Bakara Sûre-i Celîlesi (23-24. Âyetler)

وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ ۝ فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

“Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’ın, Allah’ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin ve Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, iddianızda haklı iseniz. Bunu yapamazsanız –ki asla yapamayacaksınız– çırası insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanan o ateşten sakının.”

Yukarıda, mü’min-münafık-kâfir, bunların umumunu birden muhatap olarak nazara alıp öteden beri devam edegelen hakâik-i âliye-i İslâmiye’nin dört mühim esasını hecelemeye çalışmıştık. İşte bu dört büyük hakikatten biri, tam bir ubûdiyet tavrı takınma çerçevesinde daire-i rubûbiyete karşı arz-ı inkıyatta bulunma ve daire-i ulûhiyete karşı da iz’an içinde olma hususu idi.

Bizim tevhid-i ubûdiyette bulunmamız, Zât’ında Cenab-ı Hakk’ı tevhid edip, tevhid-i ulûhiyetini iz’anla ifade ettiğimiz gibi, O’nun (celle celâluhu) o muhteşem saltanatının unvan-ı mübecceli tevhid-i rubûbiyete sahip bulunduğunu da ilan demektir. O (celle celâluhu) Zât’ında bir olduğu gibi icraatında da birdir; ortağı, yardımcısı yoktur. İşte Zât-ı Ulûhiyet hakkında akide adına bilmemiz gereken şeylerin bazıları bunlardan ibarettir. Biz, يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا âyetiyle kısmen bunu gördük ki o, kavl-i mücerret olarak sadece bir iman meselesi telkin etmiyordu; onun yanında aynı zamanda bir yönüyle inayet ve ihtirâ delilleriyle gayet net olarak âfâkî ve enfüsî delilleri de icmalen nazarımıza vererek bu meselenin sağlam delillere dayandığını da gösteriyordu.

İman erkânının en mühimlerinden biri de hiç şüphesiz ki Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’a imandır. Kur’ân-ı Mu’ciz’in, fâik beyanıyla harika ve mu’cize olarak kendisini kabul ettirmesi, aynı zamanda elinde böyle bâhir bir mucize bulunan Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğinin de tasdiki demektir.

Aslında Efendimiz, Kur’ân’ın delili; Kur’ân da Efendimiz’in peygamberliğinin delilidir. Böyle olunca, Kelâmî ifadesiyle, “De­vir olmuyor mu?” denebilir. Hayır, olmuyor; zira Kur’ân-ı Mu’ci­zü’l-Beyan’ın ispat edici delili, sadece Aleyhissalâtü ves­se­lâm olmadığı gibi, Efendimiz’in peygamberliğine delil de sadece Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan değildir. Kur’ân’ın sair i’câz yönleriyle Allah kelâmı olduğu sabit bulunduğu gibi, Efen­di­miz’in risaleti de Kur’ân’dan başka O’nun sair mucizeleri, kendine mahsus hâlleri ve sıfât-ı hâssalarıyla müsellemdir ve o risalet sadece Kur’ân-ı Kerim’e dayalı değildir. Binaenaleyh burada bir devir meselesi asla bahis mevzuu olmaz. Onun için bu iki âyette Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın kelâm-ı ilâhî oluşuyla, bununla müeyyet olan Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sel­lem) Allah’ın Resûlü olduğu imanın iki rüknü olarak ortaya konmaktadır. Bu üç husus sübut bulunca, arkasından fezleke olarak muannitlere Cehennem hatırlatılıyor. Gelen âyetin başında da Cennet anlatılarak, kesif-zulmanî, latif-nuranî iki cemaatin su-i akıbet ve hüsn-ü meâdları işaretleniyor.

Kur’ân-ı Kerim’in, ona nazire olabilecek bir eser ortaya konması mevzuundaki “tahaddiyât”ı, yani onun âleme meydan okumaları genelde Mekke’de cereyan etmesine mukabil, Medenî bir sûre olan Bakara Sûre-i Celilesindeki وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ âyeti Medine’de nâzil olmuştur.

Kur’ân’ın bu tür tahaddîlerinde farklı tasrifler söz konusudur. Vâkıa bunlarda bir sıra takip edip etmediğine dair ne kat’i bir eser (sahabe ya da tâbiîn sözü) ne de bir hadis-i şerif vardır. O bir yerde: قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْإِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِه۪ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا “De ki: Yemin ederim! Eğer insanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın benzerini yapmak için bir araya toplansalar, hatta birbirlerine destek olup güçlerini de birleştirseler, yine onun gibi bir kitap meydana getiremezler.”397 buyurur. Bu âyette, “Kur’ân-ı Kerim’in benzerini, onu tebliğ eden Nebi-yi Zîşân benzeri bir zattan olmak üzere meydana getirin.” türünden bir tahaddîde bulunuluyor. Yani ortaya koyacağınız şey hem Kur’ân gibi, onun seviyesinde olsun hem de Hazreti Muhammed (Aleyhissalâtü vesselâm) gibi ümmî bir zatın eseri olsun deniyor.

Diğer bir âyet-i kerimede ise şöyle buyruluyor: أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِه۪ مُفْتَرَيَاتٍ وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Yoksa Kur’ân’ı O’nun (sallallahu aleyhi vesellem) kendisi uydurdu mu diyorlar. De ki: İddianızda tutarlı iseniz haydi onunkine benzer on sûre ortaya koyun, bu isterse sizin kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardıma çağırın!”398 Yani müşrikler, –hâşâ– “Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’a (celle celâluhu) karşı bir yalanda mı bulundu diyorlar? Yani bunları kendi fikir ve karihasıyla ortaya koyduğunu mu iddia ediyorlar? O zaman buyurun siz de bütün Kur’ân kadar değil, hiç olmazsa on sûre kadar bir mecmua ortaya koyun.”

Hatta o mübarek Kur’ân gibi bir kitap ve Nebi-yi Ümmî gibi bir zat olmasın, مُفْتَرَيَاتٍ فَأْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ akla mantığa uymayan derme çatma şeylerden, uydurma hikâyelerden ve en mütebahhir filozof ve düşünürlerin ihtirâatıyla olsun, dahası وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللهِ bu işte, bu mevzuda gücünüzün, takatinizin, ününüzün yettiği herkesi de çağırın yardımınıza; çağırın da size yardımcı ve destek olsunlar. Evet, önceki âyette Kur’ân’ın bütünüyle, burada ise on sûreyle bir tahaddî yapılmaktadır.

