Bakara Sûre-i Celîlesi (19-20. Âyetler)

أَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَۤاءِ فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ أَصَابِعَهُمْ فِي اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ ۝ يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَۤا أَضَۤاءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَإِذَۤا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا وَلَوْ شَۤاءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

“Yahut onların durumu, gökten sağanak hâlinde boşalan ve içinde yoğun karanlıklar, gök gürlemeleri ve şimşekler bulunan yağmura (tutulmuş kimselerin hâline) benzer. Yıldırımların verdiği dehşetle, ölüm korkusundan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Fakat Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Şimşek nerdeyse gözlerini kör edecek. Önlerini aydınlattı mı ışığında yürürler, (şimşek sönüp) karanlık çökünce de dikilir kalırlar. Allah dileseydi kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah gerçekten her şeye kadirdir.”

Bu iki âyet-i kerimede de, ikinci bir temsille âdeta değişik bir münafık tipi tasvir ediliyor. Temsilin hususiyetinden an­la­şılan o ki, farklı olan sadece temsil değil; aynı zamanda mü­mes­selün leh de farklılık arz ediyor. Yani evvelki temsilde anlatılan münafık bu ikinci temsilde anlatılan münafıktan oldukça farklı. Çünkü birinci temsilde onların kör, sağır ve dilsiz oldukları, iç içe karanlıkların onları kuşattığı, ızdırar ruh hâ­le­tiy­le aydınlanmak için yaktıkları ateşin söndüğü ve sönen ateşle ümitlerinin de karardığı resmediliyordu; ikinci temsilde ise zaman zaman bir kısım parıltıların zuhur ettiği, bu parıltıların zuhuruyla onların da bir miktar yürüdükleri belirtilerek, yer yer duydukları gök gürültüsünün korkutan sesini, şimşeğin parlaklığını, yıldırımın hâsıl ettiği ürpertiyi hissedebilecek, görebilecek, duyabilecek ve bunları ifade edebilecek durumda bulunan bir grubun resmedilmesi söz konusu.

Bu üslup farklılığından da, evvelki temsille anlatılan gürû­hun âmi, görgüsüz, bilgisiz, etrafında olup biten şeyleri anlayamayan bir münafık tipi olduğu; ikinci temsilde anlatılanların ise münafıkların –tabir caiz ise– havas tabakası olduğu hissi uyanıyor ki, bunların çevrelerinde olup biten şeylerden haberdar oldukları, gözleri bir parıltı gördüğünde parıltının zuhurunu fırsat bilip yürümeye azm ü ikdamda bulundukları ve ellerine geçen her imkânı değerlendirme fikrine sahip oldukları görülüyor.

Bu temsillerde ikinci bir husus da, bunların mürekkeb ya da muferrak bir teşbih sayılmasıdır. Vâkıa bu gibi meselelerde farklı mütalâaların bulunması tabiî gibidir. Zira mürekkeb bir teşbihin eczâsını parçalayıp bir şeye tatbik etmek de mümkündür. Belâgatçılar her ne kadar bu tür teşbihlerin birini muferraka, birini de mürekkebe hamletseler de Kur’ân-ı Kerim’e has bir ede­biyat stili çerçevesinde her iki şıkka da kâbil-i tatbik olması iti­ba­rıyla bunu böyle kabul etmek daha muvafık görünüyor.

Müfredat Mânâsı (19. Âyet)

Şimdi de isterseniz âyet-i kerime, müfredatıyla ne ifade ediyor, onu heceleyelim:

Konuya, أَوْ كَصَيِّبٍ denerek başlanıyor ve anlatılan hususların temel unsurları, parçaları bir araya getirilerek tek misalde birleştirilip böyle bir münafık grubun varlığı vurgulanıyor. Biz bunlara, takdiren “ashab-ı sayyib” diyelim.

كَصَيِّبٍ’e, “yağmur misali” yahut “yağmura tutulanların misali” şeklinde mânâ verebiliriz. صَيِّب kelimesi, صَابَ – يَصُوبُ fiilinden türemiş bir kelimedir. Türkçemizde kullandığımız “isabet” ve “musibet” kelimeleri de bu kökten gelir. Aslı صَوَبَ’dir. Bu fiilin mânâlarından biri, “gökten, üst taraftan inme, dökül­me”dir. Sayyib kelimesi, bu kökten iştikak etmiş سَيِّد vezninde sı­fat-ı müşebbehedir ki, yağmur mânâsına kullanıldığı gibi, yağ­mu­run kaynağı bulut mânâsına da kullanılır. Yağmur mâ­nâ­sı­na aldığımızda, kelimenin nekre olarak seçilmesinin ifade ettiği çokluk anlamıyla birlikte “yukarıdan aşağıya şakır şakır dö­kü­len” mânâsına gelir. Biz böyle bir yağmuru anlatırken daha zi­ya­de “Bardaktan boşalıyor gibi” tabirini kullanırız.

Ayrıca bu kelime bize, yakın, üst üste yığılmış kesif bulutlardan yağmurların gelmesi itibarıyla havanın keyfiyeti hakkında da şöyle-böyle fikir veriyor gibidir.

فِيهِ ظُلُمَاتٌ ifadesine gelince; bulutun kesâfetini, üst üste yığılmış hâlini, yağmurun onun içinden inmesini, keza onun yakın ufku kuşatmasını ve insan üzerinde bütün semayı kaplamış intibaını uyarmasını âyetteki kelimelerin tecâvüb ve tesânüdünden (kelimelerin bir anlam etrafında dayanışması) çıkarabiliriz.

Musibetin de aynı kökten geldiğini söylemiştik. صَيِّب sözcüğünün seçilmesinde, –onların kanaatlerine göre maruz kaldıkları– musibete de bir telmihin var olduğu söylenebilir. صَيِّب dendikten sonra, belli ki şakır şakır dökülen o su, yağmur mahiyetinde semadan dökülür; işte bunu vurgulamak için مِنَ السَّمَاءِ “semadan” denmiştir.

السَّمَاء kelimesi سَمَا – يَسْمُو kökünden gelir. Mânâsını şu şekilde ifade etmişlerdir: كُلُّ مَا عَلَاكَ فَهُوَ سَمَاءٌ “Senin üzerinde, senden yukarıda olan her şey (izafi olarak, sana göre) ‘sema’dır.” Bu açıdan, yerin üstünde olması itibarıyla atmosfer, Dünya’nın fevkinde olması yönüyle Güneş sistemi ve Güneş sisteminin bağlı bulunduğu büyük galaksi de hep sema sayılır. Kur’ân’da semaya اَلسَّقْفُ الْمَرْفُوع346 da denmiştir ki bu, “başımızın üzerine kaldırılmış yüksek, âlî tavan” demektir. وَجَعَلْنَا السَّمَاءَ سَقْفًا مَحْفُوظًا347 âyetinde ise, onun “korunmuş bir tavan” olduğu ifade edilmiştir. Bir hadiste ise, مَوْجٌ مَكْفُوفٌ348 şeklinde tarif edilmiştir ki bu ifade Risale-i Nur’da, “emvâcı karardâde olmuş bir deniz” şeklinde tercüme edilmektedir.349 “Mekfûf”, “bütün kaynamaları, çalkalanmaları ve dalgaları dinmiş, sabit, karara ermiş, ahengini bulmuş ve Al­lah’ın astronomik nizamı muttarit kılması ile artık bir nizam ve intizam içine girmiş” demektir. Evet, sema, böylesine mevceleri dinmiş bir makro âlemin unvanıdır.

فِيهِ ظُلُمَاتٌ : Zulümât, zulmet kelimesinin çoğuludur. Zulüm ve zulümât aynı kökten gelir. Bir hadiste de bu ikisi beraber şöyle kullanılır: اَلظُّلْمُ ظُلُمَاتٌ يَوْمَ الْقِيَامَةِ “Zulüm, kıyamet günü zulümâttır (iç içe karanlıklar şeklinde zalimin karşısına çıkar).”350 Bunlardan biri, haksızlık, başkalarının hukukunu çiğneme demektir; diğeri ise insanın basarında, basiretinde karanlık hâsıl eden bir keyfiyettir. Zulmün; haksızlık, kendine tanınan sınırları geçme, haddini tecavüz etme şeklindeki şer’î mânâsına mukabil zulmet, karanlığın ışığa galebe çalması, ışığın sınırlarını tecavüz etmesi gibi tekvinî bir mânâ ifade etmektedir.

وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ : Mutlak cem için olan وَ ile ifade edilen bu kelimeler, semavî bir hâdisenin çeşitli yönlerinden ikisinin adıdır. Gök gürültüsü anlamına gelen رَعْدٌ kelimesinin telaffuzunda da, kelime musikisi açısından gök gürültüsündeki ürperti ve titreme; gök gürlemesinde titreyerek çıkan havanın titreşimi ve bunun insanlarda bir ürperti hâsıl etmesi hissedilmektedir ki bütün bu fonksiyonların başka bir kelimeyle ifadesi imkânsızdır.

بَرْقٌ kelimesine gelince o, hemen çakan, parlayan, kaybolan ve süratli olarak parıltılar saçan bir ışık sarmalı, şimşek demektir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraçta sırtına bindiği “Burak”351 da –keyfiyeti ne ise– aynı kökten gelmektedir ki, sürat-i hareketinden, nuraniyetinden, gözünün gördüğü yere ayağını basmasından, ışık süratinde veya daha seri hareket etmesinden bu unvanla yâd edilmiştir.

يَجْعَلُونَ kelimesi, جَعَلَ – يَجْعَلُ’den malum bir muzâridir. Bu kelimenin çeşitli mânâları vardır: Yarattı, kıldı, yaptı demektir. Aynı zamanda Arapça yardımcı fiil nevilerinden “ef’âl-i şurû’”dan­dır; mesela وَجَعَلَ يَأْكُلُ “Yemeye durdu.” demektir. وَاللهُ جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ بِسَاطًا352 âyetinde olduğu gibi “ca’l” Allah’a da isnat edilir ki “Allah yeri size bir yaygı yaptı.” meâlindedir. Hazreti Âdem’in hilafetinin anlatıldığı âyetlerdeki إِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَۤائِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً “Hatırla ki, Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti.353 ifadesi ise, Hazreti Âdem’in yaratılmasını değil de, yaratılmasının neticesi hilâfetle serfiraz kılınmasını anlatır. Vâkıa جَعَلَ bazen sunîlik, yapmacıklık da ifade eder. Biz “Ca’lî bir surette işi şöyle yaptı-böyle yaptı.” deriz ki, bu öncekilerden farklı bir kullanım şeklidir.

أَصَابِعَهُمْ cemi’ bir kelimedir ve “onların parmakları” mâ­nâ­sınadır.

اٰذَان kelimesi, أُذُن kelimesinin çoğuludur. Kulaklar demektir. Vâkıa, يَجْعَلُونَ أَصَابِعَهُمْ فِي آذَانِهِمْ “Parmaklarını kulaklarına tıkarlar.” şeklinde ifade edilen durum aslında, parmak uçlarının kulağın deliğine sokulması şeklinde tahakkuk eder. Gerek parmak ucu yerine parmağın bütününün, gerekse kulak deliği yerine kulağın bütününün zikredilmesi mecazdır ki, ayrı bir belâgat nüktesi ifade etmektedir.

اَلصَّوَاعِق kelimesi, “korkunç ses, çığlık, helâk edici azap, ölüm” gibi mânâlar verilen صَاعِقَة kelimesinin cem’idir. ص – ع – ق kökünden, hem üçüncü babdan (صَعَقَ – يَصْعَقُ) müteaddî fiil, hem de dördüncü babdan (صَعِقَ – يَصْعَقُ) lâzım fiil gelir. Birincisi, “çarpmak, azaba çarptırmak, korkunç bir sesle devirmek” mânâsına gelmesine mukabil, ikincisi “ölmek, bayılmak, devrilmek” gibi anlamlar için kullanılır. Kelime fiil olarak da, isim formatında da Kur’ân-ı Kerim’de geçmektedir. Misal sadedinde şu âyetleri zikredebiliriz: وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَصَعِقَ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ إِلَّا مَنْ شَاءَ اللهُ “Sûra üflenir; Allah’ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde kim varsa çarpılmış olarak cansız devriliverirler.”354 وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًا “Ve Musa da Tur’da düştü, bayıldı.”355 فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ “Eğer yüz çevirirlerse Sen şöyle de: Sizi, Âd ve Semûd halklarını çarpan azap misali bir azapla uyarırım.”356 Konuyla alâkalı Buhârî ve Müslim’deki bir hadis-i şerifte de Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), لَا تُفَضِّلُوا بَيْنَ أَنْبِيَاءِ اللهِ، فَإِنَّهُ يُنْفَخُ فِي الصُّورِ، فَيَصْعَقُ مَنْ فِي السَّمَوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ، إِلَّا مَنْ شَاءَ اللهُ، ثُمَّ يُنْفَخُ فِيهِ أُخْرَى، فَأَكُونُ أَوَّلَ مَنْ بُعِثَ، فَإِذَا مُوسَى آخِذٌ بِالْعَرْشِ، فَلَا أَدْرِي أَحُوسِبَ بِصَعْقَتِهِ يَوْمَ الطُّورِ، أَمْ بُعِثَ قَبْلِي “Allah’ın peygamberleri arasında, ‘Şu şundan hayırlıdır.’ gibi tafdilde bulunmayın. Şöyle ki; ilk defa ‘Sûr’a üfürüldüğünde, –Allah’ın diledikleri dışında– göklerde ve yerde kim varsa çarpılmış olarak cansız devriliverirler. Son­ra ikinci defa üfürülür de ilk diriltilen Ben olurum. An­cak o esnada Hazreti Musa’yı (aleyhisselâm) Arş’ın kai­de­lerine tutunmuş olarak göreceğim. Bilmiyorum, daha önce ya­şa­dığı Tur’daki (tecellî neticesinde meydana gelen) bay­gın­lık­tan dolayı mı yeni bir baygınlık yaşamadı, yoksa önce mi haş­rol­du?” buyurmaktadır.357

حَذَرَ الْمَوْتِ : “Ölüm korkusuyla” demektir. حَذَرَ “sakınma, korkma, ürkme, kaçınma, bir şeyden uzaklaşma” anlamlarına gelmektedir. الْمَوْت ise “ölüm” demektir.

