتِي الْخَطَأُ وَالنِّسْيَانُ وَمَا اسْتُكْرِهُوا عَلَيْهِ “Şu üç şeyden kalem kaldırılmıştır. Unutma, hata ve bir de zorlanma.”561 Zaten, Kur’ân da bize, bu gibi durumlarda, işlediklerimizden af dilemeyi talim edip öğretmiyor mu? Âyet şöyle demektedir: رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَۤا إِنْ نَسِينَۤا أَوْ أَخْطَأْنَا “Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma.”562 Bu dua, her gece yatmadan evvel vird-i zebanımız değil mi?
Hz. Âdem (aleyhisselâm), unutmuş, hata ile o memnû, meyveye dokunmuş, kadının zorlaması da, buna yardımcı olmuştu. Yukarıdaki hadise göre, bu durum, kalemin kaldırılıp, günahın yazılmadığı nisyan anında vuku bulmuşsa ki, öyle olmuştur. O zaman, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) günaha girmiş olduğuna nasıl hükmedeceksiniz.
Sıradan insanlar bile, Allah’ın zulüm dediği, isyan dediği şeylerden ictinap ederken, Allah’ın (celle celâluhu) seçip peygamber kıldığı seçkinlerin içtinap etmemesi düşünülemez. Aksini söylemek büyük gaflettir. Hatta, büyüklerimiz, yukarıdaki âyeti, bu mülâhaza ile okumayı doğru bulmamışlardır. Bir insan, tefsir sadedinde وَعَصَۤى اٰدَمُ رَبَّهُ فَغَوَى âyetini563 okuyup, mânâsını söyleyebilir. Fakat belli bir gayeye matuf olmadan, fantezi olsun diye ve su-i tefehhümlere sermaye verecek şekilde onu tekrar etmek mahzurludur. Çünkü Hz. Âdem (aleyhisselâm), bir peygamberdir. Zaten bir peygamber hakkında, sıradan bir insandan bahsediyor gibi bahsetmek doğru değildir.
Ayrıca, Kur’ân’ın onlar hakkındaki üslûbu, onların davranışları açısından değil Allah’la münasebetleri ve kurbetleri zaviyesindendir ki, eskiler bunu: حَسَنَاتُ الْأَبْرَارِ سَيِّئَاتُ الْمُقَرَّبِينَ “Ebrara ait iyilikler, mukarrabîne göre kötülük sayılır.”564 şeklinde ifade ederlerdi.
Evet, beşer kanunlarında da, devlet memuru suç işlerse ceza artırılıyor. Suçu işleyen hâkim, savcı veya avukat gibi hukuku bilen insanlarsa katlanabiliyor.
Peygamberler ki, Cenâb-ı Hakk’ın memurlarıdır ve günahın neticesini herkesten iyi bilmektedirler; elbette bu durumdaki insanların işleyecekleri günah, daha şiddetli olacaktır.
Hem, Kâbe’de işlenen günah, başka yerlerde işlenenden daha şiddetli kabul edilmiyor mu?565 Kur’ân-ı Kerim, peygamber zevcelerine eğer günah işlerlerse, cezalarının iki kat olacağını söylemiyor mu?566 Çünkü, Kâbe, Allah’a (celle celâluhu) komşuluğun simgesidir. Oradaki insan, Allah’ın (celle celâluhu) misafiri sayılır. Peygamber zevcesi olmak da, yine Cenâb-ı Hakk’a yakın olmanın bir ifadesidir. Zira peygamber hanesi, her an, içinde vahyin soluklandığı, Cibril’in girip çıktığı bir evdir. Böyle bir yerde ve böyle bir evde işlenecek günahların cezası da elbette daha şiddetli ve muzaaf olacaktır. اَلْمَغْرَمُ بِحَسَبِ الْمَغْنَمِ kaidesi de567 bunu gerektirir. Elbetteki ganimet nispetinde meşakkat de fazlalaşacaktır.
Peygamberlerin durumu da böyledir. Onlar, huzurla müşerref olmuş seçkinlerdir. Vahiy meleği her an onlarla görüşmekte ve onların kalbi, her an vahyi kabule hazır bulunmaktadır. Durum böyle olunca, elbette onların maruz kaldıkları zelleler dahi, günah görünümünde olacak ve günah unvanıyla anlatılacaktır. Çünkü bulundukları mevkie göre muamele bunu gerektirmektedir. Ancak, yine tekrar etmek zorundayım ki, bu günah ve ceza bizim ve bir velinin günah ve ceza anlayışı zaviyesinden değerlendirilecek bir günah ve ceza değildir. Bu, tamamen peygamberlerin kendi hususî durumları açısından günah görünümünde bir zelledir. Öyleyse ona günah demek doğru değildir.
Ayrıca, diyelim ki Allah (celle celâluhu), Hz. Âdem’e (aleyhisselâm), hemcinsine karşı oruç tutmayı emretmişti.. ve Hz. Âdem (aleyhisselâm) de her şeyin isimleri kendisine talim edilmiş olmakla bir mânâda başına geleceği de biliyordu. Evet, biliyordu ki içine girdiği turnike, onu evirip çevirip –tabiî bir meyelan şart-ı âdisiyle– programlanan noktaya getirecektir. İnsan iradesi ve ilâhî meşîetin, bir sırlılık içinde kesiştiği, kesişip neticeye müessir olduğu bir ânı, nisyan değilse –ki Kur’ân nisyan diyor– mulâyemetle karşıladı ve malum sürçme oldu.. rica ederim buna “günah” demeye imkân var mı?
Söz buraya gelmişken Buhârî ve Tirmizî’nin rivayet ettikleri şu hâdiseyi nakletmekte yarar görüyorum: Efendimiz buyuruyorlar ki:
Semada, Hz. Âdem ile Hz. Musa karşı karşıya geldiler. Hz. Musa (aleyhisselâm): “Sen ki beşerin babasısın. Aldın bizi Cennet’ten yere indirdin.” Âdem (aleyhisselâm) de ona: “Sen ki, Allah’ın (celle celâluhu) kendisiyle bizzat konuştuğu ‘Kelîm’sin. Tevrat’ta şu ibareyi görmedin mi ki, Âdem, o meyveyi yemeden kırk sene evvel kaderinde bu yazılıydı.” şeklinde cevap verdi. Efendimiz, Berzah âlemine ait bu görüşmeyi naklettikten sonra üç defa: “Âdem (aleyhisselâm), Musa’yı (aleyhisselâm) susturdu.” buyurur.568 Bu, bir cihetle, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) haklılığını bildirmektir. Bu da şu demektir: Âdem (aleyhisselâm), işlediği o fiille günaha girmiş değildir.
Bütün esmâ –dolayısıyla müsemma– Hz. Âdem’e talim edilmiştir. O, hayatını, esmâsının sırlı dünyasında, âdeta büyülü gibi yaşıyordu.. böyle birinin, iradî ve kasdî günah işleyebileceğine ihtimal vermek en münasebetsiz bir ihtimal ve bir dikkatsizliktir. Bundan başka ihtimal, o meyvenin yasak oluşu, geçiciydi ve Âdem (aleyhisselâm) da, bunu biliyordu. Ancak içtihat etti ve meyveye vaktinden evvel el uzattı; uzattı ve orucunu bozdu. Evet, bugün meşru dairede yapıldığında sevap sayılan bu muamele o gün, o mevkide bulunan Hz. Âdem (aleyhisselâm) için, geçici olarak yasaklanmıştı. Veya bu yasak O’nun Allah’a (celle celâluhu) yakınlık durumuna göreydi. Bundan dolayı da davranışı bir sapma, bir zelle sayılmıştı.
Hz. Âdem (aleyhisselâm) hakkında arz etmeye çalıştığımız ölçü, diğer peygamberlerin durumunu anlamamızda da bize yardımcı olacaktır. Evet, anlayacağız ki, peygamberler, ismet sıfatıyla muttasıfdırlar, onlara isnat edilen zelle ve hatalar da hiçbir zaman bizim anladığımız mânâda günah değildir.
bb. Hz. Nuh (aleyhisselâm)
Hz. Nuh (aleyhisselâm), oğlunun kurtulması için Rabbine münacatta bulunur ve ikaz edilir. İlk bakışta bu da, bir nebi için zelle gibi görülür. Şimdi de beşerin ikinci babası Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) durumuna dikkatlerimizi teksif edip, Kur’ân’ın ışığı altında, bu büyük insanı da hiç olmazsa bu vak’a çerçevesinde yakından tanımaya çalışalım:
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) duası ve Cenâb-ı Hakk’ın ona verdiği cevap ve ona olan ikazı şöyle anlatılır:
وَنَادَى نُوحٌ رَبَّهُ فَقَالَ رَبِّ إِنَّ ابْنِي مِنْ أَهْلِي وَإِنَّ وَعْدَكَ الْحَقُّ وَأَنْتَ أَحْكَمُ الْحَاكِمِينَ
“Nuh, Rabbine niyaz etti: ‘Rabbim! Oğlum benim ailemdendir. Doğrusu Senin vaadin haktır. Sen, hükmedenlerin en iyi hükmedenisin.’ dedi.”569
Hz. Nuh (aleyhisselâm), ümmetinin başına gelen bu muntazar hâdiseden dolayı heyecan ve helecan içindedir. Hususiyle de, oğlunun akıbetiyle endişeli ve endişesi de bir insanı sarsacak kadardır. Acaba onun bu heyecanı, oğlu boğulacağı için midir, yoksa oğlu küfür içinde öleceğinden dolayı mıydı? Her hâlde, ukbâyı, ebedî saadeti, ebedî azabı gören ve Allah’ın (celle celâluhu) gazap ve rahmetini müşâhede eden Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) endişeleri, oğlunun beden, cismaniyet ve dünyasından dolayı değildi. Kaldı ki, hangi baba vardır ki, bu ölçüde ürperticiliğiyle evlâdının helâketi karşısında inlemez? “Rabbim, bana ehlimi helâk etmeyeceğine dair söz vermiştin. Hâlbuki bu gemiye binmemek helâkettir ve oğlum da, onlar içinde bulunmaktadır.” İşte Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) dediği budur.
O’nun bu inleyişine karşı Cenâb-ı Hak, işin hakikatini ona şu şekilde talim buyurmakla onu teskin eder:
قَالَ يَا نُوحُ إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ فَلَا تَسْأَلْنِ
“Ey Nuh! O, senin ailenden sayılmaz, çünkü o, kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi Benden isteme, işte sana öğüt, bilgisizlerden olma.”570
O, senin ehlinden değildir. Evet, o senin sulbünden, senin hanımından dünyaya gelmiş.. ve sizin beşiğinizde, sizin ninnilerinizle büyümüştür. Ama, senin ehlin, senin yolunda olandır. Çünkü o, salih olmayan bir iş işledi ve fasit daireye girdi. Sana baş kaldırdı.. kâfirlerin içine girdi. Onlar, onu suda boğulmaya, suda boğulma da, onu ebedî boğulmaya çekti götürdü. Çok iyi bilmediğin şey hakkında benden talepte bulunma! Cahillerden olmaman için sana nasihat ediyorum. Sen bilgi, mârifet ve muhabbet insanısın. Sen, Allah’ı (celle celâluhu) bilip tanıyansın. Senin gibi mukarreb ve Bana yakın bir nebiye bu talep ve dua yakışmaz.
İşte 950 senelik hayatında Hz. Nuh’a (aleyhisselâm) isnat edilen zelle de sadece bundan ibarettir. Oğlu boğulurken Cenâb-ı Hakk’a, onu kurtarması için yalvarmıştır. Acaba Hz. Nuh (aleyhisselâm), niçin dua etmiş ve niçin yalvarmıştır?
Birincisi: Âyette de anlatıldığı üzere Cenâb-ı Hak, ona gemiye ehlini ve iman edenleri bindirmesini söylemiştir ki, âyet bu hususu şöyle hikâye eder:
حَتَّى إِذَا جَۤاءَ أَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ قُلْنَا احْمِلْ فِيهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ
“Buyruğumuz gelip de tandırdan sular kaynamaya başlayınca, ‘Her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanların dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye bindir.’ dedik.”571
Bu, Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) Cenâb-ı Hak’tan aldığı vaaddir. İşte o, bu vaade binaen Cenâb-ı Hak’tan böyle bir talepte bulunmuştur. O, o âna kadar oğlunun aleyhinde hüküm verildiğini bilmemektedir. Dolayısıyla Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) istediği, Cenâb-ı Hakk’ın vaadinden başka bir şey değildir.
O, bu gemiyi Allah’ın (celle celâluhu) vahyi ile yapmış ve insanları oraya yine Cenâb-ı Hakk’ın emriyle davet etmişti. Davet ettikleri arasında elbette aile fertleri de vardı. Zaten Allah da (celle celâluhu), ona aile fertlerini, yani ehlini de gemiye bindirmesini söylemişti. Söylemişti ama, işte gözünün önünde oğlu dalgalarla boğuşuyordu. Bütün kurtuluş yollarının kapandığı bu zorlu anda o, bütün düğümlerin kendisinde çözüleceği Zât’a müracaat etti ve oğlunun kurtarılması için O’na yalvardı. Zaten yapacak başka bir şeyi, duadan başka tutunacak bir dalı da kalmamıştı.
Onun kendi ehlinden olmadığı haberini duyunca, beyninden vurulmuşa döndü.. döndü zira bilmiyordu ve onu, evlâdı diye, ehlinden kabul ediyordu. Bu aynen böyleydi; çünkü, ikazı duyar duymaz hiç vakit geçirmeden hemen tevbe edip Rabbine döndü.. ve şöyle yakarışa geçti:
قَالَ رَبِّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ أَنْ أَسْأَلَكَ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ
“Rabbim! Bilmediğim şeyi Senden istemekten Sana sığınırım. Beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen kaybedenlerden olurum.”572
Belli ki, Hz. Nuh (aleyhisselâm), isterken bilmiyordu. Bildiği zaman da hemen isteğinden vazgeçti ve istiğfar etti. Rica ederim, insan vicdanının bir ufuk deyip temenna durmak istediği bu davranışa hata demeye imkân var mı?
İkincisi: Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) istediği neydi? Eğer o, Allah’tan (celle celâluhu), oğluna hidayet istiyor ise, bir baba için bundan daha normal ne olabilirdi? Hele öyle bir baba ki, o aynı zamanda bir nebidir ve bütün insanların hidayeti için çırpınıp durmaktadır. Şefkati bu kadar engin olan birinin, kendi evlâdına şefkat edip dua etmesi ve onun ebedî hayatının kurtulmasını istemesi, gayet normal, bir o kadar da faziletli bir davranış değil midir?
Evet, burada bir peygamber şefkatiyle karşı karşıyayız. Onlardaki bu şefkat, bizim idrak buudlarımız dışında ve çok farklı olmasaydı, nübüvvet yükünü omuzlayıp götürmeleri mümkün değildi. Herhangi bir anayı düşünün, evlâdını bağrına basıp onun her istediğine koşabilmesi için, fevkalâde bir şefkatle donatılmıştır. Ya bu, bütün insanlığa bağrını açan ve onların dünyevî-uhrevî meşru bütün isteklerini yerine getirebilmek için çırpınıp duran bir nebi, hatta nebilerin de büyüklerinden ise…
Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’i anlatırken, O’nun inkârcılar karşısındaki ruh hâlini şöyle analiz eder:
فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلَى اٰثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٰذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا
“Bu söze (Kur’ân) inanmıyorlar diye neredeyse kendini telef edip bitireceksin.”573
Ve Allah Resûlü de kendi durumunu şöyle izah eder ve bu hususta şöyle bir temsil irat buyurur:
إِنَّمَا مَثَلِي وَمَثَلُ أُمَّتِي كَمَثَلِ رَجُلٍ اسْتَوْقَدَ نَارًا فَجَعَلَتِ الدَّوَابُّ
“Benim ve ümmetimin misali, ancak ve ancak ateş yakan bir insanın durumu gibidir. (Ateşi gören) haşerat ve pervaneler onun başına üşüşmeye başlarlar. Evet ben, sizin eteklerinizden tutup çekiyorum, siz ise burnunuz doğrultusunda ateşe doğru gidiyorsunuz.”574
Eğer peygamber şefkati bu ise, Hz. Nuh (aleyhisselâm) da bir peygamberdir ve o da aynı şefkati taşımaktaydı…
Ne var ki o, ikazı duyunca, derhal Allah’a inâbede bulunup duadan vazgeçti ve Rabbinden mağfiret diledi.
Şimdi de Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) ettiği dua ile Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) ettiği dua ve yalvarış arasındaki benzerliği görelim: İkisi de hata ettiklerini anlayınca Rabb’e yönelmiş ve aynı hava, aynı üslûp ve aynı edayla dua etmişlerdir. Çünkü onlar, aynı mayanın, aynı karakterin insanlarıydılar. Aynı medresede okumuş ve aynı Üstad’dan ders almışlardır. Onun için hatadan rücû etmeleri de aynı şekilde olacaktı. Kur’ân, bu iki zatın inâbe veya evbelerini, farklı kelimelerle olsa bile aynı üslûpla verir.
Üçüncüsü: Dinde bir prensip vardır: “Biz zâhire göre hükmederiz.”575 Bu prensipten dolayıdır ki, Allah Resûlü, münafık olduğunu bildiği hâlde Abdullah b. Übey b. Selûl’ün cenazesine iştirak ettiği gibi daha pek çok münafığı da teşyi ederek perdeyi yırtmamıştır.576 Çünkü, bunlar zâhiren, namaz kılıyor, oruç tutuyor ve dinî vecibelerini de yerine getiriyorlardı.
İşte, Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) oğlunun da, aynı durumda olması muhtemeldir. Belki o, hep mü’min gibi görünmüştü ama aslında bir münafıktı. Veya nifakı orada ve o anda hortlayıvermişti. Hz. Nuh (aleyhisselâm) da, onun zâhirî durumuna göre hüküm vermiş ve onu ehlinden kabul etmişti. Zâhire göre hüküm vermek ise, hiçbir zaman günah değildir. Durum böyle olunca, Hz. Nuh (aleyhisselâm), asla günah işlememiştir; o kendine düşeni yapmıştır. Düşünün ki; o koca nebi, 950 sene didinmiş, çırpınmış, alaya alınmış, kendisine deli denilmiş fakat hiç mi hiç sarsılmamıştır. Kendisine inanan insanların ne kadar az olduğunu, bizzat Kur’ân-ı Kerim söylemekte ve: وَمَۤا اٰمَنَ مَعَهُۤ إِلَّا قَلِيلٌ “Pek az bir insan onunla beraber inanmıştı.”577 demektedir.
Hz. Nuh’u (aleyhisselâm) anlamak isteyen, Nuh sûresinde onu takip etmeye çalışsın. O zaman anlayacaktır ki, o şanı yüce nebi, günah işlemekten, Arş’ın ferşten uzaklığı nispetinde uzaktır ve berîdir. Cenâb-ı Hak, bizi Efendimiz’in ve onun şefaatine nail etsin.. (Âmin)
bc. Hz. İbrahim (aleyhisselâm)
…Ve nebiler babası Hz. Halil.. korku bilmeyen ve gözünü hiçbir şeyden kırpmayan insan. Ateşe atılırken, ateşin içinde berd ü selâm bulan büyük ruh. Cenneti içinde taşıyan ve gittiği her yeri –Cehennem de olsa– cennete çeviren seçkinler seçkini. Herkes Allah Resûlü’ne intisapla sevinirken, O, Hz. İbrahim’e olan benzerliğiyle sevinmekte ve “Ben atam İbrahim’e benziyorum.” demektedir.578 İsterseniz şimdi de onun ismetinin sınırları etrafında seyahat edelim.. ve ismetin ne olduğunu bir de onda görelim.
Yıldızlar, Ay ve Güneş
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), hayatının hiçbir bölümünde yıldızlara tapma gibi bir şirk içine girmemiştir. Onun yıldıza, aya ve güneşe bakıp, teker teker bunlara رَبِّي demesinin, şirkle veya bunlara tapınmakla uzaktan-yakından alâkası yoktur. Şimdi hâdiseyi yine Kur’ân’ın bu mevzu ile alâkalı âyetlerinden takip edelim:
فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ اللَّيْلُ رَأَى كَوْكَبًا قَالَ هٰذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لَا أُحِبُّ الْاٰفِلِينَفَلَمَّا رَأَى الْقَمَرَ بَازِغًا قَالَ هٰذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لَئِنْ لَمْ يَهْدِنِي رَبِّي لَأَكُونَنَّ مِنَ الْقَوْمِ الضَّالِّينَفَلَمَّا رَأَى الشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هٰذَا رَبِّي هٰذَۤا أَكْبَرُ فَلَمَّا أَفَلَتْ قَالَ يَا قَوْمِ إِنِّي بَرِيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ
“Gece basınca o bir yıldız gördü, ‘İşte benim rabbim(!)’ dedi. Yıldız batınca ‘Ben batıp gidenleri sevmem.’ dedi.
Ay’ı doğarken görünce, ‘İşte bu benim rabbim(!)’ dedi. Batınca, ‘Rabbim beni doğruya eriştirmeseydi, and olsun ki, sapıklardan olurdum.’ dedi.
Güneşi doğarken görünce, ‘İşte bu benim rabbim(!), bu daha büyük.’ dedi. Batınca, ‘Ey milletim! Doğrusu ben, ortak koştuklarınızdan uzağım.’ diye gürledi.”579
Hz. İbrahim (aleyhisselâm) doğarken hanîf olarak doğmuştu. Âyette geçen yıldız, ay ve güneşe onun hakikî mânâda “Rabbim” demesi asla düşünülemez. Zaten böyle bir iddiada bulunmak için, bu âyetlerin evvelinde yer alan şu âyeti yok saymak icap eder. Âyet şöyle demektedir:
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ لِأَبِيهِ اٰزَرَ أَتَتَّخِذُ أَصْنَامًا اٰلِهَةً إِنِّي أَرَاكَ وَقَوْمَكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ
“İbrahim, babası Âzer’e: ‘Putları tanrı olarak mı benimsiyorsun? Doğrusu ben, seni ve milletini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.’ demişti.”580
Devamındaki âyette de şöyle denilir:
وَكَذٰلِكَ نُرِي إِبْرَاهِيمَ مَلَكُوتَ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِنِينَ
“Yakînen bilenlerden olsun diye İbrahim’e yerin ve göğün melekûtunu bu şekilde gösterdik.”581
Şimdi bu duygu, bu düşünce ve bu türlü metafiziğe açık bir nebinin, yıldızlara –muvakkaten dahi olsa– “Rabbim” demesi mümkün değildir. İçi üstûre dolu kitaplar ne derlerse desinler, bizim kanaatimiz budur. Hem Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) sadece mülk değil, melekût âlemi, yani varlığın perde arkası da gösterilmişti.. ve o, bu sayede, yakîne erenlerden idi. Hatta yakînin son merhalesi olan, hakka’l-yakîn yörüngeliydi. Binaenaleyh, başta ilk iki âyet, Hz. İbrahim’in, Hak’la nasıl bütünleştiğini, yakîne nasıl açık olduğunu anlattıktan sonra, belli ki, bu âyetlerin anlattığı hâdisede o, kavmine bir şeyler anlatmak istiyordu. Öyle ise, meseleyi bu noktadan ele alıp yeniden tahlil etmemiz gerekir.
Evvelâ; Hz. İbrahim’in kavmi yıldızlara tapıyordu. Nitekim cahiliye insanı da, bir dönemde Şi’râ yıldızı denen “Sirüs”e tapıyordu. O günkü astronomik bilgilere göre çok büyük ve parlak olduğundan Şi’râ da bir mâbud hâline getirilmişti. Eski Bâbil’de de yıldıza tapma vardı. İşte Hz. İbrahim (aleyhisselâm), evvelâ uzaktan çok küçük görünen bu yıldıza baktı. Dikkatleri onun üzerine çevirdi. Mâkul olan ve zâhire mutabık bulunan bir beyan içinde, onlara küçük bir tenbihte bulundu. Konuştuğu hep doğruydu ve yalan malzeme kullanmıyordu. Hatta o, her delil getirişte, onların taptığı gökteki bir ilâhı ve onların yerdeki temsilcisi bir putu yıkıyordu. Evet, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), akıl ve mantık planında onların putlarını bir bir deviriyordu ki, zaten o, putları devirmek için gelmişti.