Müfredat Mânâsı (23-24. Âyetler)

وَإِنْ كُنْتُمْ: إِذَا kelimesiyle إِنْ lafzının kullanıldığı yerler birbirine yakındır, ikisi de şart içindir. Ne var ki, kat’iyet söz konusu olduğu yerde إِذَا, şekkin daha galip olduğu yerde ise إِنْ kullanılır. Bu kelimeleri yakînen tanımada fayda var. Bunları tanıdığımız nispette kullanıldıkları yerler itibarıyla tasvire, genel manzaraya ve ifade tarzına vâkıf oluruz. Bu, o dilin inceliğiyle alâkalıdır.

كُنْتُمْ kelimesi “oldunuz, öylesiniz”, şartla beraber düşünüldüğünde ise “oldu iseniz, öyleyseniz” demektir ve كَانَ fiilinden mâzi, cem-i müzekker muhatap sigasıdır. Bu kelime yerine göre önceden olma mânâsına da kullanılmakla beraber, sonradan olma mânâsının düşünülmesi burada daha uygun olacaktır. Zira o zaman “Kur’ân-ı Kerim’e nazire olacağını düşündüğünüz suni dahi olsa bir şey ortaya koyun!” meydan okumasına daha baştan imada bulunulmuş olacaktır.

رَيْبٍ kelimesinin üzerinde uzun boylu durmuş, içtimaî, fikrî, ruhî ve ilmî reybîliği arz etmeye çalışmıştık.

مِمَّا : مِنْ harf-i cerri, teb’iz için de kullanılması itibarıyla “ondan sadece bir parça” manasına işaret eder.

Burada أَنْزَلْنَا kelimesi değil de نَزَّلْنَا kelimesi tercih edilmiştir; zira نَزَّلْنَا kelimesinde tedricen inme söz konusudur. Yani o Kur’ân’ın ceste ceste, sırası geldikçe, esbab-ı nüzule bağlı olarak, mas­la­hat ve hikmete binaen gelişi, “Def’aten indirdik.” mâ­nâ­sındaki أَنْزَلْنَا kelimesiyle değil de, teksir için olan tef’il kipiyle ifade edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de yağmurun yağması da bazen bu kiple ifade edilir ki, sağanak sağanak ve peşi peşine muttasıl yağma anlamına gelir.

عَلٰى عَبْدِنَا: Daha önce de üzerinde durduğumuz عَبْد kelimesi, “kul” demektir. Cenab-ı Hak, Zât-ı Ulûhiyet’ine izafe etmek suretiyle, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sel­lem) vazife itibarıyla konumunu hatırlatıyor ve nübüvvetiyle beraber O’nun Allah’ın bir kulu olduğunu ihtar sadedinde, “Ku­lumuz” tabirini kullanarak O’nun yüksek konumunu işaretliyor.

فَأْتُوا kelimesi أَتٰى – يَأْتِي’den gelir ve emr-i hâzırdır. أَتٰۤى أَمْرُ اللهِ “Allah’ın emri geldi.”399 âyetinde de görüldüğü gibi bu fiil “gel­mek” mânâsına lâzım (geçişsiz) bir fiil olmasına karşılık, bu­ra­daki gibi ب harf-i cerriyle müteaddî yapıldığında “getirmek” anlamına gelir.

سُورَةٍ: Sur kelimesi de sûre ile aynı kökten gelir. “Mahfuz, mahsur bir yer” demektir. Her bir Kur’ân sûresi kendi başına yarı istiklaliyeti hâiz olduğundan, kelime, âdeta müstakil bir sur, bir kale içinde olma gibi bir anlam taşımaktadır. Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerine necm de denir. Tıpkı uçsuz bucaksız nebülözler, galaksiler gibi… Bunlar da bir yönüyle bir sisteme bağlı, diğer yönüyle ise müstakildirler. Mesela Samanyolu için­de Güneş sistemimiz böyledir; bir bakıma müstakil olmasına mukabil bir bakıma da Samanyolu içindeki büyük çekim kuvvetine takılı ve onun çekim dairesi içinde dönmektedir. Aslında bizce çok muhteşem görünümlü Samanyolu da böy­le bir çekim kuvvetinin tesirinde, o çekim dairesi içinde hareket etmektedir.

مِنْ مِثْلِه۪ ifadesindeki مِثْل kelimesi daha önce de geçtiği üzere benzer, menend, eş demektir.

Buradaki “ه”zamiri ya Kur’ân-ı Kerim’e râci, ya da Efen­di­miz’e râcidir. Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) râci olması âyetin muhtevası itibarıyla pek müsait gibi görünmüyor. Çünkü âyette Kur’ân-ı Kerim anlatılıyor ve muhteva onun üzerine dönüyor. Ancak zayıf bir ihtimal dahi olsa مِثْلِه۪’deki zamirin Efendimiz’e ircasında da ayrı bir nükte söz konusu olabilir. Allahu a’lem, buna göre şöyle denmiş olur: “Haydi hem Kur’ân gibi bir kitap hem de Nebi-yi Ümmî gibi bir zattan benzerini getirin.” İşin hakikatini Allah bilir.

وَادْعُوا : دَعَا – يَدْعُو fiilinden emr-i hâzırın müzekkere hitap çoğuludur ve “çağırın” demektir.

شُهَدَۤاءَ da شَهِيد’in çoğuludur. Bu da hâzır ve gören demektir. Yani olup biten vakalara nigehbân, işin içyüzünden haberdar, önde gelenleriniz, sürekli vesvese veren şeytanlarınız, bilgin dessaslarınız… gibi çağıracağınız her kim ve ne varsa hepsini çağırın demektir. Çağırın da içinizde bir ukde kalmasın.

دُونَ kelimesi فَوْقَ’nın zıddıdır ve aşağı demektir. Vâkıa, burada غَيْر mânâsına gelmektedir ama bir mânâsı itibarıyla فَوْقَ’ya nispetle alt ve aşağı demek olan bu kelimenin seçilmesi, Al­lah’tan gayrı her şeyin daire-i ulûhiyete nispeten dûn ol­ma­sına işaret eder.

صَادِقِينَ : صَدَقَ – يَصْدُقُ fiilinin ism-i fâilinin çoğuludur, “doğrular, doğru sözlü kimseler” demektir ve “yalancılar” mânâ­sına gelen كَاذِبِينَ’in zıddıdır. Kökü olan sıdk (doğru), vâkıa mutabık olan şeye; kezib (yalan) ise vâkıa mutabık olmayana denir. Sıdk-kezib meselesine diğer bir yaklaşım da, konunun muhatabın kanaatine göre değerlendirilmesi hususudur.

فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا : لَمْ تَفْعَلُوا “cahd-i mutlak”tır. Esasen إِنْ de, لَمْ de birer âmildirler ve iki tane âmilin içtimaı dil zevki açısından hoş görülmemiştir ama burada إِنْ amel etmemektedir, yani fiilen âmil değildir; amel eden لَمْ’dir. إِنْ amel etmediği takdirde başka bir âmil ile cem olabilir.

وَلَنْ تَفْعَلُوا : Yukarıdaki “cahd-ı mutlak”a mukabil “cahd-ı müstağrak” diye ifade edilen bu kip, –Kelâm’da da bir mevzuda üzerinde durulduğu üzere– nefy-i müekked içindir; nefy-i müebbed için değildir.

فَاتَّقُوا kelimesinin ifade ettiği takvayı da daha evvel hecelemeye çalışmıştık.

نَار : النَّار ve نُور kelimelerinin ikisi de aynı kökten gelmektedir ve ateşin iki hüviyetini anlatmaktadırlar. نُور onun aydınlatıcı hüviyetini, نَار ise yakıcı keyfiyetini ifade eder.

الَّتِي kelimesi de tıpkı اَلَّذِي gibi ism-i mevsûldür. Fakat bu müennestir ve الَّذِي’den farklı olarak çeşitli şekillerde (اللَّاتِي – اللَّوَاتِي – اللَّائِي – اللَّوَائِي) çoğul yapılır.

وَقُود kelimesi ise yakıt, çıra, yanıcı madde gibi anlamlara gelir. Araplar ateş yakmak için malzeme olarak kullandıkları şeye وَقُود derler. وَضُوءٌ veznindedir. Abdest almak için kullanılan suya وَضُوء denildiği gibi ateşi tutuşturmak için kullanılan nesneye de وَقُود denir.

النَّاسُ kelimesinin, me’haz-ı iştikakı ile beraber belâgat nük­telerini daha önce görmüştük.

اَلْحِجَارَةُ kelimesi “taş” mânâsına gelen حَجَر kelimesinin çoğuludur, “taşlar” demektir. İlerde kükürt, kömür gibi taş cinsinden yakıtların da zuhur edeceğine işaret etmesi açısından buna Kur’ân’ın bir mucizesi olarak bakılabilir.

أُعِدَّتْ kelimesi “hazırlandı” demektir. Nitekim eskiden, aynı kökten gelen “idadi” mektepleri vardı; bunlar, bir meslek için veya bir sonraki eğitim merhalesi için hazırlık mesabe­sin­deydi. Bu kelime Kur’ân-ı Kerim’de farklı yerlerde farklı mü­na­se­betlerle kullanılmıştır. Mesela harbe dair bir âyette وَأَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدُوَّ اللهِ وَعَدُوَّكُمْ وَآخَرِينَ مِنْ دُونِهِمْ لَا تَعْلَمُونَهُمُ اللهُ يَعْلَمُهُمْ “Düşmanlarınıza karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın, savaş atları yetiştirin ki bu hazırlıkla Allah’ın düşmanlarını, sizin düşmanlarınızı ve onların ötesinde sizin bilemeyip de ancak Allah’ın bildiği başkalarını korkutup yıldırasınız.”400

Şimdi de bu müfredata göre âyetlerin münif mâ­nâ­sını arz etmeye çalışalım:

Abd-i hâssımız Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ceste ceste indirdiğimiz Kur’ân hakkında reybîlik içinde iseniz, herhangi bir şüphe ve tereddüdünüz var ise ondaki bir sûrenin mislini de siz ortaya koyuverin. Bu hususta güvendiğiniz, size yardım edeceğini umduğunuz kimler varsa onları da çağırın. Eğer davanızda sadık iseniz bunu yaparsınız. Yok eğer yapamaz iseniz –ki asla yapamayacaksınız– o hâlde yakıtı, çırası, yakıcı maddesi insanlar ve taşlar olan –tasavvuru müthiş– o ateşten korkunuz ve Allah’ın himayesine giriniz ki, o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır.

* * *

Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) muhataplarının birbirinden farklı ciddi tereddütleri vardı. Çeşit çeşitti bu tereddütler:

Evvela, doğrudan doğruya vahyin ne olduğu, yani onun mahiyeti konusunda reyb içinde idiler.

Sâniyen, “Vahiy böyle gelir miymiş!” şeklinde, vahyin vas­fı hakkında tereddüt yaşıyorlardı. Mesela, Resûlullah Efen­di­miz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) meleğin gelmesine, vahiy gel­di­ği an fevkalâde tezahürüne, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) fevkalâde bir hâl içinde bulunmasına akıl erdire­mi­yorlardı ki, bu onların vahyin vasfındaki tereddütleriydi.

Sâlisen, başka âyetlerde de ifade edildiği gibi, bir tered­dütleri de vahyin Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmesi hakkındaydı ki, bir çeşit gururla “Ebû Talib’in yetimi” deyip vahyin O’na gelmesini istiğrab ediyorlardı. Hatta “Vahiy gelecekse Taif’te Urve İbn Mesud es-Sekafî’ye, Mek­ke’de de Velid İbn Muğire’ye gelmeli.” hezeyanı yaşıyorlardı.401 Bu da Efendimiz’in o mübarek şahsiyetini tanımamaları, vahiy ile Efendimiz’in şahsiyeti arasında bir münasebet kuramamalarından kaynaklanan bir tereddüt idi.

Râbian, böyle metafizik bir hâdiseye inanma onlar gibi maddeci bir toplum için güçtü. Yani inandığımız Allah’tan be­şere gelecek vahiy de imkân ve vücûb âleminin birleşik nok­tası gibi tamamen metafizik bir şeydi; bu, ilmen izahı kâ­bil bir vaka sayılır mıydı?

Bütün bunların hepsinden kaynaklanan ciddi tereddütleri vardı ve bu ruh hâletiyle onlar Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan hakkında şüphe içindeydiler; Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetini de sindiremeyip inkâra gidiyorlardı.

Reybîlik hangi cinsten olursa olsun, Kur’ân’ın Allah kelâmı olmasıyla Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvveti müsellem olunca onların hepsi kendi kendine yıkılmış gitmiş olacaktır. Ve işte Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: “İnzâl ettiğimiz şey­de eğer şüphe ve tereddüdünüz var ise haydi benzeri bir sû­re getirin.” deyip sonunda da “doğru iseniz” diyerek onların sesini kesmektedir. “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sel­lem) –hâşâ– peygamber değil, Kur’ân da Allah kelâmı de­ğil­dir. Vahiy başkasına inmesi gerekirken O’na inmesini biz ka­bul edemeyiz. Bu başka birisi olmalıydı…” şeklindeki demagojilere ve mantık oyunlarına karşı Allah (celle celâluhu) “İş­te Kur’ân, işte siz; haydi getirin mislini.” diyerek onları susturmuş oluyor.