Evet, münafıklar ölüm endişesiyle, ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar, böylece o korkunç sayhadan kurtulmaya çalışıyorlar ama heyhat, وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ fehvasınca onlar çepeçevre kuşatılmış bulunuyorlar.

أَحَاطَ : مُحِيطٌ fiilindendir ve “ihata etme, kuşatma, etraflarını çevirme, dışarıya çıkmalarına imkân vermeme” mânâ­larına gelir.

كَافِر de كَفَرَ – يَكْفُرُ’dan ism-i fâil veya sıfat-ı müşebbehedir ki, “hakikatin üstünü örten, selim fıtratı setreden, kalbindeki inanma, mârifet ve muhabbet istidadını körelten kimse” demektir. Allahu a’lem…

* * *

رَعْد, بَرْق ve صَاعِقَة kelimeleri hakkında icmâlen söylenenlerin yanında, bu kelimelerle alâkalı, asrımızdaki ilmî gelişmeler neticesi anlaşılan bazı hakikatlerden de söz etmekte yarar var.

Kur’ân-ı Kerim, üzerinde durmaya çalıştığımız bu âyet-i kerimede, bu üç kelimeden ikisini و harfi ile bir araya getirerek, diğerini ise ayrı bir yerde zikretmiştir. Bu ise muhataba şu kanaati veriyor: Bunlardan ikisi, birbiri üzerine mutlak cem için atıf edatı olan و’la atfedilip diğeri de onlardan farklı bir yerde zikredildiğine göre bunlar, çoklarının zannettiği gibi peşi peşine meydana gelen ve birbirlerine sebep-sonuç münasebetiyle bağlı hâdiseler değildir. Aksine, bir anda zuhur eden bir hâdisenin farklı yönleridir.

Tefsirlerde, konuyla alâkalı şu hususların da üzerinde durulmuştur: رَعْد Cenab-ı Hakk’ın bulutlara müvekkel meleğinin ismidir. Bu melek, vazifeli olduğu şey itibarıyla esbâb-ı âdiyeye iktiran çerçevesinde tarrakalar, gürültüler çıkarır.. hususiyle de bulutların izdivacı için, rüzgârları elindeki kamçısıyla sevk ederken bizim duyduğumuz o gök gürültüsü meydana gelir.

بَرْقٌ ise bu vazifeyi îfâ eden meleğin kamçısı veya kamçısından çıkan bir ışıktır. Melek gibi nuranî bir varlığın kamçısı da herhâlde onun gibi nuranî olur. صَاعِقَة ise o kamçının tesiridir; nereye dokunursa onu helâk eder.

Bundan da anlaşılan, ayrı ayrı görülen bu hususların, yani şimşeğin çakması, gök gürültüsünün zuhur etmesi ve sâi­ka­nın bir yere gidip çarpmasının tek bir hâdisenin çeşitli tezahürlerinden ibaret olduğudur.

Kâinatta her hâdiseye bir melek müvekkel olması kabulüne binaen elbette bulutları sevke müvekkel de bir melek vardır. Bulutlar birbiri içine girdiği zaman aralarındaki izdivaçtan hâsıl olan gürültüyü temsile de yine o melek müvekkeldir. Bu vetirede zuhur eden ateşe nezaret eden de o melektir. Allah’ın, bizim keyfiyetini kavrayamayacağımız şekilde bir melek tarafından bu işleri gördürmüş olması uzak görülmemelidir. Aslında modern yorumlar açısından fünûn-u müspetenin bu mevzuda anlattıkları şeylerle bunları telif de her zaman mümkündür.

Gökteki gürültünün ve meydana gelen ateşin, bulutları aşılayan rüzgârın mârifetiyle hâsıl olduğu, hem İslâm’ın zuhur ettiği devirlerde hem de daha sonraki dönemlerde, bugün olduğu gibi o gün de atmosfer ve biyosfer ilmiyle iştigal edenlerin temas ettikleri konulardandı. Bazıları, bulut içindeki boşluklardan rüzgâr bu sesi ve ateşi çıkarıyor, diyorlardı. Cisimlerin birbirine sürtüldüklerinde ateş çıkarmaları da malumları idi. Dahası Araplar “merh” ve “afâr” denilen ağaçların yaş olmalarına rağmen birbirlerine sürtüldüklerinde ateş çıktığını çok iyi biliyorlardı. Bir taraftan şarıl şarıl su çıkarken, diğer taraftan sürtülünce ateş çıkan bir ağacın mevcudiyeti Araplara yabancı değildi. Bu bakımdan onlar gökteki bu olayları yerdeki hâdiselerle yorumlayabilirlerdi.

Bu konuda İbn Sina ise daha değişik şeyler anlatır. Kendi devri itibarıyla çok erken bir dönemde o: “Denizler tebahhur ederken kısmen bunların içinden buharla beraber “duhân” da yükselir. (Bugünkü mânâsıyla çeşitli gazlar.) Sonra bulutlar müterâkim bir hâl alınca bulutların içindeki bu duhân o gürültüyü, tarrakayı ve şimşeği çıkartır.” Yani birbirine zıt bu iki şeyin imtizacı ve müsâdemâtı (çarpışmaları) bu sesi ve ateşi çıkarıyor, demektir ve asırlar boyu bu mevzularla iştigal edenlere hâkim olan fikir de hep bu olmuştur.

Ancak bugün bunun bir elektrik hâdisesi olduğu çok iyi biliniyor. Hava akımları, sebepler açısından bulutların teşekkülü ve umumiyet itibarıyla havada hâkim olan elektrik ve hususiyle yağmuru meydana getiren su damlalarında bulunan enerji ve elektrik.. bunlar zaten belli bir seviyeye yani çiğ noktasına kadar yükselirken bünyelerindeki enerjiyi sarf ede ede yükselmeleri ve enerjileri bittiği anda da orada kalmaları… gibi hususlar konunun bugün herkesçe bilinen yanlarıdır.

Biz içinde bulunduğumuz sıcak yerlerde meydana gelen buharın, sıcak yerle soğuk yer arasındaki ilk berzah (iki şeyi birbirinden ayıran hâil) olan camlarda, soğuk hava olursa hemen buz bağladığını, kırağı tuttuğunu yahut havanın sıcaklığına göre damlalar hâlinde orada yapışıp kaldığını görürüz ki bu, nemin enerjisini sarf ede ede belli şekilde yükseldiğini gösterir. Bu durum bulutların teşekkülünde ilk merhale sayılır. Bulutlar teşekkül ettikten sonra bunların bir araya gelmesi, yani Kur’ân’ın ifadesiyle “rükâm”ın hâsıl olması da âyette şöyle anlatılıyor: أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللهَ يُزْجِي سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِه۪ “Baksana, Allah bulutları sevk ediyor, sonra onları bir araya getirip üst üste yığıyor. İşte görüyorsun ki yağmur bunların arasından çıkıyor.”358 Buna göre, meleğin bulutları sevk etmesi ve üst üste onları yığması –ki bunu Allah (celle celâluhu) melek nezaretinde rüzgârla yaptırıyor– sonra bu müterâkim bulutların arasından “vedk”ın (yağmurun) boşluklara inmesi/indirilmesi, sonra bir nizam ve intizam altında toprağın bağrına boşalması, sonra arzın derinliklerinde havuzlar oluşması… bunlar hep birbirini takip eder ki, bu süreç Kur’ân’da gayet net anlatılır.

Bu mevzuda bildiğimiz diğer bir husus da, havadaki her yağmur damlasının elektrik yüklü bulunması ve bunlar eşit elektrik yüklü oldukları müddetçe de birbirlerini itmesi keyfiyetidir. Zira eşitler arasında umumiyet itibarıyla itmenin kâinatta câri bir kanun olduğu herkesin malumudur. Evet, mütenakız şeylerin birbirlerini çekmesine mukabil emsal olan şeyler birbirlerini iter. Mesela negatif elektrik yükü, negatifi iter; pozitif de pozitifi. Biri pozitif, diğeri negatif ise birbirlerini celb ve cezb ile bir vahdet teşkil ederler.

Şimdi bu esaslara göre رَعْد, بَرْق ve صَاعِقَة’nın meydana gelişine bakalım. Havada bir bulutun, diğer bir buluta karşı bir gerilişi vardır. Biz tellere fazla elektrik verildiğinde şiddetli elektrik gerilimini ifade için, o tellere “yüksek gerilim hatları” diyoruz. Bunların bulunduğu yerlerde telsiz gibi cihazların rahat çalışmadığı herkesin malumudur. Bu itibarladır ki umumiyetle radyo telsiz hatları ve benzer değişik alıcı-verici direkleri, güç hatlarından uzak yerlere kurulur. İşte iki bulut arasında veya bulutla yer arasında böyle bir gerilme, havanın mukavemetini kırıp da havaya galebe çaldığı an, bu iki gerilim ittihad eder. Hâliyle havada bir boşluk hâsıl olur. (Atom bombası ve diğer bombalarda da çıkan ses esasen bu boşluktan sonra havanın gelip çarpışmasından ibarettir.) İşte bir yönüyle havadaki bu gerilim, bir yönüyle bu iki gerilimin birleşmesi.. birleşirken de havada bir boşluğun hâsıl olması ve bu boşluğun dolması için bir gürültünün, bir elektriklenmenin ve bir elektrik akımının yere inmesinin veya yerden yukarıya çıkmasının meydana geldiğine şahit oluruz.

Umumiyet itibarıyla, zıt elektrik yüküne sahip bu unsurların karşılıklı birbirini çekmesi daha ziyade müspetten menfiye doğru olur. Yani pozitif negatife doğru gider. Hava esasen menfi elektrik akımlarının mahalli olduğundan küre-i arz da menfi elektriğin nâkilidir. Havadan, müspet elektrik, menfi elektriğin nâkili olan küre-i arza geldiği gibi, bulutla küre-i arz arasında böyle bir imtizaçla yeryüzündeki müspet akım da havadaki menfi akıma doğru gider. Binaenaleyh şimşek bazen yukarıdan aşağıya bazen de aşağıdan yukarıya doğru gider. Önceleri zannedilirdi ki, o hep havadan aşağıya doğru gelir. Böyle bir durum insanlara elektrik akımını çekebilecek bir mânia ihzârı düşüncesini yani siper-i sâika (paratoner) yapma fikrini vermiştir. Siper-i sâika minarelere ve yüksek binalara takılarak bununla elektrik yere çekilir ve bu sayede canlılara, binalara ve sair şeylere gelebilecek elektrik çarpması ve yangın gibi zararlar önlenmiş olur.

وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ : Kur’ân-ı Kerim bu kelimelerin mahiyetlerine temas etmeden meseleyi icmâlin enginliğine bırakıyor. Böylelikle her devirde, kelimelerin lügavî ve ıstilahî mânâlarını o ilmin ulemasının teviline havale ediyor. Şöyle ki, bu asırda bilinen şeyler bunlar; bunların ötesinde anlatılacak ve bilinecek şeyler varsa onları da ileride gelenler anlatacaklardır; o, onların işi. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesinde değişmeyen bir husus varsa o da bir tarrakanın vücudu ve onun öbür yanında şimşeğin zuhuru, sonunda da, bir sâikanın meydana gelmesiyle bazen can ve malın helâki ve daha başka negatif görünen bazı durumların hâsıl olmasıdır.

Şimdi isterseniz gök gürültüsünü, yıldırımı, berki, sâikayı kendi mânâları içinde mütalâaya havale ederek âyet-i kerimenin mücmel meal-i münîfini hecelemeye çalışalım:

“Vehayut da o münafıkların hâli, sağanak sağanak bardaktan boşanır gibi bir yağmura tutulmuş kimselerin hâline benzer. O sağanak yağmuru hâsıl eden bulutun içinde veya havada üst üste zulmetler, karanlıklar, ra’d ve berk vardır. Böyle bir tablo karşısında onlar sâikalardan korkup ürktüklerinden parmaklarını kulaklarına ca’lederler (sokarlar veya korlar değil), yani avcıyı gördüğü zaman deve kuşunun başını kuma sokması gibi, ellerinde olmayarak bu suni işi tek çare görür ve yaparlar. Ama bütün bunlar birer beyhude gayrettir, zira Allah onları çepeçevre altlarından-üstlerinden, sağlarından-sollarından, dünyalarından ve ukbâlarından, kudretiyle ve ilmiyle –Ehl-i Sünnet anlayışı olarak– kuşatmıştır.”