Bazı müfessirler هٰذَا رَبِّي cümlesinin başına bir istifham-ı inkârî edatı takdir ederler;582 ve o zaman da mânâ: “Benim Rabbim bu mu?” şeklinde olur ki, “Hayır, değil.” demektedir. Bu da, bu husustaki tevillerden biridir. Ancak bizim dikkat çekmek istediğimiz tevil şekli şudur:
Hz. İbrahim, kullandığı malzeme itibarıyla, sanki onların put olarak kabul ettiği şeylere değer veriyor gibi yapmış ve onları kendi münazara zeminine çekmiştir. Başka türlü onları, o zemine çekmesi de mümkün değildi. “Bizim ilâhlarımızdan bahsediyor.” diye onu dinlediler ve onlar farkına varmadan başlayan bu münazara, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) son söyledikleriyle bitti ki, bu da iman cephesinin, küfür cephesine galebesiydi.
Evet, onları yıldızda, ayda, güneşte gezdirdi.. ve hepsinin sonunun üfûl (batıp gitmek) olduğunu ihtar etti. Yani hepsi geldi, doğdu, yükseldi ve battı. Binaenaleyh, belli kanunlar altında ve belli kanunlar çerçevesinde, doğan, batan, var olduktan sonra yok olan şeyler, kâinata hükmedemezler. Gelip gidenler, yine kendileri gibi gelip gidenlere nasıl hükmedecekler ki?
İlk cümlede, yıldızın batıp gitmesi karşısında söylenen “Batıp gidenleri sevmem.” sözü, ilk ihtardı. Batıp gidenler, kalbte yer tutmamalı. Hele arkalarından sürüklenip gitmeye hiç de layık değiller; çünkü batıp gidiyorlar. Bana üfûl etmeyen bir sevgili lâzım. O öyle birisi olmalı ki, bana benden daha yakın olsun ve kalbimin bütün arzularını bilsin. Bildiği o arzularımı da yerine getirmeye gücü yetsin.
Sonra bir adım daha atıyor. Ayı gösteriyor. Halbuki biraz sonra o da kaybolup gidecektir. Ve sözün burasında, cemaati muhatap almadan, onların zalimliğini de bir iğneliyor ve “Eğer Rabbim, bana hidayet vermeseydi, ben de zalimlerden olurdum.” diyor.
Üçüncü merhalede ise güneşe bakıyor. Zaten güneş, onların itikadına göre en büyük ilâhtır. Evvelâ küçükten başladı, sırasıyla ilk iki putu devirdi. Şimdi sıra en büyüklerine geldi. O da batıp gidince, bizzat orada bulunanların vicdanlarına seslenerek “Ben, sizin şirk koştuklarınızdan uzağım.” diyecektir. Evet, artık sıra son söze gelmiştir.. ve Hz. İbrahim (aleyhisselâm) bütün samimiyetiyle gürledi:
إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضَ حَنِيفًا وَمَۤا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ
“Doğrusu ben, yüzümü yeri ve gökleri Yaratan’a hanîf olarak çevirdim. Ben, asla müşriklerden değilim.”583
Bu son cümleyi baştan söylemiş olsaydı, Hz. İbrahim’i dinleyen olmayacaktı. Önce, onların seviye ve anlayışlarına mümâşatta bulundu. Onlar da onu dinlemeye koyuldular. Her hâlde sözlerinin dozunu böyle “tedrîcilik” esasına göre ayarlamasaydı, bu kadar müessir olamazdı.
İşte Hz. İbrahim (aleyhisselâm), لَا إِلٰهَ إلَّا اللّٰهُ hakikatini her sineye duyurabilmek için böyle fetanetinin gerektirdiği bir yol takip etti. Hz. İbrahim’in bu metodu, esasen Kur’ânî mantığa da tıpatıp uygundur. Nasıl olmasın ki, O da, aynı vahiy menbaından istifade etmekte ve aynı gerçeğe tercüman olmaktadır.
Burada bir noktaya daha dikkatlerinizi istirham edeceğim. Dikkat edilirse Hz. İbrahim: إِنِّي بَرِيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ “Ben sizin şirk koştuklarınızdan uzağım.” diyor ki, Arapça’da bu cümle, isim cümlesidir. İsim cümleleri ise, sebat ve devamlılık ifade eder. Bunun mânâsı şudur: Ben, hem işin başında hem de şu andaki maslahatlar yumağı davranışlarımda sizin şirk koşageldiklerinizden uzağım.
Öyleyse Hz. İbrahim, hiçbir zaman şirk işmam edecek söz ve davranışta bulunmamıştır.. ve bu ifadeler, yukarıda da ispat ettiğimiz gibi onun fetanetinin eseridir. Evet, bu sözlerde onun ismetine dokunacak hiçbir taraf yoktur.
Ölüleri İhya
Hz. İbrahim (aleyhisselâm) için, zelle olarak gösterilen ikinci husus ise, onun Allah’tan ihya talebidir. Kur’ân-ı Kerim, bu hâdiseyi şöyle anlatır:
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَى قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِنْ
“İbrahim: ‘Rabbim, ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster.’, dedi. Allah (celle celâluhu): ‘İnanmıyor musun?’ deyince de ‘Hayır, inanıyorum; fakat kalbimin itminanı artsın.’ buyurdu.”584
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), mârifet-i Sanî adına bir türlü doymak bilmeyen bir “hel min mezid” kahramanıdır. Evet, kalbi sürekli mârifete açık bu büyük nebi, Cenâb-ı Hakk’ın, ölüleri nasıl dirilttiğini müşâhede ile mârifet adına yeni merhaleler ve yeni buudlar kazanmak peşindedir ve bu hususta durmadan: “Daha yok mu?” demektedir.
Hz. İbrahim’in, ihya mevzuunda şek ve şüphesi mi vardır? Hayır asla! Zaten O, Cenâb-ı Hakk’a, ihyanın keyfiyetini göstermesi için yalvarmaktadır. Yoksa “Acaba Sen ölüleri diriltmeye muktedir misin?” gibi bir tereddüt ve şüphenin cevabını aramakta değildir.
Cenâb-ı Hak da, onun talebini yerine getirir ve âyette anlatıldığı üzere dört kuş alıp, bunları kendisine alıştırmasını, sonra da hepsini kesip, her bir parçasını birer dağın tepesine koymasını emreder. Ardından da bunları çağırdığında, bunların kendisine koşarak geleceğini haber verir.585
Esasen burada, Cenâb-ı Hak, her baharda binlerce misalini gösterdiği ihya mucizesinden sadece birisini göstermiştir. Ama bir yüce nebisine iltifatla, itminan kâsesini ona hususî olarak sunmuştur. Zaten Hz. İbrahim’in derdi de, o kâseden doya doya mârifet şerbeti içmektir. “Yandıkça yandım bir su ver.” diyen Hz. İbrahim, kendisine bu şerbet uzandıkça içecek, yine içecek ve bir türlü kanmayacaktır. Bu itibarla, şekten, tereddütten, şüpheden berî yaşamanın remzi olan Hz. İbrahim (aleyhisselâm), ölüleri diriltmenin keyfiyetini soruyordu. Yoksa onun sorusu: هَلْ تَقْدِرُ أَنْ تُحْيِيَ الْمَوْتَى أَمْ لَا تَقْدِرُ mânâsına değildi. Yani, “Bana göster, Sen ölüleri diriltmeye kadir misin, değil misin?” gibi, müteaddiyane ve mütereddidane değildi.
Bu, aynen bir insanın, çok beğendiği bir ressama, “Benim yanımda bir tablo çiz de nasıl çizdiğini bir göreyim?” veya mahir bir hattata, “Yaz da, nasıl yazdığına bir bakayım?” demesi gibidir. Bu suallerin hiçbirinde, muhatabın acziyetini ihsas edecek bir davranış yoktur. Tam aksine, sanatkârın mükemmelliğini ilan ve itiraf vardır. Çünkü burada onun sanat eserini, her safhasında hayranlıkla seyretme talebi ve temayülü vardır. Evet, burada sorulan, ihyanın keyfiyetidir, yoksa ihya olup-olmayacağı meselesi değildir.
İkincisi: Cenâb-ı Hakk’ın Halîm, Selîm, Evvâh, Halîl gibi vasıflarla tanıttığı Hz. İbrahim (aleyhisselâm), (Seyyid Kutup’un dediği gibi) O Yüce Sanatkâr’ın icraatı karşısında bir doyasıya ağlamak istemektedir.586 Sanki bu dost ses dostuna şöyle demektedir: “Allahım, baharı ihya ettiğin gibi, gözümün önünde ölüleri ihya et, et de, sanatın içinde icraatını göreyim, müşâhede edeyim ve bir daha coşup kendimden geçeyim.”
Ayrıca, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), kendi tatmin seviyesine göre doymak istiyordu. Ümmî bir insan, kendi irfan kubbesine başı değdiğinde, artık varılacak son noktaya vardığını zanneder, zanneder de bundan öteye yol yoktur, diyebilir. Muhyiddin İbn Arabî, şatahâtı içinde, enbiyânın hatemine, evliyânın hateminden ders aldırır. Neden? Çünkü kendisi için mukadder olan kubbeye başı değmiş, girmekle mükellef olduğu kapıdan girerken söveleri sökmüş götürmüş.. ne var ki o büyük saraya nispeten bu kapı, yine de küçük bir hücreye açılmaktadır. Hâlbuki, Hz. İbrahim’in girdiği kapı, bir sur kapısı ve bir şehir kapısıdır. Onun kubbesi, semadır ki, orada ayı, güneşi ve yıldızları seyretmektedir. Allah (celle celâluhu) onun tepesinde öyle bir irfan kubbesi yükseltmiştir ki, en büyük velilerin irfan ufukları, onun yanında sönük bir damla kalır. Yani biz, bir kova su ile doyabiliyorsak O, ummanlarla dahi doymak bilmeyen bir enginliğe sahip.. evet mârifet ufku, o kadar geniş.. onun içindir ki, o yüce kamet, ilâhî icraatı gördükçe, kendinden geçer ve bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlardı.
Muhyiddin Arabî, Mevlâna’ya sorar: مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ “Seni hakkıyla bilemedik ey Mâruf!” diyen Hz. Muhammed (aleyhisselâm) mi, yoksa: سُبْحَانِي مَا أَعْظَمَ شَأْنِي “Ben kendimi tesbih ederim, benim şânım ne yüce!” diyen Beyazid-i Bistâmî mi daha büyüktür?
Mevlâna’nın cevabı müthiştir: “Bu iki söz dahi, Efendimiz’in, Beyazid’den ne kadar büyük olduğunu gösterir. Allah Resûlü’nde öyle bir gönül ve mârifet havzı vardı ki âdeta okyanuslar gibiydi. Nasıl okyanuslar bir türlü dolmak ve doymak bilmezler. O’nun gönlü de öyle. Hâlbuki Beyazid’in gönlü ibrik gibiydi ve hemen dolup taşmıştı.” Mevlâna bu cevabı verdiğinde, sokakta oynayan bir çocuktur. Ve İbn Arabî ondaki derinliği ta o zaman sezmiştir…
Hz. İbrahim (aleyhisselâm) da, doyma bilmeyen bir insandı. Binaenaleyh, onun talebi, şekkin, tereddütün, şüphenin ifadesi değil, belki هَلْ مِنْ مَزِيدٍ yolunun yolcusu olarak, “Daha yok mu Allahım, ver bana, mârifet adına ne varsa.” diyordu. Onun içindir ki, Efendimiz, Buhârî ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadislerinde şöyle buyururlar: نَحْنُ أَحَقُّ بِالشَّكِّ مِنْ إِبْرَاهِيمَ “Eğer Hz. İbrahim’inki şek ise, o şek, ondan çok bizim hakkımızdır.”587 Yani eğer bizde, ölülerin dirileceğine dair şek ve şüphe yoksa –ki yoktur– öyleyse Hz. İbrahim’de evleviyetle yoktur.
Hz. İbrahim’in Üç Târizi
Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) ismetini anlatırken, ona isnat edilen üç yalandan daha doğrusu üç târizden de bahsetmek uygun olacaktır. Çünkü konumuz, umumî mânâda peygamberlerin masumiyetidir. Oysaki yalan büyük bir günahtır. Dolayısıyla bir peygamberin yalan söylemesi, onun ismetine ve güvenilirliğine zıttır. Evet “Yalan bir lafz-ı kâfirdir.” ve imanla meşbu sinelerde barınmaz.
Bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz: “İbrahim bütün hayatı boyunca üç kezibde bulundu.” buyururlar.588 Buradaki “kezib”, yalan mânâsına değil, “târiz” mânâsınadır. Evet, bu mânâyı, lügat açısından söylememiz tekellüflü görülebilir. Ancak, neticede anlatılmak istenen mânâ bakımından yerindedir. Nitekim, mevzuu izah esnasında bu husus açıkça görülecektir.
İfadeye çok dikkat etmek gerekir. Hz. İbrahim için “Yalan söyledi.” denemeyeceği gibi, “kezib” tabiri de lügat mânâsı kastedilerek söylenemez. Bunlar ilk bakışta hilâf-ı vaki gibi göründüğü hâlde, biraz dikkat edilince dosdoğru sözler olduğu anlaşılacaktır ki, biz bu gibi sözlere “târiz” diyoruz.
Efendimiz, mizah yapmıştır. Ama kullandığı malzeme hep doğrudur. Meselâ, Hz. Enes’e “Ey iki kulaklı!”589 demiştir. Elbette Enes (radıyallâhu anh), iki kulaklıdır. Bir kadına “Ey kocasının gözünde ak bulunan!” demiş, kadın da “Yâ Resûlallah, benim kocamın gözünde ak yok.” karşılığını verince de, Allah Resûlü, “Her insanın gözünde ak olur.” diyerek latîfesinde söylediği doğruya işaret etmiştir. Yine yaşlı bir kadın geldi: “Yâ Resûlallah! Dua et Cennet’e gireyim.” isteğinde bulununca, Allah Resûlü latîfe ile “Yaşlılar Cennet’e giremez.” buyurdu. Kadın bu sözdeki espriyi anlayamayınca üzüldü.. ve tam ayrılacağı sırada Efendimiz, sözündeki nükteyi izah ederek, bu defa da onu sevindirdi: “Yaşlılar, Cennet’e yaşlı olarak girmeyecek, genç olarak girecekler…”590
Peygamber, espri yaparken dahi kullandığı malzemeye çok dikkat buyururlardı.. evet onların bulunduğu makamın, yalanın şakasına dahi tahammülü yoktur. Onlar, insanların önünde ve bütün hareketleriyle örnek olma mevkiindedirler. Onların söyleyeceği şaka dahi olsa, onun içinde hilâf-ı vâkî bir söz, diğer insanlara yalanın ciddisini söylemeye cesaret verir ki, bir peygamber için, böyle kötü bir örnek olmak asla söz konusu değildir.
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), doğuştan hanîf ve put düşmanıdır. Henüz peygamber olarak vazifelendirilmediği devrede dahi o, hep putlarla ve putçulukla mücadele etmiştir. Hatta, bir gün kendi kendine karar verip, bütün putları kırıp geçirmiştir.
O günün inançlarındandı ki hâdiseleri değerlendirmede, yıldızlara bakar ve onların değişik münasebetlerinde değişik hükümler çıkarırlardı. Zira, o günün telakkisine göre ilâhlar, gökte ve yıldızlar arasındaydı. İnsanlara hâkim olan da yine onların düşüncesine göre yıldızlardı. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) de, devrin telakkisine göre yıldızlara bakar. Fakat bu bakış, sadece oradakileri ikna ve esas düşüncesini tahakkuk ettirebilmek içindi. Yoksa Hz. İbrahim (aleyhisselâm), asla kavim ve kabilesi gibi düşünüyor değildi.
Yıldızlara baktıktan sonra “Ben hastayım.” mânâsına إِنِّي سَقِيمٌ der.591 Bu, birinci hâdise ve birinci târizdir. Nasıl ve niçinini –inşâallah– izah edeceğiz. İkinci târiz de şudur: Putları kırar ve baltayı en büyüğünün boynuna asar. Kendisine “İlâhlarımıza bu işi kim yaptı?” diye sorulunca da, büyük putu gösterir ve “Belki bu! Büyükleri o, ona sorun!” der.592 Üçüncüsü ise, bizzat Kur’ân’da zikredilmez. Hanımına: “Sana kim olduğun sorulunca benim kızkardeşim olduğunu söyle!”593 buyurur. Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) söylediği üç târiz, bunlardan ibarettir. Şimdi, bu hâdiseleri biraz daha açalım ki, onun ismetini, bir de bu hâdiselerin çehresinde okuyalım.
1. “Ben Hastayım!”
Birinci hâdise Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır:
وَإِنَّ مِنْ شِيعَتِهِ لَإِ بْرَاهِيمَإِذْ جَۤاءَ رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَلِيمٍإِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَاذَا تَعْبُدُونَأَئِفْكًا اٰلِهَةً دُونَ اللّٰهِ تُرِيدُونَفَمَا ظَنُّكُمْ بِرَبِّ الْعَالَمِينَفَنَظَرَ نَظْرَةً فِي النُّجُومِفَقَالَ إِنِّي سَقِيمٌفَتَوَلَّوْا عَنْهُ مُدْبِرِينَ
“İbrahim de şüphesiz onun (Nuh’un) yolunda olanlardandı. Nitekim Rabbine temiz bir kalb ile geldi. İbrahim, babasına ve milletine şöyle demişti: ‘Allah’ı bırakıp, uydurma tanrılar mı istiyorsunuz? Âlemlerin Rabbi hakkındaki zannınız nedir?’ İbrahim yıldızlara bir göz attı ve ‘Ben rahatsızım.’ dedi. Onu bırakıp gittiler.”594
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), bu “Ben hastayım.” cümlesiyle esas rahatsız olduğu noktayı kastediyordu. O, doğduğundan beri putlardan rahatsızdı. Onları ortadan kaldırmadıkça da, onun bu rahatsızlığı geçecek gibi değildi. O, “Ben rahatsızım.” dedi, yanındakiler de onu bedenen hasta zannederek çekip gittiler. Yoksa ısrarla onu da dinî törenlerine götürmek istiyorlardı. Zaten onlar gider gitmez, hemen putların başına binmekle, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), hakikî rahatsızlığının ne olduğunu ortaya koymuş oluyordu. Ne var ki, târiz yapıp, onların başka türlü anlayacakları bir malzeme kullandı. Ancak, sözlerinde kullandığı bu malzeme asla yalan değildi. Sadece İbrahim’in (aleyhisselâm) gayesinden habersiz olanlar, onu yanlış anlamışlardı. Zaten anlayışları bu derece kıt olmasaydı, hakka kulak verir, onu da anlarlardı. Evet, onlar bir ömür boyu direttiler, direttiler de bir gün olsun hak ve hakikati dinlemeye yanaşmadılar; işte asıl yanlışlık da buradan kaynaklanıyordu…
Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) ifadesi bir târizdi ama o, o derece doğru idi ki, yaptığı bu târiz onu, vicdanen mahşerde bile rahatsız edecek ve kendisine gelip şefaat için müracaat edenlere “Ben hayatımda üç defa yalan söyledim. Onun için şefaata ehil değilim.”595 diyecektir.
Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm), hayatında bir kere söylediği “Ben rahatsızım.” gibi târizi, günümüzün hizmet erleri, (başkalarını söylemeye gerek yok) günde birkaç defa, kendini mecbur bilerek veya bilmeyerek söyledikleri nazara alınacak olursa Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) târizinde ne derece masum olduğu –zannediyorum– daha iyi anlaşılacaktır. Hâlbuki bugün, yalanla doğru arasında gidip gelmeler çok kolaylaştığından, târize dahi (yalana değil) cevaz verirken, çok iyi düşünmek gerekir. Çünkü yalanla doğru aynı dükkânda satılır olmuş ve âdeta iç içe girmiş gibidirler.
İstidradî olarak arz edeyim, durum böyle olunca, Efendimiz’in yalana cevaz verdiği üç yer596 mevzuunda dahi dikkatli olmamız gerekmektedir. Zira, Asr-ı Saadet’te yalanla doğru arasında büyük uçurum vardı. Sahabi efendilerimiz doğruyu, Müseylime ve adamları da yalanı temsil ediyorlardı. Doğru ile yalan arasındaki mesafe bu kadar genişti. Şimdi ise durum oldukça farklı…
Evet, hakkı temsil eden insanlar, ister içtimaî hayatlarında ister ferdî yaşantılarında kat’iyen yalana yer vermemelidirler. Bu, emniyet insanı olmanın ilk şartıdır. Yalan bizden, biz de ondan olabildiğince uzak bulunmalıyız. Şimdi, biz, bu meseleye bu kadar hassasiyet gösterirsek, doğruyu kendilerinden öğrendiğimiz nebilerin, ne denli hassasiyet göstereceklerini siz düşünün. Hele o nebi, doğrular doğrusu Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın ceddi, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) ise…
2. “Belki O Yaptı”
İkincisi: Bu hâdise de Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır:
وَلَقَدْ اٰتَيْنَۤا إِبْرَاهِيمَ رُشْدَهُ مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا بِهِ عَالِمِينَإِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا هَذِهِ التَّمَاثِيلُ الَّتِي أَنْتُمْ لَهَا عَاكِفُونَقَالُوا وَجَدْنَا اٰبَۤاءَنَا لَهَا عَابِدِينَقَالَ لَقَدْ كُنْتُمْ أَنْتُمْ وَاٰبَاؤُكُمْ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍقَالُوا أَجِئْتَنَا بِالْحَقِّ أَمْ أَنْتَ مِنَ اللَّا عِبِينَقَالَ بَلْ رَبُّكُمْ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ الَّذِي فَطَرَهُنَّ وَأَنَا عَلَى ذٰلِكُمْ مِنَ الشَّاهِدِينَوَتَاللّٰهِ لَأَكِيدَنَّ أَصْنَامَكُمْ بَعْدَ أَنْ تُوَلُّوا مُدْبِرِينَفَجَعَلَهُمْ جُذَاذًا إِلَّا كَبِيرًا لَهُمْ لَعَلَّهُمْ إِلَيْهِ يَرْجِعُونَقَالُوا مَنْ فَعَلَ هٰذَا بِاٰلِهَتِنَۤا إِنَّهُ لَمِنَ الظَّالِمِينَقَالُوا سَمِعْنَا فَتًى يَذْكُرُهُمْ يُقَالُ لَهُ إِبْرَاهِيمُقَالُوا فَأْتُوا بِهِ عَلَى أَعْيُنِ النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَشْهَدُونَقَالُوا أَأَنْتَ فَعَلْتَ هٰذَا بِاٰلِهَتِنَا يَۤا إِبْرَاهِيمُقَالَ بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هٰذَا فَاسْأَلُوهُمْ إِنْ كَانُوا يَنْطِقُونَ
“Andolsun ki, daha önce İbrahim’e de akla, vicdana uygun olanı (rüşdü) göstermiştik. Biz onu biliyorduk. İbrahim, babasına ve milletine: ‘Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?’ demişti. Onlar da ‘Babalarımızı onlara tapar bulduk.’ demişlerdi. İbrahim, ‘Andolsun, siz de babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz.’ deyince, ‘Sen bize gerçeği mi getirdin yoksa şaka mı ediyorsun?’ dediler. O da şöyle dedi: ‘Hayır, Rabbiniz, yerin ve göğün Rabbidir. Onları O yaratmıştır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim.’ Allah’a yemin ederim ki, siz ayrıldıktan sonra, putlarınıza bir tuzak kuracağım.’ Sonra hepsini paramparça edip, içlerinden büyüğünü ona başvursunlar diye sağlam bıraktı. Milleti: ‘Tanrılarımıza bunu kim yaptı? Doğrusu o zalimlerden biridir.’ dediler. Bazıları: ‘İbrahim denen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk.’ deyince, ‘O hâlde bunların şahitlik edebilmeleri için onu halkın gözü önüne getirin.’ dediler. İbrahim gelince ona: ‘Ey İbrahim! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?’ deyince de İbrahim: ‘Belki o yapmıştır, işte büyükleri, konuşabiliyorlarsa sorun (bakalım) onlara…’ dedi.”597
Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) soruluyor: “Ey İbrahim! Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın?” Cevap veriyor: “Belki o yaptı.” Ve sözün burasında duruyor. Zaten Kur’ân-ı Kerim’de de بَلْ فَعَلَهُ sözünde vakıf vardır. Sözün burasında durulacaktır.