Aslında Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayatının büyük bir bölümünü yani kırk yaşına kadar olan kısmını bu toplum içinde sıdk u sadakatle serfirâz olarak geçirmiş bir mübeccel şahsiyetti. Hiç kimse, O’nun hilaf-ı vâki bir beyanda bulunacağına ihtimal vermezdi. Kur’ân-ı Kerim bunu ifade sadedinde فَإِنَّهُمْ لَا يُكَذِّبُونَكَ وَلٰكِنَّ الظَّالِمِينَ بِاٰيَاتِ اللهِ يَجْحَدُونَ “Onlar Seni yalanlamıyorlar, onlar, Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.”402 buyurur. Nitekim İbn İshak, Meğâzî’sinde bu meseleyle alâkalı bir hususu anlatırken, Muğire İbn Şu’be’den şunu nakleder: Ebû Cehil ve Muğire İbn Şu’be bir gün Mekke sokaklarında yürürlerken karşılarına Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) çıkar ve bu fırsatı değerlendirip onlara peygamberliğini anlatır. Ebû Cehil demagojilerle bunu reddeder. Ancak Efendimiz ayrılıp gittikten sonra Muğire İbn Şu’be’ye şöyle der: “Ben biliyorum ki, O doğru söylüyor. Ama ben şunu hazmedemem: Be­nî Kusay –Efendimiz’in kabilesi– dediler ki ‘Mekke-i Mü­ker­re­me’de hicâbe (Kâbe’nin perdedârlığı ve anahtarlarını elinde bu­lun­durma) bizde, nedve (Müslümanlıktan evvel Kureyş’in bel­li hususları müzakere için toplandığı yer) bizde, livâ (sancak) bizde, sikâye (Kâbe’yi ziyarete gelen hacıların sularını tedarik etme) bizde…’ Hepsini kabul ettik ama bir de kalkar nübüvvet bizde derlerse işte ben bunu çekemem.”403

Muğire İbn Şu’be bunu Müslüman olduktan sonra anlatır. Bundan anlaşılmaktadır ki, gösterilen reaksiyon, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahsına karşı değildi. O’nun getirdiği mesaj ve davaya karşıydı. Efendimiz kırk yaşına kadar sıdk, emniyet ve iffet ile serfirâz olarak yaşamış bir zat ol­du­ğundan, âyetin sonundaki إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Eğer davanızda sadık iseniz.” fezlekesi de gayet latif düşmektedir. Aslında O’nun, ondan sonraki misyonunu sürdürmek için kendini ka­bul ettireceği en mühim husus da sıdk ve emanetle serfiraz kı­lın­mış olmasıydı.

Allah Resûlü, Cenab-ı Hak (celle celâluhu) tarafından ken­di­lerine gönderilen bir peygamber olduğunu, elindekinin de Al­lah kelâmı olduğunu ve O’na uyduklarında, ebedî olan bir saa­de­te mazhar olacaklarını haber veriyordu. Kur’ân-ı Ke­rim de O’nun sıdkını vurguluyor ve inanmayanlara şöyle bu­yu­ruyor: “Siz bugüne kadar O’nu sâdık tanıdınız. Şimdi bu husus, sıdkın temsilcisi işte o zatla ortaya konuyor.. ve sizin sâ­dık bildiğiniz o zat size çok hayati şeylerden bahsediyor. Siz ise aksini iddia ediyorsunuz. Mantıken birbirine zıt iki meselenin ikisinin de doğru olması mümkün değildir. Zıddeyn (iki zıt) içtima etmez. Bunlardan birinin butlanı zâhir olunca, diğeri sıdk olarak zuhur edecektir. O, “Ben sadıkım.” diyor; siz de öyle diyordunuz ama şimdi O’nu tekzip ediyorsunuz; öyle ise Kur’ân-ı Kerim’in mislini getirin, sıdkınızı gösterin ve tenakuzdan kurtulun.”

فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِين

“Şayet bunu yapamazsanız ki, asla ve kat’a yapamayacaksınız. O zaman, tutuşturucu yakıtı, insanlar ve taşlar olan Cehennem’den sakının. Çünkü o, böyle kâfirler için hazırlanmıştır.”

Burada bir hususa dikkatinizi çekmek isterim: İlm-i yakînin mesnetleri ve temel rükünleri vardır. Mesela bedihiyyât, ilmin önemli erkânındandır; yine aklî istidlâl, ilmin hayatî rükünlerindendir. Bu arada pozitif gerçekler, aklî istidlâl ile ilmin rükünleri arasında mütalâa edilir. Pozitivistler, ilmi sadece pozitif gerçeklere irca etmeleriyle ifrata sapmışlardır. Pozitivizm bizatihi müstakil bir ilim değildir. O önemli bir şeydir ama her şey değildir. Evet, his ve müşahede bizzat ilim değildir. Siz mikroskopla bir hücrenin mahiyet ve keyfiyetini görebilirsiniz. Hücrenin içindeki aminoasitlerin diziliş şeklini, DNA’nın hareket ve faaliyetlerini X ışını veya daha başka vasıtalarla görebilirsiniz. Ancak bunlar mutlak mânâda kat’i ilim sayılmazlar. Burada onun kadar aklî istidlâlin de büyük bir önemi vardır. Asıl ilim, bunların yanında, değişik yöntem ve kıstaslarla müşahedenin dışında, daha üst katmanlarda elde edilmektedir. (Bu mevzuda derinlemesine bilgi edinmek isteyenler için Mustafa Sabri Bey’in, Mev­kıfü’l-akl ve’l-ilm ve’l-âlem isimli eserinin ilim bahsi tavsiyeye şâ­yân­dır.) Evet bunlar, ilm-i yakîni elde etmek için başvuracağımız erkândır ve tecrübe de bunlardan biri sayılır.