***

Arz edilen buradaki iki temsilin kavranması oldukça önem­lidir. Zira bu temsilde bir zümre, fakat kendi içinde ikiye ay­rı­lan, farklı gürûhların ruh hâleti ifade edilmektedir. Bu yak­la­şımı te­yit eden rivayetlerden de söz edilmektedir. Efen­di­miz (sal­lal­lâhu aleyhi ve sellem) bir sahih hadiste: اٰيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلَاثٌ: إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ وَإِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ “Müna­fı­ğın üç alâ­me­ti vardır: Söylerken yalan söyler, vaat ettiği zaman sözünden döner, kendisine bir emanet tevdi edildiğinde de hıyanet eder.”359 buyuruyor.

Bir başka hadis-i şerifte de O (sallallâhu aleyhi ve sellem), şöyle buyururlar:

أَرْبَعٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ كَانَ مُنَافِقًا خَالِصًا وَمَنْ كَانَتْ فِيهِ خَلَّةٌ مِنْهُنَّ كَانَتْ فِيهِ خَلَّةٌ مِنْ نِفَاقٍ حَتَّى يَدَعَهَا: إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَإِذَا عَاهَدَ غَدَرَ وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ وَإِذَا خَاصَمَ فَجَرَ

“Dört şey vardır ki, kimde onların bütünü bulunursa o hâ­lis münafıktır. Kimde de bu dört hasletten biri mevcut olursa, o kimse onu terk edinceye kadar, onda nifaka ait bir haslet var sayılır. Böyle biri, konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğin­de sözünde durmaz, vaat ettiğinde vaadinden döner, kavga ettiğinde de haddi aşar.”360

Bu ikinci hadis-i şeriften anlaşılan, nifak alâmetinin dört olduğudur. Bu dört alâmet bulunduğu zaman o kimse hâlis münafık sayılır. Aksine bu dört alâmet birden bulunmaz da sadece onlardan biri bulunursa onda da nifak alâmetinden biri mevcut demektir. İkisi bulunursa iki alâmet, üçü bulunursa üç alâmet var demektir. Bu hadisler açısından münafıkların kendi içlerinde iki gürûha ayrıldıkları, bir kısmının tamamen dinden, imandan mahrum, şeytanlara tâbi oldukları, diğerlerinin ise bazı yönleriyle münafıklık yaptıkları anlaşılıyor.

Kur’ân-ı Kerim’de, وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُجَادِلُ فِي اللهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّبِعُ كُلَّ شَيْطَانٍ مَرِيدٍ “Öyle insanlar vardır ki, hiçbir bilgiye dayanmaksızın Allah hakkında tartışıp durur da azgın ve hayasız her şeytanın peşine takılır.”361 buyrulmaktadır.

Yani insanlardan öyleleri vardır ki, hiçbir ilim ve görgüleri olmadığı hâlde boşuna cidal, mirâ veya diyalektik yapar dururlar. Aslında onlar, bir kısım şeytanlara tâbi olmuşlardır. Bunlar, münafıkların okuma-yazma bilmeyen âmi gürûhudur ve önlerindeki şeytanlarına uymuşlardır. Kur’ân-ı Kerim’de başka bir âyette aynı konu tasrif esprisine bağlı olarak şöyle ifade edilir:

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُجَادِلُ فِي اللهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَلَا هُدًى وَلَا كِتَابٍ مُنِيرٍ

“Öyle insanlar vardır ki, hiçbir bilgiye, hiçbir delile ve hiçbir aydınlatıcı kitaba dayanmaksızın Allah hakkında diyalektik ya­par durur.”362

Burada, kitapsız, hidayetsiz, cehalet girdabı içinde olmasına rağmen ilim adına mirâ ve mücadele yapan bir gürûhtan bahsediliyor ama bunların tâbi oldukları bir şeytan zikredilmiyor. İşte bunlar da –tabir caiz ise– münafıklar içinde havâs gürûhudur.

Yukarıda gördüğümüz temsil, çeşitli sıfatları ile bize anlatılan münafıklar gürûhunun umumi evsâfını câmi bir mahiyettedir. Zaten temsilin vazifelerinden biri de müteferrik meseleleri bir kısım fasl-ı müştereklere bağlı olarak ortaya koymaktan ibarettir.

***

Şimdi de isterseniz, küçük bir atf-ı nazarla temsilin mümesselün lehe tatbiki meselesini heceleyelim:

Bu iki temsilin, birbirine yakın olmanın yanında çok farklı şeyler ihtiva ettikleri de bir gerçek. Mesela birinci temsilde, tamamen gözlerinin kör, kulaklarının da sağır olması yanında dilsiz oldukları, meramlarını anlatamadıkları, bulundukları yerde şaşkınlık ve hayret içinde oldukları, ziyasız ve nursuz bulundukları anlatılmasına mukabil; diğer temsilde, ara sıra ufuklarında çakan şimşeğin farkına vararak “yıldırım çaktı-çakmadı, gürültü oldu-olmadı” meselesini tefrik edecek bir hâlde, etraflarını mütemadiyen tehdit eden sâikanın tarrakalarını, etraflarında olup biten şeylerin mevcudiyetini hisseden bir gürûh resmedildiği görülüyor. Bu iki gürûh bazı noktalarda müşterek olmakla beraber bazı noktalarda ayrılmaktadırlar. Mesela, ikinci gürûhta, mütemadiyen etraflarında olup biten şeylerden haberdar oldukça bir telaş, bir endişe ve korku, bir ızdırap ve he­ye­ca­nın yüreklerini ağızlarına getirmesi, buna karşılık diğer gü­rûh­ta ise ruhsuz bir infialin hükümfermâ olduğu müşahede edilmektedir. Evet, ikinci gürûhta ciddi bir korku hâkimdir. Çün­kü etraflarında olup biten şeyleri az çok bilmektedirler. Bir ışık, gökteki bir tarraka onlarda bir tedbir hissi hâsıl etmektedir. İlk gü­rûh ise böyle bir duyuştan da mahrumdur. Korku ikinci gü­rûh­ta öyle bir hâle gelmektedir ki, dehşetlerinden şaşırıp çev­re­lerindeki sesleri duymamak için ellerini kulaklarına sokmaya çalışmaktadırlar. Bu esasen bir hayretin ve dehşetin ifadesidir. Birinci gürûh ise etraflarını tamamen görememekte ve olup bitenlere karşı hep kör ve sağır kalmaktadır.

Hâsılı nifak mağduru, daha çok mazluma benzeyen bu zalimler, ahiretlerinin yanında dünyalarını da karartmış tâ­li’siz­lik örneği öyle bahtsızlardır ki onca mesâvilerine rağmen hâllerine insanın acıyası geliyor.

Yağmur, bulutun içinden kopup gelmektedir. Üstad Bedi­üz­zaman’ın ifadesiyle o, bulutun ekşi çehresinin tatlı tebessümüdür.363 Bütün hevâmma, haşerâta, insanlara ve nebâtâta rahmet edalı katrelerle gelen yağmur, haddizatında ötelerin sevindiren bir armağanıdır. Bu tâli’siz gürûhlardan biri bunu hiç görüp duyamamakta, diğeri ise yanlış yorumlarla onu ürperten bir şey saymaktadır.

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَۤاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ وَلَا يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إِلَّا خَسَارًا “Biz Kur’ân’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiririz. Ama o, zalimlerin sadece ziyan ve hüsranını artırır.”364 âyetinde ifade edildiği gibi Kur’ân haddizatında mahz-ı şifadır. Keza gökten gelen o ilâhî nimet de mahz-ı şifa ve rahmettir ama nazara ve niyete göre mahiyet değişikliğine uğratılmaktadır. Evet, Kur’ân da nazar ve niyete göre bazen yanlış algılanabilir.

Misal verilen şeyle misal kahramanları için mürekkebin tatbiki üzerinde duruldu. Daha önce de arz edildiği gibi burada bir “muferrak tatbik” de yapılabilir. Şöyle ki, münafıkların çeşitli davranışları alınıp karşı karşıya getirilerek bunlar arasında bir tetâbuk (uygunluk) ortaya konmaya çalışılır. Mesela, nasıl ki yağmur bütün nebâtâta, hevâmm u haşerâta rahmettir. Aynen öyle de İslâm ve Kur’ân da bütün insanlara ve hayvanlara öyle rahmettir. Ama onlar, bu perişan hâlleri, kötümserlikleri ve karamsarlıkları ile olup biten şeylere sadece dış yüzleri açısından bakıp da işin arka plânını göremediklerini, Kur’ân-ı Kerim bu üslupla nazara veriyor.

Evet, Kur’ân, va’d ü vaîdi ile ra’d ü berk gibi, bir taraftan insanları memur oldukları şeylere şefkat ve re’fetle sevk ederken, diğer yandan da yasak ettiği hususlarla alâkalı tahşidatlarla ve ürkütücü, korkutucu bir ifade tarzıyla onları olumsuzluklardan sakındırmaktadır. Onların genel durumu ve Kur’ân’ın inzar ve tebşiri işte böyle bir temsille fevkalâde mükemmel ifade edilmiştir.

Evet, yağmurun içindeki gök gürültüsü ve şimşeğin kendine göre bir hususiyeti vardır. Şöyle ki, havadaki bir takım gazlar, yıldırımın sürtünmesiyle rahmet hâlinde yere inerler. Bu gazlar zâhiren öldürücü keyfiyeti hâizdir. Bulut ortalığı kapladığında zulmanî bir durum hâsıl olur ve her tarafı karanlıklar istila ediverir. Bulut ve karanlığın arkasını göremeyenler için bu tablo çok ürperticidir. Görebilenler için ise Cennet yolundaki sıkıntıların iç halâveti söz konusudur.

Evet Cennet, insanın nefsine hoş gelmeyen şeylerle kuşatılmış, Cehennem ise şehevâtla (insanın nefsini gıcıklayan şeylerle) muhâttır. Münafıklar için de durum aynıydı. Ama onlar, sahip oldukları ruh hâleti neticesi, nefsin hoşuna gitmeyen şeyler ve zulmânî gördükleri basit sıkıntılar içindeki bâ­rân-ı rahmeti göremediler; Cennet yolunun da aynı Cennet gibi olması gerekir türünden bir mülâhazaya kapıldılar.

Vâkıa, mü’minler için de bu her zaman bahis mevzuudur. Ne var ki onlar bilirler ki, bu mekârihe katlanmak ve şe­he­vâ­tı terk etmek tıpkı bulutun ekşi yüzünün arkasındaki le­tâ­feti görmek gibidir; onun için katlanırlar katlanılacak şeylere. Evet, görüldüğü gibi “muferrak” olarak da konu bu şekilde tahlil edilebiliyor.

İsterseniz bu Kur’ânî tasvire şöyle de bakabiliriz: Hiçbir yolun olmadığı, bilinmediği, ıpıssız bir çölde şiddetli bir yağmur yağıyor, etraf baştanbaşa kopkoyu karanlık ve atmosfer üst üste bulutlarla örtülü. Nûr Sûresi’nde ifade edildiği gibi “Ellerini çıkarsalar göremeyecekler.”365 şeklinde kapkaranlık bir ortam. Ara sıra bir ümit belirtisi zuhur etse de şaşkınlıklarından dolayı o da onlar için hemen serap oluyor.

وَالَّذِينَ كَفَرُۤوا أَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ بِقِيعَةٍ يَحْسَبُهُ الظَّمْاٰنُ مَۤاءً حَتّٰى إِذَا جَۤاءَهُ لَمْ يَجِدْهُ شَيْئًا وَوَجَدَ اللهَ عِنْدَهُ فَوَفَّاهُ حِسَابَهُ وَاللهُ سَرِيعُ الْحِسَابِ

“Dini inkâr edenlere gelince: Onların işleri, düz, ıssız bir çöldeki serap gibidir ki, susayan kimse su zanneder. Ama gidip de yanına varınca su namına hiçbir şey bulamaz; orada –gaybubetini yaşadığı– Allah’ı bulur. O da onun hesabını tastamam görür. Zira Allah, hesabı seri olandır.”366

Görüldüğü gibi bunların arkasından koştukları şey, ulaşılmayan bir şey hâline geliyor. Resmedilen bu tabloda, ciddi bir telaş içinde bocalayan bir kısım kimseleri görüyoruz ki, olabildiğine bir korku, müthiş bir dehşet içinde kendilerinden geçmiş ve ne yapacaklarını bilememe şaşkınlığı yaşıyorlar. Bazen kalkıp bir iki adım yürüyor, bazen oldukları yerde kalakalıyorlar. Aslında daha sonraki âyet de bu sahneyi tamamlıyor mahiyettedir. Evet, bunlar durumun dehşetinden yer yer ellerini kulaklarına götürüyor, bazen de yüzlerini kapamaya çalışıyorlar. Ne var ki, bir türlü içlerini yakan ve dışarıdan kendilerini tehdit eden bu ürpertici duruma çare bulamıyorlar; bulamıyor ve kendilerini yapayalnız, terk edilmiş hissediyorlar.