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), “ـهُ” zamiriyle, onların, “İbrahim” diye seslendikleri şahsı yani kendisini kastediyor. Fakat söz söyleme ustalığı ile onların dikkatlerini büyük puta çekiyor. Esasen burada iki ayrı cümle söylenmiştir; ancak telaffuzda bu iki cümle, tek cümle hâline getirilmiştir ki, zaten muhataplar da bundan dolayı, onu düşüncelerinde yakalayamamışlardır. Birinci cümle “Belki o yaptı!”, ikinci cümle ise “İşte büyükleri.” Şimdi bu iki cümle birleştirilince: “İşte büyükleri, o yaptı.” şeklinde anlaşılıyor.. ve bu bir târiz oluyor. Ayrıca, burada küfürle, putçulukla bir istihza vardır. “Büyükleri şu.” derken Hz. İbrahim (aleyhisselâm), onların bu basit anlayışlarıyla istihza etmiştir. Fakat onlar kafalarını öyle putçuluğa takmışlar ki, bunu dahi anlayacak durumda değillerdir. O, onların putlarına “Büyük” dedi ya, ne kasdettiği umurlarında bile değil…
Veyl putperestliğe! Veyl saplantıya! Veyl dumura uğramış beyinlere ve Allah’a kapalı sinelere!
3. “Kardeşim”
Üçüncü hâdisede ise, onda yalanın zerresi dahi söz konusu değildir. Hatta, buna, târiz bile denmez. Olduğu gibi doğru, hem de apaçık bir doğru… Eğer Nemrut veya adamları sorarlarsa, Sârâ Validemiz: “Ben onun kardeşiyim.” diyecektir. Veya Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) sorarlarsa Sârâ için “Kardeşim” diyecektir. Zira, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), onun zevcesi olduğunu söylese, Sârâ Validemiz’e kötülük yapmaları muhtemeldir. Muhtemeldir ki zevcesiyle Hz. İbrahim’i (aleyhisselâm) zor durumda bırakacaklar.. ve belki de oraları terk etmeye mecbur edeceklerdi. Ancak, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) bu hususta söylediği de yine vâkıa mutabıktır. Zira Cenâb-ı Hak, mü’minleri bütünüyle kardeş saymaktadır.598 İnanan insanların ilk birleşme noktaları, iman bağıdır. Bu bağla birbirine bağlanmayanlar, aynı anadan-babadan dahi olsalar kardeş sayılmazlar. Oysaki, zaman ve mekân ayrılıkları bile iman kardeşliğine mâni değildir. İnananlar bütünüyle birbirlerinin kardeşleridirler ve bu mevzuda, kadın-erkek ayırımı da yoktur. Diğer bütün yakınlıklar ise, bu kardeşlikten sonra gelir. İnsan karısını boşarsa, karı-kocalık bağı ve yakınlığı ortadan kalkar; fakat iman kardeşliği yine devam eder.
İşte Hz. İbrahim (aleyhisselâm), esas olan bu yakınlığa dikkat çekmiş ve Sârâ Validemiz’e “Kardeşim” demiştir. Bu söz, doğrunun ta kendisidir. Ve târiz dahi değildir. Ancak, gözüne perde inmiş olanlar ve kulakları bu türlü inceliklere kapalı bulunanlar bunu hiçbir zaman anlayamayacaklardır.
Bu mevzuun bize vermek istediği mesaj şudur: 1) Hz. İbrahim (aleyhisselâm), asla yalan söylememiştir. 2) Nebilerin yolunu tutup giden hizmet erleri de hep yalana kapalı kalmalıdırlar. Aslında, hakikî mü’min, gözüne isabet eden bir haram veya dudaklarından dökülen bir yalan karşısında bütün bir ömür boyu ızdırap çeker ve gözyaşı döker. Ne seviyede olursa olsun bütün rehberlere, hayatlarını ruhanîler gibi geçirmek düşer.
Babasına Duası
Şimdi son olarak da, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) babası için yaptığı dua ile alâkalı zellesine bir göz atalım:
Acaba, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), dalâlette olan babası için neden Cenâb-ı Hak’tan mağfiret talebinde bulunmuştu? Onun gibi bir peygamber, getirdiği mesajları kabul edenlerle iktifa etmesi gerekmez miydi? Niçin inanmayan babasının arkasına bu kadar düştü ve ardından, onun affedilmesi için Cenâb-ı Hakk’a onca dua ve niyazda bulundu? Bu bir hata mıydı? Hata ise ufku hatalara kapalı bir nebiyle nasıl telif edilebilirdi?. Bu böyle olunca onların başka hususlarda da hata etmediklerini nereden bileceğiz?. Bileceğiz de gönül itminanıyla arkalarından gideceğiz?
İşte dünkü mülhitlerin, bugünkü modern kâfir ve şüphecilerin dile doladıkları istifhamın esası!
Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) duasında: وَاغْفِرْ لِأَبِي إِنَّهُ كَانَ مِنَ الضَّالِّينَ “Babamı da bağışla. Şüphesiz o, sapıklardandır.”599 Hz. İbrahim’i (aleyhisselâm) bu duaya sevk eden âmili de Kur’ân-ı Kerim şöyle anlatmaktadır:
مَا كَانَ اسْتِغْفَارُ إِبْرَاهِيمَ لِأَبِيهِ إِلَّا عَنْ مَوْعِدَةٍ وَعَدَهَۤا إِيَّاهُ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُۤ أَنَّهُ عَدُوٌّ لِلّٰهِ
“İbrahim’in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah’ın düşmanı olduğunu anlayınca da ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim çok içli ve yumuşak huylu idi.”600
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), babasına nasıl söz vermişti. Kur’ân buna temas eder:
قَدْ كَانَتْ لَكُمْ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ فِي إِبْرَاهِيمَ وَالَّذِينَ مَعَهُ إِذْ قَالُوا لِقَوْمِهِمْ إِنَّا بُرَءَؤُا مِنْكُمْ وَمِمَّا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ كَفَرْنَا بِكُمْ وَبَدَا بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةُ وَالْبَغْضَۤاءُ أَبَدًا حَتَّى تُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ وَحْدَهُ إِلَّا قَوْلَ إِبْرَاهِيمَ لِأَبِيهِ لَأَسْتَغْفِرَنَّ لَكَ وَمَۤا أَمْلِكُ لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍ
“İbrahim (aleyhisselâm) ve onunla beraber olanlarda, sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Onlar milletlerine şöyle demişlerdi: ‘Biz sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız; sizin dininizi reddediyoruz. Artık bizimle sizin aranızda, Allah’a inanmanıza kadar ebedî düşmanlık ve öfke başgöstermiştir.’ Yalnız İbrahim babasına: ‘Andolsun ki senin için mağfiret dileyeceğim, fakat sana Allah’tan herhangi bir şeyi savmaya da gücüm yetmez.’ demişti.” 601
Bu âyette, imanla küfür arasındaki düşmanlığın ebedî oluşuna açıkça delâlet vardır. Küfrün ruhunda, imana karşı nefretin ve bunun küfrün tabiatı olduğuna işaret eder. Bu itibarla kâfirin, müslümanı bir türlü sevemeyişini bu noktada aramak icap eder.
Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) babasının dalâlette olduğunu gösteriyor. Babasının böyle olması, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) için bir nakîse ve kusur da değildir. Efendimiz’in cedleri içinde de tam tevhide ulaşamayanların olduğu söylenebilir. Abdülmuttalip, Hâşim ve Lüey nasıl bir tevhid anlayışına sahiplerdi bilemeyeceğim. Ancak, fetret devrinde yaşamış olduklarından dolayı, fetret devri insanları gibi muamele göreceklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bununla beraber onlarda olması muhtemel kusurların, Efendimiz’in risalet vazifesiyle gönderilmesine mâni olması da söz konusu değildir.
Evet, evvelâ bilinmelidir ki, eğer, Âzer, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) babası ise ve Hz. İbrahim (aleyhisselâm) de ona dalâlette diyorsa, bunun Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) peygamberliğine hiçbir zararı yoktur. Bazen Cenâb-ı Hak, Âzerlerden İbrahim (aleyhisselâm), bazen da Hz. Nuh (aleyhisselâm) gibi nezih ruhlardan Kenanlar yaratır. Avam ifadesiyle söyleyecek olursak, yer yer velidlerden pelitler, pelitlerden de velidler meydana gelebilir. Evet, bazen, şeytan gibi insanlar, melekler için kuluçkaya yatarlar, bazen da melek gibiler şeytana kuluçkalık yaparlar.
Allah (celle celâluhu), ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır. O’nun kudreti her şeye yettiği gibi, kimse O’na hesap da soramaz. Evet, O, Âzer gibi bir ölüden, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gibi, insanlara hayat üfleyen bir diriyi de yaratabilir.. yaratır ve onu iki altın silsilenin mebdei yapabilir. Evet, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) iki oğlu da peygamberdir. Hz. İshak’ın (aleyhisselâm) soyu Hz. İsa Aleyhisselâm’la noktalanırken, Hz. İsmail Aleyhisselâm’ın nesli de İki Cihan Serveriyle varlığa gaye olma ufkuna ulaşır.
İkincisi: Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) babasına dua etmesi, tamamen fıtrî ve insanî bir harekettir. Nitekim Efendimiz de, amcası Ebû Talib’i yana yakıla tevhide davet etmiş; ardından da: “Eğer men olunmazsam, senin için hep istiğfar edeceğim.”602 demiştir. Ebû Talip ki, O’nu tam kırk yıl bağrına basmış ve her zaman O’nun yanında olmuştur. O’nunla bütün sıkıntılarını paylaşmış, hatta Kureyş’in ilan ettiği boykotta bile O’nu yalnız bırakmamıştır. Allah Resûlü’ne, hayatı boyunca bu kadar hizmet eden ve O’nu hep himaye etmeye çalışan amcasına, ısrarla dini telkin etmesi ve onun müslüman olmasını istemesi ne derece mâkul ve fıtrî ise, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) yaptığı dua da o derece tabiîdir. Çünkü babası, onun vücuduna sebeptir. Belli bir devreye kadar onu büyütüp yetiştirmiştir. Ayrıca düşünceleri ne olursa olsun, din, onlara, (yani ana-babaya) “üf” bile dememeyi emretmektedir.603
Üçüncüsü: Tebliğ, peygamberlerin varlık gayesidir. Hidayete erdirmek ise onların elinde değildir. Onların vazifesi hak ve hakikati sürekli anlatmak ve bu mevzuda meşru olan her vesileyi kullanmaktır. İşte Hz. İbrahim (aleyhisselâm) de, bu mânâda babasını yumuşatıp, onun gönlünü hidayete hazırlamanın gayretini göstermektedir. Ona vaad ettiği dua da, bu cümleden olsa gerektir. Zira dua da hidayet vesilelerindendir ve kimsenin hidayeti hususunda ümitsizliğe düşmemek lâzımdır. Düşmemek lâzımdır; zira: إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَۤاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ âyeti,604 saraheten bazı kâfirlerin hidayete ermeyeceğini söylemesine rağmen Efendimiz, Ebû Cehil, Ebû Leheb, İbn Ebî Muayt gibi kâfirlerin yanına sık sık gitmiş ve onları doğru yola davet etmiştir. Hidayet Allah’ın (celle celâluhu) elindedir.. ve Hz. İbrahim (aleyhisselâm) buna çok iyi inandığı için, dua vesilesine kadar babasına karşı her yolu denemiştir. Evet, onun içindir ki, babasının hidayeti için Cenâb-ı Hakk’a dua edip yalvarmıştır. Bunda da Cenâb-ı Hakk’a iman ve itminan vardır. Ancak o, meşîet-i ilâhiyeye vâkıf olunca, derhal duadan vazgeçmiş, âdeta فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ “Hâkim irade Allah’a aittir.”605 demiştir.
Hem Hz. İbrahim (aleyhisselâm), Efendimiz’e uzanan yolda âlemşümul bir mesajla gelmişti. Onun vazifesi, herkese tebliğdi ve babasını istisna etmesi için de hiçbir sebep yoktu. Bir de buna, cibillî yakınlık eklenince elbette hem bir evlât, hem de bir nebi olma durumu, onu babasının hidayetinde ısrar etmeye itiyordu. Kur’ân-ı Kerim, onun babası karşısında nasıl yanıp tutuştuğunu ve ondan gördüğü kabalıklara hiç aldırmadan nasıl “Babacığım, babacığım!” dediğini ve onu doğru yola davet ettiğini şu âyetleriyle ne güzel dile getirir:
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِبْرَاهِيمَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقًا نَبِيًّاإِذْ قَالَ لِأَبِيهِ يَۤا أَبَتِ لِمَ تَعْبُدُ مَا لَا يَسْمَعُ وَلَا يُبْصِرُ وَلَا يُغْنِي عَنْكَ شَيْئًايَۤا أَبَتِ إِنِّي قَدْ جَۤاءَنِي مِنَ الْعِلْمِ مَا لَمْ يَأْتِكَ فَاتَّبِعْنِي أَهْدِكَ صِرَاطًا سَوِيًّايَۤا أَبَتِ لَا تَعْبُدِ الشَّيْطَانَ إِنَّ الشَّيْطَانَ كَانَ لِلرَّحْمَنِ عَصِيًّايَۤا أَبَتِ إِنِّي أَخَافُ أَنْ يَمَسَّكَ عَذَابٌ مِنَ الرَّحْمَنِ فَتَكُونَ لِلشَّيْطَانِ وَلِيًّا
“Kitapta, İbrahim’e dair anlattıklarımızı da an; o, şüphesiz dosdoğru bir peygamberdi. Babasına şöyle demişti: ‘Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacığım! Doğrusu sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uy, seni doğru yola eriştireyim. Babacığım! Şeytana tapma. Çünkü şeytan, Rahmân’a baş kaldırmıştır. Babacığım! Doğrusu sana Rahmân katından bir azabın gelmesinden korkuyorum ki, böylece şeytanın dostu olarak kalırsın.”606
Evet, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), başkalarına sunduğu nurlu mesajı, babasının geçeceği yollara da serpiyor ve onun için âdeta yollara dökülüyordu. Hangi evlât vardır ki, babasının hidayeti için böyle yürekten, kemal-i ciddiyetle ve samimî olarak gayret göstermez. Hele o insan, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gibi Halîm, Selîm ve Evvâh bir peygamber olursa…
Dördüncüsü: Bazı tefsirciler, Arapça’da أَبٌ kelimesinin “ata” mânâsına da geldiğine dikkati çekerler ve Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) يَۤا أَبَتِ diye hitap ettiği şahsın, onun öz babası değil de dedesi, amcası veya bir başka yakını olabileceği ihtimali üzerinde de dururlar.607 أَبٌ kelimesinin çoğulu olan اٰبَاءُ Kur’ân-ı Kerim’de de geçer ve “Atalar” mânâsına kullanılır.
Meselâ Hz. Yusuf (aleyhisselâm): وَاتَّبَعْتُ مِلَّةَ اٰبَۤائِۤـي إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ der. “Atalarım, İbrahim, İshak ve Yakub’a uydum.”608 Görüldüğü gibi اٰبَۤائِي kelimesi bu âyette “atalarım” mânâsına kullanılmıştır. Hele اٰبَاؤُنَا الْأَوَّلُونَ tabiri Kur’ân’da çok sıkça geçer ki; “O ilk atalarımız.” demektir.609 Durum böyle olunca, ihtimal ki Hz. İbrahim (aleyhisselâm), Âzer’in oğlu değil de onun torunu veya yeğenidir. Nitekim bir rivayete göre o, Târah’ın oğludur.610 Bir başkasının da olabilir. Mülâhaza dairesi böyle açık olunca, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), ne babasının gölgesinde kalan bir insandı, ne de onun dalâletini bildikten sonra, onun için istiğfar edecek bir insandı. Kur’ân-ı Kerim, onun bir duasını da bize şu şekilde naklederek onu bize de talim buyurmak istemiştir: رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ “Rabbimiz, beni, anne-babamı ve mü’minleri hesabın görüldüğü gün mağfiret buyur.”611 Burada ise ana-baba mânâsına وَالِدَيَّ “Valideyye” tabiri kullanılmaktadır.
Meseleye, arz ettiğimiz hususlar zaviyesinden bakacak olursak, açıkça görülür ki, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), nezihti, temizdi, masumdu, günahsızdı ve ismet sahibi yüce bir nebiydi.. O, her zaman hak söylemiş ve daima hakkın yanında olmuş kutlulardan bir kutluydu.
Hz. İbrahim tam bir tevhid insanıydı ve teslimiyet, onda zirvede idi. Onun içindir ki “hillet”, ona tahsis edilmiş ve “Allah İbrahim’i dost edinmişti.”612 mealindeki âyet bu hilleti anlatmaktadır. O, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerinden ne pahasına olursa olsun, zerre kadar inhiraf etmemiş; hatta O’na “Evlâdını kes!” deyince bile, zerre kadar tereddüt geçirmemişti.613 “Hanımını ve çocuğunu ıssız bir çölde bırak!” emri geldiğinde, hemen emri yerine getirmiş.. sonra da arkasına bakmadan çekip gitmişti.614 Başka bir seferinde o, kendi canıyla imtihan olmuş.. onun için hazırlanan cehennemî bir ateşin içine atılmış; ama zerre kadar endişeye kapılmamıştı.. hatta, bu arada melek gelip de yardım teklifinde bulununca, O Hak dostu bu teklifi reddetmiş ve “O biliyor ya!”, demişti. Tabiî onun içini “berd ü selâm” hâline getiren bu teslimiyet, ateşi de “berd ü selâm”615 etmişti.
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), işte böyle bir nebiydi ve Rabbiyle münasebeti bu kadar kuvvetliydi. Bütün bunlara rağmen, onun günaha girebileceğini düşünmek, başka değil, sadece onu bilmemenin, tanımamanın, daha açık bir ifadeyle kapkara bir cehaletin ifadesidir…
Evet o, bir şefkat âbidesiydi.. ve işte bu şefkat âbidesi, babasının hidayetini talep etmişti.. etmişti ama onun hakikî mahiyetini öğrenince de derhal bu isteğinden vazgeçmişti. Bir rivayette; ahirette de Allah (celle celâluhu) babasını ona, bir keler şeklinde temessül ettirecek ve o, bu manzarayı gördükten sonra, babasına olan cibillî alâkasından da vazgeçecektir.616
Her şeyin en iyisini Allah (celle celâluhu) bilir.
bd. …Ve İffet Âbidesi Hz. Yusuf (aleyhisselâm)
Tevrat, Hz. Yusuf’la (aleyhisselâm) alâkalı iftiralarla doludur. Akla-hayale gelmedik ne kadar iftira varsa, hepsi malzeme olarak kullanılmış ve –hâşâ– Hz. Yusuf (aleyhisselâm), âdî bir insan durumuna düşürülmüştür. Hâlbuki o, sîretiyle-sûretiyle pâk ve nezih bir nebidir. Ve her peygamber gibi o da ismet sıfatıyla donatılıp techiz edilmiştir.
Ancak, burada üzülerek itiraf etmeliyim ki, bizim tefsircilerimizden bazıları da dikkatsizce Tevrat’tan veya daha umumî mânâda İsrailiyattan yaptıkları alıntılarla, o Yüce Nebi’ye yakışmayacak ve onun ismetine dokunacak yakıştırmalarda bulunmuşlardır. Biz yine, mevzu edindiğimiz diğer peygamberlerde olduğu gibi, Hz. Yusuf’la (aleyhisselâm) ilgili hâdiseleri de Kur’ân’dan takip ederek, Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) iffet ve ismetini Kur’ân âyetleri içinde bulmaya çalışacağız. Tabiî ki, bu çalışma, sadece mevcudu ortaya çıkarma gayretidir. Yoksa Kur’ân’da bu husus gayet sarih ve açık olarak belirtilmektedir. En âmî bir insan dahi, Yûsuf sûresini, bir kere –tabiî mânâsına inerek– okusa, arz edeceğimiz hususları rahatlıkla bulabilecektir. Yeter ki, ona peşin fikirliliğin körelttiği bir gözle bakmış olmasın..
Hz. Yusuf (aleyhisselâm), çocukluğunda kardeşleri tarafından kuyuya atılmış ve sonra da köle gibi satılmıştı. Onu Mısır’da bir vezir satın almış, sonra da bir evlâtlık gibi bağırlarına basmışlardı. Ancak, Yusuf çocukluk devresini aşıp, gençlik çağına girince, vezirin hanımı, Yusuf’a karşı başka duygular beslemeye başlamıştı. Derken, Kur’ân’ın anlattığı gibi, bir gün kapıları sıkıca kapatıp ondan kâm almak istemişti. Ancak, gelen tekliften ürperen ve o güne kadar aklının, hayalinin ucundan dahi geçirmediği bir şeyle karşılaşan Hz. Yusuf (aleyhisselâm), derhal oradan uzaklaşmak istedi ama, kadın arkasından yetişip gömleğinden çekince, Hz. Yusuf (aleyhisselâm) yakalandı, gömleği de yırtıldı. Tabiî, bu arada kapı açılınca, birden bire vezirle karşılaştılar.. ve Hz. Yusuf’a bir imtihan yolu daha göründü.. zira, kadın, kocasını görünce derhal iftiraya başladı ve “Karına kötülük yapmak isteyenin cezası nedir? Hapis veya işkence değil midir?” dedi. 617 Bu bir iftiraydı ve iftira her yönüyle kendisini ele veriyordu.
Şimdi naklettiğimiz hâdiseyi bir de, âyetlerin satır aralarında takip ederek Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) ismetine delâlet eden hususları yakalamaya çalışalım:
وَرَاوَدَتْهُ الَّتِي هُوَ فِي بَيْتِهَا عَنْ نَفْسِهِ وَغَلَّقَتِ الْأَبْوَابَ وَقَالَتْ هَيْتَ لَكَ قَالَ مَعَاذَ اللّٰهِ إِنَّهُ رَبِّي أَحْسَنَ مَثْوَايَ إِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ
“Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı, kapıları sıkı sıkı kapadı ve “Gelsene!” dedi. Yusuf: ‘Maâzallah! Doğrusu senin kocan benim efendimdir, bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar kat’iyen başarıya ulaşamazlar.’ dedi.”618
Evvelâ, Kur’ân, gıybet etmiyor. Kadının ismini vermiyor, onu sadece “evin hanımı” unvanıyla ele alıyor.
Bütün kapıları kapatan, kadındır. Bu arada ilk ses de, bütün şûhluğu ile kadından gelir. Arkadan o iffet âbidesinden de bir ses yükselir: “Maâzallah!” Yusuf (aleyhisselâm), bu hareketiyle kıyamete kadar gelecek bütün gençlere ne büyük bir irade timsalidir!
Âyette, sarihan Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm), gelen teklif karşısında kat’î bir tavır belirttiği açıktır. Hz. Yusuf (aleyhisselâm) “Rabbim” derken kimi kastediyor? Ya bu ifade ile kasdı Cenâb-ı Hak’tır ki, günaha girmek, O’nun kendisine bunca bahşettiği nimetlere karşı nankörlükle mukabele etmek demektir. Nankörler ise asla kurtuluşa eremezler. Ya da kadının kocasıdır ki, daha önce geçen أَكْرِمِي مَثْوَيهُ “Ona iyi bak.” ifadesine bir telmihtir. Hakikaten kadının kocasının, Yusuf’a çok büyük iyilikleri dokunmuştur. Bütün bu iyiliklere karşı Yusuf, nasıl nankörlükle mukabele edebilirdi ki?