Bunlardan başka, inkârı kâbil olmayan –dindeki adıyla– “mütevatir haber” denen husus da önemli bir bilgi kaynağıdır. Herhangi bir meseleyle alâkalı böyle bir icma ve ittifakla hâsıl olan bilgi, verilen haber, hâsıl olan malumat da yakîn ifade etmektedir. Mesela müşrikler, kırk yaşına kadar Peygamber Efen­di­miz’i (aleyhissalâtü vesselâm) çok iyi biliyorlardı. Biliyorlardı ki, O’nun o güne kadar, din adına farklı bir iddiada bulunmasına sebebiyet verecek, kendisinden bu tür hususları öğreneceği hiç kimseyle teması olmamıştı. Suriye’ye ticari sefer yapışlarında orada bir iki gün kalmıştı. Yirmi üç senede ceste ceste nâzil olan Kur’ân-ı Kerim’in o iki gün içinde öğrenilmesi mümkün değildi. Kaldı ki Kur’ân-ı Kerim’de öyle konular mevcuttur ki, onların hiçbirini kütüb-ü sâlifede görmek mümkün değildir. Diğer bir iddia da, Kur’ân-ı Kerim’i Efendimiz’e (sallal­lâ­hu aleyhi ve sellem) Ehl-i Kitap’tan bir kölenin talim ettiği şek­lindedir ki –bu iddia şimdiki müsteşriklerin de serrişte ettiği bir husustur– Kur’ân-ı Kerim buna karşı: وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّهُمْ يَقُولُونَ إِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌ لِسَانُ الَّذِي يُلْحِدُونَ إِلَيْهِ أَعْجَمِيٌّ وَهَذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُبِينٌ “Biz onların, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında: ‘Mut­la­ka ona öğreten bir insan vardır!’ dediklerini pek iyi biliyoruz. Ha­ki­katten uzaklaşarak tahminle kendisine yöneldikleri şahsın dili başka (a’cemî)dir, hâlbuki bu Kur’ân, açık bir Arapçadır.”404 beyan-ı sübhânisiyle meseleyi kesip atmaktadır. Aslında o köle, Arap da değildi, güzel, kusursuz Arapça konuşamıyordu. Ay­nı zamanda bir insan, kendi karihasıyla böyle şeyleri diyebile­cek durumda ise, neden onunla kendisini ifade etmeyip de başkasına öğretsin ki?!

Evet o zat, kusursuz Arapça konuşmasını bile bilmiyordu. Hâlbuki belâgat-ı Kur’âniye, cahiliye devrinin şairlerini, edip ve belâgat üstatlarını dize getirmişti. Kur’ân-ı Kerim bu hususu pek çok âyetiyle vurgular. Binaenaleyh O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kırk yaşına kadar din ve diyanet adına ne bir müktesebat sahibi olmuş ne de bu mevzuda bir iddiada bulunmuştu. Bulunmuş olsaydı daha sonraki dönemlerde bu iddiayı geliştirmiş ve sistemleştirmiş olduğu düşünülebilirdi. Fakat o güne kadar din-diyanet adına hiçbir şey konuşmamış olan Efendimiz birdenbire kırk yaşının başlarında en mütebahhir insanların dahi bilemeyeceği pek çok malumatla ortaya çıkıyordu. O güne kadar bir tek kelimesini söylemediği şeyleri insanlara anlatıyordu. Açık bir farklılıkla beşerî iffeti, nezaheti, emniyeti ve fetaneti müsellem bir zatın böyle sürpriz şekilde birdenbire mühim bir dava ile ortaya çıkması, bunu yaparken de hilâf-ı hâl beyanda bulunmaması ve söylediği şeylerin de vâkıa mutabık ve herkesin teslim edeceği şeyler olması.. dahası kütüb-ü sâlifeden dosdoğru haberler vermesi gayet bedihî olarak gösterir ki, O Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem) söylediği şeyleri kendinden söylemiyor…

Sâniyen, her biri birer deha olan Hazreti Ebû Bekir ve Haz­reti Ömer gibi kimselerin ve Huzur-u Risalet-penahiye geldiklerinde O’nun okuduğu âyetlerin ihtişamı karşısında büyülenen A’şâ, Hansâ gibi –Hassan İbn Sabit’in iki mısralık şiirinde sekiz yanlış bulan bir kadındır– şair ve ediplerin evlad u iyâllerini, mal u menallerini terk ederek Aleyhissalâtü ves­selâm’ın yanlarında yerlerini almaları, aklen ve mantıken, Kur’ân-ı Kerim’de herkesi büyüleyen ve cezbeden bir câ­zi­benin olduğunu gösterir. Bütün bunlardan başka, Allah Re­sûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur’ân’la getirdiği esaslar ve prensipler, şahsî ve içtimaî hayatın bütün dertlerine derman olmuş ve o devirdeki anlayışın çok fevkinde içtimaî problemlere çözümler sunmuştur. Tecrübe ile sabittir ki, bir insan bu kabîlden küçük bir meselede dahi, pek çok tekrarat ile ele alıp tecrübe etmeden kat’i bir şey söyleyemez.

İşte bu da göstermektedir ki, binler defa tecrübe edilmiş gibi muhkem kaziyeler hâlinde ortaya konan Kur’ânî hakikatlerin Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi ümmi bir insanın dimağından çıkması mümkün değildir.

Sâlisen, –yine İşârâtü’l-İ’câz’da Üstad Bediüzzaman Haz­ret­leri’nin de ifade ettiği gibi– bir zat düşünün ki, elinde bir kitap var ve bu kitap kendinden evvel gelmiş-geçmiş kitapların ittifaklı meselelerinde onlara omuz veriyor, ittihad ediyor. İh­tilaflı meselelerinde de sulhkarâne aralarını buluyor. Tar­tış­ma mevzuu olan meselelerde tam bir hakemlik yapıyor. Evet, işte böyle bir durumda anlaşılır ve inanılır ki, bu zata Allamü’l-guyûb olan Allah her şeyi öğretiyor ve o da böylece geçmişteki bütün bu kitapları derinliğine ariz ve amik biliyor.

Şimdi akla, aklın istidlâlât u bedihiyyâtına, tecrübeye dayalı bu delâille beraber, onların pek çoğunun bildiği fakat Efen­di­miz’in bilmesine ihtimal vermedikleri vakaları Resûl-i Ek­rem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara dosdoğru olarak ha­ber vermesi, O Zât’ın hakkaniyeti adına öyle sağlam ve ya­kîn hâ­sıl edecek hususlardır ki, O’nu kabul etmemeyi bir tarafa bı­ra­kın, bun­lar karşısında tereddüde düşmek bile reybîlik sayılır. Öy­ley­se bunda şüphe bile olmamalıdır.