Hâsılı burada evvelki gürûha mukabil, az çok ümitlenen, şöyle-böyle bir ümit ışığının parlamasına, belirmesine göre tavır değiştiren mütereddit bir gürûh görülüyor. Bunlar gerçekten inanmadıkları hâlde içlerinde bazen inanma ümidi beliriyor gibi oluyor, bazen de onu yitiriyorlar. Bir an geçmiş kitaplardan kalma malumat zihinlerinde canlanıyor ve bir ışık elde etmiş gibi oluyorlar. Bu ise onlarda diğerlerine nispeten daha fazla bir şaşkınlık hâsıl ediyor. Zira insan kendisini karşılayacak bir fe­lâ­ketin, bir musibetin geldiğini bilirse daha çok endişe, daha çok telaş eder. Nasıl ki şoförün yanında oturan kimse, trafik kaideleri karşısında, hata sayılabilecek tavırlara karşı daha faz­la ürperir, titrer ve korkar, aynen öyle de kâinattaki hâdi­se­lerin seyrini bilen, etraflarında cereyan eden hâdiselere az çok vâkıf bulunan kimseler diğerlerine nispeten daha çok endişe duyar ve paniklerler. Onun için akıl bunlara, azap veren bir alet hâline gelir; gelir de akıllarını, kalblerini çıkarıp atmak, hay­van gibi yaşamak isterler. Ama insan olarak yaratıldıklarından dolayı bu zulmanî vaziyetten de kat’iyen kurtulamazlar.

İşte yer yer Müslümanlarla beraber görünmeye çalışan ama kendilerinden, kendi yandaşlarından da bir türlü vazgeçemeyen; bir zafer, bir muvaffakiyet söz konusu olduğu zaman hemen ganimete koşan, yerinde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mu­vaf­fakiyetini gördüklerinde “Galiba bu, O!” diye ümide kapılan, aksine zâhirî bir kısım sarsıntılar karşısında yeniden gevşeyen, dağılıp giden; şeair-i İslâmiye kendilerine tebliğ edilmediği zaman rahatlayan, şeair tebliğ edildiğinde şimşeğe, yıldı­rı­ma çarpılmış gibi dehşetlerinden tir tir titreyen, ürken, korkan; böylece ne bir türlü işin içine giren ne de işin dışında kalan, mü­te­ma­diyen menfaatlerini takip edip Müslümanların yanında sırf men­fa­atlerinden ötürü bulunan faydacı, pragmatist bir cemaat görünümü sergileyen müzebzeb kimselerdir münafıklar.

Kur’ân’ın bir âyeti bu hâlleriyle onları şöyle resmeder:

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللهَ عَلٰى حَرْفٍ فَإِنْ أَصَابَهُ خَيْرٌ اطْمَأَنَّ بِه۪ وَإِنْ أَصَابَتْهُ فِتْنَةٌ انْقَلَبَ عَلٰى وَجْهِه۪ خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةَ ذٰلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُبِينُ

“İnsanlardan öyle bir gürûh vardır ki, onlar her zaman işin bir kenarından, bir yanından tutarak Allah’a kulluk yapmaya çalışırlar (veya kulluk yapıyor görünürler. Hiçbir zaman işin tam altına girmezler ve vazifeyi tam uhdelerine almazlar.) Buna göre, onlara eğer bir hayır isabet ederse kalbleri mutmain olur (Oh iyi oldu, iyi ki buradaydık derler.) Bir şer, fitne isabet edince de geldiği istikametin tersine dönüverirler; dönüverirler de hem dünya hem de ahiret hüsranı yaşarlar.”367

Münafıklar gürûhunun dünyayı da, ahireti de terk edememede tıpkı deve kuşu gibi davranmalarını aksettiren bu temsil de fevkalâde canlı bir resim ortaya koymaktadır.

Buraya kadar, “misal”in “mümesselün leh”e tatbikini, sonra da tasvirini hecelemeye çalıştık. Temsille sergilenen sahne cidden ürpertici. Kur’ân bu iç içe resimleri tek bir perdede öyle tasvir ediyor ki, az dikkatle hemen herkes o şaşkın gürûhun nasıl bir rol oynadığını açıktan açığa müşâhede edebilir. Şöyle ki sahne olabildiğine karanlık; seyirciler için bile kasvet hâsıl edecek ölçüde üst üste bulutlar ve bu sahnede çakıp duran ışıklarda yıldırımların, şimşeklerin ürperticiliği.. sahnede bulunan oyuncuların seslerini boğacak şekilde gök gürültüleri… Husu­siy­le çölde yaşayan biri meseleyi böyle canlılığı içinde çok daha iyi müşâhede edebilir. Evet, yağmura tutulma hâlini ve o geniş sahada şimşeklerin görünüşünü, ra’dın duyuluşunu, iç içe dehşetin bütün çevreye hâkim oluşunu her zaman çölde gör­mek mümkündür. İşte bu açıdan ifadelerde o derece bir can­lı­lık var ki, tasviri insan idrâkini aşar. Hiçbir edip bu denli canlı bir tabloyu birkaç kelimeyle böyle resmedemez. Konuyu ha­ya­len takip eden herkes bunu görebilir.

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (19. Âyet)

صَيِّب kelimesi sıfat-ı müşebbehedir. Burada özel seçilmiştir. “Matar” denseydi bunu tam ifade edemezdi. “Midrâr” kul­lanılsaydı o da uygun düşmeyecekti; düşmeyecekti zira “say­yib” nekreliğiyle bir taraftan sağanak sağanak bardaktan boşanır gibi yağmuru, diğer taraftan da bunun neticesinde oluşan musibetin geldiği âlemi ifade etmektedir; zira “musibet” ile “sayyib” aynı kökten gelen kelimelerdir.

سَمَاء kelimesinin “sayyib”ten sonra zikredilmesine gelince, bilinmelidir ki, sema ulvîdir, insan dua ederken de hep elini yukarıya doğru kaldırır, yağmursa yukarıdan aşağıya doğru gelir. İsm-i cins olarak getirilen bu kelime bulutun ihâta sahasını göstermek için “Bütün sema bulutlarla kapalıydı.” mânâsını ima eder. Bu, bulutun dehşetini, yağmurun dehşetini, hususiyle onların iç dünyalarında işin azametini gösterme bakımından resmedilen tabloyu tamamlayıcı bir ifadedir.

فِيهِ ظُلُمَاتٌ “Onda zulmetler var.” derken her bedbin ve karamsar insan, kendi dünyasını karanlık gördüğü gibi onlar da bu karanlıkların kendi dünyalarına hâkim olduğunu zannetmektedirler. Evet insan, biraz bedbin, az da karamsar oldu mu öyle zanneder ki, çepeçevre bütün musibetler hep onun başına gelmektedir. Evet, burada öyle bir semadan bahsediliyor ki o sema altında mütehayyir, mütereddit, müzebzeb bir toplum bulunmaktadır. Bunlar ümit ettikleri şeyde nevmit (ümitsiz) olmakta; ümitsizliğe düştükleri yerde de kendilerini şaşırtacak bir nimet, bir ihsan emaresiyle karşılaşmaktadırlar.

İşte böylesine ruh bozukluğu ve dengesizlik içinde bir yığın kendi dünyalarını çok karanlık görmektedirler ki, فِيهِ ظُلُمَاتٌ mümesselün leh’in hâlet-i ruhiyesini gösterir.

ظُلُمَاتٌ kelimesi, arz edildiği gibi:

1. O iç içe müterâkim bulutların onların bütün ışığını alıp götürdüğünü vurgulamak;

2. Söz konusu olanın sadece bir zulmet olmayıp maddî-mânevî pek çok zulmetlerin bulunduğunu ifade içindir. Şöyle ki evvela, onların ruhlarında bir karanlık, kalblerinde ayrı bir karanlık, yağmurda farklı bir karanlık ve bulutlarda ise daha başka bir karanlık var; ayrıca yıldırımların, sâikaların gönüllerinde hâsıl ettiği ümitsizlik karanlığı… İşte onların dünyalarında, âfâkî ve enfüsî üst üste bu karanlıkları ifade etmek için burada kullanılacak kelime “zulümât” olmalıdır.

رَعْد ve بَرْق kelimeleri zâhiren peşi peşine geliyor. Esasen gök gürültüsü ve ışığın bize gelip ulaşması farklı zamanlarda olur. Bu, ses süratiyle ışık süratinin birbirinden farklı olmasından kaynaklanır. Işık, malum, saniyede 300 bin km mesafe kat’eder. Sesin hızı ise ondan çok daha düşüktür (saniyede yaklaşık 340 metre). Önce ışığı görür sonra da sesi duyarız. Işığın bize ulaşma ânıyla sesin ulaşma ânı arasındaki (saniye cinsinden) zaman farkını 340’la çarptığımızda çıkan sonuç bize, (metre cinsinden) şimşeğin oluştuğu yerin uzaklığını verir.

Ayrıca رَعْد ve بَرْق kelimelerinin müfâdı, hâdisenin kendisine veya o hâdiseyi meydana getiren zâhirî sebebe göre değil, ra’d ve berk’e maruz kalanlara göredir. Binaenaleyh bunlar bir şimşek çakıverince arkadan bir gök gürültüsü geleceği hissine kapılırlar; gök gürültüsü gelince de hep öyle temadi ettiği için şimşeğin çakacağını düşünürler. Aslında herkeste böyle bir hâlet-i ruhiye mevcuttur. Biz böyle bir durumda, “Gelen çarptı, giden çarptı.” deriz ki, bu peşi peşine yumruklandım, hırpalandım demektir.

Binaenaleyh “mümesselün leh” olan kimselerin dimağında, bunlardan biri geldiği zaman ötekisini hatırlatacak, ötekisi geldiği zaman da berikisini anlatacaktır. Öyle ki biri ra’d dediğinde hemen onlarda bir ürperti, bir titreme hâsıl olacak, şimşek denince de gözleri kamaşacak ve zulümât içinde zulü­mât­tan başka bir de ra’d ve berkle dehşet ve endişeye kapılacaklardır. Ayrıca burada, zulümâttan sonra ra’d ve berk kelimelerinin gelmesi, onlarca ayrı bir telaş sebebine işaret eder; zira zulümât temadi etse ve onlar hiçbir şey görmeseler, yani şimşek çakmasa, ufukları aydınlanmasa, gidecekleri yeri açık seçik görmese ve herhangi bir gürültü duymasalar… bir bakıma o sessizliğe alışacaklarını düşünürler. Demek ki onlar için iş sadece zulümâtla bitmiyor. Bir de ra’d ve berk problemi var.

“İşte böyle metruk ve ciddi bir suizan içinde, Allah hakkında azıcık iman belirtileri varsa onu da kaybeden bu yığın, acaba ne hâldeler?” gibi hemen akla gelebilecek bir soruya cevap olarak isti’nâf cümlesiyle şöyle buyruluyor:

يَجْعَلُونَ أَصَابِعَهُمْ فِي اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ “(Yıldırımların verdiği dehşetle) ölüm korkusundan, parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Ne ki, Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.”

يَجْعَلُونَ fiil-i muzâridir. Teceddüde delâlet eder. Demek ki tekrar ber tekrar ra’d ü berk de birbirini takip ediyor, onlar da bir türlü zulümâttan kurtulamıyorlardı; kurtulamıyor ve mütemadiyen ellerini kulaklarına götürüp duruyorlardı. Bu anlamda muzâri kipi hem hâle hem de istikbale delâleti itibarıyla tabloya farklı bir canlılık kazandırmaktadır. Öyle ki temadi edip giden hâdiselerin peşi peşine sebep-netice, illet-malûl cereyanı fikrini veriyor gibidir. Konuyu hayalen takip ettiğimizde karşımızda ürperti içinde sık sık ellerini kulaklarına götüren bir gürûh canlanmaktadır.

أَصَابِعَهُمْ kelimesi, o esnada onların yaşadığı dehşetin azametini gözler önüne sermektedir; zira insan olumsuz bir sesi işitmemek için parmağını değil parmağının ucunu kulağına sokar. Bu itibarla da يَجْعَلُونَ أَنَامِلَهُمْ “Parmaklarının uçlarını kulaklarına sokarlar.” denebilirdi. Kur’ân “parmaklarını” diyor ki bu da onların neredeyse parmaklarının bütününü kulaklarına sokma gibi bir ürperti ve şaşkınlık içinde olduklarını göstermektedir.

اٰذَانِهِمْ denmesi de herkesin kendi kulaklarını tıkadığını göstermektedir; zira kelimedeki hem zamir cemi’ hem de kulak kelimesi cemi’dir. Burada da bir mübalağa mânâsı ifade edilmiş gibidir, zira sadece kulaklarını kapamakla iktifa etmiyorlar da “İki kulaklarını birden tıkıyorlar.” sözüyle de farklı bir mübalağa işaretleniyor. Şöyle ki onlar olup bitenleri duymamak için iki kulaklarını da birden tıkıyorlar.

Bunu مِنَ الصَّوَاعِقِ yani o sâikalardan ötürü yapıyorlardı. Onlarda korku o kadar derindi ki, bir his yanılması olarak, her gök gürültüsünün, her şimşeğin akabinde bir sâika meydana gelecek diye tir tir titriyorlardı.