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da, Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) günahtan kaçınması, hiçbir zaman efendisinin veya Cenâb-ı Hakk’ın kendisine olan ihsan ve lütuflarından dolayı değildir. Bu, sadece meselenin temel esaslarından biridir ve kadının anlayış seviyesine göre bir tenezzüldür. Hâlbuki Hz. Yusuf’un günahtan kaçınma sebebi, daha ağzından dökülen ilk cümlede gizlidir: “Maâzallah – Allah’a sığınırım!” Demek ki onun günahtan kaçınması doğrudan doğruya Allah (celle celâluhu) korkusu, Allah mehâbetiyle alâkalıdır ki, makbul olan takva da budur.
Günah, nasıl bir netice doğurur, Hz. Yusuf (aleyhisselâm) bunun da şuurundadır. Günah bir zulümdür, bir haddi tecavüz etmektir ve bir fasit daireye girmektir. Neticesi ise hem dünyada hem de ahirette hüsrandır.
Hz. Yusuf (aleyhisselâm) hakkında yanlış anlama ve anlatmalara sebep olan âyet ise, hemen bu âyetin ardından gelen وَلَقَدْ هَمَّتْ بِهِ وَهَمَّ بِهَا لَوْلَۤا أَنْ رَأَى بُرْهَانَ رَبِّهِ âyetidir.619
Âyete mânâ vermeden önce bazı kelimeler üzerinde durmamız yararlı olacaktır: Bu âyette, yanlış-doğru anlamalar üzerine nirengi kelime هَمَّ kelimesidir.
هَمَّ fiili mazî bir kelimedir. Bu kelimenin çeşitli mânâları vardır ve failin durumuna göre, bu mânâlardan birini tercih etmemiz gerekir. Lügat ilminde de bir kaide vardır (eğer aksi bir delil yoksa veya mevzua mutabakatsızlığı söz konusu değilse) kelime için esas ve hakikî mânâ ilk sıradaki mânâdır. Bölge farklılıkları mahfuz, bu mevzuda lügatçilerin referansı önemlidir. هَمَّ kelimesine, lügatte verilen ilk mânâ, أَقْلَقَ ve حَزِنَ mânâlarıdır. أَقْلَقَ: “Gönül ızdırabına düşme, hafakanlara girme, hasretle yanıp tutuşma, yanıp yakılma ve mahzun olma.” demektir.
Bu fiil, Zeliha’ya nispet edildiğinde, “Zeliha, Yusuf’tan (aleyhisselâm) ötürü kalaktan kalağa girdi, sıkıntıya düştü, hüzne gömüldü.” mânâlarına gelir. Tabiî Hz. Yusuf (aleyhisselâm) da kendi dünyası adına bir kalak ve hüzne boğuldu. Çünkü o, bu evde bir esirdir. Kaçsa bile yakalanıp geri getirilecektir. Ayrıca bu kadın da ona musallattır. Öyle ise, kadın, onun için yanıp yakılırken üzülüp ızdırap çektiği gibi Hz. Yusuf (aleyhisselâm) da, ismet ve iffeti adına ızdırap çekmektedir. Rabbi ona burhanını göstereceği âna kadar da, teminat altında olduğunu tam bilememektedir.
Evet, Allah (celle celâluhu), ona çamur attırmayacaktı. O, Yusuf’un (aleyhisselâm) etrafını burhanlarla karantinaya almıştı. Ancak bunlara tam uyanacağı âna kadar dehşet, endişe ve ürperti yaşayacaktı. Bence evvelâ üzerinde durulması gereken husus da budur. Mevzu ile alâkalı tefsirler, bu noktadan çıkış yapılarak tekrar gözden geçirilmelidir.
İkincisi: Zeliha, sürekli bir gayret, azim ve kararlılık içindeydi.. evet o, kendisine bir hedef seçmişti; Yusuf (aleyhisselâm) mutlaka onun olmalıydı ve onun bütün derdi buydu. Nitekim, başka bir âyette onun durumu anlatılırken: قَدْ شَغَفَهَا حُبًّا “Aşkı kalbini delmişti.” deniyor.620 Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) durumu ise: كَذٰلِكَ لِنَصْرِفَ عَنْهُ السُّوءَ وَالْفَحْشَۤاءَ إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَصِينَ âyetiyle: “İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik. Çünkü o, bizim ihlâs kesilmiş kullarımızdandı.”621 iffetâmiz, ihsan buudlu sözlerle anlatılmaktadır.
Âyette geçen “muhlas” tabiri de çok mühimdir. Evet, bir “muhlis” vardır, bir de “muhlas”… Hz. Yusuf (aleyhisselâm), bu ikinciden yani muhlas olanlardandır. Her peygamber muhlastır.
Muhlis, ihlâslı insan demektir. O, yaptığı her işi Allah (celle celâluhu) için yapar ve bütün yaptıklarında, sırf Cenâb-ı Hakk’ın rızasını gözetir. Bu itibarla, safvet ve samimiyet içinde, hep Allah’a (celle celâluhu) bağlılığı araştıran insana biz, “muhlis” diyoruz. Fakat görüldüğü gibi o, daha araştırma safhasındadır ve henüz yoldadır. Yani tasavvufî ifadesiyle “seyr ilallah” mertebesindedir. Allah’a (celle celâluhu) doğru giderken, amel ve davranışlarında istikamet mücadelesi vermektedir. Muhlas ise, bütün endişelerden kurtulmuş, ihlâsın zirvesinde taht kurmuş bir babayiğittir. O, “muhlis”in gitmekte olduğu yolları çoktan aşmış ve yolculuğunu “seyr minallah”la taçlamıştır bile. İşte böyle bir insan için, artık, yer yer bizim içine düştüğümüz varta ve sürçmeler söz konusu değildir ki, Yusuf (aleyhisselâm) da bunlardandır. Öyle ise, bir muhlise dahi yakışmayacak davranış veya düşünce, muhlas olan Hz. Yusuf’a (aleyhisselâm) nasıl yakışır?
Ayrıca Kur’ân: وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ “İşte biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız.”622 diyerek Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm), muhsinlerden olduğuna da işaret etmektedir. Bizler, iman yoluyla amele, amelle de iman-ı tahkikîye ulaşır, yolun sonunda da ancak ihsan mertebesine çıkabiliriz. Bizler için kavs-i urûçta mukadder bu son basamak, bir nebi için, işin başı ve yolculuğunda ilk kaldırım taşıdır.
İhsan; أَنْ تَعْبُدَ اللّٰهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ، فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ hadisinde de anlatıldığı gibi, Allah’ı (celle celâluhu) görüyor gibi, O’na kulluk yapmaktır.623 İşte, bizler için son ve ufuk nokta olan bu merhaleye peygamberler, daha işin başlangıcında mazhar edilmiş.. ve onların yolculuğu, bir ölçüde bizler için münteha sayılan bir noktadan başlamıştır. Öyleyse peygamberlerin durumunu tahlil ederken, meselelere hep bu perspektiften bakmak icap edecektir. Aksine, onları kendimizle kıyas edersek, hep yanılırız ve doğruya da bir türlü varamayız.
Zeliha ile Hz. Yusuf (aleyhisselâm), tamamen ayrı iki dünyanın insanıdırlar. Biri, aşkından gözü dönmüş, iradesi felce uğramış, kendi hislerini yaşayan bir insandır, diğeri de, gözü ötelere açılmış, ihsan şuuruna ermiş ve ihlâsın özü hâline gelmiş bir nebi.. tabiî, o da hep kendi iklimine doğru kanat çırpmakta.
Bunlardan her ikisi için de هَمَّ kullanılır. Fakat kullanılan bu kelimenin mânâsı, her ikisinin gaye ve hedefi ölçüsünde birbirinden farklıdır.. evet, هَمَّ kelimesine, onların himmetlerinin düşünce yapılarının, bilgi birikimi ve kültürlerinin farklılığına göre mânâ verilmelidir. Zaten aradaki fark, biraz sonra meydana gelecek tablodan da anlaşılacaktır. Yusuf (aleyhisselâm), ismet ve iffete doğru, Zeliha ise, şehvet ve günaha doğru koşmaktadır.. ve ikisi de âdeta yarışmaktadır. Yusuf (aleyhisselâm) kaçıyor, diğeri kovalıyordu. Eğer Yusuf’ta (aleyhisselâm), zerre kadar meyil olsaydı, böyle bir kovalama olmazdı ki! Demek ki, Yusuf’un azmi, niyeti ve hedefi tamamen başkaydı. Ve o, o yüce hedefe doğru koşmaktaydı. Zaten ikisi arasında cereyan eden mücadeleyi izlerken de bu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Evet, Hz. Yusuf, Zeliha’dan öyle kaçmaktadır ki, kadın, arkasından çekip odadan çıkmasına mâni olmak isteyince, Yusuf’un (aleyhisselâm) gömleği arkadan yırtılmıştır. Tam bu sırada Yusuf (aleyhisselâm) kapıyı açar ve dışarıya fırlar, kadın da arkasındadır. Ve bu kovalamaca ile vezirin karşısına çıkılır. Böyle bir durumda, ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırmış olan kadın hemen kendini müdafaaya geçer ve Hz. Yusuf’a isnatta bulunur.. bulunur ama, dediklerine, ne kendisi ne de kocası inanmıştır. Zaten ortada bir de şahit vardır. Suskun hâliyle, en büyük hatipleri dahi susturacak bu şahit, şüphesiz Yusuf’un (aleyhisselâm) yırtılan gömleğidir. Ve kadının akrabasından birisi veya henüz konuşmasını bilmeyen bir çocuk da bu şehadete imza atar.
Mesele anlaşılmıştır; ve Yusuf (aleyhisselâm), zerre kadar günaha bulaşma meyli göstermemiştir. Çünkü gömlek arkadan yırtılmıştır. Eğer niyet Yusuf’ta (aleyhisselâm) olsa ve kadın korunmak isteseydi, gömleğin yırtığı, ön taraftan olmalıydı. Yusuf (aleyhisselâm), burhanlardan birini orada hemen görmüştü. İşte Rabbi, bir yırtık gömlekle onu korumuş ve muhteşem geleceğe doğru bir adım daha attırmıştı.
Bu itibarla, Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) “hemm”i, düşüncesi, kendi sevdası; Zeliha’nınki de kendi sevdası istikametindeydi. Cenâb-ı Hak’la halvete ermiş bir insanın ve daima Allah (celle celâluhu) murâkabesiyle yaşayan bir nebinin “hemmi”ni, gözü şehvetten başka bir şey görmeyen bir kadının hemmiyle aynı teraziye koyup tartan ve ikisinin düşüncesini de cismaniyetin sis ve dumanları içinde ele alan bir kısım müfessirler, bu inceliği göremediklerinden büyük yanılgı içindedirler. Bence, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyyeden referanslı olmayan bütün yorumlar bir daha gözden geçirilmelidir. Yeniden yapılacak bu düzeltme –öyle zannediyorum ki– o samimî, fakat İsrailiyat kurbanı büyüklerimizi de memnun edecektir; zira onlar, bu hatalarından dolayı kim bilir ne füyûzattan mahrum kalmışlardır..?
Evet, kat’iyen inanıyoruz ki nebiyi, herhangi bir beşer gibi değerlendirip tartmak isteyenler, onun mânevî atmosferinden ve diriltici ikliminden mahrum kalırlar.
“Hz. Yusuf (aleyhisselâm), tam gönlüyle Zeliha’nın teklifine meyledecekti ki, Yakup Aleyhisselâm’ı gördü. Eli dudağında Yusuf’a hayretle bakıyordu.” gibi safsatalar, nebinin ismetine, muharref kitapların attığı iftira çamurları cümlesindendir ve bunlar bizim kitaplarımızdan mutlaka silinmelidirler!..
Abdülaziz Debbâğ isimli büyük veli وَلَقَدْ هَمَّتْ بِهِ وَهَمَّ بِهَا âyetinin tefsirinde: “Zeliha kendi düşünce ve tasavvuruna göre harekete geçti, Yusuf (aleyhisselâm) onu bu işten vazgeçirmek için harekete geçti, belki Zeliha’yı dövecek, ona elini kaldıracaktı.” demekte ve هَمَّ kelimesini bu şekilde izah etmektedir.624 İlâhî nefahatın, ümmiyet ufkunu ağartarak ona söylettiği daha nice pırlantalar var!
Hem zaten, başka türlü nasıl düşünülür ki, Allah Resûlü kendisine “Sen kerîmsin” diyenlere:
إِنَّ الْكَرِيمَ بْنَ الْكَرِيمِ بْنِ الْكَرِيمِ بْنِ الْكَرِيمِ يُوسُفُ بْنُ يَعْقُوبَ بْنِ إِسْحَاقَ بْنِ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلِ اللّٰهِ
yani: “Kerîmoğlu, kerîmoğlu, kerîmoğlu kerîm, İbrahim Halîlullahoğlu, İshakoğlu Yâkuboğlu Yusuf’tur.”625 dediği bir yüce kamet. Onun büyük dedesi Hz. İbrahim, dedesi İshak ve babası Yakup’tur. İşte Yusuf, böyle kerîmoğlu kerîmdir.. ve Allah Resûlü, bu ifadeleriyle Hz. Yusuf’u (aleyhisselâm) öyle bir noktada işaretlemektedir ki, biz hayallerimizle bile oraya ulaşamayız.
Bizim gibi sıradan ve varlığın özünden değil de, tortusundan yaratılmış insanlar bile, böyle bir günahı aklından geçirmezken, o pâk dâmen, o büyük nebinin böyle şeylere tenezzül edeceğine ihtimal vermek, akıl harici bir safsatadır. Ne akıl ne de nakil böyle bir safsatayı kabul edemez.
O nebi ki, kadınların fettanlığı artıp, kullanılan oyunlar ayrı buudlar kazanmaya başlayınca, Rabbine “Rabbim, hapishane benim için bunların teklifini yapmaktan daha iyidir.”626 der, ve saraydaki zevk ü safa dolu bir hayatı terk edip, hapishanenin ufûnetli, tahammül edilmez hayatına iffeti adına razı olur. Evet, dokuz seneye yakın bir mihnet dolu hayatı, sırf ismet ve iffeti uğruna göğüslemesi, onun ismetini ispata yetmez mi? O kadınlar ki, onun güzelliği karşısında kendilerinden geçmiş ve ellerini kesmişlerdi.627 O kadınlar ki, onu zor durumda bırakmak için, Zeliha’nın ona olan tutkusunu yaymış.. ve ona yakın olabilmek için nice oyunlar denemişlerdi.628 Ne var ki her defasında karşılarında, bu granit imanlı genci bulmuş ve ondan bir dirhem dahi meyil koparamamışlardı.
Dua etti. Fasit daireye girmemek için, Rabbine yalvardı. Rabbi de, onun duasını kabul etti ve onu hapishanede garantiye aldı. Ardından her devrin çilekeşleri için, hapishane kapıları hep açık kaldı ve hapishaneler, iman ve Kur’ân hizmetkârları, hakikat işçileri için birer “Medrese-i Yusufiye” oldu.
O iffetine o kadar düşkün idi ki bir gün geldi, ona “Hapisten çık.” dediler. O, diretti ve “İffetim herkesçe bilinmedikçe hapisten çıkmam.” dedi.629 İffetli yaşamak ayrı bir iş, onun ispatı da ayrı bir işti.. bunların ikisi de, onun gelecekteki misyonu adına büyük önem taşıyorlardı. O, hapisten çıkmadı.. Zeliha herkesin bulunduğu bir yerde suçunu itiraf etti. Ardından da onun nasıl bir iffet âbidesi olduğunu söyledi.630
Zeliha bile günahını itiraf edip onun ismetini ilan ederken, hâlâ o şanı yüce bir nebiye günah isnat edenlere bilmem ki ne demeli?.
c. …VE EFENDİMİZ’İN İSMETİ
Bütün nebiler masumdur. Nebiler Serveri ise, masumlar üstü masumdur. Çünkü O, nebilerin sultanı, efendisi ve bütün varlığın yaratılış gayesidir. Peygamberlik şiirine bir kâfiye gerekiyordu. Allah (celle celâluhu), en sevdiğini, âdeta o şiire kâfiye olarak yarattı. Nübüvvet semasında henüz pervaz edecek tavus yoktu. O, bu semanın tavusu oldu. Her peygamber, belli bir zaman ve mekân dilimine gönderilmişti.. hâlbuki O’nun gönderildiği yer, bütün kâinat ve zamanı ebed-müddetti. Muhatabı ise varlığın hepsiydi.631
Evet, hiçbir peygamber O’nun gibi, küllî, umumî ve câmî bir mânâda varlığın hakikatini şerh ve izah edebilmiş değildir. Zaten bu, onların vazifesi de değildi. Zira, o devirlerde henüz ilimler inkişaf etmemiş ve varlık henüz didik didik didiklenmemişti. Bu, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın devrinde olacaktı ve oldu da.. evet O’nun dediklerinden hiç biri, doğru ilim ve doğru buluşlarla çatışmadı…
Diğer peygamberler de, nur neşreden birer yıldızdılar ama güneşi görünce, ışıklarını toparlayıp sinelerinde sakladılar. Çünkü gelen güneşler güneşi ve varlığın ilk mâyesi olan gerçek nurun sahibiydi. Bûsîrî ne güzel der:
يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ
فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُمْ كَوَاكِبُهَا
“O bir fazilet güneşi, diğerleri ise yıldızdır,
Evet, O Masumlar Masumu’dur. Dolayısıyla da, O’nun ismeti bütün ismetlerin; iffeti de, bütün iffetlerin üstündedir.
En azılı düşmanları, O’nun iffet ve ismetine dokunacak tek kelime bulamamış ve O’nu bu yönüyle ta’n edememişlerdir.. ebedlere kadar da edemeyeceklerdir. Çünkü O, bir iffet heykeli ve bir ismet burcuydu. O’nun eteklerinde gubâr, dâmeninde çamur düşünmek nasıl mümkün olurdu ki, O nezahetin hulâsası “Mustafa” olarak yaratılmıştı.
Hasımları O’na her türlü iftirayı attılar. Meselâ; O’na “mecnun” dediler.632 Vâkıa O, bir ölçüde Hakk’ın mecnunuydu.. ve bu uğurda bütün varlığını da pazara koymuştu. İsteyen talan edebilirdi. Bu işin harmanı ise, Cennet ve Cemalullah’a ermekti…
Ve, yine O’na sihirbaz dediler..633 evet, en muannit insanlar dahi O’nun huzurunda eriyor ve içlerinden küfür adına ne varsa hepsi temelinden sarsılıyordu. Zaten O’na büyülenip kendini O’nun yolunda bezledenlerin sayısı hudutsuzdu. Aklı gözüne inmiş kâfirlere gelince, diyecekleri başka bir şey yoktu. “Bütün bu pervaneler sihir ateşiyle dönüyor.” diyor, bir safsatada teselli arıyorlardı. Hâlbuki onları pervaneler gibi döndüren imanın gücü, kemalin cilvesi ve cemalin cazibesiydi..
O’na kâhin yakıştırmasında da bulunmuşlardı.634 Öyle ya oturmuş, kıyamete kadar olacak her şeyi haber veriyordu. Onlar, o güne kadar bu tür sözleri hep kâhinlerden dinlemişlerdi. Oysaki, az dikkat etselerdi, sözleri yalanlarla dolu kâhinlerle O’nu çok rahatlıkla tefrik edebilirlerdi. Evet, Efendimiz ise, hep doğru söylüyordu ve başka değil sadece gördüğünü haber veriyordu.
Eğer O mecnunsa –hâşâ–, dünyada akıl diye bir şey yok demektir. Kehanet ve sihir gibi ciddiyetten uzak şeyler ise, O’nun rüyasına dahi girememişlerdir. Çünkü O’nun rüyaları da hayatı kadar ciddîdir. O’nun hayatının ötelere açık yamaçlarından kopup gelen bu mübarek esintiler O’nun mesajından bir bölüm teşkil ederler.635
Evet, akılla, mantıkla, muhakeme ile çarpışan bu muzahref sözlerin hepsini söylediler ama, hiç kimse, O’nun ismet ve iffetine dair bir şey söylemeye cesaret edemedi. Çünkü bu mevzuda söylenecek her söz, sahibini rezil ederdi. Bunu dost da düşman da çok iyi biliyordu..
Şimdiye kadar, binlerce insan, yüz binlerce kitap hep O’nu anlattı. Bunlar arasında, o ateşin pervanesi olanlar olduğu gibi, ışıktan rahatsız olan yarasalar da vardı. Ancak, görüşleri, hatta dinleri muhtelif bu insanlar, bir noktada birleşiyorlardı. İşte o nokta, Allah Resûlü’nün iffet ve ismetini tasdik noktasıydı.
Bir mânâda biz de o ateşe pervane olanlardanız. Sözümüzü hep O’nun iffet ve ismeti etrafında dolaştırıp duruyoruz. Bu bir kadirşinaslık da değil; hak gibi, vecibe gibi, umumî takdir gibi cebri anlayış ve anlatıştır; ancak, şunu da itiraf etmeden ve hatırlatmadan geçemeyeceğim: Bu satırların okurları sakın, O’nu ve O’nun iffetini, benim ifadelerim içinde aramasınlar. Bu mevzuda onlara asıl rehber, selefin kitaplarıyla, onların tertemiz ve dupduru vicdanları olsun. O vicdan ki, onda hep Hak görünür. Hakk’ın o en nezih temsilcisi ise, işte ancak bu vicdanlarla bilinir.
Gönlümüzle beraber vicdanlarımız da, O’na ebedî bir otağdır. O ne ulvî otağdır ki, onda Nebiler Sultanı ârâm etmektedir. İşte sözün burası, benim için âdeta bir bam telidir; elimde değil, dert mızrabı dokundukça bana şöyle dedirir:
Ey Masum Nebi! On dört asır evvel zuhur ettiğin gibi bir kere daha zuhur et. Arap’ın karanlık dünyasını aydınlattığın gibi, dokuz asırdır dinine hizmet eden ve bu kudsî vazifenin bayraktarlığını yapan şu asil ve necip milletin iklimine de uğra, orayı da aydınlat! Ne olur atını mahmuzla, bir de bizim ülkemize gel! İnan ki yetişen ışık süvarileri artık seni yalnız bırakmayacaktır. Senden görecekleri tek bir işaret, tek bir tebessüm onların, bütün varlıklarını istihkar etmelerine yetecektir.
ca. O’nunla Alâkalı İkazlardan Bir Kesit
Kur’ân-ı Kerim’de doğrudan Efendimiz’i muhatap alan bazı ikazlar vardır. Bu ikazlar, zâhiren O’nun masumiyetine ve günahsızlığına dokunuyor gibi görünür. Bazı kimseler, “Hata olmadan böyle ikaz olmaz.” diye düşünebilirler. Hâlbuki (ısrarla söylediğimiz gibi), bu ikazlar, kat’iyen bir hata ve günaha matuf varit olmamışlardır. İhtimal Efendimiz’e bazı içtihatlarında en güzel dururken güzeli tercih etmesinin, O’nun gibi en güzelin temsilcisine düşmeyeceği dersi verilmiş, ikaz edilmiş ve hatırlatılmıştır.
Bizim, menba suyu dururken, içtihatlarımızla, o ölçüde pâk veya sterilize edilmemiş bir suya karşı ikaz edilmemiz gibi… Evet nebiler, kevser dururken zemzem içmenin hatalı olduğu ikazını alabilirler. Biz, ayağımız kayıp da gayyaya yuvarlanırsak –Allah korusun!– itap görürüz. Onlar ise, aynı itabı, semalarda yüzerken yer değiştirmeden ötürü bile alabilirler. Onun için, kat’iyen bir nebiyi, bizim dünyamıza göre değerlendirip, hakkında hüküm vermemiz doğru değildir. Onlar ki saraya alınmış, huzurla müşerref olmuş insanlardır. Dışarıda kalmış, bahçe kapısına dahi yanaşamamış insanlarla nasıl bir olur ve nasıl aynı terazide tartılabilirler? Dışarıdakinin tebessümü bile sadakadır. Huzurdakinin tebessümü ise isâet olabilir. Evet ölçü ve kıstaslar tamamen farklıdır. Dolayısıyla, Kur’ân-ı Kerim’de Efendimiz’e yöneltilen ikazları da, bu açıdan değerlendirmek icap eder.
