Bakara Sûre-i Celîlesi (17-18. Âyet-i Kerîmeler)

مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا فَلَمَّا أَضَۤاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ ۝ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ

“Bunların hâli, aydınlanmak için ateş yakan bir kimsenin durumuna benzer. Ateş çevresini aydınlatır aydınlatmaz, Al­lah onların gözlerinin nurunu giderir ve karanlıklar içinde bırakır da göremez olurlar. Sağır, dilsiz ve kördür on­lar. Onun için (Hakk’a) dönmezler.”318

Kur’ân-ı Kerim buraya kadar münafıkların mücerret hakikatler çerçevesinde bir kısım belirgin vasıflarını ve o mücerret hakikatlere terettüp eden neticeleri anlattı ki biz bunları daha ziyade iman nuruyla, hayal ile takip, tespit ve tasavvur edebiliriz. İşte böyle birbirinden ayrı fakat aynı zamanda tek gerçeğin farklı yüzlerinin akisleri sayılan davranışları bir ortak noktaya bağlamak, her zaman bu türlü mücerret meselelerde başvurulagelen temsil yoluyla olmuştur. Onun için buradaki dört âyet-i kerimede de bunların temsilî durumları anlatılarak konu âdeta müşahhas hâle getirilmiştir. Konu ilk iki âyette mürekkeb bir temsille anlatılmıştır ki, beyan ilmine göre biz buna “teşbih-i mürekkeb” diyoruz. Burada, hususi hâllerine hususi misaller vermek suretiyle değil de, umumi hâlet-i ruhiyeleri ve umumi görünüşleri itibarıyla umumunu birden anlatabilir mürekkeb bir teşbihle temsili durumları ifade ediliyor. Üçüncü ve dördüncü âyetlerde, yani ikinci bölümdeki temsilde ise, “muferrak” bir teşbihle yani benzetilenle benzeyen arasındaki parçaların birbirine tam mutabakatı şeklinde bir teşbihle konu temsil ediliyor.

Âyet-i kerimeye başlarken esasen beraat-ı istihlal nevinden bu geçen dört âyetin ruhundaki temsili hatırlamakta fayda var:

Âyet-i kerime; مَثَلُهُمْ kelimesiyle başlıyor. Aslında, Kur’ân-ı Kerim başka yerlerde de, burada olduğu gibi, temsillerle bir konuyu anlatırken çok defa bu kelimeyi kullanmıştır. Vâkıa, Kur’ân’da anlatılan bazı temsillerde mesel, mesîl veya temsil kelimesi kullanılmamıştır, ama konunun temsilî hüviyette nazarımızda canlanması itibarıyla anlarız ki bu bir temsildir.319 Me­se­la, dalâlet ve hidayet yollarının yolcusu iki şahsın durumları bize anlatılırken, birinin her mevsimde semere veren bağlarından, bunun kendisini şımartmasından, öbürünün de bu durumundan kurtulması için ona olan nasihatlerinden bahsedilir. Gel gelelim dalâlet yolunun yolcusu bu nasihatlere kulak asmaz da, neticede Allah tarafından gelen bir afetle bağları harap hâle geldiğinde nedamet hisleriyle ellerini oğuşturur, ancak artık bu son pişmanlığın ona bir faydası olmayacaktır. İşte bu tablo nazarlarımıza arz edilirken söze وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا رَجُلَيْنِ “Onlara o iki adamın meselini anlat.”320 diyerek başlanılarak mesel kelimesi açıktan kullanılır. Ama başka bazı âyetlerde kelime zikredilmez lâkin tasvir edilen şeylerden anlarız ki, bu üslupla Kur’ân, iman ve amel gibi mücerret hakikatleri müşahhas ve mahsüs misaller hâline getirmekle o konunun zihinlerimizde daha fazla kökleşip yerleşmesine yardımcı oluyor.

Kur’ân-ı Kerim’de meselle anlatılan o kadar çok konu vardır ki, o hemen hemen pek çok mücerret hakikatleri âdeta bu tür istiare-i temsiliye veya teşbihle birer canlı resim gibi ortaya kor.

Üzerinde durduğumuz âyet-i kerimelere gelince: Yukarıda da temas edildiği gibi buraya kadar olan âyetlerde fezlekeleriyle beraber mesele mücerret olarak vaz’ edilmişti. Bu hâliyle, konuyu derleyip toplayıp, münafıklar hakkında, “Acaba bunların hâlet-i ruhiyesi ne idi; bunu tek tabloda görmek, göstermek mümkün müdür?” şeklinde zihinlerde bir beklenti oluşabilir. Zira gördük ki, onlar muhâdaa yapıyorlar, sürekli içlerinde olmayan şeyi izhar ediyorlar, dahası inanmadıkları hâlde inanmış gibi görünüyorlar, fesadı salah sayıyorlar, mü’min­le­re karşı başka türlü, kendi şeytanlarına ve reislerine karşı başka türlü tavırlar sergiliyorlar; öyle ki umumiyet itibarıyla reisleriyle beraber oldukları hâlde menfaatlerinden ötürü bir türlü mü’minlerden de alâkalarını kesemiyorlar.

Evet, işte böyle farklı hakikatler peşi peşine ifade edildiği için biz bunları tam tavsif edemiyoruz; daha doğrusu tam tersim edemiyor, resimler için bunlar budur diyemiyoruz. İşte burada her ne kadar konular çok canlı resimler hâlinde bize gösterilse de tam ihata edemediğimiz için, Kur’ân hepsini tek bir tabloda ve bir teşbih-i mürekkeble beyan ve ifade sadedinde bu âyet-i kerimede مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا buyurarak meseleyi daha bir tenvir buyuruyor.

Esasen burada değişik iki hâlet-i ruhiyenin tasvirinin verildiği, yani iki tip münafığın söz konusu olduğu hissediliyor. Yoksa bir misal irad ettikten sonra bir kere daha “muferrak” bir teşbihle aynı meselenin ele alınmasının Kur’ân’ın belâgat ve i’câzına pek muvafık düşmediği açıktır.

Mesel kelimesi “misil” ve “mesîl” ile aynı mânâya gelir ki, benzer, eş, menend demektir. Teşbih ve temsil bazen aynı mâ­nâ­da kullanılsa da yine de teşbih ile temsil arasında bir nüans mevcuttur. Ayrıca mesel kelimesinden Türkçemizdeki masal mânâsı, ataların sözü, ibret veren, insanın gözünü açan sözler kastedilebileceği gibi destanlar, âbâ u ecdaddan evlada, ahfada intikal eden değerli sözler de kastedilir ki, bu da bu kelimenin ne kadar geniş alanlı kullanıldığını gösterir.

Bu itibarla da, ikinci şıkta ele aldığımız mesellerle daima bir teşbih ve temsil kastedilmez. Mesela biz, bir meseleyi hallede­me­me aczine bazen “sakal-bıyık meselesi” deriz. Sakal-bıyık me­selesi deyince, o kompleks durumu sakal-bıyık meseliyle ifade ederiz. Bunun mânâsı, “yukarıya tükürsen bıyık, aşağıya tü­kür­sen sakal” demektir. Yani bazen karşımıza iki zıt durum çı­kar ve biz bu iki meseleden birini bir türlü tercih edemeyiz. Zi­ra her ikisini de gerekli kılan faktörler vardır. İkisini birden de ata­ma­yız. Mâ­ni­atü’l-cem ve mâniatü’l-hulüv yani ikisini birden tut­ma, iki­sini birden atma mümkün olmayan bir yerde, bu sıkışık hâ­li ifa­de etmek için “sakal-bıyık” deriz. Yine birinin haksız yere, ba­ha­nelerle bir başkasını ezmesini ifade etmek için “kurt-kuzu me­selesi” deriz. Ve hemen “Altı aylık kuzu, bir sene evvel kur­dun suyunu bulandırmış.” meseli hatıra gelir…

Binaenaleyh bu gibi darb-ı meseller bize hep mâziden intikal edegelmişlerdir. Biz bunlarla teşbih, temsil kastetmesek bile bazen bunlarda teşbih ve temsil mânâları da gözetilmiş olabilir. Arz edilen bu iki misalde ise hem teşbih hem de temsil mâ­nâ­sı vardır. En azından biz öyle anlarız. Edebiyat ve dil açı­sından ele alındığında, mesel ve temsil, bir hakikatin bir ha­kikate veya hakikatin hayale ya da meşhur bir mesele mi­sa­lî surette tatbik edilip benzetilmesine denir.