Ben şahsen burada bir de onların bu durumlarına karşı bir istihzânın var olduğunu hissediyorum. Esas kulaklarını tıkadıkları an şimşeğin çaktığı andır. O anda dehşete kapılıp da gelecek şeyi beklemenin mânâsı yoktur. Çünkü zaten şimşek çaktığı an gök de gürlemiş, sâika da çoktan düşmüştür. Evet, bunlar iç içe hâdiselerdir. Münafıklarsa şaşkınlıklarının ifa­de­si olarak ancak şimşek çakıp gök gürledikten sonra kulaklarını tıkıyorlar. Hâlbuki şimşek görüldüğü zaman zaten olan ol­muş­tur. Evet, bunlar gök gürültüsünü duyduktan sonra kulaklarını tıkıyorlar ki, bu kulak tıkama esasen uğradıkları o elim azap­tan kurtulmaları için bir çare değildir. Sadece deve kuşunun başını kuma sokması gibi boş bir teselliden ibarettir.

حَذَرَ الْمَوْتِÖlüm endişesi” veya “hayat endişesi ile”. Burada evvela münafığın karakteristik durumu anlatılıyor ki, o da onların hayatı çok sevmeleri, ölümden endişe etmeleridir. Kur’ân-ı Kerim’de, bu evsafı taşıyan birileri hakkında وَلَتَجِدَنَّهُمْ أَحْرَصَ النَّاسِ عَلٰى حَيَاةٍ “Kasem olsun ki, Sen onları hayata karşı herkesten ziyade hırslı bulursun.368 buyruluyor. Öyle ki onlar artık o esnada kalbin meyil gösterdiği her şeyi (mal-menal, evlad u ıyal) unutmuş, o dehşetli hâdiseler içinde sadece kendi hayatlarının endişesiyle kıvranıp durmaktadırlar.

اللهُ kelimesi lafz-ı celâle. Bir insan, etrafı kendisine düşman gördüğünde, dehşet salan hâdiseler karşısında kendini yapayalnız hissettiğinde ve bütün bütün ümidi sarsıldığında öyle bir nokta-i istinat bulmalıdır ki, hükmü hem havaya, hem zemine, hem zamana, –Lem’alar’ın başında denildiği gibi369– hatta hem karaya hem denize hem gecenin karanlığına hem de balığa geçsin. Böyle bir nokta-i istinat olarak bulsalar Allah’ı (celle celâluhu) bulacaklardır. Zira bu manzarayı hazırlayan Allah’tır. Ama onlar nankörlüklerinden ötürü bir türlü o kapıya yönelemiyorlar. Ayrıca وَاللهُ kelimesi şunu da ifade ediyor: Onların, hâdiselerin neticesinde gidip dayanacakları son bir melce ve mencâ olan Allah (celle celâluhu) dahi bunları kudret ve iradesiyle çepeçevre ihata etmiştir. Yani O da onların aleyhindedir.

وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ : مُحِيطٌ kelimesi “ihata eden” anlamındadır. Esasen o esnada bulutların onları çepeçevre sarması ve etraflarında peşi peşine duydukları sâikaların tarrakaları, gözlerini çıkarır gibi şimşeğin çakıp kaybolması, onlarda zaman, zemin bütün hâdiseler aleyhlerinde ittifak etmiş gibi bir kanaat uyarmaktadır. Bütün bu hâdiseleri onların aleyhinde ittifak ettiren muhit bir şey vardır ve bu âyet bir bakıma onların içinde dahi beliren bu hisse tercüman gibidir. Burada مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ “kâfirleri kuşatmıştır” denip de مُحِيطٌ بِهِمْ “onları kuşatmıştır” denmemiştir:

Evvela, âyetlerin sonundaki harf ve hâtimelere uysun, tevafuk olsun diye ki Bakara Sûresi’nin âyetleri umumiyet itibarıyla böyle م ve ن ile sona erer.

Sâniyen, onların bu hâle maruz kalmasına sebep olan şey küfürleridir.. ve اَلْكَافِرِينَ sözüyle Kur’ân-ı Kerim onların küfürlerine de vurguda bulunuyor.

Ayrıca وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ “Allah kâfirleri çepeçevre ihâta etmektedir.” âyetinden şunu da hissedebiliriz: Ara sıra lemha-i ümit ve lemha-i inayet gören kimseler mutlak kâfir olmadıklarından az çok bir şey görüyor ve hissediyorlar demektir. Mutlak kâfir olanlara gelince onlar, alttan-üstten, sağdan-soldan, yerden ve gökten, dünyadan ve ukbâdan ihâta edildikleri için hiçbir lemha-i ümit, hiçbir inayet eseri onlar için bahis mevzuu değildir.

يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَۤا أَضَۤاءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَإِذَۤا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا وَلَوْ شَۤاءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Şimşek neredeyse gözlerini kör edecek. Önlerini aydınlattığında onun ışığında yürürler, karanlık çökünce de oldukları yerde dikilir kalırlar. Allah dileseydi kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah gerçekten her şeye kadirdir.”370

Bu âyet-i kerimeyle başlı başına bir münafık tavrı ve durumu tasvir edilmektedir denebileceği gibi bunu, ikinci misalin devamıdır şeklinde anlamak da mümkündür. Her ne kadar birinci durum zayıf bir ihtimal olarak görünse de burada şöyle bir mânânın söz konusu olduğu açıktır:

Münafıkların içinde bir grup daha vardır ki, onlar vahy-i semaviyi başlarının üzerinde çakan şimşekler şeklinde duymakta ve mütalâa etmektedirler. Öyle ki, her an vahyin ve inen dinî emirlerin parlaklığı gözlerini kamaştırıp bunları körler hâline getirmektedir. Meseleye ikinci misalin devamı olarak yaklaşacak olursak, sağanak yağmura tutulmuş bu zümrenin, “ra’d”ı, “berk”i ve “sâika”yı görüp işittikten sonraki hususi durumları, hususi dünyalarının tasviri yapılmaktadır ki, bir bakıma buna tetimme-i temsil veya teşbih denebilir. Evet, أَوْ كَصَيِّبٍ ile temsil edilen münafık gürûhunun hakikat-i hâllerine bir tetimme mahiyetinde getirilmiş tetimme-i temsil denebilir ki, kavî olan ihtimal de budur.

Burada görülen ve hissedilen şey, bu tetimme-i temsilin onların ruh durumlarını izah olarak îrad edilmesidir: Vahy-i semaviden ümitvar olur gibi bir his içinde bulunma, sonra yine nevmîd olup karamsarlığa girme; girip gönüllerinde iman nuruna bir ma’kes arama, ancak içlerinde musaddık olmadığından yine açıkta kalma, menfaat ve taklit arasında gelip giderek bundan fayda umma, ganimete bel bağlama, ümitvar olma, fakat aynı zamanda “Her nimet bir maûnetle gelir.mülâhazasına toslama ve yeni bir teşevvüşe girme ki hep ikilem, hep ikilem… Aslında onlar bu ikilemlerle Cennet koridoru mahiyetindeki bu dünyayı âdeta Cehennem dehlizi hâline getirmekteler ama bunun farkında değiller…

Müfredat Mânâsı (20. Âyet)

Müfredat mânâsı itibarıyla kelimelerin hususiyetlerine gelince:

يَكَادُ nahiv ifadesiyle ef’âl-i mukârabeden bir fiildir. Genel olarak da haberini أَنْ’siz muzâri olarak alır. Ancak az da olsa bunun aksine أَنْ ile aldığı olur.

Mesela, Mülk Sûresi’nde geçen تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ371 ifadesinde, haberi olan تَمَيَّزُ fiili, başına أَنْ almaksızın gelmiştir. Mânâsı “Ce­hen­nem neredeyse şiddetinden çatlayacak gibi.”dir. كَادَ yardımcı fiil olarak kendinden sonra gelen fiilin vukûunun yakın olduğunu bildirip “hemen hemen, nerdeyse..” gibi mânâ­lara gelir. Dolayısıyla –Nahivciler arasında ihtilaf edilen bir yanı olmakla birlikte– bu fiil müsbet kullanıldığında, yardımcı olduğu fiilin mânâsı menfi, menfi kullanıldığında ise müsbet çıkar. Mesela تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظ “Neredeyse şiddetinden çatlayacak.” âyetinde كَادَ müspet olduğu için ana fiilin mânâsı menfidir, yani –çatlamaya yaklaşmış olmasına rağmen– “çatlamadı” demektir. فَذَبَحُوهَا وَمَا كَادُوا يَفْعَلُونَ “(Sığırı) boğazladılar. Ancak neredeyse bunu yapmayacaklardı.”372 âyetinde ise, كَادَ menfi olduğu için ana fiilin mânâsı müspettir; yani “neredeyse yapmayacaklardı” ifadesi, öncesinde de belirtildiği gibi bunu yaptıklarını anlatır. Bunlar كَادَ fiiline ait hususiyetlerdir.

الْبَرْقُ : Berk’in “çakan, parlayan, gözleri kamaştıran ve çakmasıyla zevali bir anda olup biten şimşek” mânâsına geldiğini daha önce görmüştük.

يَخْطَفُ : خَطِفَ fiilinin muzârisi olup “süratle kapıp kaçırma, çarpıp alma” gibi anlamlara gelmektedir. Bundan başka o, ister eliyle, ister gözüyle, ister kulağıyla bir şey hakkında hırsızlık yapma, süratle bakma, hemen zihin veya hayal dairesine o mânâyı intikal ettirme mânâlarına da gelmektedir. Yani süratle kulak kabartma ve hemen zihin hazinesine o mânâyı intikal ettirme yahut ellerle süratle yakalama ve kaçırma, hırsızlık yapma anlamına gelmektedir. Bu âyette ise daha ziyade gözlerin ziyasının aniden kapılıp kaçırılması, görürken görmez hâle gelmesi gibi bir husus işaretlenmektedir.

Bu kelimeyle ilgili şu âyeti de zikretmekte yarar var:

إِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ

“Şerir şeytanlar ve cinler, Mele-i âlâda cereyan eden hâ­di­selere kulak kabartır, kulak hırsızlığı yaparlar. Ancak hemen arkasından bir şahap peşlerine takılır da onları semalar âleminden tard eder.”373

Bakara Sûre-i Celîlesindeki bu âyette ise, şimşek, müna­fıkîn ve şeyâtînin gözlerini alıyor, çarpıyor ve hırsızlıyor gibi bir mânâ söz konusudur, nükte-i belâgat bölümünde üzerinde durulabilir.

أَبْصَار kelimesi, بَصَر kelimesinin çoğulu olup “göz” mânâsına gelir. Fakat daha ziyade nasıl kalbin latîfe-i Rabbâniye olarak mânevî bir yönü var, öyle de kalbin gerçekten görücü unsuruna da basar denilmektedir. Bunun cemi’si ise أَبْصَار’dır. أَبْصَار başka عُيُون başkadır.

كُلَّمَۤا : كُلّ kelimesi, bir mecmuun bütün fertlerini istiâb edip içine alan bir sözcüktür. Muzâf olduğunda, muzâfun ileyhi nekre ise bütün fertler mânâsına gelir. Bu itibarla كُلُّ فَرْدٍ ifadesi, istisnasız her bir fert demek olur. Bunun anlamı da “müstesna hiç­bir fert yok” demektir. Yine كُلُّ شَيْءٍ “her şey” demektir. كُلّ keli­mesi mârifeye muzâf olduğu zaman ise o şeyin umum eczâı mâ­nâ­sına gelir ki. Yani mesela; كُلُّ إِنْسَانٍ “bütün insan fertleri” anlamına gelmesine mukabil, كُلُّ الْإِنْسَانِ ile “insanın bütün uzuvları, iç-dış yapısı” kastedilmiş olur. Kısaca كُلّ kelimesi burada­ki gibi mâ-yı masdariye veya zarfiyeye muzâf olduğunda ise te­ker­rür ifade eder ve “her zaman, her defasında” mânâsına gelir.

اَضَۤاءَ kelimesi daha önce görmüş olduğumuz gibi “aydınlatma, parıldama ve parıldatma” anlamlarında kullanılmaktadır.

لَهُمْ malum olduğu üzere, başına ل almış zamir-i mecrur-u muttasıldır.

مَشَوْا : مَشَى – يَمْشِي’den fiil-i mâzi cem-i müzekker gâibdir. İnsanın mutad yürüyüşüne مَشْي denilir. Bu dilde, gece yürüyüşü başka, gündüz yürüyüşü başka kelimelerle ifade edilir. مَشْي bir koşma değil, aynı zamanda ağır bir hareket de değil, normal ve mutad bir yürüyüş demektir.

إِذَۤا أَظْلَمَ’deki إِذَۤا şart içindir. إِنْ kelimesine göre nispî olarak kat’iyet ifade eder.