Nelerdir bu ikazlar? Ve Efendimiz bu gibi ikazlara niçin muhatap alınmıştır? Şimdi, sırasıyla bu hususlara temas edip ve ikaz gibi görülen bu türlü hitapların alt yüzündeki iltifatı ve günah gibi görünen ameldeki sevap ve fazileti beraber mütalâa etmeye çalışalım. Sonunda da, O’na: “İffet ve ismette de senin eşin ve menendin yoktur.” deyip, bir de ismet açısından nübüvvetini ilan edelim.
cb. Kur’ân’da Efendimiz’e Yapılan İkazlar ve Onların Perde Arkası
Bedir Esirleri
Bedir esirleri münasebetiyle nazil olan şu âyet, Efendimiz için bir ikaz gibi görünür. Âyet şöyle demektedir:
مَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَكُونَ لَهُۤ أَسْرَى حَتَّى يُثْخِنَ فِي الْأَرْضِ تُرِيدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللّٰهُ يُرِيدُ الْاٰخِرَةَ وَاللّٰهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌلَوْلَا كِتَابٌ مِنَ اللّٰهِ سَبَقَ لَمَسَّكُمْ فِيمَۤا أَخَذْتُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌفَكُلُوا مِمَّا غَنِمْتُمْ حَلَالًا طَيِّبًا وَاتَّقُوا اللّٰهَ إِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ
“Yeryüzünde savaşırken, düşmanı tam yere sermeden esir almak, hiçbir peygambere yaraşmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah (celle celâluhu), ahireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür, Hakîm’dir. Daha önce Allah’tan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azap erişirdi. Elde ettiğiniz ganimetleri temiz ve helâl olarak yiyin; Allah’tan sakının, doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.”636
Nebi esir sahibi olamaz. Eski peygamberler de olmamışlardı. Esir sahibi olamayınca esirler üzerinde ne gibi bir tasarrufta bulunacaktır?
Nebi, ayaklarını yere sağlam basacağı, desteksiz ve kendi kendine ayakta duracağı, kendi olarak varlığını sürdüreceği, birine dayanmadan, dava ve düşünce olarak kendini ispat edip anlatacağı âna kadar, böyle yapmamalıydı. Yani, esirleri kurtuluş fidyesi mukabilinde dahi salıvermemeliydi. Belki bununla mü’minlerin bellerinin doğrultulması sağlanmalı, onların muvazenedeki yerlerine ulaşma hızları artırılmalı ve tam bir güç olma hedeflenmeliydi.. zaten senin müstesna tabiatının temayülü de bu istikamettedir. Zira, senin dünyaya ait tek tutkun dünyada dini ikame etmektir. Yanındakilerin duygu ve düşüncesi de budur. Evet, ortada bir tasarruf var; bu daha iyi de olabilirdi. Yani sizin yaptığınız hasen ise, bir de bu işin ahseni var. Allah (celle celâluhu) da işte onu istemektedir.
Eğer sebkat etmiş bir yazı, size itap etmeyeceğime dair bir hüküm ve onların işledikleri bu fiil sebebiyle, onlara azap etmeyeceğim şeklindeki kaderî bir tespit olmasaydı, size bir azap dokunabilirdi. Fakat, böyle bir hüküm, böyle bir yazı ve böyle bir tespit olduğu için artık size azabın dokunması söz konusu değildir.
Allah Resûlü, Bedir’de düşmanı tersyüz edip hezimete uğratınca, mü’minlerin gönlüne serin bir su serpilmiş oldu. Bu, âdeta onların gönlündeki 15 senelik yangını söndürmeye yetmişti. Çünkü, bu 15 senelik zaman zarfında, kâfirlerden görmedikleri haksızlık, zulüm ve ızdırap kalmamıştı. Evvelâ, canları kadar sevdikleri Mekke’den ayrılmış, Medine’ye gelmişlerdi. Fakat bu dahi Mekke müşriklerini tatmin etmemiş, şimdi de onların bu yeni vatanlarına taarruz etmeye başlamışlardı. Mü’minler her şeyi sinelerine çekiyor ve mukabelede bulunmuyorlardı. Bedir’e kadar, onlar ne yaparlarsa yapsınlar, mü’minlerin, fiilî mukabelede bulunmaları yasaktı. “Dövene elsiz, sövene dilsiz kalblerini kırıp gönüllerini darmadağınık edenlere de gönülsüz gerek.” diyor ve bu ölçü içinde hareket ediyorlardı.
İşte Cenâb-ı Hak, şimdi onlara da izin vermişti.637 Artık mü’minler de, fiilî mukabelede bulunabilecekler.. ve en azından kendilerini müdafaa edebileceklerdi. Bedir, ilk kavgaydı. Müslümanlar muzaffer olmuş ve hasımlarını da esir etmişlerdi. Aynı zamanda böyle bir hâdise ilk defa vuku buluyordu. Bu, hakkında ilâhî bir açıklama olmayan her meselede olduğu gibi Allah Resûlü, bu meselede âdetleri üzere istişare etmişlerdi. Esirlere ne yapılması gerekiyorsa, bu, meşveret yörüngeli olacaktı.
Evvelâ, kendisinin ruh hâli ve Kur’ân’ın O’na talim ettiği ahlâk gereği, İki Cihan Serveri, bu esirlerin affedilmesine taraftardı. Çünkü şimdiye kadar Kur’ân-ı Kerim hep O’na:
فَاصْفَحِ الصَّفْحَ الْجَمِيلَ “Sen şimdi hoşgörüyle muamele et.”638 ve: اُدْعُ إِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et.”639 demiş ve O’nu bu yola sevk etmişti.
Affetme, O’nda bir karakter ve bir tabiat hâlini almıştı. Öyleki Allah Resûlü’nü, bu asil duygudan ayrı düşünmek mümkün değildi. Mümkün değildi, çünkü bizzat Kur’ân, O’na: وَإِنَّكَ لَعَلَى خُلُقٍ عَظِيمٍ “Sen en yüce ahlâk üzeresin.”640 diyordu. Herkesin ahlâktan belli bir nasibi vardır. O ise küllî ahlâkın vârisidir. Zira Efendimiz, Allah ahlâkıyla ahlâklanmış olmanın doruğundadır. O ahlâk, Kur’ân’ın satır, sayfa ve sûrelerinden fışkırmaktadır. Böyle bir ahlâkı tam temsil eden müşahhas örnek ise Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dır.641 O’ndaki af ruhuna şu hâdise adesesiyle bakın ki, Mekke’yi fethettiği gün, o güne kadar kendisine kan kusturanlara O, âdeta kızılcık şerbeti ikram etmiş: لَا تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ “Bugün kınama yoktur!” 642 demiş.. ve ardından da umumî af ilan etmiştir.643
O’nun kendi ruh hâli ve kendi kanaati, daima af tarafındadır. Bununla beraber meseleyi istişare eder. Önce Hz. Ebû Bekir’e (radıyallâhu anh) kanaatini sorar. Ondan şu cevabı alır: “Yâ Resûlallah, bunlar senin kavmin, kabilen ve senin milletindir. Gerçi sana ve Müslümanlara etmedik kötülük bırakmadılar. Fakat sen, af yolunu tutar ve bunları affeder, boyunlarını vurmaz ve bunları serbest bırakırsan, gönüllerini kazanır ve bunların hidayete ermesine vesile olursun. Benim kanaatim, bunların affedilmesi yönündedir.”
Allah Resûlü bir de Hz. Ömer’e (radıyallâhu anh) sorar. O ise şu cevabı verir: “Yâ Resûlallah! Şu anda elimizdeki esirler, Mekke’nin ileri gelenleridir. Bunlar öldürülürse, bir daha küfür, belini doğrultup bizim karşımıza çıkamaz. Dolayısıyla bunların öldürülmesi gerekir. Hatta, her müslümana, kendi yakınını ver, onu bizzat o öldürsün. Ver Akîl’i, Ali (radıyallâhu anh) öldürsün.. Abdurrahman’ı ver, babası Ebû Bekir (radıyallâhu anh) öldürsün. Falan akrabamı da bana teslim et, onu da ben öldüreyim.”644
Kanaatler belli olmuştur. Sıddîk, esirlerin salınmasına, Faruk ise öldürülmesine taraftardır. Ve Allah Resûlü, önce Hz. Ebû Bekir’e (radıyallâhu anh), sonra da Hz. Ömer’e (radıyallâhu anh) teveccüh eder ve şöyle buyurur:
وإِنَّ مَثَلَكَ يَا أَبَا بَكْرٍ كَمَثَلِ إِبْرَاهِيمَ قَالَ: فَمَنْ تَبِعَنِي فَإِنَّهُ مِنِّي وَمَنْ عَصَانِي فَإِنَّكَ غَفُورٌ رَحِيمٌ. ومَثَلُكَ يَا أَبَا بَكْرٍ كَمَثَلِ عِيسَى قَالَ: إِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَإِنَّهُمْ عِبَادُكَ وَإِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَإِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“Yâ Ebâ Bekir! Sen aynen atam Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) benziyorsun. (Nasıl ki, kavmi ona her türlü kötülüğü yapmış, hatta onu ateşe atmıştı. Hâlbuki o ellerini kaldırıp Rabbine) şöyle dua etmişti:
فَمَنْ تَبِعَنِي فَإِنَّهُ مِنِّي وَمَنْ عَصَانِي فَإِنَّكَ غَفُورٌ رَحِيمٌ
‘Rabbim! Kim bana tâbi olur uyarsa o bendendir. Kim de bana isyan eder yüz çevirirse, (ne diyeyim) Sen Gafûr ve Rahîm’sin.’645
Ve yine sen İsa’ya (aleyhisselâm) benziyorsun. (Kavmi, ona her türlü eza ve cefayı reva gördü. Hâlbuki onun duası da şuydu): ‘Rabbim! ‘Eğer onlara azap edersen, onlar Senin kulların. Eğer affedersen, Azîz Sensin, Hakîm Sensin.’646”647
Bir gün Allah Resûlü, aynen bu sözleri tekrar eder ve şöyle der: “Havzın başında, oraya gelmekte olan bir grup insanın, su başından kovulan develer gibi kovulduklarını görürüm أُصَيْحَابِي أُصَيْحَابِي ‘Ashabçıklarım, ashabçıklarım!’ der Allah’a yalvarırım. O zaman bana لَا تَدْرِي مَا أَحْدَثُوا بَعْدَكَ ‘Sen onlardan ayrıldıktan sonra, onların neler karıştırdıklarını bilmiyorsun.’ denir. Ben artık ne diyeyim, salih kul İsa (aleyhisselâm) gibi derim: ‘Eğer azap edersen onlar Senin kulların. Eğer affedersen, Gafûr Sensin, Hakîm Sensin.’”648
Hz. Ebû Bekir Allah Resûlü’nün ilk çırağıdır. Düşüncesi, yapısı aynen Allah Resûlü’ne benzemektedir. Bu benzeyiş onların kararlarında da hissedilecek şekilde barizdir.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Ömer’e (radıyallâhu anh) döner, diğer ulü’l-azm iki nebiye benzetir: وَإِنَّ مَثَلَكَ يَا عُمَرُ كَمَثَلِ نُوحٍ قَالَ: رَبِّ لَا تَذَرْ عَلَى الْأَرْضِ مِنَ الْكَافِرِينَ دَيَّارًا “Yâ Ömer! Sen de Nuh (aleyhisselâm) gibisin ki, O şöyle demişti: ‘Rabbim, yeryüzünde bir tek kâfir dahi bırakma.’649 Ve sen aynı zamanda Musa (aleyhisselâm) gibisin ki O da şöyle demişti رَبَّنَا اطْمِسْ عَلَۤى أَمْوَالِهِمْ وَاشْدُدْ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُوا حَتَّى يَرَوُا الْعَذَابَ الْأَلِيمَ ‘Rabbimiz! (Firavun ve taraftarlarının) mallarını yok et, kalblerini sık; çünkü onlar, can yakıcı azabı görmedikçe inanmazlar.’650”651
Her iki peygamber de kavim ve kabilelerinin ve diğer Allah düşmanlarının nice eza ve cefasına sabretmişlerdi ama onlardaki inat ve temerrüdün, her gün biraz daha arttığını ve bir türlü durmak bilmediğini görünce, her iki peygamber de, Allah’a (celle celâluhu) yukarıdaki âyetlerde anlatıldığı şekilde yalvarmışlardı. Celâlî tecellîlere istihkakı olan bu cemaatlerin başında, mâyeleri celâlî esintilerle yoğrulmuş bu iki büyük temsilci, kalanlara da zarar, ölenlere de zarar küfür babalarının helâklerini isteyerek, arkada kalacak küfürzede yetimlere, İslâmî vesâyet hazırlama mülâhazasıyla böyle bir duada bulunmuşlarsa, hayrı çok bir iş yapmışlar demektir. Onun için de Cenâb-ı Hak, ezelde verdiği “kahır” hükmünü “lâ yezâl”de infaz buyurarak takdir ve istihkakla gebertilecek ölüleri peygamber dua ve dileği ile helâk etmiştir.
Nihayet Allah Resûlü, o güne kadarki genel tavrı, yüce ahlâkından kaynaklanan mülayemeti ve affediciliğiyle karar verdi ki, bu aynı zamanda Hz. Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) düşüncesi istikametinde karar verme demekti. “Bunları öldürmeyelim. İslâm’la tanışsınlar ve hakikî hayata kavuşsunlar.” diye karar verilmişti.
Şimdi; hâdisenin gerisini bizzat Hz. Ömer’den (radıyallâhu anh) dinleyelim: “Karar verildi. Ben bir iş için oradan ayrılmıştım. Ertesi gün geldiğimde bir de ne göreyim, Resûlullah ve Ebû Bekir hıçkıra hıçkıra ağlıyorlar. Sordum: ‘Niçin ağlıyorsunuz?’ Cevap verecek halleri yoktu. Durmadan ağlıyorlardı. Israr ettim: ‘Söyleyin ben de ağlayayım.’ dedim.” Ve bana Enfâl sûresinin 67, 68 ve 69. âyetlerini okudu.
İşte o itap görünümlü ikaz âyetleri bu münasebetle nazil olmuştu…”652 Allah (celle celâluhu), O’na içtihat etme kabiliyet ve selâhiyeti vermişti. O da içtihat etmiş ve güzeli yakalamıştı. Ama Allah (celle celâluhu), O en güzel kuluna güzeli yakıştıramıyor ve âdeta, “Sana yakışan en güzeli bulmaktı.” diyordu. Ve en güzele değil de güzele temayül ettiğinden dolayı, O’nu ikaz ediyordu. Ortada günah veya hata yoktu. Allah Resûlü, hep güzeller arasında dolaşıyordu.
Evet, meseleyi önce böyle anlamalıdır.. sonra da âyetteki ifade tarzına dikkat etmelidir ki, bu ifadelerde Allah Resûlü’ne karşı nasıl mütebessim, tatlı ve yumuşak davranıldığı anlaşılabilsin…
İşte latîf ikaz mesajı: لَوْلَا كِتَابٌ مِنَ اللّٰهِ سَبَقَ لَمَسَّكُمْ فِيمَۤا أَخَذْتُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ “Eğer bir kaderî kitapta bu işin böyle cereyan edeceği ve sizin aldığınız ganimetleri kullanacağınız yazılmasa idi, size azap dokunurdu..”653
Arapça’da “لَوْلَا”, اِمْتِنَاعُ الشَّيْءِ لِوُجُودِ غَيْرِهِ yani, “Bir şeyin olmasıyla diğer şeyin olmaması.” mânâsına kullanılır. O zaman âyetin mânâsına iyi dikkat etmek gerekir. “Eğer sebkat etmiş bir kitap olmasaydı.” demek, ezelde bu hüküm verilmiş, o hükme göre siz ganimet alacak ve ondan istifade de edeceksiniz. Demek ezelde verilen böyle bir hüküm, “lâ yezâl”de, haricî vücut nokta-i nazarından ortaya çıkıyordu.
O hâlde Allah (celle celâluhu) ganimet ve esirleri –ki esirler de ganimete dahildir– içtihattan sonra da, haram kılmayacaktı ama her şey bir imtihan çizgisinde cereyan ediyordu. Hz. Âdem meselesinde olduğu gibi, daha sonra olacak bir hâdise, vaktinden evvel öne çekilmiş ve o mevsim itibarıyla “ahsen”in yerine “hasen” ikame edilmişti ki, Bedir aşıldıktan sonra zaten öyle olacaktı. Zannediyorum, başka bir âyetteki şu hüküm de bu düşünceyi destekliyor:
فَإِذَا لَقِيتُمُ الَّذِينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِ حَتَّى إِذَۤا أَثْخَنْتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَ فَإِمَّا مَنًّا بَعْدُ وَإِمَّا فِدَۤاءً حَتَّى تَضَعَ الْحَرْبُ أَوْزَارَهَا ذٰلِكَ وَلَوْ يَشَۤاءُ اللّٰهُ لَانْتَصَرَ مِنْهُمْ وَلٰكِنْ لِيَبْلُوَ بَعْضَكُم بِبَعْضٍ وَالَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللّٰهِ فَلَنْ يُضِلَّ أَعْمَالَهُمْ
“Savaşta, inkâr edenlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun. Sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince, onları; ya karşılıksız ya da fidye ile salıverin. Allah dilemiş olsaydı, onlardan başka türlü de öç alabilirdi, bunun böyle olması, kiminizi kiminizle imtihan etmek içindir. Allah, kendi yolunda öldürülenlerin işlerini boşa çıkarmaz.”654 Sanki Efendimiz, o anda Allah’ın (celle celâluhu), daha sonra bildireceği bu hükmü sezmiş gibidir. Fakat, bu hüküm daha sonra bildirileceği için onu öne alma hasen, hükmü beklemek ise ahsendi.
Ayrıca, Efendimiz, başkalarına verilmeyen ve sadece kendisine has kılınan beş şeyi sayarken bunlardan biri olarak ganimetin helâl kılınmasını da sayar.655 Bedir’e kadar helâl olmayan ve daha önceki peygamberler için de helâl sayılmayan ganimet, o gün Müslümanlara helâl olacaktır. Ve tam bu işin arefesinde, Efendimiz’e zâhiren itap gibi görünen böyle bir ikaz gelmiştir. Bundan başka, hükmün Allah Resûlü’nün içtihadı üzere gelmesi de dikkat edilmesi gereken bir husustur. İsabeti de adem-i isabeti de sevap olan böyle bir kararda Allah ahlâkıyla yetişmiş ve bizzat Cenâb-ı Hak tarafından terbiye edilmiş Allah Resûlü, başka türlü de içtihat edemezdi.. edemezdi; çünkü O’nun genel ahlâk ibresi, içtihat ettiği noktayı gösteriyordu. Nitekim daha sonra gelen hüküm de O’nun içtihadı üzere gelmişti.
Ganimetin helâl oluşu, dinî nasslarla sabittir. Aynı zamanda ihlâs ve samimiyete, cihadın Allah için yapılmasına da mâni değildir. Niye olsun ki, düşmanla yaka paça olunduktan sonra, onların ellerindeki malî imkânlara el koymak, düşmanı zayıf, Müslümanları da kuvvetli kılacaktır. Ayrıca ihlâsta o seviyeye ulaşmamış olanlar için de ganimetin teşvik edici bir yanı vardır ki, sürekli mücahede edenler onu gaye hâline getirmeme kaydıyle, geçimlerini o yolla temin edebilirler. Ancak hiç kimse ganimet almaya da zorlanamaz. İsteyen Amr b. Âs (radıyallâhu anh) gibi davranır ve: “Ben ganimet için müslüman olmadım.”656 diyebilir. Ne var ki, böyle bir fedakârlık herkesten istenemez. Zaten, fedakârlık istenmez, yapılır.
Bu mevzuu noktalarken, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) memnû meyveye dokunması meselesinde arz ettiğim bir hususu yeniden hatırlatmak istiyorum: Nasıl ki, Cenâb-ı Hak, zaten ileride mübah kılacağı memnû meyve ile Hz. Âdem’i (aleyhisselâm) imtihan etmişti. Zannediyorum ganimet mevzuunda da aynı durum söz konusu. İleride mübah olacak ganimet, Bedir’den hemen sonra bir imtihan vesilesi olmuş, sonra da bu mevzudaki esas hükümler bildirilmiştir. Burada da, esas hükme uygun hareket edilmiş olduğundan, ortada herhangi bir günah yoktur. Sadece insan fıtratının dünya malına olan meyline dikkat çekilmiş ve bu meylin aşırı gitmesine fırsat verilmemesi istenmiştir.
Aslında burada verilmek istenen ders ve ikaz bütün Müslümanlaradır. Allah Resûlü’ne gelince, zaten, ne O’ndan önce ne de O’ndan sonra dünyaya karşı hiçbir meyli olmamıştır. İkaz, kendisinde dünya meyli olmayan Allah Resûlü’nün şahsında herkese yapıldı ki, hem ibret alsınlar, hem de rencide olmasınlar. Burada ilâhî terbiye metodunda, muhatabı ele alırken ne derece hassas davranıldığına da işaretler bulmak mümkündür.
Tebük Hâdisesi
Tebük, ciddî bir savaş hazırlığı içinde gidilip de, savaş olmadan geriye dönülen, Bizans’a karşı girişilmiş bir sindirme harekâtı ve savaş buudlu bir tatbikattır. Tebük’e, ciddî bir savaş olacağı mülâhazasıyla çıkıldı. Onun için de Allah Resûlü, Müslümanları açıktan cihada davet etti ve bir umumî seferberlik havasıyla yola çıkıldı. Ancak, bu arada bazı kimseler gelip mazeret beyan etti ve Resûlullah’tan izin istediler. O da verdi. Bunlar, harbe izinli olarak iştirak etmeyeceklerdi. İşte Allah Resûlü’ne, görünüş itibarıyla ikaz mahiyetini taşıyan âyetlerden ikincisi de, bu münasebetle geldi. Âyet O’na şöyle diyordu: عَفَا اللّٰهُ عَنْكَ لِمَ أَذِنْتَ لَهُمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَتَعْلَمَ الْكَاذِبِينَ “Hay Allah affedesi Nebi, doğrular sana belli olup, yalancıları bilmeden önce niçin onlara izin verdin?”657 mealiyle verdiğimiz âyetteki عَفَا اللّٰهُ عَنْكَ cümlesi ki “Allah seni affetsin!” şeklinde verilen bir karşılıkla bakıldığı zaman, işlenmiş bir günah hissini verebilir ki, bu meal oldukça kaba ve bir o kadar da dikkatsizcedir. Bu cümleyi kanaatimizce “Affolası!”, “Affa mazhar olası!” veya âyetin mealinde söylediğimiz gibi: “Hay Allah affedesi!” şeklinde Türkçe’ye çevirmek, Efendimiz’e karşı âyette dikkat olunan incelik ve nezakete daha uygundur.
Evvelâ, Cenâb-ı Hakk’ın, âyete böyle bir cümleyle başlaması, tamamen O’nun gönlünü almak içindir. Saniyen, ikaz edici görünen cümle daha sonraya bırakılmış.. böylece, her tarafından tebessüm gülleri açan bir hitapla söze başlanmıştır. Birçok müfessir ve dil üstadı bu âyeti Allah’ın Efendimiz’e bir iltifatı olarak anlamışlardır.658
Nasıl, canı kadar sevdiği evlâdının, iltifat kabîlinden kulağını çekmek isteyen şefkat dolu bir baba, o kulağı incitmemek için hassas davranır; hatta evlâdı bunu ceza zannetmesin diye onun yüzüne tebessüm de yağdırır; öyle de, rahmetin tebessümleri altında burada da ikaz görünümlü öyle bir iltifat sezilmektedir.. ve kat’iyen bu ifadede, Efendimiz’e herhangi bir itap söz konusu değildir.