Şimdi, mesel hakkında kısaca bunları kaydettikten sonra âyetlerin müfredat mânâlarına geçebiliriz.

Müfredat Mânâsı (17. Âyet)

اَلَّذِي : مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا ism-i mevsûl. Eskiler bize bunu, “şol şey ki, öyle bir şey ki, şu ki…” gibi mânâlarla tercüme ederlerdi.

اِسْتَوْقَدَ kelimesi istif’âl babından olup وَقَدَ – يَقِدُ kökünden gelir. Tutuşturdu, yaktı demektir. فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ “Öyle bir ateşten korkun ki onun yakıtı insanlar ve taş­lar­dır.”321 âyet-i kerimesinde geçen وَقُود kelimesi de yakıt demektir. Mevzumuz olan âyetteki اسْتَوْقَدَ نَارًا “ateşi tutuşturdu, cayır cayır yanar hâle getirdi” demektir.

نَارًا kelimesi, bilindiği gibi, ateş demektir. Nar ile nur aynı kökten gelir. Bazı kelimeler temeyyüz ederek nuraniyetleri itibarıyla üste çıkmış, inâre, tenvir gibi aydınlatma mânâlarını almışlar, bazı kelimeler de denâetleri, ağırlıkları, kesafetleri itibarıyla âdeta aşağıya düşmüş, onlar da ihrak edici, yakıcı mânâ kesbetmişlerdir. Zaten genel mahiyeti itibarıyla ateşin iki hususiyeti vardır: Biri itibarıyla yakar, ısıtır, pişirir; diğeri itibarıyla da aydınlatır, tenvir eder, göze medet verir. Binaenaleyh biz, ateşin bir tarafına onun bir hususiyetini, diğer tarafına da diğer özelliğini koyuyoruz ki, belâgat nükteleri anlatılırken böyle bir kelimenin seçilmesindeki incelik de ancak bu sayede anlaşılabilecektir.

فَلَمَّا ibaresi, iki kelimeden, ف ve لَمَّا’dan müteşekkildir. لَمَّا mâzi fiilin başına geldiğinde حِينَ mânâsına gelir, ف ise takip, tertip ifade eder.

أَضَاءَتْ kelimesi hem lazım (geçişsiz) hem de müteaddî (geçişli) olarak kullanılır. Müteaddî mânâsına olduğu takdirde أَنَارَ “aydınlattı” anlamına gelir ki burada da öyle kullanılmıştır.

حَوْلَ kelimesi, bir başka kelimeye izafe edildiğinde, “çevresi, etrafı” mânâsına gelir.

ذَهَبَ, “gitti” mânâsına üçüncü babdan mâzi fiildir. الله lafz-ı celâlesi, Cenab-ı Hakk’ın ism-i alemidir. ذَهَبَ fiili, buradaki gibi ب harf-i cerriyle müteaddî olduğunda “gitti” değil de “giderdi, götürdü” anlamına gelir.

تَرَكَ “terk etti, bıraktı” mânâsına gelen bir fiil-i mâzidir.

ظُلُمَات kelimesi “zulmet”in çoğuludur. Bu da üst üste, kat kat, tabaka tabaka zulmetler, karanlıklar demektir.

لَا يُبْصِرُونَ ifadesi, إِبْصَار masdarından gelir ki, ”gözün ermesi, ulaşması” demektir ve “görme”den daha şumüllüdür.

İsterseniz bu kısa tahlille müfredat konusunu burada noktalayalım.

* * *

Bir Nebze de Kur’ân-ı Kerim’deki Meseller

Kur’ân-ı Kerim, ifadelerinde yeri geldikçe temsil yolunu seçmiştir ki, edipler de çok defa bu yola başvuragelmişlerdir. Belâ­gatta beyan ilmi, ediplerin daima başvurdukları bir kaynak olmuştur, sık sık onunla susuzluk gidermiş ve bazen de gerekmediği hâlde, lüzumsuz yere onunla fantezilere girmişlerdir. Vâ­kıa, temsilin insan ruhunda bir heyecan uyardığı açıktır. An­cak ilâhî ve nebevî beyanlar, özellikle de her yö­nüyle mucize olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, temsil tarikini intihap ederken mü­ba­lağasız, mücâzefesiz (ölçüsüzlükten mü­ber­ra), o yöntemi gerektiği kadarıyla almış ve gerektiği ka­da­rıyla değerlendirmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de istimal edilen temsil yoluyla, çok defa akıl almaz gibi görünen muğlak, müphem ve mücerret konuların insanlar tarafından idrâki temin edilmiş olur. Bazen karşımıza öyle makûl (aklın sahasına giren) meseleler çıkar ki haddizatında akıl bunları reddetmez, ancak fikrin karşısında hayal kendi rolünü oynar, aklın karşısında da vehim suver-i şuuriyeyi değerlendirme mevzuunda devreye girer ve havayı bulandırır. İşte aklın böyle makûl meseleleri kavrayıp değerlendirmesi için bazen temsil tarikine başvurulagelmiştir.

Böyle bir yolla, gabi ve cahil bir insan, akıllı ve âlim bir insan gibi anlatılandan istifade etmiş olur. Şöyle ki, ulûhiyete ait derin bir hakikati anlatmak istediğinizde, gabi, âlim, cahil ve düşünen insan ayrımı yapmadan hakikat-i mücerredenin herkes tarafından anlaşılmasını istiyorsanız, herhâlde temsil yolunu intihap edersiniz. Mesela, öldükten sonra tekrar dirilme gibi makûl bir meseleyi, Allah’ın kudretiyle anlamak mümkün iken insanlar bu makûl meseleleri vehmin araya girmesi yüzünden anlayamayabilirler, anlayamamaktadırlar da. Bu mülâhaza iledir ki, Kur’ân-ı Kerim bunu anlatma sadedinde: فَانْظُرْ إِلٰى اٰثَارِ رَحْمَةِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَۤا إِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِي الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌŞimdi bak, Allah’ın rahmetinin eserlerine! Ölmüş toprağa nasıl hayat veriyor! İşte bunları yapan kim ise ölüleri de O diriltecektir. O, her şeye hakkıyla kadirdir.”322 diyerek temsil yoluna başvurur.

قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَأَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللهُ يُنْشِئُ النَّشْأَةَ الْاٰخِرَةَ إِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “De ki: Dünyayı gezin dolaşın da Allah’ın bu âlemi yaratmaya nasıl başladığını anlamaya çalışın. Sonra, Allah tekrar yaratmayı da, ölümden sonra diriltmeyi de gerçekleştirecektir. Allah elbette her şeye kadirdir.”323 Evet, insanların haşirden şüpheleri varsa yeryüzünde gezsinler, baksınlar yaratılış nasıl başladı. Bir dönem yaratılış nasıl başladıysa öldükten sonra yeniden bir daha öyle gerçekleşecektir.

Görüldüğü gibi vehmin bir mevzuda makûl meselelerin anlaşılmasına engel olmasına karşılık Kur’ân temsil yolunu kullanıyor.. Ve işte bu şekilde temsil yoluyla vehim akla, hayal de fikre teslim oluyor.. ve oldukça garip ve uzak meseleler hâzır hâle geliyor. İnsan öldükten sonra dirilmeyi uzak görebilir; ancak baharı görünce, sanki çok uzak bir mesele olan o tekrar dirilme, gözünün önünde mahsüs ve makûl bir hâl alıyor gibi olur. Bunun gibi, temsil yoluyla mânâlar da âdeta cisim giymiş olurlar. Kur’ân-ı Kerim’in ifadelerindeki bu canlılığı, Abdülkâhir Cürcânî, Zemahşerî, Sekkâkî, Bediüzzaman ve Seyyid Kutup gibi yüzlerce muhakkik çok iyi görmüş ve değerlendirmişlerdir. Bu canlılık, bazı nazarlarca kadavralar hâlinde görülen hakikatlerin o nazarlarda revnakdâr birer hâl alması gibidir. Evet biz, Üstad’ın da İşârâtü’l-İ’câz’da ifade ettiği gibi324 mücerret hakikatleri ancak temsil yoluyla akla takrib edebiliriz.