Aslında وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ âyetinde de böyle bir tehekküm ve istihza sezilmekte. Şöyle ki, ‘reyb’e mahal olmadığını gördüğünüz hâlde gayr-i fıtri bir şekilde tereddüde saparak komik duruma düşüyorsunuz. Zira Kur’ân-ı Kerim “buyurun, emsalini getirin” derken bütün bu bedihiyyâtı, aklî istidlâlâtı, tecrübe yollarını nazara vererek onları hür ve serbest bırakıyor.. ve gayet açık olarak “hodri meydan” dercesine; “Buyurun, Kur’ân-ı Kerim’i tecrübe edin, Hazreti Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) tecrübe edin, tekrar tekrar üzerinde durun ve onun emsalini getirmeye çalışın.” diyor.

Bazılarının aklına şöyle bir istifham takılabilir: “Kur’ân-ı Ke­rim’le onlara meydan okunuyor ve ‘O’nun gibi bir zattan (sal­lallâhu aleyhi ve sellem) bu Kur’ân’ın bir mislini getirin.’ deniyor. Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) mümtaz bir fıtrat, nadide ve nadire-i hilkat bir zat. Bu itibarla öyle bir dimağ ve öyle mükemmel bir ruh nerede bulalım ki Kur’ân-ı Ke­rim’in mislini getirtebilelim. Eğer biz de O’nun gibi üstün yaratılışlı, temiz, nezih, pırıl pırıl bir dimağ ve inkişaf etmiş bir ruh bulabilsek, ona teklif ederiz, o da yazar getirir.”

Bu mülâhaza bir bakıma itiraz şeklinde olsa da; diğer yönüyle meseleyi teslimden başka bir şey değildir. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), onların iddia ettiği gibi kendisine isnat edilen Kur’ân-ı Kerim ve onun ihtiva ettiği hükümleri şahsen ortaya koyabilecek olsaydı bunları daha önceden de kendi namına söyleyebilirdi. Hâlbuki O, “Ben Allah’ın bir kuluyum ve mesaj da O’nundur.” diyor ve mütevazıâne ilâhî mesajı tebliğ ediyordu. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiçbir zaman kendisini nazara verircesine davranmamış, sun­du­ğu şeyleri kendi nefsine, kendi anlayışına isnat etmemiş, hep cid­di bir tevazu ve mahviyet örneği sergileyerek “Bütün bun­lar Allah’tandır.” buyurmuşlardır.

Öyleyse Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebliğ ettiği Kur’ân-ı Kerim’in ihtişamını kabul ettikten, azameti, celâdeti ve haşmeti karşısında kendinizi inkıyada mecbur saydıktan ve şu anda içinde bulunduğunuz toplumda Kur’ân’ın bir benzerini getirebilecek herhangi bir ferdin bulunmadığına kanaat getirdikten sonra siz de teslim ediyorsunuz ki, Kur’ân, beşer takatini aşan bir harikadır.

Bu mevzuda hatıra gelebilecek bir iki hususu daha arz etmek istiyorum. Kur’ân-ı Kerim, bir sürü edip ve beliğin söz sahibi olduğu bir devirde nâzil oldu. Siz bunu belki elli bin defa hatiplerden işittiniz, belki elli bin defa da kitaplarda gördünüz ve okudunuz. O devir, Hazreti Musa ve Hazreti İsa (alâ ne­biy­yinâ ve aleyhimesselâm) devirlerinde hükümfermâ olan bir kısım harikulâde şeylere mukabil belâgatın hükümfermâ olduğu bir devirdi. Başka hususlardan daha ziyade o dönemde fesâhat ve belâgat inkişaf etmişti. Hakikaten cahiliye devrine ait eserleri mütalâa ettiğimizde bunu açıktan açığa görürüz.

Ben şahsen İmriü’l-Kays’ın vefatı esnasında söylediği yanık, içten ve insan hissiyatı hesaba katılarak ifade edilmiş sözlerini okurken her zaman heyecanlanırım. Keza A’şâ’nın neşidelerine bakıldığında da hayran olmamak mümkün değildir. Lebid muhteşem ve dev bir şairdir, Kur’ân’ı tanıyınca ona teslim-i silah etmiştir. Hansâ, kardeşi Sahr hakkında o dillere destan mersiyesiyle hakikaten o günün üdebâsını ağlatmış ve parmak ısırtmıştır. Hassan İbn Sabit’in cahiliye devrine ait şiirleri de edebiyat ve belâgat açısından çok muhteşemdir.

İşte böyle edebiyatçıların bu derece saltanat sürdüğü ve o günün insanının fikrine, hayaline, ruhuna hâkim olduğu böyle bir devirde Kur’ân-ı Kerim’in edebi yönüyle meydana çıkması ve bunların hiçbirinden bir itirazın sâdır olmaması fevkalâde önemlidir. Daha sonraki devirlerde bir kısım kendini bilmezlerin cahilane itirazlarının ne önemi olabilir? Vâkıa o dönemde de Müseylime’nin bir iki tane erâcifi olmuştur ama onlar da insanı güldürecek mahiyettedir.405

Bundan anlaşılan şudur ki: Devr-i Risalet-penahinin bütün edip ve beliğleri Kur’ân-ı Kerim’in bu noktadaki hari­ku­lâde keyfiyetini hep teslim etmişlerdir. Kaldı ki –dikkat edin– Kur’ân-ı Kerim, cahiliye devri şairlerinin kullandığı malzemeyi de hiçbir zaman kullanmamıştır. Bu yönüyle de baştan sona harikulâdedir.

Aynı zamanda Kur’ân, onların tarzınca şiir türü şeyler söylememiştir. Evet o, çok değişik ve bâkir bir terminolojiyle gelmişti ki mevzu ve muhtevasıyla da dikkatleri çekiyordu. Ele aldığı mevzuların şebâbeti, tarâveti, gençliği ve orijinalliğinin yanında o, farklı bir buud ve derinliğin sesi-soluğu olarak duyuluyor ve hissediliyordu. Konuları tamamen bâkirdi yani o güne kadar üzerinde durulmamış, işlenmemiş, öteler soluklu, kalb ve ruh edalı mevzuları ele alıyordu. Ne ki bunlarda da öyle bir tarâvet, bir halâvet, bir neşât, bir şetâret vardı ki duyanları büyülüyordu.