İhtimal bu âyette Allah Resûlü’ne şu hususlar hatırlatılmak istenmiştir:
Gelen, izin aldı gitti, Sen de bir şey demedin. Biliyorsun ki, o izin alanlar arasında iç ve dış bütünlüğüne sahip olmayan münafıklar da var. Bunlar zâhiren müslüman görünüyorlar ama, içlerinde her türlü fitne ve fesat kol geziyor. Onlara niçin izin verdin? Tekrar be tekrar (bunu teceddüt ifade eden fiil cümlesinden anlıyoruz) sadakat ve doğruluklarını Sana ispat eden o doğru oğlu doğrularla; sözleri yalan, vaidleri aldatıcı, sineleri hıyanetle çarpan münafıklar birbirinden ayrılacaklardı; sen de o münafıkları bütünüyle bilmiş olacaktın. Sen ki zaten, إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ وَإِذَا ائْتُمِنَ خَانَ “(Münafık) konuştuğu zaman yalan söyler, vaadettiği zaman sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.”659 sözlerinde onların çerçevesini çizmiştin. Şimdi de fert fert onların hepsini bilecektin. O, yine onları bilecekti, ama, af ve mülayemeti sadece onu biraz geciktirdi.
Görülüyor ki, bu hitapta sadece bir hatırlatma var ve kat’iyen itap yok.. itap olması şöyle dursun bir tebcil, takdir ve sena bile seziliyor. Şunu kabul etmeliyiz ki, Allah Resûlü, bu âyetle de yine en güzele irşad olunmaktadır. Çünkü O güzele değil, en güzele yakışır.
Zemahşerî, “Afdan bahsedilen bir yerde, günah da vardır.” der.660 Ancak Fahreddin Râzî böyle bir tevcihi kat’iyen kabul etmez ve “Belki bizler için aftan bahsedilen yerde bir günah söz konusu olabilir; ancak enbiyâ için affın sadece iltifat ifade ettiğini.” söyler.661 Durum böyle olunca bu âyet, baştan sona Efendimiz’e iltifatla doludur.
Yukarıda da arz edildiği üzere Efendimiz fetanet-i a’zam sahibidir. Neyin ne olacağını, hangi işin nasıl yapılacağını çok iyi bilir. Burada da o fetanete göre bir alternatif sunulmaktadır. Şöyle ki: Münafıklar Müslümanlardan tam mânâsıyla ayrılıncaya dek, izin verilmemeliydi.. ve münafıklar, izinle ayrılıp gitme gibi masum bir pozisyona sokulmamalıydı. Çünkü onlar, Allah Resûlü izin vermeseydi de, yine ayrılıp gideceklerdi ve böylece münafık oldukları açıkça ortaya çıkacaktı.. Cenâb-ı Hakk’ın muradı bu istikametteydi.. ve Efendimiz’den istenen de böyle bir yaklaşımdı. Gerçi Cenâb-ı Hak, O’na münafıkları bildiriyor ve Habîbini her şeyden haberdar ediyordu. Ancak onları bir de böyle tespit etmek ve kıskıvrak yakalamak vardı.
İşte Kur’ân’a göre Allah Resûlü, izin vermekle böyle bir fırsatı kaçırmış.. ve daha bir sürü afv u muâfât soluklamış oluyordu..
Zaten bu davranış O’nda aranan, O’nda görülen, O’nun genel ahlâkının bir tezahürüydü: Meselâ O, hayatının hiçbir devresinde perdeyi yırtacak harekette bulunmamıştı. Ferdî hataları, ferdin kendisini direkt muhatap alarak söylememişti, şahsı tasrih etmeden, toplum içinde, herkese ibham, ona tembih ve i’lam esasına göre ifade etmişti. Evet, pek çok müşahhas misaliyle O hep böyle davranmıştı. Böylece hata giderilmiş, sahibi de rencide edilmemiş olurdu. İşte bu Efendimiz’in ahlâkıydı. Herkes kendi karakterinin gereğini yaptığı gibi O da, kendi ulvî seciyesinin gereğini yapıyordu. Bir nebi, asla perdeyi yırtıp, muhatabının helâkına zemin hazırlamazdı.. hele O, bildiği hâlde hiçbir kusuru, sahibinin yüzüne vurmaz ve onu mahcup etmeyi düşünmezdi.
Meselâ: Allah Resûlü, ihtimal, teker teker bütün münafıkları ve onlara reislik yapan insanı biliyordu; ama hiçbir zaman bu durumu fâş etmemişti. Fâş etmek bir yana, onlara da diğer mü’minlere davrandığı gibi davrandı. Hatta bir gün münafıklardan biri gelip nedametini bildirdi. İçindeki nifak, tamamen silinmiş ve hâlis bir mü’min olmuştu. Bu şahıs kendi nedametinden sonra Allah Resûlü’ne: “Yâ Resûlallah! Benim durumumda olan niceleri var. Sana onları söyleyeyim mi?” dediğinde İki Cihan Serveri, yine aynı prensiple hareket etmiş: “Hayır. Bize senin geldiğin gibi gelen için, sana ettiğimiz gibi istiğfar ederiz; günahında ısrar edeni de Allah’a havale eder, kimseyle aramızdaki perdeyi yırtmayız.” demişti.662
Evet O, perdeyi yırtmıyor ve onları huzuruna alıp mahcup etmiyordu. Abdullah b. Übey b. Selûl, O’nun amansız düşmanıydı. Ne var ki hep müslüman görünüyordu. Allah Resûlü de, onu hep göründüğü gibi görmek istiyordu. Sonuna kadar da hiç ümidini kesmedi. Ancak Allah (celle celâluhu), onun hidayetten nasibini kesmişti ve o münafık olarak ölecekti. Ölüm döşeğinde, üzerinden bu nifak töhmetini atabilmek için Allah Resûlü’ne oğlunu gönderdi ve O’nun gömleğini istedi. Gayesi, “Eğer münafık olsaydı, Resûlullah ona gömleğini vermezdi.” dedirtmekti. Ve Allah Resûlü de bunu herkesten iyi biliyordu. Buna rağmen yine perdeyi yırtmadı ve gömleğini çıkarıp verdi. Cenaze namazına da iştirak etti.663 Çünkü oğlu da kızı da iyi birer müslümandı. Allah Resûlü onların hatırına, o münafığın bütün yaptıklarına katlanmıştı.
Yine bu mevzuda, bir fikir vermesi açısından şu küçük misali de arz edeceğim: Sahabeden biri, kölesini satacaktı. Ancak velâ hakkının kendisinde kalmasını istiyordu. Hâlbuki İslâm’a göre velâ hakkı, o köleyi kim hürriyete kavuşturursa, onun olurdu. Din böyle derken bunun aksini söyleme bir cürümdü. Belki o sahabe, henüz bu mevzudaki dinin hükmünü bilmediği için böyle bir teklifte bulunmuştu. Hâdise, Efendimiz’e intikal ettirildi. Allah Resûlü yine o şahsı hedef almadı. Minbere çıktı ve umum halka hitaben dinin bu mevzudaki hükmünü açıkladı. Sonunda da: اَلْوَلَاءُ لِمَنْ أَعْتَقَ “Velâ, azat edenindir.” buyurdu.664
Daha bunlar gibi yüzlerce misal göstererek diyebiliriz ki, Allah Resûlü, yüce ahlâkının gereği hiçbir mücrimin cürmünü yüzüne vurmamış ve hiçbir kimseyi günahlarıyla mahcup duruma düşürmemiştir.
İşte bu izin meselesinde de, yine O’nun bu ahlâkı rol oynamıştı.. O, perdeyi yırtmamak için, kendisinden izin almaya gelenlerin esas niyetlerini yüzlerine vurmamış ve hepsine izin vermişti. Evet, O’nun sinesi çok genişti. O: أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ “Sineni açıp ruhuna genişlik vermedik mi?”665 sırrına mazhar bir Nebiy-yi âlişandı. Münafıklar, kendi karakterlerini ortaya koyup yalan söyledikleri bir meselede, Efendimiz de, onların ortaya koyduğu yalanlarının üzerine bir perde çekiyor ve onlara Nebi ahlâkını gösteriyordu. Evet O, ne şanı yüce bir nebidir ki, Kur’ân, Tevrat ve İncil yarış edercesine O’nun şanının yüceliğini ilan etmektedirler.
Abese Sûresi
Abese sûresi, ilk bakışta Efendimiz’i ikaz ve O’nu itap ediyor gibi görünür. Biz, mevzuun tahliline girmeden, herkesçe bilinen yönüyle bu sûrenin nüzulüne sebep olan hâdiseyi nakledelim. Sonra da âyetlerin ifade ettiği mânâlara dikkat çekerek, Efendimiz’in masumiyetine gölge düşürülmek istenen bir mevzuda, yine Allah Resûlü’nün masumiyetinin, nasıl güneş gibi zâhir olduğunu göstermeye çalışalım.
Allah Resûlü, Utbe ve Ebû Cehil gibi, Kureyş’in ileri gelenleriyle oturmuş onlara, dini tebliğ ediyordu. O, tam mevzu ile konsantre olmuş, onlara bir şeyler anlatıyordu ki; gözleri görmeyen Abdullah İbn Ümmi Mektum (radıyallâhu anh) içeriye girdi ve Allah Resûlü’ne: أَرْشِدْنِي يَا رَسُولَ اللّٰهِ “Yâ Resûlallah, beni irşad et!” dedi. O, bu sözünü birkaç kere tekrar edince, Allah Resûlü de yüzünü ekşitti ve ona sırtını döndü.. döndü ve biraz evvel konuşmakta olduğu mevzua devam etti…666 Umumiyetle bu mevzuda anlatılan nüzul sebebinin hulâsası budur.
Meseleyi, bu anlayış ekseni etrafında çözecek olursak; gelen sahabe eğer âmâ değil de gören bir insan olsaydı, Allah Resûlü’nün davranışı, hiçbir zaman ilâhî ikaza mevzu olmazdı. Gelen âmâ olduğu için, Efendimiz’in de, onu müsamaha ile karşılaması gerekirdi. Onun için de, yüzünü ekşitip ondan yüz çevirmesi ikaza bâdi oldu.
Bu sathî bakışla varılan hüküm budur. Biraz derinlemesine incelenirse, hakikatin diğer yüzünü görmek de mümkün olacak ve verilen evvelki hükümde ne kadar acele edildiği anlaşılacaktır.
Evvelâ, her huzurun kendine göre bir âdâbı vardır. Bu itibarla Allah Resûlü’nün huzuruna herhangi bir insanın huzuruna varıldığı gibi varılmaz ve O’nun huzurunda da herhangi bir insanın yanında durulduğu gibi durulamaz. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde Müslümanlara bu huzurun âdâbı talim edilmişti. Efendimiz’in yanına ne zaman girilecek, yanında ne kadar oturulacak667 ve ses tonu nasıl ayarlanacak,668 bütün bunlar mü’minlere bizzat Cenâb-ı Hak tarafından talim ediliyordu.
Huzur akdi yapıldıktan sonra, aynı şeyler Cenâb-ı Hak için de söz konusudur. Namaz kılanın önünden geçmemek buna güzel bir misaldir. Bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda namaza durunca, bir başkası onun huzurunu ihlâl ederek önünden geçmeye kalksa, Hanefî mezhebine göre o insan ikaz edilir, diğer mezheplerin bazılarına göre ise, o adamın geçmemesi için mücadele edilir. Hatta adam geçmekte ısrar ediyorsa göğsüne bir yumruk dahi vurulur.669
Zira, namaz kılan, Sultanlar Sultanı’nın huzurundadır ve O’nunla konuşuyor demektir. Sıradan iki insan dahi birbiriyle konuşurken, aralarından geçmek edep dışı bir hareket kabul edilirse, bunun nasıl edep dışı bir hareket olduğunu varın düşünün? Onun içindir ki Efendimiz “Eğer namaz kılanın önünden geçen, işlediği cürmün şuurunda olsaydı, kırk sene bekler yine o insanın önünden geçmezdi.”670 buyurmaktadır. Nasıl ki, Sultanlar Sultanı olan Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda bulunmanın, kendine göre âdâp ve kaideleri var; öyle de, O Sultan’ın Yaveri’nin huzurunda bulunmanın da kendine göre disiplinleri var.
Efendimiz o esnada ne yapıyordu? İki kalbi katı insanın vicdanlarına, gönlünün ilhamlarını boşaltmaya çalışıyordu. O ki, insanların hidayeti hususunda olabildiğince hırslıydı. Kur’ân bu mevzuda O’nu anlatırken “Kendini öldürme!”671 tabirini kullanıyor. Evet O, inanmayan bir insan gördüğünde, kendisini bitirip tüketecek şekilde mahzun ve mükedder oluyordu. İşte O, tam bu atmosfer içinde konuşurken, biri gelip konuşmaya karışıyor ve şerare yapıyor, mevzuu dağıtıyor ve huzuru işgal ediyordu. Gerçi O’na gelenin bir meşru mazereti vardı, zira gözü görmüyordu. Hâlbuki Allah Resûlü, şayet yüzünü ekşitmiş ve yüz çevirmişse (şartlı söylüyorum) en az on tane meşru mazerete sahipti. Öyleyse, böyle meşru bir zeminde O’nun bu tür davranışını hata saymak –bununla peygamberi ta’n etmek isteyenleri kastediyoruz– hatanın ta kendisidir.
Hâdise bu şekilde cereyan etmişse, çözümü ve cevabı bu.. kaldı ki, dünden bugüne, elimizdeki hadis kitaplarından Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesâî, İbn Mâce, Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’i, Hâkim’in Müstedrek’i gibi muteber hiçbir hadis kaynağında bu hâdise, tefsirlerde anlatıldığı şekilde senarize edilerek anlatılmamıştır. Tefsirlerde anlatılan senaryoda, kahramanlardan biri Efendimiz, diğeri de İbn Ümmi
Bu hâdise münasebetiyle, İbn Ümmi Mektum’la (radıyallâhu anh) beraber, yedi insandan daha bahsedilir ki, cem’an sekiz insan olur ve İbn Ümmi Mektum’u (radıyallâhu anh) diğerlerine tercih ettirici ve oraya oturmasını mecbur kılıcı herhangi bir sebep de yoktur. Hatta bu şanlı sahabe –ki İslâm’a ilk girenlerdendir– Efendimiz onu iki defa Medine’de kendi yerine kâim-i makam bırakmıştır. Daha sonra da kavî bir ihtimalle Kadisiye’de şehit olmuştur. Zaten Hz. Hatice Validemiz (radıyallâhu anhâ) kanalıyla, Allah Resûlü’ne bir yakınlığı da vardı. Evet, İbn Ümmi Mektum, Hz. Hatice Validemiz’in (radıyallâhu anhâ) dayısının oğludur.672 Bu itibarla da girdiği bu mecliste yadırganacak, istiskal edilecek bir durumu yoktur. Âmâ olmasına rağmen, Allah Resûlü’ne vekâlet ettiğine göre, sözünü, sohbetini bilen bir insandır.. dolayısıyla da mezkur isimler arasında en son düşünülmesi gereken bir insandır.
Kim bilir, belki de gelen âmâ, münafıklardandır ve Allah Resûlü de onun nifakını bilmekteydi. İrşad talebinde samimî olmadığı ve yapılmakta olan bir irşada mâni olduğu için de Allah Resûlü, yüzünü ekşitmiş ve ondan yüz çevirmişti ki, bu da, gayet normal bir hareketti. Ancak biz bu tevcihi söylerken, hâdisenin böyle olduğuna kesin gözüyle bakıyor da değiliz.. evet, böyle bir iddiamız yok. Ancak, hâdisenin kahramanı olarak İbn Ümmi Mektum’u (radıyallâhu anh) gösterenlerin de rivayet açısından görüşleri, bizim bu tevcihte arz ettiğimizden daha kesin değildir. Öyleyse her iki tevcihe de –düşünce âdâbı gereği– eşit seviyede bakmak gerekir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da şudur:
Bazı tefsirciler عَبَسَ ve تَوَلَّى fiillerinin fâili olarak, Efendimiz’i değil, Velid b. Muğire’yi kabul ederler. عَبَسَ fiili Kur’ân-ı Kerim’de iki yerde geçer. Birisi bu sûredeki عَبَسَ fiilidir. Diğeri de Müddessir sûresinde geçen عَبَسَ fiilidir.673 Şimdi düşünün; Kur’ân-ı Kerim, bu kelimeyi Müddessir sûresinde, bir kâfir için kullanmıştır. İster o kâfir, Velid İbn Muğire olsun, isterse bir başkası. “Yüzünü ekşitti, ekşidi.” gibi tabiri Kur’ân, bir yerde kâfir için kullanırken diğer yerde nasıl olur da Allah Resûlü için kullanır? O Allah Resûlü ki, daima mütebessimdir ve dudağından tebessüm hiç eksik olmamıştır.674
تَوَلَّى fiili için de durum farklı değildir. Kur’ân bu ifadeyi de Firavun için kullanmakta ve: فَتَوَلَّى فِرْعَوْنُ demektedir.675 Gerçi bu fiil, sadece Firavun için kullanılmamıştır. Ancak, Kur’ân’ın bu üslûpla yaklaşımı hep Firavunlar için olmuştur.676
Şimdi Kur’ân, nasıl olur da birbiri ardına böyle iki fiille, Habîbullah’ı anlatmış olur ve bu fiilleri O’na isnat eder? Ve yine nasıl olur da, kâfire geçirdiği aynı külahı bir de Efendimiz’e geçirir?
Bu son mülâhazayı ileri sürenlerin görüşlerine de bir ihtimal hakkı vermek gerektir. Bu görüşe göre عَبَسَ ve تَوَلَّى fiillerinin fâili, Efendimiz değil, gözü mânâya karşı kör olan kâfirdir. Kör gibi gelmiş, Efendimiz’e karşı yüzünü ekşitmiş, sonra da çekip gitmiştir ki, enbiyâ-i izâmın ismetlerinin tercih ettiriciliği de nazara alınarak, buna da “muhtemel” denebilir. Ve aslında rivayet açısından bu düşünceyi nakzedecek bir rivayet de hatırlamıyorum. Siyak ve sibaka da mânâ uygun düştükten sonra, bu mânâ melhuz olmaması için hiçbir sebep yok…
Bizim, “muhakkak” ve “muhtemel” diyerek naklettiğimiz bu şeyleri aktarmadaki maksadımız; Efendimiz hakkında itap ve ikaz adına nazil olan âyetleri sathî olarak ele alıp, dinin önemli bir kaynağı hakkında yakışıksız beyanlarda bulunarak, ilâhî referansı hiçe saymak, peygamberlik kredisini, o krediyi inanarak kullananların nazarında esassız, zayıf ve alternatifli gibi göstermelere karşı, o me’hazin kudsiyyetini bir kere daha ilan ve i’lamdır. Yoksa inananlar O’nu, Allah indindeki gerçek değeriyle çok iyi biliyorlar.
Evet, O, müstesna bir insandı. Allah’ın (celle celâluhu), O’nunla müstesna bir kuşakta bir diyaloğu, bir konuşması vardı. Allah (celle celâluhu) vahyediyor, O da bu ilâhî mesajı alıp tebliğde bulunuyordu. O’nun bu hususiyetini emniyetini, ismetini, Cenâb-ı Hak, devamlı korudu. Bir borç, bir hak, bir vecibe ve en azından bir vefa borcu olarak bizim de korumamız icap eder. Gösterdiğimiz heyecan ve tahâlükün ana sebebi budur. Günümüzde, O kâmet-i bâlâyı herhangi bir insan gibi değerlendirip, tenkit masasına yatırmak isteyen haricî ve dahilî, gizli ve açık bir sürü ne idüğü belirsiz insan var.. O’nun ismet ve iffetini, kendi namus ve şerefimizden daha üstün bilerek, korunması, müdafaa edilmesi gerektiğine inanıyoruz.
Ancak, gücümüzün sınırlı olduğunu da biliyoruz. Evet, dünden bugüne O’nun etrafında kıyametler koparmaya çalışan her din ve iman düşmanıyla, bilerek veya bilmeyerek onlara maşalık yapanlarla, her seviyede cedelleşmeye imkânlarımız yeterli değil. Değil, çünkü onlar, tahrip yapıyor, biz ise tamir; onlar korkunç dünya medya gücünü kullanıyor; biz ise bu mini neşir vasıtalarını.. ancak ilim ve akıl planında, onlar her zaman ve devirde mağlup düştükleri gibi, bundan sonra da aynı kaderi yaşamaya devam edeceklerdir. Zira yaptıkları, güneşi balçıkla sıvamaktan farksızdır. Gerçi, onların her istifhamına teker teker cevap veremiyoruz… Aslında bu şart da değil. Büyüklerimiz, bu gibi durumları çok güzel vecizelendirmiş ve şöyle demişlerdir: “Her havlayana bir taş atsam, yeryüzünde taş kalmazdı.” Biz de, aynı şeyi bir kere daha tekrar ederiz.
Burada önemli bir hususu daha hatırlatmadan edemeyeceğim. Aslında arz edeceğim konu da yine bir “müşir” lambası ve bir ibre gibi tirtir titreyerek O’nu göstermektedir.
Efendimiz, ötelere ait verdiği haberler ve istikballe alâkalı söylediği şeyler de, âdeta günümüzü görmüş ve öyle söylemiş gibidir. Buyururlar ki, “Ahir zamanda bir duman zuhur edecek. Bu duman kâfirleri öldürecek mü’minleri de zükkâm (nezle) yapacaktır.”677 Hak ve hakikati kabul etmeyen maddeci felsefe, ilhad ve küfür dünyasının insanını, mânâ planında öldürdü; Müslümanlar arasına da şüphe ve tereddüt soktu. Bugün elde mendil, burnunu silenlerin durumu ve mahiyeti bundan ibarettir.
Arapça’yı bilmediklerinden ve dilin inceliklerine vâkıf olmadıklarından dolayı, bu cehaletlerini bir urba ile örtmeye çalışan ve “Bize meal yeter, hadise ne lüzüm var!” gibi hezeyanlar savuran günümüzün insanının vaziyetini, bilmem ki bundan daha güzel resmetmek kabil olur muydu..? Bu mesele görüldüğü kadar basit de değildir. Ebû Cehillerle, Utbelerle, Şeybelerle başlayan.. Batılı müsteşriklerle devam ettirilmeye çalışılan.. Goldziherlerle sözde ilmîleştirilen.. Volterlerle piyesleştirilen bu küfür senaryosu, evet başka dünyalarda hazırlanıyor ve sokakta gezen içimizdekilere de figüranlığı yaptırılıyor. Ya bir cehalet, ya şöhret düşüncesi veya ellerine tutuşturdukları, beş kuruşluk menfaatle, onlara “Bir görünün.” diyorlar, onlar da verilen emri yerine getirmek için bu çirkin senaryoda figüranlık yapıyorlar. “Bize Kur’ân yeter. Her şey tercüme ile halledilir. Arapça bilmeye ne lüzum var? İnsan sadece meal okumakla da müçtehit olabilir.” Bu ve benzeri sözler, hazırlanan daha büyük bir senaryonun, sahneye sürülmüş küçük bir iki sahnesi ve bu sahnede bir iki figürana söylettirilen sözlerdir. Tabiî, bunun ardında, koca bir küfür dünyası, zemin yoklaması yapmaktadır. Müsait zemin bulduklarında –bulamasınlar inşâallah– söyleyecekleri, bugünkü söyledikleriyle de sınırlı kalmayacaktır.
Bu itibarla, sahabenin, Efendimiz’e karşı gösterdiği saygıyı diriltmeye, her zamandan daha çok muhtacız. Muhtaç olduğumuz bu hususu, bir şuur ve bizden ayrılmaz bir karakter hâline getirebilmek için de, Allah Resûlü’nün ismet ve emniyetini çok iyi bilmemiz ve aksine, zerre kadar ihtimal vermeyecek ölçüde kabullenmemiz gerekmektedir.