Burada bir örnek olarak Hadîd Sûresi’nin 13. âyetindeki temsilî tablo gösterilebilir: يَوْمَ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ لِلَّذِينَ اٰمَنُوا انْظُرُونَا نَقْتَبِسْ مِنْ نُورِكُمْ قِيلَ ارْجِعُوا وَرَۤاءَكُمْ فَالْتَمِسُوا نُورًا فَضُرِبَ بَيْنَهُمْ بِسُورٍ لَهُ بَابٌ بَاطِنُهُ فِيهِ الرَّحْمَةُ وَظَاهِرُهُ مِنْ قِبَلِهِ الْعَذَابُ “Münafık erkek ve kadınlar o gün mü’minlere derler ki, ‘Bir parça bize de arz-ı dîdâr edip, nazarlarınızı bu tarafa çevirin de sizin yüzünüzün nurundan istifade edelim.’ Buna mukabil onlara denir ki: ‘Siz arkanıza dönün de bir nur arayın.’ Derken, aralarına bir sûr çekilir. Bu duvarın bir kapısı olup bu kapının iç tarafında rahmet, dış tarafında ise azap vardır.”

Şimdi burada bir toplum görüyoruz ki çepeçevre etraflarını zulmetler sarmış; buna mukabil mü’minler onların yanlarından geçerken altları üstleri, sağları solları bitevi nur. İşte, bu nuranî cemaatin geçişini gören münafıklar, –ki burada tablo çok canlıdır– “Bari biraz bize de teveccüh edin de nurunuzdan istifade edelim.” derler, derler ama onlara denir ki: “Hayır, siz orada bizim yüzümüze bakmamıştınız. Şimdi geriye dönünüz de kendinize bir nur arayınız!” Onlar da döner ve arkalarında bir nur aramaya dururlar. Derken aralarında bir sur oluşuverir; yani bir sütre, bir perde indirilir; indirilir de artık münafıklar mü’minleri göremezler. Bu surun bir de kapısı vardır. “Bâtını, yani mü’minlere bakan tarafı rahmet, münafıklara nazır tarafı ise azaptır tamamen.”

Bu ifadelerden münafıkların ahirette dahi buradaki ruh hâletlerine göre bir muamele görecekleri anlaşılmaktadır.

Konumuz olan âyete bakacak olursak, temsilde yer alanların durum ve genel keyfiyetleri صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ325 fezlekesiyle gösteriliyor ki, herkesin ruh hâletine göre bir şey ifade eder. Âyetteki mesel, aydınlanabilecek kimselerin aydınlanmasını, zulmette kalanın da kapkaranlık dünyasını nazara veriyor gibi bir mânâ ifade ediyor.

Üstad, haşir meselesinde, o umumi “ba’sü ba’del-mevt”i, ilgili âyetten326 mülhemen haşr-i baharîyle zihne takrib edip anlamamızı kolaylaştırdığı gibi,327 Cenab-ı Hakk’ın sonsuz bu’diyet içindeki kurbiyetini anlatırken de Güneş misaliyle aynı yolu takip ederek O’nun bize sonsuz yakınlığına mukabil bizim O’ndan sonsuz uzak olmamızı, yani yakınlığıyla her zaman başımızı okşamasını, ama aynı anda bizim uzaklığımız açı­sın­dan da O’nun (celle celâluhu) müteâl olduğunu anlatı­yor ki, bununla, وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ “Biz ona (insana) şah­da­marından daha yakınız.”328 hakikati akla yaklaştırılmış oluyor. Biz bu sayede yukarıdaki âyetle يَوْمَ نَطْوِي السَّمَۤاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ كَمَا بَدَأْنَۤا أَوَّلَ خَلْقٍ نُعِيدُهُ “Gün gelir, gök sahifesini, tıpkı kâtibin yazdığı kağıtları dürüp rulo yapması gibi düreriz. Biz ilkin yaratmaya nasıl başladıysak tekrar diriltmeyi de öyle gerçekleştiririz.”329 âyetini beraber anlama imkânını elde etmiş oluyoruz.

Aynen bunun gibi Üstad, nuranî ve ruhanî olan şeylerin temessül etme keyfiyetini, yani belki aynı anda bin yerde bulunmaları durumunu, Güneş ve ayna misalleriyle ifade sadedinde, birbirine karşı mütekabil aynalar içinde cisimlerin muhtelif suretlerinin uzayıp gittiği, bin tane aynanın içinde bir tek cismin binlerceye ulaştığı misaliyle açıklıyor ki, nuranî ve ruhanilerin ayniyetleriyle tecelli etmelerini anlama açısından bu da beliğ bir temsil sayılır.330

Bu açıdan temsil; beyan ve ifadenin çok mühim bir rüknü kabul edilmektedir. Ne var ki, temsil yaparken temsille hakikati birbirinden ayırabilmeyi mümkün kılacak karineler vaz’ etmek de bir esastır. Eğer bir meseleyi anlatırken onun hakikaten bir mecaz ve temsilî bir ifade tarzı olduğu okuyucuya bir karineyle gösterilmezse çok defa beyan suistimalatına sebebiyet verilebilir. Mesela, havariler ve onlardan sonra gelen Hıristiyan nâşirler, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz re’fet, şefkat ve merhametini anlatmak için edat-ı teşbihi de kaldırarak “baba” mânâsına bir kelime kullanmışlardır. Burada maklûb bir teşbih de düşünülebilir. Fakat mübalağa maksadıyla edat-ı teşbihin kalkmasıyla, bu gibi yerler daha sonraları –tabi onlar velediyet akidesine de inandıklarından– Allah’ın –hâşâ– insanların babası şeklinde anlaşılmasına sebep olmuştur.

Mesela, فَإِنَّ اللهَ كَالْأَبِ الرَّحِيمِ الشَّفِيقِ “Şüphesiz Allah, çok merhametli ve şefkatli bir baba gibidir.” Böyle bir benzetme esasında doğru değildir. Çünkü Allah, anneden babadan daha merhametlidir. Bir de bunu anlatmak edat-ı teşbih kaldırıldığında إِنَّ اللهَ أَبٌ “Allah –hâşâ– babadır.” olur ki ilk söylenişinde samimi gibi görünen o ifadenin temsilî mânâsı tamamen unutularak sanki hakikaten Allah’a “baba” deniyor gibi bir inhirafa girilmiş olur. Onun için bir hakikat temsilî bir yolla anlatılırken sözün içinde mutlaka bir karine bırakılmalı; ta ki temsil, hakikatin kendisi zannedilmesin. Yoksa geçmiş dinlerde olduğu gibi çok defa suistimalata sebep olur.

Temsil tariki, Kur’ân-ı Kerim’in –arz ettiğim gibi– çok istimal ettiği bir yoldur. Bunu o mu’ciz beyanın pek çok yerinde görürüz. Ankebût Sûresi’nde وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ وَمَا يَعْقِلُهَۤا إِلَّا الْعَالِمُونَ “İşte, bazı gerçekleri anlatmak için, Biz bu kabîl misaller getiriyoruz ama bunları, ancak ibret almasını bilenler anlar.”331 denilmekte, Sûre-i Haşr’in sonunda da: وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ “Bu darb-ı meselleri irad ediyoruz ki, insanlar düşünüp tefekkür etsinler.”332 buyrulmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de çok defa yermeler, övmeler, teşvikler, sakındırmalar, delil getirmeler temsil yoluyla anlatılır. Mesela, Fetih Sûresi’nin 29. âyetinde de sahabe-i kiram’ın gelişmesinin; toprağa atılmış bir tohum, sonra başını topraktan dışarıya çıkaran bir sümbül, derken büyüyen, gövdesi üzerinde doğrulan, bir ağaç ve neticede semalara doğru ser çeken ulu bir çınar gibi olduğu, bir temsille tasvir edilir.

Hem mesela o, birini zemmedeceği zaman şöyle diyor: فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِ إِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ أَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ ذٰلِكَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ Onun hâli tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da! Âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hâli işte buna benzer. Sen olayı onlara anlat, belki düşünüp kendilerine çekidüzen verirler.”333 Burada kınama maksadına matuf bu türlü insanların hâlini kelbin durumuyla ifade ediyor ki, mütemerrit mülhidin durumunu ifade adına gayet beliğdir.