O gün cahiliye devrinin şairleri hep belli temaları işliyorlardı; bunlar da daha ziyade kadın, neşe, deve ve at türü şeylerdi. Tarafe’nin şiirlerine baktığımızda, meliklerin destanlaştırıldığını, harplerde mızrak atmanın ve kılıç darbelerinin tasvirlerini görürüz. Bütün cahiliye şiirini tetkik ettiğimizde bu tür şeylerin dışında bir tek kelime söylemedikleri görülür. Bunlar çok güzel resmedilmiş olabilir ama böyle bir darlık içindedir. Herkes bu tür mevzulara vâkıf olduğundan, malzemeyi bu hususlarda rahat kullanmışlardır. Kur’ân-ı Kerim ise bunların hepsini bâtılı tas­vir saymış ve insanlığın dünyevî-uhrevî problemlerini ve on­la­rın çarelerini dillendirmiştir. Evet, Kur’ân-ı Kerim, hayatî şey­ler­den bahsetmiş ve kullandığı kelimeler ve ortaya koyduğu düşünce sistemiyle tamamen farklı bir derinlik sergile­miştir. Bu­gün dil­de­ki devrim ve insanın fikrî yapısının devamlı de­ğiş­mesi kar­şı­sında nesiller, ortaya atılan mevzuları anlama hususunda çok zorluk çekiyor, hatta çok defa söylenenleri anlamıyor. Dü­şün­ce dünyası başka, bu düşünce dünyasını ifade eden ter­mi­noloji ise daha başka. Bir düşünün, o günün edibinin karşısına apayrı bir mevzu çıkıyor ve bütün o üdebâ ve bü­le­ğâ, iş­len­memiş, yontulmamış, rötuşlanmamış yepyeni kelimelerle anlatılan bu terütaze mevzu karşısında dilini tutuyor, “Bun­lar asla söylenemez!” diyor…

İkinci bir husus da şudur: وَالشُّعَرَۤاءُ يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُونَ ۝ أَلَمْ تَرَ أَنَّهُمْ فِي كُلِّ وَادٍ يَهِيمُونَ ۝ وَأَنَّهُمْ يَقُولُونَ مَا لَا يَفْعَلُونَ “Şairler var ya, bunların peşine ancak sapkınlarla çapkınlar düşer. Görmez misin onlar her biri bir vadide sözcüklerin, hayallerin peşinde dolaşır durur ve yapmayacakları şeyleri söylerler.”406 âyetlerinin de ifade ettiği gibi şairler umumiyet itibarıyla mübâlağalar, mü­câ­zefeler, bir kısım hilâf-ı vâki beyanlar ve yalanlarla meseleyi şaşaalandırarak şiirlerine ihtişam katıyorlardı.

Bir meseleyi destanlaştırırken, devrimizin propagandistleri gibi, onu gerçeklerden çok uzaklaştırarak, daha ziyade şiirdeki hava, eda, ton gibi unsurlarla muhatapların ruhunda heyecan uyandırmayı esas alıyorlardı. Onun için de o devir şairinin sıdkla asla alâkası yoktu. Bundan dolayı da serbest hareket ediyorlardı. Hatta duygu ve düşüncelerini çok daha rahat ifade edebilmelerinin arkasında bunun olduğu da söylenebilir.

Kur’ân-ı Kerim ise beyan ettiği her hususla alâkalı söyleyeceğini vâkıa mutabakat içinde söylüyordu. Onda mübâlağa ve mücâzefe yoktu. Böylesine disiplinli ve bağlayıcı kayıtlar içinde edebî ihtişamını muhafaza etme Kur’ân-ı Kerim’e has bir keyfiyettir. Onun için edipler, Lebid ve Hassan İbn Sabit gibi kimselerin şiirlerine baktıkları zaman cahiliye devrine ait olanların daha parlak, İslâm devrine ait olanların daha sönük olduğunu görürler. Zira cahiliye devrinde onlar gayet rahat malzeme kullanma imkânına sahip bulunuyorlardı. Hassan, hiçbir zaman cahiliye devrindeki kadar muhteşem şiir söyleyememişti. Lebid ise buna hiç cesaret edememişti. Vâkıa o, مَا كُنْتُ لِأَقُولَ شِعْرًا بَعْدَ أَنْ عَلَّمَنِيَ اللهُ الْبَقَرَةَ وَاٰلَ عِمْرَانَ “Allah, bana Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini öğrettikten sonra ben şiir söylemeye haya ederim.” demiştir.407 Ne var ki ortada bir realite de vardır. Zira eğer şiir yazsaydı kat’iyen cahiliye devrindeki limite ulaştıramayacaktı. Bu itibarladır ki, cahiliye devri şairleri, bir bakıma ifadelerinde çok rahat olmalarına mukabil Kur’ân-ı Kerim; yalan, doğru, mücâzefe, mübâlağa yollarından sadece doğru yolunu seçmiş ve böylece her şeyi vâkıa mutabakata bağlamıştı. Mü’min artık mübalağa ve mücâzefede bulunamazdı. Bütün bunlarla beraber Kur’ân ihtişamından hiçbir şey kaybetmemişti. Şairler de bunu görüyorlardı.

Sâlisen; Kur’ân-ı Kerim, emir-nehiy, va’d-vaîd, Cennet-Cehennem, tevhid-i rubûbiyet ve tevhid-i ulûhiyete ait hakikatler gibi belli sabit hakikatleri işliyordu. Binaenaleyh bu tür meselelerin gerektirdiği ciddiyete münasip düşmeyen ifadeler Kur’ân-ı Kerim’de bulunmayacaktı. Zira bu türlü mevzular ciddiyet ister, net anlaşılmak ister, olumsuz te’villere kapalı olmak ister. Yerinde konunun maddelere ayrılmasını, tasnife, tertibe tâbi tutulmasını ister. İşte Kur’ân-ı Kerim de bunu yapmıştır. Mesela miras hukuku, ukûbat (ceza hukuku) bahisleri ve bazı içtimaî meseleler ifadede netlik ve ciddiyet ister. Kur’ân, bu hususları belli bir ciddiyet çerçevesinde ele alıp bu hassasiyeti muhafaza etmekle beraber edebî ihtişamıyla da hep göz kamaştırıcı olmuştur.

Râbian; en edebî eserlerin dahi bütünü aynı belâğat seviyesine çıkamayabilir. Mesela bu bir şiir ise, bazen sadece birkaç mısrada bir ihtişam müşahede edilir. Bizim felâketli günlerimizin şairi, aruzu çok rahat kullanan, nesir gibi şiir yazan M. Akif’i dahi bu nazarla ele aldığımızda bazen hiçbir edebî değeri olmayan sözler söyler ki, Necip Fazıl’ın onun bu yönlerini ele aldığı bir konferansında şöyle dediğini hatırlıyorum: “Mehmet Akif’in şiir yönü sıfırdır. O, devlere mahsus büyük bir davayı serçe gibi cılız kanatlarıyla üzerine aldı ve damların seviyesine dahi yükselemedi.” M. Akif’in her yerde böyle olduğuna iştirak etmiyorum. Ne var ki böyle olduğu şiirler de az değildir. Aslında o, bütün şiir gücünü kullanmasına rağmen, hatta Mısır’da kaldığı zaman yazdığı şiirleri daha sonra değiştirme lüzumu duymasına ve sönük gördüğü mısraları daha muhteşem mısralarla değiştirmiş olmasına rağmen yine de edebî bir zevkle ele alındığında her mısraında ona yakışan ihtişamı, o parlaklığı görmek mümkün değildir.