Sahabe diyor ki: “Biz Allah Resûlü’nü dinlerken, başımızda kuş var da onu kaçırmak istemiyormuşuz gibi gayet dikkatle dinlerdik.”678 Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ve Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’nün huzurunda konuştukları, çok mahdut ve sınırlıdır. Zira onlar, vahiyle müeyyet bir Nebi’nin huzurunda bulunduklarının şuurundadırlar. O’nu dinlemek, Mütekellim-i Ezelî’yi dinlemek gibidir. Çünkü gelen vahiy, Allah Resûlü’nün o tertemiz vicdanından ve dupduru gönlünden, aynen, geldiği nezahetiyle aksetmektedir. Bu itibarla da O’nu bilenler, O’nun karşısında sadece susar ve O’nu dinlerlerdi. Söz Sultanı’nın yanında söylenen sözler, kim tarafından söylenmiş olursa olsun baş yarar. Bizler de, sahabe anlayışına ulaştığımızda aynı şeyleri yapacak ve sadece O’nu ve O’nun lâl-ü güher sözlerini dinleyecek.. ve asırlık dertlerimize, bunlarla çare bulmaya çalışacağız.
O’nun sözlerine karşı saygısızlık ve sünneti inkâr, küfre doğru uzatılmış bir köprüdür. O köprünün üzerinde dolaşmayı âdet hâline getiren ve orada gezip duranlar, bugün olmasa da yarın, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın silkinden ve dairesinden kopar, Ebû Cehillere iltihak ederler.
Bu şekilde düşünce tarzı çok tehlikeli, bu tehlikeyi bertaraf etmenin yolu da, bütün yönleriyle Allah Resûlü’nü bilip tanımaktan geçmektedir ki, O’nun en mühim yanlarından biri de, hiç şüphesiz O’nun masumiyetidir. Din, bütünüyle âdeta O’nun masumiyetiyle bütünleşmiş gibidir. Orada bir gedik açmak, dinde en büyük tahribe tevessül mânâsınadır. Onun içindir ki bu mevzu üzerinde hassasiyetle durma lüzumunu duyduk.
Sakîflilerin Teklifi
Efendimiz’i ikaz mahiyetinde görünen bir başka âyet de şudur:
وَإِنْ كَادُوا لَيَفْتِنُونَكَ عَنِ الَّذِۤي أَوْحَيْنَۤا إِلَيْكَ لِتَفْتَرِيَ عَلَيْنَا غَيْرَهُ وَإِذًا لَاتَّخَذُوكَ خَلِيلًاوَلَوْلَۤا أَنْ ثَبَّتْنَاكَ لَقَدْ كِدْتَ تَرْكَنُ إِلَيْهِمْ شَيْئًا قَلِيلًاإِذًا لَأَذَقْنَاكَ ضِعْفَ الْحَيَاةِ وَضِعْفَ الْمَمَاتِ ثُمَّ لَا تَجِدُ لَكَ عَلَيْنَا نَصِيرًا
“Seni, sana vahyettiğimizden ayırıp, bize karşı başka şeyi uydurman için uğraşırlar. O zaman güya seni dost edinecekler. Sana sebat vermemiş olsaydık, andolsun, az da olsa onlara meyledecektin. O zaman sana, hayatın da, ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.”679
Sakîf kabilesi, O’ndan Müslümanlığın bedeli olarak imtiyaz istiyordu. Bunlar, Allah Resûlü’ne müracaatla, kendilerinin bazı vecibelerden muaf tutulmalarını talep ettiler. Eğer, başkaları böyle bir imtiyaza itiraz edecek olursa, Efendimiz’e getirdikleri basit ve çocuksu teklife göre Allah Resûlü, “Rabbim bana böyle emretti.” diyecektir.680 İşte âyetler, onların durumunu ve onlar karşısında Allah Resûlü’nün takındığı bir kesin tavrı ortaya koymaktadır. Ve, ısrarla söylüyoruz ki, bu âyetlerde de Efendimiz’in ismetine ve günahsızlığına gölge düşürecek tek bir ifade, tek bir nokta dahi yoktur.
Onlar, Allah Resûlü’nü baştan çıkaracakları zan ve zehâbına kapılarak çocukça bir maceraya girmişlerdi. Vahyin ve nübüvvetin ne demek olduğunu bilmeyen bu nâdanlar, kendi kendilerince kurdukları hayal ürünü senaryolarla, bu kadar insanların hidayetine ve İslâm dinine girmelerine arzu ve istekli olan bir insanın, elbette bizim İslâm’a girmemizle alâkalı bu teklifimize de “Hayır!” demez ve hidayetimiz hatırına, bizi bir kısım sorumluluklardan muaf tutar kuruntusuna kapılmışlardı.
Bu onlara ait bir beklenti idi. Allah Resûlü’ne gelince O’nun aklından değil hayalinden dahi böyle bir taviz geçmemişti ve geçmezdi de. Din, bir bütündür. Onu bölüp parçalamak, sonra ona yine din demek mümkün değildir. Efendimiz, nübüvvetinin ilk günü kendisini dinleyenlere ne dediyse, son günü de aynı şeyi söylemiştir. O bir istikamet insanıdır. İslâm da zaten, insanları istikamete sevk etmek için gelmiştir. Onda tenakuz ve birbirini yıkan hükümlerin bulunması düşünülemez! Böyle bir düşüncenin, ilimle, mantıkla uzaktan yakından alâkası yoktur.
Böyle bir teklifi değil Efendimiz, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) dahi kabul etmemiş ve irtidat hâdiselerinde; namaz kılarız, fakat zekât vermeyiz diyenlere harp ilan etmiştir.681 Demek oluyor ki, bu âyette Efendimiz’e hata adına isnat edilen hiçbir şey yoktur. Âyette anlatılan, kendini bilmez bir kısım insanların, Allah Resûlü’yle, uzaktan yakından alâkası olmayan, kendi düşünce ve kendi kuruntularıdır. Efendimiz ise, onların bu düşüncelerinden münezzeh ve müberradır.
İkinci âyette ise: وَلَوْلَۤا أَنْ ثَبَّتْنَاكَ لَقَدْ كِدْتَ تَرْكَنُ إِلَيْهِمْ شَيْئًا قَلِيلًا denilmektedir. Bunun mânâsı şudur: “Eğer Biz seni yüce ve yüksek dağlar gibi tespit etmeseydik, evet, aynen o dağlar gibi, hakikatin içine bu kadar gömülü bulunmasaydın, az da olsa bunlara meyledebilirdin.”682
Farzımuhal çerçevesi ve şartı içinde söylenen bu söz, esasen Efendimiz’in yüce kametini göstermesi bakımından ele alınmalıdır. Demek ki, Allah Resûlü, öyle sağlam bir iman zeminine oturmaktadır ki, O’nun bulunduğu yerde bir zemin çökmesinden bahsetmek mümkün değildir.
Eğer O, –farzımuhal– nübüvvetle serfirâz olmayan, mücerret bir ideal ve aksiyon adamı olsaydı, kendisine dehalet etmek isteyen bu insanların düşüncelerine mümâşat ve mülayemet gösterebilir ve onları kendine bağlamaya çalışabilirdi. Çünkü insan fıtratında bu türlü zaaflar vardır. Fakat, Allah Resûlü, her türlü zaaftan korunmuş bir Nebi’dir. İnsanları kendine değil, Allah’ın (celle celâluhu) dinine bağlamaya çalışmaktadır. Dini bütünüyle kabul etmeyen bir insanın, dine bağlanmasından söz edilemeyeceğine göre, Allah Resûlü onlara niçin taviz versin ve onların hatırına dinin ahkâmını niye değiştirsin? Hem O, sadece Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını tebliğ eden bir elçidir. Hükmü veren, emir ve yasakları koyan doğrudan doğruya Allah’tır (celle celâluhu).
“Onlara meyledebilirdin.” ifadesinden şu mânâları anlamak da mümkündür:
Eğer, Biz seni tespit edip, bütün davranışlarını vahyin kontrolü altına almasaydık, sen de, başkaları gibi, dini tebliğde akıl ve mantık yolunu tutup gitmiş olsaydın, senin de şöyle düşünmen ihtimal dahilindeydi: Ben, bunları böylece kabul edeyim; sonra da onları yavaş yavaş dine ısındırır, tam ve kâmil mü’min olmalarını sağlarım.
Evet, senin aklından kat’iyen böyle bir düşünce geçmiş değildir; ancak böyle bir düşünceye meyletmemen, Bizim tespitimiz sayesindedir. Biz, seni bir an dahi kendi başına bırakmış değiliz ki, sen böyle bir düşünceye meyletmiş olasın..
Bir diğer mânâ da şudur: Sen, cibilliyet itibarıyla, onların hidayetine karşı çok hırslısın. Onlar inanmıyorlar diye nerede ise canına kıyacaksın.
Sen ki sinesi herkese açık bir insansın. Onlara da sineni açmak istemen, senin bu engin şefkatinin muktezasıdır. Sende böyle bir sine ve böyle bir şefkat varken, onların hidayeti adına, getirdikleri teklifi kabul eder ve onları hidayet kapısından geri çevirmezdin. Fakat Biz sana bütün duygularında istikamet ve ölçü verdik. Böylece seni ifrat ve tefritten korumuş olduk. Şefkatin ifratı, seni onlara meylettirebilirdi; fakat Bizim korumamız sayesinde sen, onlara meyletmedin. Çünkü senin şefkatin ölçülüdür. “Kime, ne zaman ve ne ölçüde şefkatli davranılır?”, bunu sen çok iyi bilmektesin. Onun için sen, merhametini ilâhî merhametin önüne geçirerek bir sapık düşünceye taviz verecek değilsin…
Mevlâna’ya isnat edilen bir söz var: “Gel! Gel! Ne olursan gel!” Mevlâna’nın bu sözü, mânâ olarak doğrudur ve esas itibarıyla da Efendimiz’in fiiliyatından mülhemdir. Allah Resûlü, öyle bir gönüle sahiptir ki, tek bir insanı bile istisna etmeden, bütün insanların hidayetini istemektedir. Yeryüzündeki bütün insanlar müslüman olsa ve sadece bir iki insan, bu ilâhi mesaja kapalı kalsa, Allah Resûlü, onların hidayeti için de tehâlük gösterir ve onlara da bir şeyler anlatma uğrunda hiçbir fedakârlıktan geri kalmazdı. Evet O, öyle bir kalbî yapıya sahipti ki; sema kapıları gibi herkese açık bu sine, eğer ilâhî tespit ve koruma olmasaydı, belki sadece لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ diyenleri de kendi safında kabul eder ve onları kanatlarının altına almaya çalışırdı. Ama, Allah (celle celâluhu) O’nun his ve duygularına bir ölçü ve denge koyup, O’nu korumuş ve kollamıştı. Bu sayede O da, asla hataya düşmemişti.
“Az meylederdin.” demek, meylettin demek değildir. Mümkünü vâki kılacak hiçbir hâdise yokken, Efendimiz’de böyle bir zaaf aramak, düşünce zaafı olsa gerek.
Allah (celle celâluhu), ezelde O’nu tespit edip korumuştur. O da, “lâ yezâl”de asla kaymayacaktır. Çünkü O’nun varlığı, hak ile bütünleşmiş, hareketleri vahiy ile perçinlenmiş, kalbi de Allah marziyatıyla dopdoluydu. Böyle bir Sultanlar Sultanı, semalara taht kurmuş otururken, O’nun topuğuna çamur bulaşacağına ihtimal vermek ya çamurun, ya da semalara taht kurmanın ne demek olduğunu bilmemektir. Ne diyeyim, Allah (celle celâluhu) böyle sefil düşüncelere de istikamet bahşetsin!.
Hele âyetin siyakı, yani bu âyetlerden sonra gelen şu âyet, Allah Resûlü’nün asla onlara meyletmediğini apaçık göstermektedir ki, âyet şöyle buyurur: وَإِنْ كَادُوا لَيَسْتَفِزُّونَكَ مِنَ الْأَرْضِ لِيُخْرِجُوكَ مِنْهَا وَإِذًا لَا يَلْبَثُونَ خِلافَكَ إِلَّا قَلِيلًا “Memleketinden çıkarmak için, neredeyse seni zorlayacaklardı. O takdirde senin ardından onlar da çok az kalabilirlerdi.”683
Fakirlere Karşı Tavır
Tenbih buudlu diğer bir iltifat da, Kureyş’in şu müracaatı münasebetiyle şerefnüzul olmuştu. Kureyş, Allah Resûlü’ne gelerek: “Senin yanında şu fakir ve miskin insanlar, şu köleler oturuyorlar. Biz, onlarla aynı mecliste oturamayız. Ya bize hususî bir gün ayır. Ya da biz geldiğimizde onları yanından uzaklaştır.”684 dediler. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu: وَلَا تَطْرُدِ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِمْ مِنْ شَيْءٍ وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِمْ مِنْ شَيْءٍ فَتَطْرُدَهُمْ فَتَكُونَ مِنَ الظَّالِمِينَ “Sabah akşam, Rablerinin rızasını isteyerek O’na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur. Senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ki, onları kovarak zulmedenlerden olasın.”685
Ayrıca, Kehf sûresinde de aynı mânâyı ifade eden şu âyet vardır:
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُون َوَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًا
“Sabah akşam, Rablerinin rızasını dileyerek O’na yalvaranlarla beraber olmaya sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek, gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma!”686
Allah Resûlü, tebliğ vazifesine başladığı andan itibaren, kendisine teslim olup, bağlanan nice kimseler vardı ki, bunlar fakirdi, yoksuldu. O günün kâfir düzeni içinde, fakirlik, yoksulluk da bir ayıp ve kusur kabul ediliyordu. Hâlbuki Allah Resûlü, öyle bir dinle gelmişti ki, o din, üstünlüğü sadece takvaya ve Allah’tan (celle celâluhu) korkmaya bağlıyordu.687 O dine göre, zenginin fakire karşı herhangi bir üstünlüğü söz konusu değildi.
Efendimiz, “Cennet dört insana müştaktır.” buyurmuşlardı.688 Bu dört insanın hepsi de fakirdi. Ammar fakirdi, Selman fakirdi, Mikdad fakirdi ve Hz. Ali (radıyallâhu anh) fakirdi. Herkes Cennet’e, Cennet de bu insanlara müştaktı. Sanki gelsinler diye, günleri iple çekiyor gibiydi. Onlar ki, kalbleri Allah’a (celle celâluhu) saygı ile dopdoluydu. Gece gündüz Rablerini anıyorlar ve hep O’nun huzurunda gibi yaşıyorlardı. Onları Allah Resûlü, yanından nasıl uzaklaştırırdı ki, Allah (celle celâluhu) onları yakınlığa göre programlamıştı.
Bir Nebi ki, Bilal’e (radıyallâhu anh) “Ey siyah kadının oğlu!” diyen Ebû Zerr’e (radıyallâhu anh) “Sende hâlâ cahiliye kalıntısı var.”689 demiş, onu azarlamış ve ona şu ölümsüz sözlerle nasihatte bulunmuştu:
“Emriniz altında çalışanlar, sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin ve onlara güçlerinin üstünde yük yüklemeyin. Eğer yüklerseniz, onlara yardımcı olun.”690
Bir Nebi ki, tevazu kanatlarını yerlere kadar sermişti. O’nun huzuruna herkes teklifsiz girip çıkabiliyordu. Zaten O’nun dininin ruhunda da bu prensipler vardı. Mü’minler zengini-fakiri, kölesi-asili, emiri-hizmetçisi aynı mescitte ve aynı saflarda durup, kullukta bulunmuyorlar mı? Öyleyse, bu dinin temsilcisi Yüce Nebi, nasıl olur da sırf fakir oldukları için, bazı insanları huzurundan kovabilirdi? “Allahım, beni fakir olarak yaşat, fakir olarak vefat ettir, fakirlerle beraber haşret.”691 diyen bizzat kendisi değil miydi? Bunu diyen bir insanın fakir dostlarını huzurundan uzaklaştırması düşünülebilir mi? Hayır, sonsuz defa hayır, Allah Resûlü, hiçbir fakiri huzurundan kovmadı, onları meclisinden uzaklaştırmadı.. ve böyle bir düşünceyi, aklının ucundan dahi geçirmedi.
Bununla beraber O, bir nebiydi. Herkesin hidayetini aynı ölçüde istiyor ve bekliyordu. Hasen veya zayıf bir hadiste, Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) İslâm’a girmesi için dua edip yalvardığı rivayet olunur. Hatta bazı rivayetlerde asıl adı Amr b. Hişâm olan Ebû Cehil de bu duaya dahil edilmiştir.692 Allah Resûlü bu duasında şöyle demiştir: “Allahım, bu dini Ömer b. Hattab (radıyallâhu anh) ile teyit buyur, kuvvetlendir.”693
İhtimal ki, Allah, Habibi’ne ileriye matuf çok hakikatleri gösterdiği gibi, Ömer’in (radıyallâhu anh) yapacağı fütûhatı da göstermişti.. Efendimiz de bunu bildiği için onun İslâm’a bir an evvel girmesini arzulamış ve dua etmişti. Veya Allah Resûlü, müstesna firasetiyle, Hz. Ömer’in çehresinde onun İslâm’a açık olduğunu okumuş ve onun için de dua etmişti.
Kureyş’in ileri gelenlerinin de İslâm’a girmesi, Allah Resûlü’nün en büyük arzusuydu. Onları defalarca evine davet etmiş, ikramda bulunmuş, gönül ve kalblerine girmeyi denemişti; ancak, her defasında onun bu arzusuna cevab-ı red verilmişti. Kureyş’ten her birinin, başında bu tali’ kuşu kim bilir kaç defa uçmuştu.. ve kim bilir bu tali’sizler ona karşı kaç defa lakayt kalmışlardı..?
O, şimdi bunlardan bir görüşme teklifi almıştı. O’na “Seninle görüşmek istiyoruz.”, diyorlardı. Acaba İslâm’a girmeye niyetleri var mıydı? Gerçi bu henüz belli değildi. Ancak, yüzde bir ihtimalle dahi olsa, Allah Resûlü’nü ümitlendirmişti. Nasıl ki, Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) hidayeti için hırs göstermiş ve onun İslâm’a girmesiyle gelişen hâdiseler, Allah Resûlü’nün ne kadar isabet ettiğini ispat etmişti; eğer bu insanlar da İslâm’a girseler, İslâm fütûhatı adına herhâlde çok farklı şeyler olacaktı.!
Şu kadar var ki, onların getirdiği teklif, İslâm’ın ruhuna zıttı. İşte Allah Resûlü, böyle bir teklifle geldikleri için onlar adına üzülmüş ve hayıflanmış olabilir. Çünkü kendisine getirilen bu teklif, daha evvel geçen bütün peygamberlere de getirilmişti. Onlar, böyle bir teklifi nasıl reddettilerse, Allah Resûlü de reddedecekti. Fakat üzülmeden de edemiyordu. Kapılarına kadar gelen hidayeti, bu insanlar, boş bir gurur uğruna tepiyorlardı. İşte Allah Resûlü, onların bu hüsranına mahzun oluyordu ki, âyet de, O’nu teselli ediyor ve “Onların hesabından sana bir mesuliyet yoktur.” diyordu.
Efendimiz’in kararı, fakirleri yanından uzaklaştırmama şeklindeydi. Ne var ki O, diğerlerinin hidayete ermesi için de çareler aramaktaydı. Acaba O, bu kararında isabetli miydi? Hemen âyet geliyor ve O’na, kararında isabetli olduğunu haber veriyordu. Zira O, dostlarını kovmama kararındaydı; âyet de O’na, fakirleri yanından kovma, diyordu.
Bir Hatırlatma
Burada, bir diğer hususa da dikkatinizi istirham edeceğim:
Kur’ân-ı Kerim’de, Efendimiz ve bütün mü’minler muhatap alınarak verilen yüzlerce emir vardır. Verilen bu emirler ve getirilen yasaklar, birer hüküm bildiren ifadelerdir. Yoksa, söylenenlerin aksinin yapıldığını haber veren ifadeler değildir. Meselâ, Kur’ân, Efendimiz’e “Namaz kıl, oruç tut, zekât ver.” der. Bu cümleler birer emir cümlesidir, dolayısıyla da, Efendimiz’in, bunları yapmamasına karşı getirilmiş birer ihtar kabul etmek doğru değildir. Aynen bunun gibi, Kur’ân, Efendimiz’e “Fakirleri yanından kovma!” demiştir. Fakat bu, hiçbir zaman “Niçin fakirleri yanından kovdun veya kovuyorsun!” demek değildir ki, Allah Resûlü’nün ismet ve günahsızlığına muhalif bir mânâ olsun. Yani Allah Resûlü’nde, bu emre muhalif hiçbir hareket emaresi görülmemiştir ki, bu emir, o emareye binaen gelmiş kabul edilsin. Öyleyse bu emir, Efendimiz’in içinden geçirdiği kararın doğruluğunu tasdik için gelmiş bir emirdir ki, Allah Resûlü’nün, hem fetanetini hem de ismetini ilan eder, ele verir ve kör gözlere de gösterir…
Söylediklerimiz, Kehf sûresinde yer alan âyette, daha açık görülmektedir. Çünkü Allah, bu âyette, İki Cihan Serveri’ne: “Gece gündüz Rabbini ananlarla beraber sen de sabret.” demektedir. Sabır, tavır değiştirmemek mânâsına gelir. Zerre kadar tavır değiştirme söz konusuysa, orada sabırdan bahsedilemez. Meselâ, bir insan ibadette sabırlı davranır; ibadetten ayrılmaz, bildiği ölçüde hep ibadet eder. Ve yine bir insan musibete karşı sabreder; gelen musibet onda bir tavır değişikliği de meydana getirmez ve o insan sanki hiçbir şey olmamış gibi davranır. Günah karşısında sabretmek de aynı şekildedir. Günaha girmemek için eski hâlin devam ettirilmesi lâzımdır. Öyleyse, Efendimiz’e “Sabret!” denirken, “Bulunduğun hâl ve aldığın karar üzere dur.”, denmek istenmiştir. Bu da Allah Resûlü’nün ilk tavrının, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uygun bir tavır olduğunu göstermektedir. Zira sabır, çizgi yenileme değil, bulunduğu çizgide kalmanın adıdır.
Bu itibarla da burada, Allah Resûlü’nü tebcil vardır, O’nun yaptığının, Allah (celle celâluhu) tarafından güzel görüldüğü müjdelenmekte ve âdeta, “Dünya hayatına dilbeste olanlara teveccüh etme. Zaten Sen onlara teveccüh etmezsin. Çünkü onlara teveccüh senin ufkunu karartır. Hâlbuki sen nezihler nezihisin. Senin ufkunda bir tek gubâr yoktur.” müjdesi verilmektedir.
O, böyledir, böyle kalmıştır ve Rabbinin huzuruna da bu nezahetiyle gitmiştir. Günaha karşı O, bulunduğu çizgiyi öyle korumuştur ki, doğduğu gün nasıl tertemizdir, vefat ederken de aynı temizlik içindedir.
Efendimiz’in Hz. Zeynep’le İzdivacı
Eski-yeni din düşmanları, Allah Resûlü’nün, Zeynep Validemiz’le (radıyallahu anhâ) evlenmesini de dillerine dolayıp, onunla Allah Resûlü’ne çamur atmak istemişlerdir. Ancak, attıkları çamurun hepsi de kendi suratlarına çalınmış ve Allah Resûlü’nün pâk dâmenine bir zerre bile bulaşmamıştır.