Keza kendilerine kitap verildiği hâlde onun muhtevasından istifade etmeyenlerin durumunu anlatırken de Kur’ân şu temsili kullanır: مَثَلُ الَّذِينَ حُمِّلُوا التَّوْرَاةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا “Kendilerine Tevrat verilip, onun mesajını insanlara ulaştırmak ve onu uygulamakla yükümlü tutuldukları hâlde bu yükümlülüğü yerine getirmeyenler, tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkep gibidirler.”334 Burada Kur’ân, uhdelerine alıp taşıdıkları değerden habersiz ve ondan istifade edemeyen insanların hâlini, sırtında kitap taşıyan merkebe benzetiyor ki, bu şekilde bir temsilin kullanılması hem onlar için hem de bizim için sakındırma ve uyarma adına fevkalâde önemlidir.

İşte مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا âyet-i kerimesi de bu mevzuda irad buyrulmuş, ayn-ı hakikat bir teşbih u temsildir.

Temsil ve teşbihin, büyük hakikatleri anlatma yollarından biri olduğunu, Kur’ân-ı Kerim’in temsil tarikini intihap etmesindeki temel espriyi, temsilin yerini ve nerelerde kullanılması gerektiğini, kullanılırken de dikkat edilmesi gereken hususları anlatmaya çalıştığımız bu faslı noktalayarak, çıkış yaptığımız âyetin izahına devam etmek istiyoruz.

* * *

Evet, zannediyorum âyetin mânâ-i ruhisini arz etmenin vakti gelmiştir. Kur’ân-ı Kerim, suver-i zâhire içinde münafıkların umumi durumlarını iç içe daireler hâlinde bize intikal ettirip sonra da o âyât ü beyyinatın sonunda fezleke mahiyetinde irad edilen ifadelerle haklarında takdir edilen cezaları zikrettikten sonra; edip eylediklerinin neticelerini bir de teşbihle anlatarak, onları çölde ateş yakıp çevresinde kümelenen insanlara benzetir. Bu teşbih-i temsille bir durum diğer bir duruma kıyas edilmekte ve konu farklı bir tavzih boyutuyla ortaya konmaktadır. Evet, onların hâli, ateş yakan bir insanın hâline benzemektedir. Öyle ki, yanan o ateş etrafını aydınlatıp da çevredeki her şey olduğu gibi ortaya çıkınca, Cenab-ı Hak bu kez nurlarını ellerinden alır da onları içiçe karanlıklar, zulmetler içinde bırakır; bırakır da çevrelerini asla göremezler.

* * *

Burada münafıkların durumuyla, misal olarak irad edilen durumun telif edilmesi söz konusudur. Eğer biz, yukarıda münafıkların durumunu anlatan âyetlerle buradaki meseli ayrı ayrı ele alır, ayrı ayrı mütalâa eder, öyle görür ve biri “misal”, biri “mümesselün leh (temsile mevzu teşkil edenler)” olan iki husus arasındaki mutabakatı tespit edemezsek Kur’ân-ı Kerim’in müşahhas ve mahsüs olarak nazarımıza sunduğu espriyi tam göremeyiz. Bunu rahatlıkla görebilmek, bu iki âyet grubu arasını telif ve tevfik edebilmemize bağlıdır. Acaba o telif ve tevfik neden ibarettir? İşte hecelemesi:

Burada mânâ ve mefhum olarak âyetlerden şu anlaşılıyor: Evvela, bir zümrenin nazarında bir ziya, bir ışık ve bir parıltı beliriyor. O belirince onlar az çok etraflarını görüyorlar. İyi veya kötü ünsiyet edecekleri veya vahşet duyacakları farklı manzaralarla karşı karşıya kalıyorlar. Bu biraz da onların ruh hâletlerine göre belirlenen bir husus oluyor. Ruhları, çevreyi onlara vahşet dolu bir tablo gibi gösteriyorsa, onlar da vahşet dolu bir tablo müşâhede ediyorlar; aksine güzel görüp güzel düşünebiliyorlarsa ünsiyet dolu bir hava, bir bâd-ı nesimle karşı karşıya kalıyor ve o güzelliklerin in’ikasıyla kendilerinden geçiyorlar. Ondan sonra da Allah (celle celâluhu) onların nurlarını alıp götürüyor. Yine onları o karanlık içinde bırakıyor. Karanlık içinde kalınca da mütemadiyen gözlerinin önünde yanıp sönen ışıklar karşısında, bir türlü göz uyumu sağlayamamış kimseler gibi, eşyayı doğru göremez hâle geliyorlar. Sadece o an değil, daha sonra da göremiyorlar. Çünkü bir insan daima karanlıkta dursa az çok gözü alışır karanlığa ve etrafında olup bitenleri seçmeye başlar. Ama ışık sık sık parlar sönerse, göz de uyum sağlayamaz ve sürekli kendini değişik durumlara, değişik pozisyonlara ayarlamaya çalışır ve tabi, hiçbir zaman da buna muvaffak olamaz.

İşte âyetler onların bu durumlarının iç yüzünü anlatmaktadır. Bu hususların izahına gelince, öyle anlaşılıyor ki bunlar geçmişlerde az çok iman nurunu görmüş, duymuş, hissetmişler ama daha sonra taklitle, atalarına körü körüne tebaiyetle ve şuursuzca başkalarının arkasına takılmakla, kendilerince büyük saydıklarını taklit etmekle nur-u hakikat ara sıra gözlerinin önünde parlasa bile ondan tam istifade etme imkânına sahip olamamaktadırlar. Hayırlı seleflerini ara sıra hatırlamakta, hatırlayınca da içlerinde bir ümit parıltısı oluşmaktadır ama bu kalıcı değildir.

Evet, her millet yer yer mâzisi ve ecdadının büyüklüğüyle, onlara ait mefahirle iftihar eder: “Biz falanlar ve filanlar…” diye köklerini hatırlar ki bu, onun yeniden dirilmesi, cana gelmesi hususunda ümitlendiren hâli sayılır. Ne var ki, muvakkaten parlayan bu yeni nurdan istifade etme imkânı olmadığı –kanaatlerince– belli olunca da her şey bir kere daha silinir gider; gider de onlar bir kez daha ruhî zulmetleri, vicdanî karanlıkları içinde kalıverirler. Demek ki bazı münafıkların seleflerinin umumi mânâda öyle olduğu anlaşılıyor. Yani onlar, seleflerinin, Cenab-ı Hakk’ın yaktığı nurdan istifade ettiğini ve sa’ylerinin semeresini, ekip diktikleri ağaçların, ekinlerin meyvelerini görmüşler ama şerli halefler olarak tamı tamına onlardan istifade edememişlerdir. فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ أَضَاعُوا الصَّلَاةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا “Kendilerinden sonra onların yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zayi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar gelecekte azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.”335 Evet, onlardan sonra bir kısım nesiller gelmişti ki, bunlar atalarının yolundan gitmemiş, namazı zayi etmiş ve şehevât-ı nefsaniyelerine tâbi olmuşlardı. Böyle olunca da Allah’la aralarındaki rabıta bütün bütün kopmuş ve şehvete daldıklarından ötürü de her şeyi şehvet renginde görmüş, dinî hakikatleri anlayamaz hâle gelmişlerdi.

Mâmâfih, ne evvelkileri ne de bu asırdakileri düşünmeyip bunu sadece Saadet Asrı’ndaki münafıklarla alâkalı değerlendirecek olursak şu üç husus karşımıza çıkar:

Birincisi: Onlar Kur’ân-ı Kerimle tanıştıkları dönemde ciddi bir maddeperestlik içindeydiler. Tamamen fıtratı ifade eden Kur’ân âyetlerini duyunca bir kısım tedailerle Tevrat’ta, İncil’de ve daha önce inmiş diğer ilâhî kitaplarda bulunan hakikatlerle ilgili onlarda bir çağrışım oldu. Ne var ki, bu fırsatı değerlendiremeyip fevt ettikleri için nurun yerini zulmet aldı, onlar da hidayeti dalâletle değiştirdiler. Yani hidayet gitti, yerine dalâlet geldi. İbn Abbas (radıyallâhu anh) bu hususu anlatırken, onların evvelleri, ilkleri veya ataları, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) geldiği zaman iman etmişti, der. Fakat sonra hidayeti bırakıp dalâlete talip oldular ve imandan sonra yeniden küfre girdiler.