أَظْلَمَ kelimesi if’âl babından olup “karanlık çöktü, karanlığı çökertti” mânâlarına gelmektedir. Yerine göre bunlardan biri kastedilir. İf’âl babından gelmesi itibarıyla hemzesi “ta’diye” için olabileceği gibi “sayrûret” için de olabilir. Bu tabire, “Karanlık yüzde ve satıhta idi de geldi başlarına çöktü.” veya “Başka bir tarafta mevcut idi de geldi onları kapladı.” yahut “Etraf açıkken karanlık bastı.” yahut da “Onlar o muzlim vicdanlarında ziyayı zulmet gibi gördüler, o atmosferi karanlık buldular.” şeklinde mânâ verilebilir ki bunların hepsiyle de meseleyi telif etmek mümkündür.

قَامُوا kelimesi قَامَ fiilinin mâzi, cem-i müzekker gâib sigasıdır ki, “Ayakta kalakaldılar.” şeklinde mânâ vermek uygun olur.

شَۤاءَ kelimesi üçüncü babdan gelmekte olup, “diledi, me­şî­eti taalluk etti” mânâlarını ihtiva etmektedir.

ذَهَبَ yine üçüncü babdan bir kelime olup “gitti” anlamındadır. ب ile kullanıldığında “götürdü, giderdi” mânâsına gelir.

إِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ : شَيْء kelimesi ile قَدِير ismi üzerinde de durmak yararlı olacaktır.

شَيْء kelimesi, مَا mânâsına da, مَنْ mânâsına da kullanılır. مَا ke­limesine eskiden “nesne”, مَنْ’e de “kimesne” derlerdi. Da­ha sonraları ise nesne tamamen yerini “şey”e, “kimesne” de “kim­se”ye terk etti. “Şey”, tarif olarak, bilinip kendisinden haber verilmesi sahih olan bir nesne demektir. Bunları Ta’rî­fât kitaplarındaki tariflere bırakıp geçelim.

“Şey” kelimesinde zikredeceğimiz üç husus var:

Evvela, bu âyetle alâkalı olanıdır ki, burada “şey” kelimesi ister mevcut olsun, ister mâdum olsun mümkine denir. Mâduma “şey” denir mi, denmez mi şimdilik o hususu geçelim. Burada maksud olan “mümkin”dir, “vacib” değildir. Bu itibarla da âyetteki “şey” kelimesi bu mânâda anlaşılmalıdır.

إِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Cenab-ı Hak (celle celâluhu) her şeye kadirdir.” ifadesi, akla şöyle bir soru getirmektedir: Ce­nab-ı Hakk’ın kudretinin mevcuda taalluk keyfiyeti nedir? Mev­cut nasıl olsa var, kudretin yeniden buna taallukundan ne anlaşılmalıdır? Bazıları bu anlayıştan hareketle, kudret, bir şeyi yoktan meydana getirmek için taalluk eder; dolayısıyla onun taalluku yokadır; o, vara taalluk etmez demişlerdir. Bu anlayışta olan biri, “Cenab-ı Hakk’ın kudreti mevcuda değil, mâduma taalluk eder.” şeklinde düşünmektedir. Oysaki Cenab-ı Hak nasıl Hayy’dır, Kadîr’dir; öyle de Kayyûm’dur. Yoktan var etmede kudret, var etmek, vücuda mazhar kılmak için taalluk eder. O şey vücuda geldikten sonra da onu her an tebeddül ve tegayyürler çerçevesinde hep var eder durur. Bu itibarla o, hayatı boyunca hep farklı var olma vetireleri yaşar. Dolayısıyla her varlığın, hem vücudunda hem de vücudunun devamında kudrete ihtiyacı vardır. Binaenaleyh buradaki “şey”le biz hem mevcudu hem de mâdumu kastediyoruz.

Cehmiye mezhebinin kurucusu Cehm İbn Safvân gibi bazıları, Cenab ı Hakk’a “şey” denmez der. Onlara göre bu, Cenab-ı Hakk’ı mahlukatına benzetme mânâsı taşır. Ehl-i Sünnet’in nok­ta-i nazarına göre ise bu kelime, yukarıda da belirttiğimiz gi­bi “bilinip kendisinden haber verilmesi sahih olan” her mevcuda şamildir, bundan dolayı Allah’a da şey denilebilir.

Bed’ü’l-emâlî’de:

نُسَمِّي اللهَ شَيْئًا لَا كَالْأَشْيَاءِ … وَذَاتًا عَنْ جِهَاتِ السِّتِّ خَالِ

“Biz Allah’a da ‘şey’ deriz. Fakat O, sair nesneler gibi bir şey değildir (O, araz ve cevher gibi şeylerden münezzeh ve mu­kad­destir). O’na ‘zât’ da deriz ama O öyle bir Zât’tır ki, altı yön­den ve hayyizden, mekândan hâlîdir, münezzehtir, mukad­des­tir.”374 denilerek bu hakikate işaret edilmektedir.

قَدِيرٌ kelimesine gelince, o, “kudret sahibi, muktedir, istediği şeyi istediği keyfiyette yapmaya gücü yeten” mânâsında bir siga-i mübalağa ya da sıfat-ı müşebbehedir. Esmâ-i hüsnâ içerisinde hem Kadîr hem de Kâdir isimleri mevcuttur. Ne var ki, aralarında bir farkın olduğu da açıktır. Biz, birinin gücünü ifade için “Falan, falan işi yapmaya “kâdir” desek de hiçbir zaman bunu “kadîr” şeklinde ifade etmeyiz. Evet, Kadîr ismi, Cenab-ı Hakk’ın Zât’ına has bir isimdir, başkaları hakkında kullanılamaz. Ama Kâdir ismine mânâ verirken, “Allah dilerse yapar, dilerse yapmaz.” şeklinde ifade ederiz. Bunda da kudret mânâsı söz konusudur ama fiil ve o fiili terk, müsavi bir durum arz etmektedirler.

İsterseniz şimdi bir de meseleyi itikadî açıdan ele alalım. Meydana gelmesine Allah’ın meşieti taalluk eden her şey meydana gelir; Allah’ın meşieti, meydana gelmemesi şeklinde tecelli eden şey de meydana gelmez. Buna göre biz bir bakıma ademe de meşiet-i ilâhiyenin taallukunu görüyor gibi oluruz. Aslında bu, ulema arasında ihtilaf mevzuudur. Onlardan bazıları, وَلَوْ شَۤاءَ اللهُ “Eğer Allah dileseydi…” gibi âyetlerin mânâsından hareketle: “Eğer Allah dilemiş olsa idi, olurdu; olmadığına göre demek ki dilememiş, yani olmayacak şeye (mâduma) Cenab-ı Hakk’ın meşieti taalluk etmez.” demişlerdir ki şu mânâya gelir: “Me­şi­et-i ilâhiye taalluk edince olur, meşiet-i ilâhiye taalluk etmeyince olmaz.” Hâlbuki hakikat hiç de öyle değildir. İşin doğrusu şudur: Meşiet-i ilâhiye bir şeyin olmasına taalluk ederse o olur; olmamasına taalluk ederse de olmaz. Evet, olmada da, olmamada da meşiet-i ilâhiye esastır. Medar-ı ihtilaf bu meseleyi Mev­kı­fü’l-beşer tahte sultâni’l-kader isimli eserinde Mustafa Sab­ri Bey delilleriyle ariz ve amik olarak arz eder…375

قَدِير kelimesine dönecek olursak; onun açılımını اَلْفَعَّالُ لِمَا شَاءَ كَمَا يَشَاءُ “Allah neyi dilerse ve nasıl dilerse öyle yapar.” şeklinde yapabiliriz. Yukarıda da ifade edildiği gibi Kâdir ismi, “dilerse yapar dilerse yapmaz” hakikatine bakmaktadır. Bunlardan birinde, insanın meyelanı söz konusudur, diğerinde ise değildir. Ayrıca Kadîr isminde âyât-i tekviniyedeki cebir söz konusudur ki; orada insan iradesi hiç hesaba katılmaz. Allah dilediği şeyi dilediği keyfiyette yapar.

Kudret ve meşiet meselesi Kelâm’da en zor meseleler­dendir. Kuvvet mânâsına da gelen bu kelime tek yönlü bir şeye gücün yetmesi demektir. Kudret ise daha umumi olarak gücün yetmesi anlamındadır ve Türkçede bunu ifade eden kelime yoktur. Yani bir insan sadece mecburen iradesini kullanır, enerjisini kullanır ve bir şey yapar. Mesela, bir cismi iterek belli bir istikamete sevk eder. Buna bir kuvvet nazarıyla bakarız ama kudret diyemeyiz. Kudret denmesi için iç içe zıt şeylerin olması da söz konusudur. Yani insan o cisme vurup iterken aynı zamanda çekmeyi de gerçekleştirmeye muktedir olması gereklidir. Bir cismi güç kullanarak belli bir istikamete itmeye kuvvet denir ki, bu mânâda enerji de bir kuvvet kaynağıdır.

Kudrete gelince o kuvvet ve aynı zamanda iradedir. İter­ken çeker, çekerken iter. Binaenaleyh kuvvetle kudret birbirinden ayrı şeylerdir. Bunlardan birinde tek buud, diğerinde çok buud söz konusudur. Bazı erbab-ı ilim, “Birinde mecburilik, diğerinde ise ihtiyarilik var.” demektedirler. Evet o kudret-i kahire çekerken iter, iterken çeker. Kuvvette bu husus söz konusu değildir. Bir örnek; mesela birini hasta etmek için bir mikrop enjekte etmek yeter. Ama o adam hastalandığında, hastalığı verirken hemen geriye alma gücüne de sahip olunamadığından bu tek yönlü bir şey olur. Allah (celle celâluhu) ise hastalığı verirken aynı zamanda onu alıverir de yaptığı şeyi geriye çevirir. Allah’ın kuvvetinin taalluku itibarıyla meseleyi düşünecek olursak ona kudret, beşerin kuvvetinin taalluku itibarıyla düşünecek olursak buna da kuvvet diyoruz.

Ayrıca buradan ayrı bir mânâ daha seziliyor ki o, bazı yorumcuların mezelle-i akdâmı olmuştur. إِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ “Bü­tün mahlûkların rızıklarını veren, kâmil kuvvet ve tam ik­ti­dar sahibi Allah Teâlâdır.”376 âyetinin ifadesiyle Ce­nab-ı Hak, Rezzâk ve aynı zamanda Zü’l-kuvve yani kuvvet sahibi, Kavî ve Metin’dir. Bu Kavî ve Metin’in arka arkaya zikredilmesi bir ıttıradı ve yeknesaklığı ifade etmektedir ki, bu da daha ziyade konunun mahall-i taallukunun tekvinî âyetler olduğunu yani kuvvetin mahall-i taallukunun tekvinî emirler olduğunu göstermektedir. O alanda cari olan şeylere biz kendi dilimizle enerji ve kuvvet diyebiliriz ki bu da bütün tahavvül ve tebeddülün esasen o kudret-i kâhirenin eseri olduğunu göstermektedir. Bu hususu da لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللهِ “Havl ve kuvvet ancak Allah’ın elindedir.”377 beyanı gayet net olarak ifade etmektedir. Rızkın zaruri olarak yine bu kanunlar çerçevesinde meydana gelmesi de o hususta kuvvetin taalluku olarak görünmektedir. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’ın kudretinin iki taallukundan birisi âyât-ı tekviniyede cebrî o metin kanunlardır ki, kavi ve metin olarak o alanda taallukları söz konusudur. İşte bu yönüyle kudretin taallukuna kuvvet diyoruz ve Vacibu’l-Vücud’un kudret-i kâhiresini ifade için O’nu Kadîr ve Kâdir ismiyle anıyoruz.

Şimdi buna göre âyetin mânâ-i münifine bakalım:

Onlar bu dilhıraş, yürek parçalayan hâdise içinde yanıbaşlarında ra’dın tarrakalar çıkarması, gözlerinin önünde şimşeğin çakıp gözün ziyasını alıp götürmesi ve her hâdisenin kalbde bir irtiad yani bir ürperti, bir titreme hâsıl etmesi karşısında ara sıra çakan şimşek ne zaman onların tepesinde çaksa, o aydınlıkta ve aydınlığın buutları çerçevesinde biraz yürürler. Şimşek gaybubet ettiği ve iç içe karanlıklar onları çepeçevre sardığı anda da oldukları yerde kalakalırlar. Cenab-ı Hakk’ın meşieti onların görme ve işitme duyularını almaya taalluk etseydi onları da alıverirdi. Muhakkak Allah her şeye ve her şe’ne gücü yeten, kudreti kendinden bir Kadîr-i Mutlak’tır.

Bu açıdan burada anlatılmak istenen meselenin, ikinci temsilin devamı şeklinde –buna yukarıda tetimme-i temsil denilmişti– ele alınması daha uygun olacaktır. Vâkıa, müte­ah­hi­rînden hususiyle de bu devirdeki yorumculardan bazıları “Bu müstakil bir temsildir, burada üç ayrı temsille münafıkların üç gürûhunun durumu anlatılıyor.” demektedirler ama âyet-i kerime siyak ve sibakıyla buna pek müsait görünmemektedir. Zira bu âyetteki zamirler, öbür âyetteki ifadelere işaret etmektedir ki münafıklar gürûhu burada şimşeğin çakması hâdisesi karşısındaki durumlarıyla resmedilmektedir.