Bu hâdise, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır:
وَإِذْ تَقُولُ لِلَّذِۤي أَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِ وَأَنْعَمْتَ عَلَيْهِ أَمْسِكْ عَلَيْكَ زَوْجَكَ وَاتَّقِ اللّٰهَ وَتُخْفِي فِي نَفْسِكَ مَا اللّٰهُ مُبْدِيهِ وَتَخْشَى النَّاسَ وَاللّٰهُ أَحَقُّ أَنْ تَخْشَاهُ فَلَمَّا قَضَى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَرًا زَوَّجْنَاكَهَا لِكَيْ لَا يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ حَرَجٌ فِۤي أَزْوَاجِ أَدْعِيَۤائِهِمْ إِذَا قَضَوْا مِنْهُنَّ وَطَرًا وَكَانَ أَمْرُ اللّٰهِ مَفْعُولًا
“Allah’ın nimet verdiği, senin de nimetlendirdiğin kimseye: Eşini bırakma, Allah’tan sakın diyor, Allah’ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyorsun. İnsanlardan çekiniyorsun; oysa asıl kendisinden korkulması gereken Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince, Biz, onu sana nikâhladık ki, (bundan böyle) evlâtlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestikleri zaman, o kadınlarla evlenmek hususunda mü’minlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.”694
Allah Resûlü, Zeyd’i (radıyallâhu anh) çok severdi. Başkasını değil de sadece onu evlât edinmişti. Zeyd (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’ne o kadar yakın biliniyordu ki, herkes ona sanki Efendimiz’in öz evlâdıymış gibi bakıyor, onu Efendimiz’in öz evlâdı gibi görüyorlardı. Evet o, kendini Allah Resûlü’nün yoluna feda etmiş; Allah Resûlü de ona, sevgisinin kapılarını ardına kadar açıvermişti.
Zeyd (radıyallâhu anh), azatlı bir köleydi. Efendimiz onu hürriyete kavuşturmuş ve evlât edinmişti.. o günün âdetine göre de, Zeyd’den bu azatlı köle olma vasfını silip atmak mümkün değildi. Bu düşünce, âdeta cemiyetin içine işlemiş bir illet ve bir hastalıktı. Bir insan azat edilmiş olsa dahi ikinci sınıf vatandaş olarak kabul ediliyordu. Bu düşüncenin temelinden yıkılması ve cemiyetin bu hastalıktan kurtarılması gerekiyordu. Allah Resûlü’nü derin derin düşündüren bu mesele de çare bekliyordu…
Ancak getirilecek çözüm, evvelâ pratikte de hüsnü kabul görmeliydi. Onun için Allah Resûlü, alınlarında esaret damgası taşıyan bu insanlara apayrı bir metodla yaklaştı.
Hürriyet çok mühimdi ama o en kıymetli hususu kaçırmamak, elde tutabilmek daha mühimdi. Hürriyeti taşıyamayacak bir insan, ne kadar hürriyete kavuşsa da, yine de hür bir insan gibi yaşayamaz. Nitekim Amerika’da esirler hürriyete kavuşturulduğunda, bu problem acı acı yaşanmış ve gerçek çözüm, yıllar almıştı. O gün henüz hürriyet havasını teneffüs etmeye alışmamış bu insanlar, ellerine verilen imkânları satıp, tekrar eski efendilerinin yanlarına dönmüşlerdi. Çünkü o gün için şartlar henüz hürriyet atmosferine göre hazır hâle getirilememişti. Ne fertler ruhen bu işe hazırdı, ne de cemiyet. Dolayısıyla da hürriyete kavuşturma gayretleri beklenen neticeyi vermemişti.
Allah Resûlü ise, bir taraftan onları ruhen hür düşünceye, hür harekete alıştırırken, diğer taraftan da cemiyeti hazırlıyor ve bu insanları cemiyetin birer parçası hâline getirmeye çalışıyordu. Dün onlar birer ev eşyası gibiydiler, bu gün ise hepsi, cemiyetten birer uzuv hâline gelmişlerdi.
Efendimiz, cemiyete yerleşmiş bu köhne zihniyete son darbeyi vuracağı fırsatı kolluyordu. Çok zor, çok çetin bir işti ama, Allah Resûlü, rahatlıkla onun da altından kalkabilecekti.
O, nasıl, cephenin en zor yerine evvelâ kendi yakınlarını sürüyordu, burada da aynı şeyi yapacaktı. Asillerden asil bir kadını, öz halasının kızını, Abdullah b. Cahş’ın (radıyallâhu anh) kızkardeşini, azatlı köle Zeyd’le (radıyallâhu anh) evlendirecekti.
Allah Resûlü, bu akraba evine her zaman girip çıkardı. Bu ev O’nun halasının eviydi.. ve bu hane aynı zamanda senelerden beri, Allah Resûlü’nden bir teklif bekliyordu. Zira Allah Resûlü’nün zevceleri arasına girmek, her kadının en büyük idealiydi ve bunda yadırganacak bir şey de yoktu.
Daha önce de arz ettiğim gibi, Hz. Sevde’yi (radıyallâhu anhâ) Efendimiz boşamak isteyince, büyük kadın gelmiş ve Allah Resûlü’ne âdeta yalvarmış.. gününü Âişe’ye (radıyallâhu anhâ) verdiğini ortaya koymuş.. tek isteğinin Peygamber zevcesi olarak vefat etmek olduğunu ifade etmişti ki, bunlar, Allah Resûlü’nün nikâhı altında kalabilmek için yapılan fedakârlıklardı.695 Hz. Ömer (radıyallâhu anh), hayatı boyunca bu haneye akraba olabilmek için çırpınıp durmuş ve Hazreti Fatıma Validemiz’e (radıyallâhu anhâ) talip olmuş; ancak, Allah Resûlü onu Hz. Ali’ye (radıyallâhu anh) verince, Hz. Ömer’e Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm’ü bekleme kalmıştı. Bu mübarek kadın Hz. Ömer’in nikâhı altına girdiğinde henüz çocuk yaştaydı; çocuk yaştaydı ama bu, Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) Efendimiz’e akraba olma rüyasıydı. Ömer’in tek düşüncesi Efendimiz’e akraba olmaktı.696
Bir halanın, yeğenine kızını vermek istemesi ve bu husustaki beklentisi gayet normaldi. Hem, Hz. Zeynep (radıyallâhu anhâ), her yönüyle bir peygamber hanımı olmaya lâyıktı. Belki o da Efendimiz’i istiyordu…
Allah Resûlü, halasının evine gitti: “Zeyneb’e talibim.” dedi. Ev halkı sevinçten uçacak hâle gelmişlerdi… Demek senelerce bekledikleri an gelmişti. Resûlullah, Zeyneb’e talip oluyordu. Firaset-i A’zam, talebinin yanlış anlaşıldığını derhal anladı.. ve tashih etti: “Ben, Zeyneb’i Zeyd için istiyorum.” Hepsi donup kalmıştı. İsteyen Allah Resûlü olmasaydı, teklif hemen reddolunurdu. Ama Allah Resûlü’ne itiraz etmeleri mümkün değildi. Bu evlilik, sırf Allah Resûlü’nün emri olduğu için kabul edildi ve isteksiz bir yuva kuruldu. Ne var ki, toplum hayatı adına gerçekleştirilmek istenen şey de gerçekleşmişti.
Kadın, asil ve soyluydu. Yetişme tarzı da ona göre olmuştu. Zeyd (radıyallâhu anh) ise, Allah Resûlü tarafından çok sevilse bile, o günkü anlayış içinde hürriyetini sonradan elde etmiş bir köleydi. Sıradan bir aileden gelmişti; dolayısıyla da imtizaçları mümkün görünmüyordu. Daha doğrusu, Hz. Zeyd (radıyallâhu anh), mânevî âleme açık firasetiyle, kendini bu kadına küfüv ve denk görmüyordu. Zeynep’de (radıyallâhu anhâ), apayrı bir gönül, apayrı bir kalb ve apayrı bir irade vardı.. ve nübüvvet hanesine ta’lik edilmeye namzet bir pırlantaydı.
Zeyd; bu mevzu ile alâkalı defaatle Allah Resûlü’ne müracaat etmiş ve hanımından ayrılmak istediğini söylemişti; Allah Resûlü de, her defasında ona: “Hanımını tut! Allah’tan kork!” deyip onu savmıştı. Efendimiz’in bir tek düşüncesi vardı; bu evlilikle, cahiliyeye ait bir düşünceyi kökünden yıkacaktı. O, bu mülâhaza ile yola çıkmış ve bir evliliğe sebep olmuştu. Ancak her geçen gün huzursuzluk daha da artıyordu ki, artık kopma kertesine gelmişti.
Gerçi boşanma ufuktaydı ama, Allah Resûlü, pratikte, bir köle ile, bir asil kadının evlenebileceğini de göstermişti. Allah Resûlü, bir rehberdi. Rehber, dediği ve diyeceği herşeyi evvelâ kendisinde ve yakınlarında tatbik etmeliydi. Bu da Allah’ın izni ve sevkiyle öyle olmuştu ama; şimdi vahiy ufkunda, encâmı ağır ve tahammülfersâ hâdiselerin emareleri belirmişti.
Allah Resûlü, Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle, bir gün Zeyneb’in (radıyallâhu anhâ) kendi hanımı olacağını da biliyordu. Açıklama emri olmadığı için de bunu hep gizliyordu. Zaten Hz. Âişe Validemiz’in (radıyallâhu anhâ) ifadesiyle, eğer Allah Resûlü, kendisine gelen vahiyden bir şey gizleyebilseydi, işte bu izdivaçla alâkalı âyeti gizlerdi.697 Evet, Zeynep (radıyallâhu anhâ) ile evlenme Allah Resûlü’ne o kadar ağır gelmişti. Ancak ezelde kıyılmış bir nikâhı reddetmek kimin haddineydi. Allah (celle celâluhu): زَوَّجْنَاكَهَا diyordu. “Onu sana nikâhladık.” Bu nikâh, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak tarafından kıyılmıştı. Bu nikâhın şahitleri de, Mele-i A’lâ’nın sakinleriydi. Bu bedeli çok ağır nikâhla, Allah (celle celâluhu), bir hüküm daha bildiriyordu: “Evlâtlıklar, insanın öz evlâdı gibi değildir.” Hanımlarını boşarlarsa, baba durumunda olanların onları alması caizdir. Hâlbuki, cahiliye devrinde evlâtlık, öz evlât gibi kabul ediliyor ve onlar, ölse veya hanımlarını boşasalar, onların hanımlarıyla evlenmek caiz görülmüyordu. Cahiliyeye ait bu telakki de yıkılmalıydı; yıkılıyordu da; ancak, bu koca enkazı âdeta tek başına Resûlullah omuzlarında taşıyordu.
Bu ağır imtihanın önemli unsurlarından:
Zeynep Validemiz’in (radıyallâhu anhâ) şu tali’ine bakın ki, yaptığı iki evlilikle, cahiliyeye ait iki bâtıl düşüncenin yıkılmasına sebep oluyordu.
Bazı tefsirlerde uydurma bir hâdise nakledilir:
Efendimiz, güya bir gün Zeynep Validemiz’i (radıyallâhu anhâ) görmüş.. hem de nikâhlı olduğu bir dönemde.. onun güzelliği karşısında سُبْحَانَكَ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ demiş.. bunu da Zeynep Validemiz duymuş (vs.)… İsrailiyat kaynaklı bu türlü muzahref söz ve düşünceler, maalesef bir kısım Ehl-i Sünnet âlimleri üzerinde de tesirli olmuştur. Bunlardan ismini arz edemeyeceğim mühim bir müfessir: عَادَ زَيْدٌ إِلَى الْبَيْتِ فَاطَّلَعَ “Zeyd eve gelince manzarayı çaktı.(!)” şeklindeki bir ifadeye yer vermiştir ki, böyle bir düşünce, ancak bir din düşmanının uydurabileceği iğrençlikte bir düzmecedir. Ben, o müfessirimize saygımın ifadesi olarak “Dilin kurusun!” demiyorum; ama, bu sözü bilerek ve inanarak söyleyen, kim olursa olsun, onun dili kurumalıdır.
Evvelâ: Efendimiz, Zeyneb’i (radıyallâhu anhâ) ilk defa görüyor değildi ki.. Zeynep (radıyallâhu anhâ), O’nun gözü önünde büyümüştü.
İkincisi: Eğer Allah Resûlü’nün içinde Zeyneb’e (radıyallâhu anhâ) karşı zerre kadar temayül olsaydı, onu niçin Zeyd’le (radıyallâhu anh) evlendirsindi ki; gidip kendisi için talip olurdu.
Üçüncüsü: Ev halkının bütünüyle, Zeyneb’in (radıyallâhu anhâ) Allah Resûlü’ne zevce olmasını cân-u gönülden istediklerini yukarıda arz etmiştik. Allah Resûlü’nün, onu almasına mâni ne idi ki, Zeyd’le (radıyallâhu anh) evlenmesini istedi de kendine nikâhlamadı?
Demek ki, Allah Resûlü’nün, Zeynep Validemiz’le (radıyallâhu anhâ) evlenmesi tamamen bir emir gereğiydi. Allah (celle celâluhu) emretti ve Allah Resûlü de bu emre icabet etti. Diğer söylenen uydurma sözlerin hepsi, dünkü Volterlerin, yakın tarihteki Goldziherlerin ve daha bilmem kimlerin hazırladıkları senaryolardır; iftira ve yalan olmaktan başka da, hiçbir mânâları yoktur. Allah Resûlü, o Allah Resûlü olacak; Zeynep, o Zeynep olacak; Zeyd de, o Zeyd olacak da; onların dediği gibi bir hâdise cereyan edecek. Aman Allahım! Bu ne korkunç iftira, bu ne korkunç yalan, bu ne korkunç bir cehalet ve bu ne korkunç bir din düşmanlığıdır!
Esefle ifade edeyim ki; bugün bu malzemeleri, kendini onlara kaptırmış, içimizdeki figüranlar da kullanmaktadır. Zannediyorum onları, tamamen aşağılık duygusu ve aşağılık kompleksi böyle aşağılık bir iş yapmaya ve söz söylemeye sevk etmiştir?. Ne diyebiliriz ki, hidayet Allah’ın (celle celâluhu) elindedir. Rabbim onlara da hidayet etsin!
Konuya, “Her nebi masumdur, Allah Resûlü ise masumlar masumudur.” diyerek başladık ve müşahhas misallerle, Allah Resûlü’nün masumiyetini göstermeye gayret ettik. Ancak şunu da itiraf etmeliyiz ki, O’nun masumiyeti, bizim anlatabildiğimizin de çok üstünde ve ötesindedir. Biz, bu mevzuu ancak, kendi kapasitemiz ölçüsünde aktarabildik…
Buraya kadar söylediklerimiz, doğrudan doğruya Allah Resûlü’nün ismet ve iffetiyle, yani günahsız oluşuyla alâkalıydı. Şimdi de O’nun masumiyetini başka bir zaviyeden arz etmek istiyorum. O’ndaki zühd, takva, Allah korkusu, kulluk şuuru ve ibadet anlayışı zaviyesinden İki Cihan Serveri’nin masumiyetini bütün buudlarıyla görüp anlamak ve O’nu tanımak isteyenlerin, O’nun ötelerle ve Rabbiyle irtibatının bir unvan ve bir buudu olan, aşağıdaki hususları bilmeleri zarurîdir:
554 Tâhâ sûresi, 20/121-122.
555 A’râf sûresi, 7/23.
556 Buhârî, merdâ 1; tevhid 31; Müslim, munâfıkûn 58-60.
557 Tâhâ sûresi, 20/115.
558 Bakara sûresi, 2/35; A’râf sûresi, 7/19.
559 Tirmizî, tefsir (7) 3.
560 Tâhâ sûresi, 20/115.
561 Taberânî, el-Mu’cemü’s-sağîr 2/52; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 10/60; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 3/102; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/522.
562 Bakara sûresi, 2/286.
563 Tâhâ sûresi, 20/121.
564 Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/428.
565 Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 3/49.
566 Ahzâb sûresi, 33/30.
567 Serahsî, Mebsût 22/67.
568 Buhârî, kader 11; Müslim, kader 13.
569 Hûd sûresi, 11/45.
570 Hûd sûresi, 11/46.
571 Hûd sûresi, 11/40.
572 Hûd sûresi, 11/47.
573 Kehf sûresi, 18/6.
574 Buhârî, enbiyâ 40, rikak 26; Müslim, fezâil 17-19.
575 Râzî, Mahsûl 5/538; Âmidî, İhkâm 1/343; İbn Kesîr, Tuhfetü’t-Tâlib 1/174; İbn Hacer, Telhîsu’l-Habîr 4/192.
576 Buhârî, tefsir (9) 12, 13.
577 Hûd sûresi, 11/40.
578 Buhârî, tefsir (21) 8; Müslim, iman 270-272.
579 En’âm sûresi, 6/76-78.
580 En’âm sûresi, 6/74.
581 En’âm sûresi, 6/75.
582 Bkz.: Taberî, Câmiu’l-beyan 7/250; Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân 2/285, 7/26.
583 En’âm sûresi, 6/79.
584 Bakara sûresi, 2/260.
585 Bakara sûresi, 2/260.
586 Seyyid Kutup, Fî Zılâli’l-Kur’ân 1/301-302.
587 Buhârî, enbiyâ 11; Müslim, iman 238.
588 Buhârî, enbiyâ 8; Müslim, fedâil 154.
589 Tirmizî, menâkıb 45; Ebû Dâvûd, edeb 92.
590 Tirmizî, eş-Şemâil s.199; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 5/357.
591 Sâffât sûresi, 37/89.
592 Enbiyâ sûresi, 21/63.
593 Buhârî, enbiyâ 8; Müslim, fedâil 154.
594 Sâffât sûresi, 37/83-90.
595 Buhârî, enbiyâ 9; Müslim, iman 327-328.
596 Müslim, birr 101; Tirmizî, birr 26.
597 Enbiyâ sûresi, 21/51-63.
598 Hucurât sûresi, 49/10.
599 Şuarâ sûresi, 26/86.
600 Tevbe sûresi, 9/114.
601 Mümtehine sûresi, 60/4.
602 Buhârî, cenâiz 81, tefsîru sûre (9) 16, (28) 1; Müslim, îmân 39-40.
603 Bkz.: İsrâ sûresi, 17/23.
604 Bakara sûresi, 2/6.
605 En’âm sûresi, 6/149.
606 Meryem sûresi, 19/41-45.
607 Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 13/38-40.
608 Yûsuf sûresi, 12/38.
609 Bkz.: Mü’minûn sûresi, 23/24,68; Sâffât sûresi, 37/17,126; Vâkıa sûresi, 56/48; Şuarâ sûresi, 26/26; Duhân sûresi, 44/8; Kasas sûresi, 28/36.
610 Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 13, 37-40.
611 İbrahim sûresi, 14/41.
612 Nisâ sûresi, 4/125.
613 Sâffât sûresi, 37/102-103.
614 İbrahim sûresi, 14/37. Hâdisenin tafsilatı için bkz.: Buhârî, enbiyâ 9; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/98.
615 Enbiyâ sûresi, 21/69. Hâdisenin tafsilatı için bkz.: Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân 11/303-304.
616 Buhârî, enbiyâ 8; Hâkim, el-Müstedrek 2/260.
617 Yûsuf sûresi, 12/15-25.
618 Yûsuf sûresi, 12/23.
619 Yûsuf sûresi, 12/24.
620 Yûsuf sûresi, 12/30.
621 Yûsuf sûresi, 12/24.
622 Yûsuf sûresi, 12/22.
623 Buhârî, îmân 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, îmân 5, 7.
624 Abdülaziz ed-Debbağ, el-İbrîz s.212.
625 Buhârî, enbiyâ 18-19; menâkıb 13; Tirmizî, tefsir (12) 1.
626 Yûsuf sûresi, 12/33.
627 Yûsuf sûresi, 12/31.
628 Yûsuf sûresi, 12/30.
629 Yûsuf sûresi, 12/50.
630 Yûsuf sûresi, 12/51.
631 Buhârî, teyemmüm 1; Müslim, mesâcid 3.
632 Hicr sûresi, 15/6; Sâffât sûresi, 37/36; Duhân sûresi, 44/14; Kalem sûresi, 68/51.
633 Yûnus sûresi, 10/2; Sâd sûresi, 38/4.
634 Müslim, fedâilü’s-sahâbe 132; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/17, 5/174; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/62.
635 Buhârî, tâbir 1-5; Müslim, rüya 6-9.
636 Enfâl sûresi, 8/67-69.
637 Hac sûresi, 22/39.
638 Hicr sûresi, 15/85.
639 Nahl sûresi, 16/125.
640 Kalem sûresi, 68/4.
641 Müslim, müsafirîn 139; Ebû Dâvûd, tatavvu 26.
642 Yûsuf sûresi, 12/92 âyetinden iktibas.
643 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/74; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/118; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/301.
644 Müslim, cihad 58; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/32-33.
645 İbrahim sûresi, 14/36.
646 Mâide sûresi, 5/118.
647 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/383; İbn Ebî Şeybe, Musannef 7/359; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/321.
648 Buhârî, tefsir (5) 14; Müslim, tahâre 37; fezâil 40.
649 Nuh sûresi, 71/26.
650 Yûnus sûresi, 10/88.
651 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/383; İbn Ebî Şeybe, Musannef 7/359; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/321.
652 Müslim, cihad 58; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/31-33.
653 Enfâl sûresi, 8/68.
654 Muhammed sûresi, 47/4.
655 Buhârî, teyemmüm 1; salât 56; Müslim, mesâcid 3.
656 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/197.
657 Tevbe sûresi, 9/43.
658 Bkz.: Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 16/73-74; Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân 8/154; Seyyid Kutup, Fî Zılâli’l-Kur’ân 3/1662.
659 Buhârî, îmân 24, şehâdât 28, vesâyâ 8, libâs 69; Müslim, îmân 107-110.
660 Zemahşerî, Keşşâf 2/153-154.
661 Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 16/73-74.
662 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 4/5.
663 Buhârî, cenâiz 23; Müslim, fedâilü’s-sahâbe 25.
664 Buhârî, salât 70; Müslim, ıtk 5-15.
665 İnşirah sûresi, 94/1.
666 Tirmizî, tefsir (70) 1; Taberî, Câmiu’l-beyan 50/51.
667 Ahzâb sûresi, 33/53.
668 Hucurât sûresi, 49/2-5.
669 Bkz.: Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbaa 1/272-273.
670 Buhârî, salât 101; Müslim, salât 261.
671 Kehf sûresi, 18/6; Şuarâ sûresi, 26/3.
672 İbn Hacer, el-İsâbe 4/600-601.
673 Müddessir sûresi, 74/22.
674 Tirmizî, menâkıb 10; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/190-191.
675 Tâhâ sûresi, 20/60.
676 Bkz.: Bakara sûresi, 2/205; Tâhâ sûresi, 20/48; Necm sûresi, 53/33; Meâric sûresi, 70/17; Gâşiye sûresi, 88/23; Leyl sûresi, 92/16; Alak sûresi, 96/13.
677 İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 7/406-407; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 25/11-114.
678 Buhârî, cihad 37; Ebû Dâvûd, tıp 1.
679 İsrâ sûresi, 17/73-75.
680 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/222; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 1/312-313.
681 Buhârî, i’tisam 2; Müslim, iman 32.
682 İsrâ sûresi, 17/74.
683 İsrâ sûresi, 17/76.
684 Müslim, fedâilü’s-sahâbe 45; İbn Mâce, zühd 7. (Hâdise tam olarak İbn Mâce’de geçmektedir.)
685 En’âm sûresi, 6/52.
686 Kehf sûresi, 18/28.
687 Bkz.: Hucurât sûresi, 49/13.
688 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/215; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 1/142; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 9/307.
689 Buhârî, iman 22; edeb 44; Müslim, eymân 38.
690 Buhârî, iman 22; ıtk 15; Müslim, eymân 40.
691 Tirmizî, zühd 37; İbn Mâce, zühd 7.
692 Tirmizî, menâkıb 17; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/95.
693 İbn Mâce, mukaddime 11; el-Hâkim, Müstedrek 3/83; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/370.
694 Ahzâb sûresi, 33/37.
695 Buhârî, nikâh 48; Müslim, radâ 47.
696 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 8/463; İbn Hacer, el-İsâbe 8/293-294.
697 Buhârî, tevhid 22; Müslim, iman 288.