İkincisi: Onlar daha önce inen ilâhî kitaplardan, İncil, Tevrat ve sair suhuflardan itikadî, amelî ve içtimaî hakikatlere dair çok şey biliyorlardı. Kur’ân-ı Kerimle tanışınca bu hakikatleri ve bu arada Efendimiz’e ait işaret ve beşaretleri de hatırladılar. Ve farklı çağrışımlar içine girdiler. Ancak onlar, beklenen Peygamberi kendi içlerinden bekledikleri için Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inanmadılar. Allah da nurlarını alıp götürdü ve onları zulmet içinde bıraktı. Tabi hidayetin yerini de dalâlet aldı.. karanlık katmanlı korkunç bir dalâlet.

Üçüncüsü: O zaman Benî İsrail, zuhur edecek âhir zaman peygamberine dayanıp onu nokta-i istinat ederek insanlık üzerinde son kez bir sulta, bir hâkimiyet kurma iddiasında idiler. Bu üçüncü tevcihe göre ateşi yakan münafıklardı ve ara sıra onlara yeşil ışık yakıyorlardı. Evet o günkü inkârcılara, oradaki Evs ve Hazreç dinsizlerine yeşil ışık yakıyorlardı. Onlar da başkalarına karşı: “Peygamber gelecek ve sizin üzerinizde hâ­ki­miyet kuracağız.” diyorlardı. Bu sayede az da olsa bir ümitle gözlerinin önünde ziya şuleleri parıldayıp sönüyordu. Efen­di­miz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’ye gelince, taklit ve şehvetlerine ittibaları, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı peşin hüküm ve muhkem önyargıyla önceden O’nun hakkında verecekleri hükmü vermiş olmalarından dolayı ittiba edemediler, O’nu tam göremediler.

Konunun doğrudan doğruya Saadet Asrı’yla alâkalı olduğu kabul edilirse, yukarıda saydığımız bu tevcihler bahis mevzuu olur.

Arz edilen bu üç husus, mümesselün leh’i, وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ آمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْآخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ “Öyle insanlar da vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe inandık derler ama hakikaten iman etmemişlerdir.”336 âyetinden, sayfanın sonuna kadar fezlekesiyle beraber bütünüyle anlatılan münafıkların hâlleridir. Arz ettiğim bu üç hususa dair İbn Abbas ve tâbiîn imamlarından Süddî’den de bir rivayet vardır. Müfessirînden, dalâletin hidayetle değiştirilmesi, küfrün imanın yerini alması ve hakikatin yerini bâtıla bırakması gibi mânâlar ihtiva eden yorumlar da rivayet edilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’in temsillerinin hususiyetlerinden biri de, muhtelif meseleleri tek bir temsil çerçevesinde ele alıp anlatmasıdır. Yani birkaç âyette anlatılan o dağınık meseleleri tek bir temsilde toplayıp anlatma da Kur’ân-ı Kerim’e mahsus mucizevî bir üsluptur. O böyle mürekkeb bir teşbihle, yani ateşin yanması, karanlığın bu ateşle zâil olması, sonra hemen o ışığın söndürülmesi ve yeniden zulmetin gelmesi.. gibi hususlarla öyle bir resim sunuyor ki dahası olamaz. Bu, çölde yaşayan insanların bilebileceği, zevk edebileceği bir temsildir. Çöl insanı çölde ateş yakmanın, orada başkalarından yardım beklemenin, yardım arzu ve isteğinin başkalarına duyurulmasının ne demek olduğunu çok iyi bilir. Bu tasvirdeki sahneyi kısmen çölde kum fırtınasına tutulan veya Doğu Anadolu’da kar fırtınasına tutulan kimse herhâlde daha iyi anlar.

Evet, bir insan çölde muztar durumda kaldığında yerini, mevcudiyetini başkalarına duyurmak için yapacağı en makûl iş hemen bir ateş yakmaktır. İşte temsil bir yönüyle bunu işaretliyor ki, vahşî sahrada, kimsesiz ve ne yaptığını bilmeyen bir kimsenin en önemli işi, varlığını hissettirebilecek bir ateş yakma olmalıdır. Bir de çöldeki karanlık başka bir yerdeki karanlığa hiç benzemez. Başka bir yerde az çok bir ışık şûlesi, parıltısı görülür ve göreni ümitlendirir ama çölde bunların hiçbiri söz konusu değildir. Çölde güneşler batar, karanlıkla beraber her yanda bir yalnızlık hissi tüllenmeye başlar, gurbetlerle kuşatılır ruh.. ve işte bu dehşet içinde insanın, hem kendisine bir enîs olması hem de etrafını görmek için yapabileceği tek iş –Kur’ânî tabirle– istîkâd-ı nâr”dır.. yani bir ateş yakmaktır. Hem ısınmak hem hevâm ve haşaratı kaçırmak hem etrafını görebilmeye çalışmak hem de bu suretle orada mevcudiyetini başkalarına duyurmaya çalışmak.. evet, işte münafığın durumunu aksettiren canlı fotoğraf..!

Ayrıca bu temsilde şu da görülmektedir: “İstîkâd” tabiri istif’âl babındandır. Bu kipte talep ve tahavvül mânâsı olduğu gibi ta’diye (geçişlilik) anlamı da vardır. Şöyle ki bu şaşkınlar, ateş yakmayı şiddetle arzu etmiş ve o karanlık tabloyu değiştirme gayretine düşmüşlerdir. Onlar için yapılacak tek şey olması itibarıyla güç bela bir ateş yakmış, bir ölçüde de olsa onunla teselli olmuşlardır. Evet, ateş yakmak müstakil bir iştir, insanı meşgul eder. Ama yaktıktan sonra onu muhafaza etmek ayrı bir derttir. Tıpkı saadet ve huzur vaat eden bir sistem kurmak, kurduktan sonra da korumak ne ise bu da öyledir.

Bunlar bir ateş yakmışlardır ama başlarından aşağıya bardaktan boşalır gibi dökülen yağmura veya ortalığı birbirine katıp karıştıran fırtınaya karşı yaktıkları bu ateşi nasıl koruyacaklardır? Meselenin bir bu yönü var. Bir de, biraz evvel de arz edildiği gibi bunlar, gayret ve cehdle meydana getirdikleri bu ateşin, fırtınalarla sönme ihtimali karşısında hep gerilim içindedirler; hatta sönecek diye belki ateşe bile içlerinde düşmanlık hissi taşımaktadırlar. Zira genel manzara itibarıyla gözlerinin normal görme durumunu bile koruyamamaktadırlar; koruyamamakta ve karanlıkta görebilecek kadar dahi durumlarını muhafaza edememektedirler. Bence, arz edilen bu hususların hepsini وَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ “Onlar görmezler.” ifadesi işaretliyor gibidir.!

Burada müfredatın müfredata tatbikinin açık olmadığına daha önce değinmiştik. Yani şu parça şuna, bu da buna şeklinde parçaların birbirine tatbiki net görünmemektedir. Zira bu mürekkeb bir teşbihtir. “Müşebbeh” de “müşebbehün bih” de mürekkeb bir bütünlük arz etmektedir. Bir başka deyişle bu, mürekkebin mürekkebe benzetilmesinden ibarettir. Oldukça kötü ve bozuk bir ruh hâleti içinde ne yaptığını, ne yapacağını bilemeyen, küfürle iman arasında sürekli gel git yaşayan, şaşkınlık ve tereddütler ağında yol yorgunu bir yığın ki, bir şey almak için elini uzatırken onu kaybediyor, kaybettikçe haybet ve hüsran ruh hâleti içine giriyor ama şaşkınlıkla yeniden kaybettiğini elde etmeye çalışıyor. İşte böyle birinde ümitsizliğin ümidi, zulmetin parıltıyı takip etmesi hâlini.. evet, genel anlamdaki bu değişken psikolojik durumu مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا âyeti mürekkeb bir teşbihle ne güzel ifade etmiştir!

Parçaların birbirine tatbikini ise أَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَۤاءِ فِيهِ ظُلُمَاتٌ337 âyetini hecelerken –inşâallah– göreceğiz.

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (17. Âyet)

مَثَلُ kelimesi esasen henüz hangi mesel olduğu belli olmadığından bir garabet arz etmektedir. Vâkıa الَّذِي kelimesi buna omuz vermiş ve bu garabeti ifade etmektedir.