Girişte arz ettiğim gibi vahy-i semaviden ümitvar olma, onun gönüllerde makes bulmasını düşünme veya düşünür gibi olma, fakat sonra bunu tamamen kaybetme hâlet-i ruhiyesi içinde olan kimselerin, o hususu düşüncede istikrarlı kimselerin görüp duyduğu gibi görüp duymalarına imkân yoktur.

***

Şimdi isterseniz bu meseleyi bir de içtimaî durumları anlatılan bir toplumun içtimaiyatına bakan yanıyla ve onların imansızlıklarının hâsıl ettiği ruh hâletleri itibarıyla yani ilm-i nefs ve ilm-i ahlâk açısından birer cümleyle hulâsa edelim.

İçtimaiyat (sosyoloji) açısından mesele ele alınacak olursa, burada taklitle menfaat arasında gel git yapan bir toplumun hâlet-i ruhiyesinin anlatıldığı görülür. Onların din ve iman namına durumları sadece taklitten ibarettir. Öyle ki bunlar sadece atalarından gördükleri şeyleri yaşama, ilimleri ve basiretleriyle meseleleri ele alamama gibi bir darlığın mah­kû­mu­durlar. Öte yandan burada bir de menfaat meselesi bahis mevzuudur. Öyle ki, şayet bir gün Efendimiz’in (sallallâhu aley­hi ve sellem) hakkaniyet ve sıdkı zuhur ederse, bütün bütün kaybetmemek için ona göre de bir vaziyet almaktadırlar. Aksine –hâşâ– şayet sıdkı ve nübüvveti doğru değilse böyle küçük bir lem’anın parlaması beyhude yorulma olacaktır. İşte bu iki hususu resmetme adına küçük bir aydınlık ve arkasından hemen bir karanlıktan söz edilmektedir.

Ayrıca onların İslâm’a yakın gibi durmalarında, ganimet elde etme ve saldırıdan korunma gibi bel bağladıkları bir husus da bahis mevzuudur. Ne var ki, her inayet ve ihsan bir ağırlık ve mükellefiyete dayalı olarak meydana gelir. Binaenaleyh onlardan, ganimeti hak etmeleri için cihad etmeleri istenmekte, nübüvvetten istifade etmeleri için de ubûdiyetle mükellef tutulmaktadırlar.

Bu açıdan da iki mülâhaza arasında bir mekik hareketiyle sürekli gel git yaşamaktadırlar. Böyle istikrarsız bir toplumun huzurlu olması düşünülemez. Nitekim âyetin sonu da bu hususu ihtar etmektedir: وَلَوْ شَۤاءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ Yani Allah dilese ve irade buyursaydı, onların gözlerinin görmesini ve kulaklarının işitmesini alıverirdi de ne görür ne de duyarlardı. Ne var ki, Cenab-ı Hakk’ın meşieti o istikamette cereyan etmedi; etmedi de onların gözlerini ve kulaklarını almadı. Buna göre –Allahu a’lem– tablo şöyle resmedilebilir:

Cenab-ı Hak, bir kısım hikmet ve maslahatlardan ötürü onların görme ve işitme kabiliyetlerini almamıştır. Evet, onlar vâkıa görür, işitir durumdadırlar ama bakış zaviyesinin doğru olmaması onları bu hâle getirmiştir. Öyle ki bunlar, kâh görüyor kâh görmüyor olmalarından hep ızdırap içindedirler. Belki gözleri ve kulakları olmasa da görüp duymasalar bu kadar muzdarip olmayacaklardı ve ne şimşeğin çakması ne de ra’dın tarrakaları onlara çok fazla endişe vermeyecekti. Ayrıca onlar şöyle böyle bir şey yapıyor göründükleri hâlde aslında yapamıyorlardı. Öyleyse onların gözleri ve kulakları bulunmalıydı ki, yol almasalar da âlem nazarında yürüyor görünsünler ve hiçbir şey yapmadıkları hâlde, o bakış ve bu kulak verişle, yapıyor zannedilsinler. Bundan da anlaşılmaktadır ki, onlar hayatlarında hep hareket hâlindeler ama hareketleri ne dünya hayatına ait bir hayır getirmekte ne de ahiret hayatına ait onlara bir şey vaat etmektedir. Temsil gayet nettir. Onlar yürümektedirler, ama ne tarafa gittikleri belli değildir ve oldukları yerde dolaşıp durmaktadırlar. Öyle ki bazen bir şimşeğin çakmasına göre mütereddit adımlarla yol alıyor gibi görünmekte ama temelde yerlerinde saymaktadırlar.

Burada zikredilebilecek bir başka husus da şudur: Cenab-ı Hak cebrî olarak duygularını almak suretiyle onları bütün bütün mahrum bırakmamıştır. Bu anlayışa göre şöyle bir tasvir söz konusudur: Çölde şaşkına dönmüş bir kitle, başları üzerindeki şimşek ve yıldırım onları daha bir şaşkına çevirmekte, gözlerine kulaklarına girerek âdeta onlarla alay etmektedir. Öyle ki çölün bu vahşi durumundan kurtulamadıkları müddetçe de bu hâl hep böyle devam edecektir. Karanlıkta bir miktar kalkıp ayakları üzerine doğrulacaklar; meçhul bir istikamete doğru tereddüt içinde birkaç adım atacak ve gözlerinin önünde ışıkların sönmesiyle de oldukları yerde kalakalacaklardır. Burada, tıpkı tipide veya kum fırtınasında bunalmış bir toplumun hem umumi durumlarının hem de ruh hâllerinin tasviri yapılmaktadır.

Bir de meselenin ilm-i nefs (psikoloji) açısından tasviri söz konusudur. Şöyle ki, düal (iki türlü, iki yüzlü) görünen fertlerin her zaman kendilerine has bir durumları vardır. Bunların yüzlerinde yalancı bir tebessüm, gözlerinde sinsi bir bakış, kulaklarında haince bir dikkat ve bütün davranışlarında bir sunilik vardır. Binaenaleyh onlar, bu yönlerinin sezilmiş olabileceği endişesiyle sürekli suçluluk hâlet-i ruhiyesiyle hep bir tedirginlik içindedirler. Bu ruh hâletine binaen, bir bakarsınız yüzlerinde yalancı bir tebessüm, ardından bir kasılma ve somurtma. Öyle ki birden gözlerindeki o tebessüm söner ve onun yerini bir telaş alır. Yalancıktan olan o kulak kabartma birden bire sona erer ve kulaklar başka seslerle çınlamaya durur. Haklarında söylenen sözlerden tir tir titrer ve halkın kendilerince mânâlı bakışlarından endişe duymaya başlarlar. Halk anlayacak diye yüzlerinin rengi birden bire değişir ve görüntülerin yerini “olma”lar alır. Aslında, ruh hâleti itibarıyla bütün suçlu ve kusurlular suçunun, kusurunun bilindiğini hissettiği zaman daima hep aynı endişeyi duymuşlardır. Bu husus, her iki tabloda ve o tabloların tetimmesinde de açıktan açığa görünmektedir.

Ahlâk açısından; bu temsillerde resmedilen toplumun durumunda şunları görüyoruz: Her şeyden evvel bu toplumda ciddi bir istikrarsızlık söz konusu. Şöyle ki, kış mevsiminde yaz kıyafetiyle, yaz mevsiminde kış giysisiyle, yazda bahar edasıyla, baharda sonbahar tavrıyla farklı görüntüler sergileyerek çevrelerini sürekli meşgul ediyorlar. Oysaki Kur’ân-ı Kerim, “kelime-i tayyibe”yi (güzel söz) anlatırken onda istikrar ve kök salıp semaya ser çekme üzerinde durmakta; “kelime-i habîse”yi (çirkin, kötü söz) ise istikrarsızlığın remzi olarak her gün ve her mevsim başka bir yerde bulunma resmiyle ortaya koymaktadır.378 Binaenaleyh ahlâk açısından istikrarsızlık ve o münafıkça tavır ve davranışlar öyle kötü şeylerdir ki, onlar bununla bir şey kazandıklarını sansalar da hep kayıplar yaşamaktadırlar. Zira böylelerinde sabit bir hayat tarzı yoktur; bazen herkesin güldüğü anda onlar ağlar, âlemin ağladığı anlarda da gülerler.

Evet, Müslümanlar zaferyab olduklarında onlar mahzun olur, aksine Müslümanlar mağlup olup herkesin ağladığı demlerde de gülerler. Onlarda her zaman bir aykırılık görülür. Böyle bir hânenin içinde yetişen nesiller de böyle hissiz ve duygusuz yetişirler. Zira nesillerin de otlar, ağaçlar gibi kuvve-i inbatiyesi muttarıt (düzenli) bir zemine ihtiyaçları vardır. O olmadığı takdirde onlarda da istikrar söz konusu olamaz. Bunun için, bir münafık hânede yetişen evlat, şayet daha sonra sıcak bir mü’min harîmi bulamamışsa, ataları gibi münafık olarak yetişir. Evet, o habis cazibeden sıyrılabilip Müslümanlığın cazibe-i kutsiyesi içine girenler kurtulmuş olurlar.

Onların bu hâli, İslâmî ahkâm ve fıkıh açısından da bir özellik arz etmektedir. Şöyle ki, Kur’ân-ı Kerim’de, mü’minlerin dışında mütecaviz kimseler hakkında da verilmiş hükümler vardır. Ama münafıklar hakkında şöyle böyle net bir hüküm veril­me­mektedir. Müslümanlarla harp durumunda olan mütecaviz kâ­firler için, savaş ahkâmının gereği olarak: وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ “Onları nerede bulursanız öldürün.”379 buyrulur. Hâl­bu­ki Efen­dimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) münafıkları öldürmekten as­hâ­bını men etmiştir. Bu konuyla alâkalı şunlar söylenebilir:

1. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) münafıkları bildiği hâlde –bir hadisin de ifadesiyle– “Ashabını öldü­rüyor.”380 dedirtmemek için onları öldürtmekten kaçınmıştır.

2. Münafıkların daha önceden de Müslümanlarla sıkı bir münasebetleri olduğundan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “te’lîf-i kulûb”de bulunmuş, ganimetten istifade edebilecekleri yerde istifadelerini sağlayarak Müslümanlığa ısınmalarını hedeflemiştir.

3. İslâm, hukuk açısından insanların kalblerine göre değil, davranışlarına göre hüküm verilmesini emretmektedir. İçlerine göre hüküm vermeye gelince o, Allâmü’l-gu­yû­ba aittir. Biz gayba muttali olmadığımıza göre, نَحْنُ نَحْكُمُ بِالظَّاهِرِ deme, zâhire göre hükmetme mecburiyetindeyiz. Binaenaleyh Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Tebük vakasını müteakip pek çok mazeretle huzuruna gelen münafık gürûhunun hemen hepsini dinlemiş, mazeretlerini kabul etmiş, bir şey söylememiş ve onların içlerini Allah’a havale etmiştir.381 Bu, “İçinizi Allah’a havale ediyorum. Dışınıza göre ben sizin Müslüman olduğunuza hükmediyor ve mazeretinizi kabul ediyorum.” anlamına gelmektedir. Onun içindir ki Efendimiz (sal­lal­lâhu aleyhi ve sellem), münafıklar hakkında zecrî bir duruma başvurmamış ve onları Allah’a (celle ce­lâ­lu­hu) havale etmiştir. Ancak, bundan istinbat edilebilecek ahkâm, sadece münafığı kendine has keyfiyetiyle kavrama, küfrü ve tecavüzü ifade eden açık bir durum oluncaya kadar onları hukuki açıdan Müslümanlardan ayırmama şeklindedir. Bütün bunların yanında münafıkları bilme, onlara İslâm’ın sırlarını intikal ettirmeme veya o sırların onlara intikaline meydan vermeme de üzerinde durulması gereken ayrı bir konudur.

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (20. Âyet)

Âyet-i kerimede beraber kullanılan, يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ ifadesinde; يَكَادُ’daki mukârabe, الْبَرْقُ’daki sürat ve يَخْطَفُ’daki süratli kapış, tabloya çok fevkalâde bir canlılık kazandırmaktadır. Evet, ef’âl-i mukârabeden olup “neredeyse, hemen hemen” mânâsına gelen كَادَ fiilinde bir yakınlık ve sürat mânâsı söz konusudur. Ayrıca بَرْق kelimesinde bir süratli çakış, خَطِفَ fiilinde de seri bir kapış vardır. Gökten göze inecek ve gözün ziyasına fer olabilecek şimşek parıltısı sürati ifade etmektedir. Âyet-i kerimenin cezâlet-i beyanı açısından şöyle denebilir: يَكَادُ fiili يَخْطَفُ fiiliyle yan yana gelince, süratle hemen kapıp kaçırma mânâsı ortaya çıkmaktadır. Yani sanki onların gözleri hemen görebileceği bir duruma gelince, onlar görmezden evvel şimşek hemen görme hissini kapıp kaçırmaktadır. Evet, dikkat edilince böyle bir düşünme tarzı âyet-i kerimenin mânâsında hemen hissedilmektedir. Çünkü karanlığa alışan bir göz etrafını biraz görür ve ona alışır. Ama ara sıra çakan şimşek, onun doğru görmesine engel olur. Evet, gözünün önünde an be an şimşek çakan kimse, karanlık içinde az da olsa etrafını görme durumuna hiçbir zaman gelemeyecektir. Göz, etrafıyla bir mutabakat ve uyuma varacağı an, şimşeğin çakması onun görme istidat ve kabiliyetini alıp götürür ki âyetin ifade ettiği de işte budur. Şimşeğin gözün görmesini kapıp götürmesi, bir belâgat nüktesi olarak gayet latiftir.