كَمَثَلِ’deki teşbih de yine bu garabeti ifade etmektedir ki “Künhü nâkâbil-i idrâk bu meselenin semt-i garabetini teşbihlerle aşabilirseniz aşınız.” der gibidir.

Bunlar aynı zamanda cezâlet-i Kur’âniye açısından omuz omuza vermiş tecâvüb ve tesânüd içindeki kelimelerdir. Ama biz o hususu değil, kuyûdun fevâidi diye de isimlendirebileceğimiz, tercih edilen kelimelerdeki dil inceliklerini arz etmeyi düşünüyoruz.

Evet, bu gürûhun durumu, “garip bir misal” olarak nazarlarımıza arz edilmektedir. Renk, desen ve şive itibarıyla hiçbir kalıba girmeyen, daima zikzak çizen, daima oynak ve hep ümitsizliğin ümidi takip etmesi, daima saadetin felâketle sonuçlanması gibi garabet arz eden bir durumun mevcudiyeti söz konusu onlar için.

الَّذِي kelimesi, bazı nahivcilere göre مَنْ, مَا gibi lafzı, müfred fakat mânâsı cemi’dir. Bu itibarla da ondan sonra lafzına râci müfred bir kelime de gelebilir, mânâsına râci cemi’ de. Mesela وَخُضْتُمْ كَالَّذِي خَاضُۤوا “Siz daldınız, tıpkı dalanlar gibi.”338 âyetinde الَّذِي müfreddir, ama sılası cemi’ sigasıyla خَاضُۤوا gelmiştir. Vâkıa, başka nahivciler الَّذِي sadece müfred içindir, cemi’ için الَّذِينَ kullanılır demişlerdir.

Burada الَّذِي kelimesinin seçilmesinde diğer bir nükte ise şudur: Münafıklar o tereddüt ve şaşkınlıkları içinde hep yalnız ve tek başlarına idiler. Yani onlardan her bir fert, bir keşmekeşlik ve panik havası içinde sadece kendini düşünüyordu. Sağlam bir heyet-i içtimaiye teşkil edemediklerinden dolayı hemen her fert kendi mukadder akıbetinin helecan ve heyecanını yaşıyordu.

Burada diğer bir husus daha var gibi. Şöyle ki, nasıl böyle karanlık ve zulmanî bir hava içinde hedefi, yönü, yöntemi belli olmayan bir topluluğun fertlerinin her birisi farklı istikametlere yönelir. Karanlıklar içinde bulunan yığınların böyle münferit hareket etmeleri onların hepsine ayrı bir kıble diker. (Fıkıh kitaplarında da, karanlıkta cemaatle namaz kılan kimselerden imam bir yöne doğru, cemaatten de kimisi doğuya, kimisi kuzeye, kimisi güneye, kimisi başka yöne müteveccihen namaz kılsalar namazları olur mu, olmaz mı şeklinde üzerinde durulan bir mesele vardır.) Aynen bunun gibi birbirlerini görebilecek hâlde olmayan kimselerin tevhid-i kıble yapmalarına, aynı yöne teveccüh etmelerine de imkân yoktur. Aksine onlar her hâllerinde bir ferdiyet görünümü sergileyeceklerdir. Bir gaye-i hayal olmazsa ya da unutulur veya unutulmuş gibi yapılırsa herkes الَّذِينَ الَّذِينَ diyeceği yerde الَّذِي الَّذِي diyecek, ferden ferdâ hareket edeceklerdir. Allahu a’lemü bi’s-savâb.

الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا : اسْتَوْقَدَ kelimesi, daha önce de arz ettiğim gibi, istif’âl babındandır. Bu babın س’i birçok mânâya gelir. Eski usûl Arapça okuturlarken bize bu س için, “Sual ile talep, vicdan, tahavvül, itikad, iman, tamam teslim olur, el-ân rücu kıl Rabbü’l-A’lâ’ya.” diye öğretirlerdi. Bu mânâların hepsini burada mülâhaza mümkün müdür, o ayrı bir konu. Kelime, etraflarında toplanıp oturdukları ateşi sırf etraflarını rahat görebilmek için yaktıklarına işaret ediyor.

حَوْلَهُ kelimesinden de onların sadece kendi çevre ve kendi muhitlerinin aydınlandığı anlaşılıyor. Bundan başka, meydana getirecekleri fitne de zaten sadece kendi muhitlerinde muvakkat bir tesir yapacak, ama muhitlerinin dışına çıkamayacaktır. Evet, حَوْلَهُ “çevresi” sözünün seçilmesi; ziya ve zulmet konusunun yanında, meydana getirecekleri fitnenin sınırlı olacağı ihtimalinin de işareti gibidir.

Ayrıca ذَهَبَ اللهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ “Allah onların nurunu alıp götürdü ve onları zulmet içinde bıraktı.” âyeti mazmununca, insanın kendi kendine aydınlanması veya –sebebiyet müsellem– kendi kendine zulmete düşmesinin imkânsızlığı vurgulanıyor ki bu, aynı zamanda Mutezile anlayışına da net bir cevap teşkil etmektedir. Zira âyet açıkça ذَهَبَ اللهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ “Allah onların nurunu alıp götürdü ve onları üst üste, kat kat zulmetler içinde bıraktı.” diyerek, onların nurunun sönmesini ve kat kat zulmetler içerisinde kalmalarını bizzat Zât-ı Ulûhiyet’e nisbet etmiştir.

ظُلُمَات kelimesiyle, sadece bir tek zulmet olmadığını, vicdanlarının sıkıntı ve ızdırapla inlediğini, çevrelerinin kendilerine yabancılaştığını, birbirini takip eden ürpertici hâdiselerin onları tehdit eder hâle geldiğini, bir iki küçük ümitbahş meselenin yanında bir hayli ümitşiken hâdisenin ortaya çıktığını/çıkabileceğini ve تَرَكَهُمْ sözü ile de onların böyle peşi peşine gelen karanlıklar içinde terk edildiklerini anlatıyor ki, artık böyle bir durumda ne bir himaye ne bir inayet ne de bir kerem söz konusu olacaktır. Bu üst üste zulmetler içinde, Hazreti Yunus’un (aleyhisselâm) balığın karnında yaşadığı karanlıklar içindeki hâline nispetle, kendilerini –mânevî hayatlarıyla ilgili olması sebebiyle– bin beter zulmetler içinde bulacak ve لَا يُبْصِرُونَ fehvasınca, baksalar da bir şey göremeyecekler. Keli­me nefy-i istikbal olduğundan, şimdi göremedikleri gibi gelecekte de göremeyecekler demek olur. Bu, لَا يَشْعُرُونَ kelimesinin tekâbülü mahiyetindedir. Zira şuur olmayınca basar ve basiret de olmayacaktır. Buna baştan kendileri sebebiyet vermiş olmaları itibarıyla فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ “Ne var ki onlarda kör olan, gözler değil, asıl kör olan, sinelerindeki gönüller!”339 âyeti, mazmun olarak tam onların hâlini aksettirmektedir.

Artık bu noktada şu sibak ve siyaka göre yeniden münasebetler kurup kelimeler arasında şu bağ var, bu bağ var demeye hiç lüzum yok. Zira sadedinde bulunduğumuz âyetin arkasından صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ Sağır, dilsiz ve kördürler onlar.. onun için dönemezler.”340 âyeti gelmektedir. Evet âyet, mürekkeb bir teşbih içinde bir bakıma onların zulmanî ve acınacak hâlde olmalarına rağmen acınma hakkını da yitiren densizlerin durumuna düştüklerini öyle bir resmetmektedir ki, hayalen yanlarına gittiğinizde körebe oynar gibi gözlerinin kapalı, kulaklarının duymaz olduğunu, pür-heyecan birkaç söz söylemeye çalıştıkları hâlde bir türlü maksatlarını ifade edemediklerini ve geldikleri yere dönmeyi düşündükleri hâlde onu da asla beceremediklerini müşâhede eder gibi olursunuz. Evet, âyet bunu bütün canlılığıyla ifade etmektedir. Körebe oyunu, ne yaptığını, nereye gideceğini bilememe, hesapsız hareket etme, davranışlarda plâna itimat etmeme hâlini ifade eder ki, her hâlde bu hususu anlatmak için çok uygun bir deyimdir.

Evet, Kur’ân-ı Kerim صُمٌّ “Onlar hepsi sağırdırlar”, بُكْمٌ “dilsizdirler”, عُمْيٌ “kördürler” ve لَا يَرْجِعُونَ “dönemezler”, başta iradeleriyle dışarıya çıktıktan sonra aslî fıtratlarına, geçmiş dinlerine, ümit ettikleri o peygamberin zuhur edeceği beklenti âlemine artık bir daha geriye dönemezler demektedir. Zira onlar her türlü imkânlarını kaybetmişlerdir.

Müfredat Mânâsı (18. Âyet)

صُمٌّ kelimesi, صَمَّ – يَصَمُّ fiilinden gelir. Dördüncü babdan pek çok fiilde olduğu gibi sıfat-ı müşebbehe olarak müfred müzekkeri أَصَمُّ’dur ki “sağır” demektir. Bunun müennesi صَمَّاءُ’dur. Her ikisinin cemi’si de صُمٌّ gelir.

بُكْمٌ kelimesi de yine dördüncü babdan, بَكِمَ – يَبْكَمُ kökünden olup sıfat-ı müşebbehesi أَبْكَمُ gelir. “Dilsiz” demektir. بَكْمَاءُ dilsiz kadın için kullanılır. Her ikisinin cemi’si de بُكْمٌ’dür ki, kadın-erkek dilsiz kimseler demektir.

عُمْيٌ kelimesi ise “gözün kör olması, ışıktan istifade edememesi, etrafını görememesi” hâllerini ifade eden عَمِيَ– يَعْمَى fiilinden gelir. Sıfat-ı müşebbehesi müzekker için أَعْمَى, müennes içinse عَمْيَاء şeklindedir. Âmâ kelimesini biz de Türk­çe­mizde aynı mânâda kullanırız. أَعْمَى ve müennesi olan عَمْيَاء kelimelerinin cemi’si عُمْيٌ’dür. İşte burada üç kelime gayet fonetik bir letâfet içinde صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ şeklinde ifade edilmektedir ki gayet latif düşmektedir.

Önceki âyette, haklarında darb-ı mesel yapılanların umumi ahvâli bir temsille anlatılmıştı, burada ise o temsil figürlerinin hususi durumları anlatılıyor. Demek bunların hepsi kör, hepsi sağır, hepsi dilsizmiş de kimseye seslerini duyuramıyor; etraflarında söylenen sözleri duyamıyor; dahası, iyi kötü çevrelerinde olup biten şeyleri de doğru okuyamıyorlarmış.

Şimdi biraz evvel arz edilen noktadan hareketle buradaki durumu tahlile çalışalım. Burada davet iki şeye oluyor: Biri hayra, biri şerre. Zira “istîkâd (ateş tutuşturma)” kelimesi, ya münafıkların reisine veyahut Allah’ın eliyle Resûl-i Ekrem’e aittir. Burada iki ihtimal de söz konusu olabilir. Bazen de bir tek hâdise iki hususa birden bakabilir. Mesela buradaki bu ibare, Allah’ın yaktığı nurla mü’minler tenevvür ederken, münafıkların şahsî düşünceleri itibarıyla karanlıklar yaşadığını ifade eder. أَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ صَدْرَهُ لِلإِسْلَامِ فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّه۪ فَوَيْلٌ لِلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ مِنْ ذِكْرِ اللهِ أُۨولٰۤئِكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ “Hiç Allah’ın, göğsünü İslâm’a açması sayesinde, Rabbisi tarafından nura kavuşan kimse, kötü tercihi sebebiyle fıtratını değiştiren, kalbi katılaşan, göğsü daralan kimse gibi olur mu? Yazıklar olsun kalbleri Allah’ı anma hususunda katılaşmış olanlara! İşte onlar besbelli bir sapıklık içindedirler.”341 âyeti her iki hususu da ifade eden bir beyandır.

Evet, Allah bir insanın kalbini imana açıp şerhetti mi artık o, Allah’tan gelen bir nur ile aydınlanmış demektir. Onun oturuşu nur, kalkışı nur, görüşü nur, duyuşu nur.. yani o, çepeçevre nur içindedir ki, Buhârî ve Müslim hadislerinde Allah Re­sû­lü (sal­lal­lâhu aleyhi ve sellem) böyle çepeçevre nuraniyete taleplerini: اَللَّهُمَّ اجْعَلْ فِي قَلْبِي نُورًا، وَفِي بَصَرِي نُورًا، وَفِي سَمْعِي نُورًا، وَعَنْ يَمِينِي نُورًا، وَعَنْ يَسَارِي نُورًا، وَفَوْقِي نُورًا، وَتَحْتِي نُورًا، وَأَمَامِي نُورًا، وَخَلْفِي نُورًا، وَاجْعَلْ لِي (وفي رواية: واجعلني) نُورًا “Allah’ım! Kalbime nur, gözüme nur, kulağıma nur, sağıma nur, soluma nur, üstüme nur, altıma nur, önüme nur, arkama nur ver ve baştan aşağı bana nur ihsan eyle (bir rivayette: beni nur kıl).”342 şeklinde seslendirir. Keza اَللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ اٰمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَالَّذِينَ كَفَرُۤوا أَوْلِيَۤاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ “Allah iman edenlerin yardımcısıdır, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise tağutlar olup onları aydınlıktan karanlıklara götürürler.343 âyetiyle de tek bir hâdise içinde, bir hidayet ve bir nurun herkesin fıtratına ve müstaid olmasına göre şekillenmesi.. birinin nura mazhariyetle zulmetten çıkması; berikinin tağutlara intisabı ve ittibaıyla nuru bırakıp zulmete gitmesi yukarıdaki mülâhazanın farklı bir teyidi mahiyetindedir.

Evet, münafıkların da yerinde nuru kendileri için faydalı görüp, az dahi olsa ümide kapılıp, ondan istifade etme hazırlıkları yaparken birden bire hayal kırıklığı ve yıkılan ümitleriyle oldukları yerde kalakalmaları, onlara dünyada bir inkisar yaşattığı gibi ötede de yani kabirde, berzahta da aynı şekilde inkisarlar yaşatacaktır. Hatta mahşerde Allah’ın huzuruna gittiklerinde de aynı şey olacaktır. Orada yaşanan sergüzeştiyi anlatma sadedinde Kur’ân, daha önce bir başka münasebetle zikrettiğimiz âyet-i kerîmede:

يَوْمَ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ لِلَّذِينَ اٰمَنُوا انْظُرُونَا نَقْتَبِسْ مِنْ نُورِكُمْ قِيلَ ارْجِعُوا وَرَۤاءَكُمْ فَالْتَمِسُوا نُورًا فَضُرِبَ بَيْنَهُمْ بِسُورٍ لَهُ بَابٌ بَاطِنُهُ فِيهِ الرَّحْمَةُ وَظَاهِرُهُ مِنْ قِبَلِهِ الْعَذَابُ.

“O gün münafık erkek ve kadınlar, mü’minlere: ‘N’olur,’ derler, ‘yüzümüze bir bakın da nurunuzdan biz de yararlanalım!’ Bunun üzerine onlara şöyle denilir: ‘Arkanıza dönün de bir nur arayın!’ Derken, aralarına bir duvar çekilir. Bu duvarın bir kapısı olup bu kapının iç tarafında rahmet, dış tarafında ise azap vardır.”344 buyurur ki, mü’minler sağları-solları, önleri-arkaları pür-nur yürürken ve muradlarına ererken, münafıklar dökülüp yollarda kalmanın ezikliği ile, “Dönün, bir parça bize bakın da bütün bütün karanlıkta kalmayalım.” derler. Bu, “Bir parça bizi de nurunuzla gözetin.” anlamına da gelir. Mü’minler de onlara: Dünyada dönüp durup hep döneklik yaptığınız için dönün kapkaranlık dünyanızda –bulabilirseniz– bir ışık arayın.” derler. Bu muhavere devam ederken birden bire perdeler iner, arada engebeler, sütreler oluşur ve bu diyaloğa son verilir. Surun, sütrenin sadece mü’minlerin gireceği tek kapısı vardır ki, içeride kâbil-i idrâk olmayan engin bir rahmet, sütre berisi ve dış tarafta da tarifi imkânsız bir azap vardır. Azabı tadanlar çığlık çığlık bağırırlar: “Dünyada sizinle beraber değil miydik?” Ama nafile…

İsterseniz şimdi geriye dönelim. Evet, görüldüğü gibi mesele iki şekilde cereyan ediyor: Bir hayra davet, bir de şerre. Konuyu şerre davet olarak ele aldığımızda şöyle anlayabiliriz: اسْتَوْقَدَ نَارًا, bu ateşi yakan kimse insanları şerre davet etmekte, fitne çıkarmakta, halkı kandırmakta, onlara boş ümniye ve kuruntular vaat etmekte, onları bir kısım idealler arkasında sürüklemekte, ütopik fikirlerle onları meşgul etmekte, yalancı bir ışık yakmaktadır. Işık yakma sözü Türkçede de bu mânâda kullanılır. اسْتَوْقَدَ نَارًا beyanında sarahat yok; bu kim olursa olsun.. Abdullah İbn Übey İbn Selûl, Ka’b İbn Eşref veya başkası… fark etmez. Tabi bunların ışıklarının sönmesi, hâliyle fitne ateşlerinin sönmesi demektir.