أَبْصَار kelimesi, onların gözlerinden ziyade basiretlerinde körlük olduğuna işarettir. Onların bu işi görebilecek ve hissedebilecek bütün görme kabiliyetleri köreltilmiş ve baksalar da görmez hâle getirilmişlerdir. Zaten mümesselün leh’te, hakikati görmeyen de basiret gözüdür ki, misalde de bu alınmakta ve mümesselün leh’teki hakikate telmih yapılmaktadır. Yani onlara, “Misale saplanıp kalmayın, dikkat edin.” denilmektedir. Misali verirken, misaldeki kayıtların âdeta kanallar hâlinde mümesselün leh’e bağlanmış olduğu açıkça vurgulanmaktadır. Yani hangi kanalın ucuna dokunulursa mümesselün leh’ten ses duyulmaktadır. Bu açıdan, ebsâr kanalına dokunulduğunda da onlardaki mânevî körlük sesi duyulmaktadır.

كُلَّمَۤا أَضَۤاءَ ifadesi, münafıkların her fırsatı değerlendirmeye çalıştıkları hissini ifade etmektedir. Sanki onlar, gözlerini belli bir noktaya teksif etmiş de şimşeğin çakmasını bekliyorlarmış ve çakınca da hemen kalkıp yürüyeceklermiş gibi bir hâl sezilmektedir. Bir de cümlenin isti’nâf (başlangıç) cümlesi olması itibarıyla sanki soru sorana cevap veriliyormuşçasına bir üslup tercih edilmiştir: “Neredeyse şimşek gözlerini kapıp götürecekmiş gibi.” Öyleyse bunların hâli oldukça karışık olacaktır ve şaşkınlık içinde mütemadiyen şimşek çakması ve karanlık basması arasında gelgitler yaşayacaklardır.

لَهُمْ kelimesinden, bu kadarcık şimşeği dahi onların, “aleyh”­lerinde değil “leh”lerinde bir hâdise saydıkları mânâsı an­la­şıl­maktadır.

مَشَوْا kelimesi ise onların süratli yürüyemediklerini, hızlı hareket edemediklerini anlatmaktadır. Aslında, –Kur’ân’ın ifadesiyle382– karanlıkta ellerini, parmaklarını çıkarsalar göremeyecekleri bir yerde süratli adım atmalarına da imkân yoktur. Bu da her tarafta tereddüt olduğu, her tereddüdün de bir tehdide dayalı olduğunu ifade bakımından gayet önemlidir.

فِيهِ zarfı, o ışığın, yani şimşek ışığının darlığını ifade etmektedir. Yani onlar ancak şimşeğin aydınlatma buutları içerisinde, gözlerinin görebildiği o saha çerçevesinde adım atabiliyorlar. Tasvir mükemmeldir.

وَإِذَۤا أَظْلَمَ cümlesindeki إِذَۤا kelimesinin ifade ettiği kat’iyet, cümlenin kendinden sonra gelecek unsurlarıyla ifade edilecek hususların gerçekleşeceğini/gerçekleştiğini bildirir. Bu, mümesselün leh’le düşünüldüğünde “onların vicdanlarına karanlık çöktüğünde, ruh hâletlerini karamsarlık sardığında, dahası dünyaları ve ufukları karardığında ve maddî-mânevî zalâma maruz kaldıklarında.. ki bunların hepsi gerçekleşmektedir.” gibi bir resim ortaya çıkmaktadır.

قَامُوا “Oldukları yerde kalıverirler.” demektir ki bize şunu anlatır: Onlar hep tereddütle adım atmaktadırlar ama ışık sönünce de yeni bir şimşeğin çakmasını beklemeye dururlar. Resmedilen bu ruh hâleti de bize şu hakikati hatırlatır: İnsan ne olursa olsun, kendi ruhunu sıkabilecek bir âlem içinde bir tek adımı dahi zayi etmek istemez, her bir adımını değerlendirmeyi düşünür.

لَوْ kelimesi كُلَّمَۤا’nın aksine, kıyas-ı istisna-i gayr-i müstakimdir. Yani Cenab-ı Hak onların gözlerinin görmesini ve kulaklarının işitmesini almayı dilese ve meşieti ona taalluk etseydi onları alırdı. Alma olmadığına göre demek ki meşiet taalluk etmedi. لَوْ malum olduğu üzere “harf-i imtina”dır. Yani şartında zikredilen şey vuku bulmadığı için cevabında zikredilenin de vuku bulmadığını bildirir. Mesela لَوْ جَاءَنِي لَأَكْرَمْتُهُ “Eğer bana gelseydi, ben ona ikram ederdim.” örneğinde olduğu gibi. Bunun mânâsı, “Gelmedi, ben de ikram etmedim.”dir. Burada da, “Allah dileseydi onların gözlerinin ziyasını alırdı. Gözlerinin ziyasını almadı, demek ki bunu dilemedi.” demektir.

شَاءَ kelimesi göstermektedir ki, her şeyde esas olan ilâhî meşiettir. Esbap bir perdedir. Ziyayı zulmete çevirme de Allah’ın meşietiyledir.

الله : Burada lafz-ı celâle doğrudan doğruya zikredilmektedir ki, zâhiren her şeyde bir kısım esbap söz konusu olsa da verâların verâsında her zaman zatıyla O’nun (celle celâluhu) tasarrufu bahis mevzuudur. Dikkat edilecek husus da işte budur. Onların Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı tavırları, menfaat-ı dünyeviye mülâhazaları, hazımsızlıkları, zikzaklı hayat tarzları, âbâ u ecdadı taklit etmeleri… gibi şeyler hep birer sebepten ibarettir. Bu sebeplerin verâsında, şart-ı âdi plânında o esbaba binaen onların küfürlerini halk eden Allah’tır (celle celâluhu). Mümesselün leh’te arz edildiği gibi, “Eğer Allah onların gözlerinin görmesini, kulaklarının işitmesini almayı dileseydi, alırdı. Dilemediği için almadı.” Bundan anlaşılmaktadır ki, meyelan, meyelandaki tasarruf mahfuz, her şeyin verâsında hâkim olan, hiçbir sebep ve müsebbep değil bizzat Allah’ın meşiet ve kudretidir.

سَمْع ve أَبْصَار kelimeleri, biri müfred, diğeri ise cemi’ olarak gelmiştir. Mesmûâtın bir olduğu, daha önce kâfirlerle alâkalı kısım arz edilirken ifade edilmişti. أَبْصَار’ın cemi’ gelmesi ise, onun daha çok türü olduğu, yani herkesin değerlendirmesi ayrı olabileceği ve netice itibarıyla ayrı ayrı görmeler söz konusu olacağı içindir. Halbuki duyma tek yerden olur; Allah (celle celâluhu) birdir, O duyurur; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) birdir, O tebliğ eder ve ferden ferdâ herkes kendi kendine duyar. İşte bütün bu müfredleri ifade için bunda سَمْعِهِمْ diğerinde ise أَبْصَارِهِمْ denilmiştir.

Meselenin ciddiyeti, muarızların muhalefet derecesi ne olursa olsun Cenab-ı Hakk’ın hâkimiyeti lâyezâldir. O (celle celâluhu), zatında لَمْ يَزَلْ“ezelî” bulunduğu gibi aynı şekilde لَا يَزَال“ebedî”dir. Evet, O’nun bidayeti söz konusu olmadığı gibi nihayeti de yoktur ve kudreti de sınırsızdır. İnsanın kuvveti düşünülürken bir meyelan ve onda tasarruf gibi bir şey akla gelmektedir. Evet insanın iktidarı, mütesâvittarafeynden (iki tarafı birbirine müsavi ve denk olan) birini yapma veya terk etme iktidarından ibarettir. Allah’ın kudreti ise her türlü tedahülden, kayıtlardan müberrâ ve münezzehtir. قَدِير ismi de işte bu mânâyı ifade etmektedir. Bu kelime mübalağa sigası veya sıfat-ı müşebbehedir. Mübalağa sigası kabul edilmesi, kudretinin enginliğine delâlet eder. Sıfat-ı müşebbehe olması ise O’nun kudretinin gelip geçici değil daimî, zâtî olduğunu işaretler. Vâkıa, Cenab ı Hakk’ın قَادِر ismi de vardır. Fakat onun keyfiyet-i taalluku başkadır. Öyleyse قَدِير ismine mânâ verirken “Kudret-i zatiye, kudret-i dâime sahibi” demek icabeder. O zatî olduğundan dolayı da her türlü izafetten münezzeh, mukaddes ve müberrâdır. Beşerin takati gibi sınırlı, izafi ve mahdut değildir.

***

Buraya kadar ifade edilen –الٓمٓ müstesna– mü’minler hak­kın­da dört âyet-i kerime, kâfirler hakkında iki âyet-i kerime ve münafıklar hakkında 13 âyet-i kerime ile üç sınıf üze­rinde duruldu ve hususi vasıflarına vurguda bulunuldu. Bu­ra­da mü’minler, bütün kitaplara inanmanın yanında bir de gayba iman gibi bir paye ile serfiraz oldukları anlatılarak tebcil edilmektedirler. Kâfırler ise, inzar ve tebşire kapalı olmanın yanında küfre kilitlenmiş olarak nazara verilmektedir. Bun­lar­dan bir kısmı küfre davetçi ve açıktan küfrün müdafileri olmasına karşılık diğerleri küfrün içine düşmüş çıkamamakta ve taklit içinde bocalamaktadırlar. Münafıklar da bunlar gibi, bazısı avam, bazıları da havas nifak gürûhu olarak karşımıza çık­mak­tadır. Hem temsilde hem de mümesselün leh’te her ikisinin durumunu da görmek mümkündür. Bir bakıma bunlar için de, kâfirler hakkında düşündüğümüz aynı şeyi düşünebiliriz. Bunlardan biri, küfre davet eden münafıkîn gürûhu, diğeri de bunları veya âbâ ve ecdadını taklit eden münafıkîn gürûhu. Her dönemde de bu hep böyle olmuştur. İşte bütün bunları böyle tertip, tasvir ve ifade ettikten sonra beyan-ı Kur’ân bütün bu farklı cemaatler hakkında ister ilâhî mesaja icabet eden olsun, ister henüz icabet etmemiş bulunsun, mesajın menâtını da göstererek herkese umumi bir davette bulunmakta: يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ “Ey insanlar! Sizi yaratan, var eden Rabbinize ubûdiyette bulunun (kul olun, kul­luk vazifesini yerine getirin)!” şeklinde umum insanlığı bir­den mütalâa ve müşahedeye arz edip tevhid-i rubûbiyete karşı tevhid-i ubûdiyeti ihtar etmektedir.


346 Tûr sûresi, 52/5.

347 Enbiyâ sûresi, 21/32.

348 Tirmizî, tefsîru sûre (57) 1; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/370.

349 Bediüzzaman, Lem’alar s.85 (On İkinci Lem’a, İkinci Mesele).

350 Buhârî, mezâlim 9; Müslim, birr 57.

351 Buhârî, bed’ü’l-halk 6, enbiyâ 43, menâkıbü’l-ensâr 42; Müslim, îmân 264.

352 Nûh sûresi, 71/19.

353 Bakara sûresi, 2/30.

354 Zümer sûresi, 39/68.

355 A’râf sûresi, 7/143.

356 Fussilet sûresi, 41/13.

357 Buhârî, enbiyâ 34; Müslim, fezâil 159.

358 Nûr sûresi, 24/43.

359 Buhârî, îmân 24, şehâdât 28, vesâyâ 8, libâs 69; Müslim, îmân 107-110.

360 Buhârî, îmân 24, mezâlim 17; Müslim, îmân 106.

361 Hac sûresi, 22/3.

362 Hac sûresi, 22/8.

363 Bkz.: Bediüzzaman, Şualar s.96 (Âyetü’l-Kübrâ).

364 İsrâ sûresi, 17/82.

365 Nûr sûresi, 24/40.

366 Nûr sûresi, 24/39.

367 Hac sûresi, 22/11.

368 Bakara sûresi, 2/96.

369 Bediüzzaman, Lem’alar s.4 (Birinci Lem’a).

370 Bakara sûresi, 2/20.

371 Mülk sûresi, 67/8.

372 Bakara sûresi, 2/71.

373 Sâffât sûresi, 37/10.

374 el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.149.

375 Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfü’l-beşer tahte sultâni’l-kader s.108-133.

376 Zâriyât sûresi, 51/58.

377 Bkz.: Buhârî, meğâzî 38, deavât 51, 68, kader 7; Müslim, zikir 44-46.

378 Bkz.: İbrahim sûresi, 14/24,26.

379 Nisâ sûresi, 4/191.

380 Buhârî, tefsîru sûre (63) 5, 7; Müslim, birr 63.

381 Buhârî, meğâzî 79; Müslim, tevbe 53.

382 Nûr sûresi, 24/40.

-+=
Scroll to Top