ذَهَبَ اللهُ بِنُورِهِمْ Işıklarını Allah aldı götürdü ve gözleri görmez oldu, işleri de altüst. Allah onların fitne ateşlerini işte böyle söndürdü.

Hayra davet keyfiyetine gelince; Cenab-ı Vacibü’l-Vücud, Habib-i Edib’inin eliyle onlara bir nur, bir ışık yaktı. Bu ışık, geçmiş kitapları teyit eder mahiyetteydi. Onların o güne kadar bir beklenti hâlinde tekrar edip durdukları meseleleri realite safhasına çıkarıcı ve ümit bakımından onları besler mahiyette bir ışık yaktı. Ne var ki onlar, kanaat değiştirip farklı bir yola gittiklerinden dolayı Allah (celle celâluhu) da o ışığı söndürdü. Bu arada Aleyhissalâtü vessselâm etrafında toplananlar ise o nur ile nurlandılar, Allah da onların kalblerine inşirah verdi. İşte Allah nurunun iki tarafa bakan farklı yanları…

Demek oluyor ki, temsil ele alınırken مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا cümlesinde, seçilen kelimelerin karakteristik durumları itibarıyla, bir tek hâdise gibi görülen tek bir meselede hem münafıkların karanlık durumları hem de Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirip yaktığı ışık ve bu ışığın etrafında kelebekler gibi toplanıp pervâz edenlerin nur-efşân hâlleri ifade ediliyor. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaktığı ışığa karşı onların kör, duygusuz, dilsiz, kalbsiz olmalarına mukabil, mü’minlerin hem o nurdan istifade etmeleri hem de Allah tarafından muhafaza edilip fitne ateşlerinin onlara zarar vermeyeceği vurgulanıyor.

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (18. Âyet)

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ “Sağır, dilsiz ve kördür onlar. Onun için dönmezler.” âyetinde geçen kelimelerin inceliklerine gelince:

Evvela insanlar, misal içinde de müşahede ettiğimiz gibi, kendilerini böyle olumsuzluklar içinde görünce, yani ıpıssız bir çölde, kimsesiz, garip, tek başına, vahşi hayvanların dehşet verici sesleri ve tabiatın bir mânâda ürpertici manzarası karşısında etrafında neler olup bittiğini iyice anlayabilmek için önce kulak kabartırlar. Ne var ki kulakları o sesleri seçememekte, hiçbir şey duyamamaktadırlar. Çünkü صُمٌّ “sağırdırlar”. Ayrıca çöldeki o vahşete ayrı bir vahşet katan, etraflarında olup biten şeyleri duyamayışları, iç içe ürpertiler yaşayışları canlarını gırtlaklarına getirir de, bir ızdırar hâliyle o vahşet-âlûd durumlarını etraflarına duyurmak ve başkalarından yardım istemek için kendilerini sıkar ve “Yardıma gelen yok mu?” diye bağırmak isterler. Ne var ki, bağırmaya teşebbüs ettiklerinde bakarlar ki dilleri de tutulmuş. Evet, onlar بُكْمٌ “dilsizdirler”. Ne ses duyarlar ki onunla ünsiyet etsinler ne seslerini duyurabilirler ki bir enîsin gelmesine vesile olsun. Son çare olarak bu korku ve vahşet veren karanlıklar içinde etraflarını bir kere daha süzmeye dururlar. Heyhat, o gayretleri de boşunadır; hiçbir şey göremezler; zira onlar عُمْيٌ “kördürler”. Son bir gayret bu vahşet-âlûd durumu derk edip fıtrat-ı selimeye dönmek için çırpınırlar ama, فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ “Onlar dönemezler.” Dönemezler, çünkü istidatları körelmiştir. Ve bu Cehennem’e benzeyen hâlete kendileri sebep oldukları için onun içinden çıkamazlar; çıkamaz ve çırpındıkça batarlar.

Burada işârî olarak bir diğer hususu da arz etmekte yarar var: Bunlar, şehevât-ı nefsaniyelerine inhimak ettikleri, o atmosferde duyulan her şey şehevât-ı nefsaniye ve behîmî arzularının sesi soluğu olduğundan ve bir türlü de bunun dışına çıkamadıklarından, etraflarında hak adına söylenen şeyleri asla duyamazlar. Çünkü صُمٌّ “sağırdırlar”.

Kalblerinde iman olmadığından dolayı, gelen âfâkî malumatı değerlendiremedikleri ve bundan ötürü de kalblerinde iz’an hâsıl edecek ölçüde bir canlılık olmadığı için “La ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah” diyemezler; zira بُكْمٌ “dilsizdirler”.

Vicdanları sâlim olmadığı, içlerinde bir musaddık bulunmadığı, âfâkî âlem de onlara bir şey ifade etmediği için onlar عُمْيٌ “bakar kör”dürler. Kur’ân-ı Kerim’in bu mülâhazayı te­yit sadedinde: فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ “Onların gözleri (basarları) kör değil; esas göğüslerin­de­ki kalbleri (yani basiretleri) kördür.”345 âyetiyle bu tür bakar körlere vurguda bulunduğu ve insanları basiretli olmaya çağırdığı daha evvel de ifade edilmişti.

İşte bu vaziyetteki kimselerdir ki, hiçbir zaman ayrıldıkları o ilk noktaya, fıtrat noktasına dönemezler. Vâkıa, ebediyen dönemezler değil. Çünkü âyet لَا يَرْجِعُونَ “dönemeyecekler” demekte, لَنْ يَرْجِعُوا “ebediyen dönemeyecekler” dememektedir ki bu, her şeye rağmen yine de bir ümidin olduğunu, aslında isteseler dönebileceklerini anlatır. Bu ifadelerle de insan iradesinin önemi vurgulanır ki, kendi iradeleriyle düştükleri gibi –Allah’ın (celle celâluhu) izniyle– yine kendi iradelerini kullanarak bu durumdan kurtulabilecekleri anlaşılır.


318 Bakara sûresi, 2/17-18.

319 Bkz.: Bakara sûresi, 2/6, 261; Hûd sûresi, 11/24; İbrahim sûresi, 14/18; Cum’a sûresi, 62/5; Yûnus sûresi, 10/24; Kehf sûresi, 18/32 vd.

320 Kehf sûresi, 18/32.

321 Bakara sûresi, 2/24.

322 Rûm sûresi, 30/50.

323 Ankebût sûresi, 29/20.

324 Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.165.

325 Bakara sûresi, 2/18.

326 Rûm sûresi, 30/50.

327 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.85 (Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat).

328 Kaf sûresi, 50/16.

329 Enbiyâ sûresi, 21/104.

330 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.207 (On Altıncı Söz).

331 Ankebût sûresi, 29/43.

332 Haşir sûresi, 59/21.

333 A’râf sûresi, 7/176.

334 Cum’a sûresi, 62/5.

335 Meryem sûresi, 19/59.

336 Bakara sûresi, 2/8.

337 Bakara sûresi, 2/19.

338 Tevbe sûresi, 9/69.

339 Hac sûresi, 22/46.

340 Bakara sûresi, 2/18.

341 Zümer sûresi, 39/22.

342 Buhârî, daavât 10; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 181.

343 Bakara sûresi, 2/257.

344 Hadîd sûresi, 57/13.

345 Hac sûresi, 22/46.

-+=
Scroll to Top