Bu husus, cahiliye devri şairleri için de, diğer bütün şairler için de geçerlidir. Buna mukabil, Kur’ân-ı Kerim’in başından sonuna kadar neresine nazar edersek edelim, her kelimesinin siyakıyla-sibakıyla münasebetinde, cezâlet-i beyan itibarıyla lafızlarının birbirine omuz vermesinde, konuları ifade ederken seçilen kelimelerde ve iç musiki adına kelimelerin çıkardığı ses tonu, hava ve edada hep bir ihtişam müşahede eder, bir tesirle heyecanlanır ve âdeta büyüleniriz. Buna mukabil en büyük edipler dahi, bütün edebî güçlerini ortaya koydukları en önemli şaheserlerinin bile ancak bazı bölümlerinde ciddi bir şey ortaya koyabilmektedirler; en dev şairlerin yazdıkları şiirlerin bütün mısralarında aynı ihtişamın korunamadığı bir gerçektir. Hiçbir şeyle kâbil-i kıyas olmayan Kur’ân-ı Kerim’in ise bu mevzuda eşi-menendi yoktur ve daima o muhteşem ifade keyfiyetini muhafaza etmiştir.

Hâmisen; her şair, şiirin bir tarafını tutmuştur. Mesela kimisi lirik tarafı, kimisi hamaset tarafını ve kimisi de millî meseleleri dile getirme tarafını tutmuştur. Cahiliye devrinde de bu böyleydi; mesela İmriü’l-Kays’ın işlediği mevzular kadındır, neş’edir ve attır; A’şâ’nın işlediği mevzular daha ziyade neş’e, keyif ve içkidir; içkiye müptela bir adamdır. Züheyr İbn Ebî Sül­mâ’nın işlediği mevzular pek çoğu itibarıyla tergibdir, recâdır. Nâbiğa’nın şiirlerinde ise korku imajı, bedbinlik ve karamsarlık hâkimdir. Bunların her biri, mevzu olarak ele aldığı sahada söz sahibi birer otorite olarak görülmüşlerdir ama sahalarının dışına çıktıklarında sönük birer muma dönmüşlerdir.

Kanaatim şu ki, cahiliyenin bu dev şairleri Devr-i Risalet-penahiyi idrâk edip Kur’ân güneşinin doğuşuna muttali olsalardı şiir anlayışlarında –yenilerin diliyle– ciddi bir reforma gideceklerdi; tabi, Kur’ân devrindeki şiirleri çok sönük, cahiliye devrindekileri ise daha parlak görünecekti. Bunlar şiirde takip ettikleri sistemi değiştirselerdi de yine bir sönüklük müşâhade edilecekti. Kur’ân-ı Kerim ise –dikkat buyurun– en cüzî bir yaratılış hakikatinden en küllî rubûbiyet ve ulûhiyet hakikatine kadar bütün mesâili ele alıp işlemiş ve mu’ciz bir beyan sergilemiştir.

Kur’ân وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, açık, net bir kitapta bulunmasın.”408 ferman-ı sübhânisi işaretiyle çevçevelediği bütün rubûbiyet, ulûhiyet, ubûdiyet hususlarını, mülk ve melekût âlemlerinin sırlarını en ince teferruatına kadar ele alıp işlemiş ve her konuda ulaşılmazlığını göstermiştir. Bu kadar ayrı ayrı mevzuların, bu kadar kısa zaman içinde en bâkir kelimelerle ve değişik termi­nolojik bir üslupla işlenmiş hakikatler olarak bir ümmî tarafından ortaya konabilmesi, cahiliye edip ve beliğlerinin naza­rında ihtimal dâhilinde bile görülmeyecek bir mevzu olduğundan, önyargısız gelip dinleyen, ona kulak veren herkes ister istemez teslim olma lüzumunu duymuştu.

İleride, Kur’ân-ı Kerim’in kullandığı beliğ üslubu belli bir tasnif çerçevesinde arz etme imkânı bulmayı ümit ederim.

***

İşte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kulluğu içinde nübüvvete ait o muallâ mevkide durup Cenab-ı Hakk’ın kendisini serfirâz kıldığı o yüksek şâhikadan bütün insanlara: يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ “Ey insanlar, Rabbinize kulluk edin!” diye seslenerek onları Hakk’a ubûdiyete davet ediyor ve kulak verip dikkat kesilen muhataplara nübüvvetini, Kur’ân-ı Kerim’in kelâm-ı ilâhî olduğunu ve hakkaniyetini anlatıyor. Bunları anlatırken de bütün gücüyle onların dikkatlerini Kur’ân-ı Kerim’e çekiyor. “Dikkat edin!” diyor, “Eğer varlığı ve meydana gelişini.. eğer psikoloji ve sosyolojinin prensiplerini.. ve eğer abd–Mâbud ilişkisini, halk-Hâlık-mahlûk münasebetini biliyorsanız Kur’ân-ı Kerim’e dikkat ediniz. Bunu yapabildiğiniz takdirde kat’iyen anlayacaksınız ki bu Kur’ân kat’iyen bir beşerin eseri olamaz. Zira o, konu edindiği her şeyi fevkalâde bir sebep-müsebbep insicamı ve uyumu içinde anlatıyor. Evet o, varlığın meydana gelmesini, illet-malûl münasebeti içinde ifade ediyor. Vücud-u eşyanın verâsındaki hikmet ve hakiki illeti gösteriyor ve her hâdisenin arkasındaki sebepleri yaratan Müsebbibü’l-esbab’a nazarları çeviriyor.

O, kendi üslubuyla derinlemesine ilm-i nefsi ele alıyor –Frenkçe adıyla psikoloji– kâinatla münasebetinde insanın duyduğu ve düşündüğü şeyleri şerh ediyor ki, insanlık onca çabasına rağmen onun işaretlediği ufka ulaşamamıştır. Ya­ra­tıldığı günden bugüne gelişen insan düşüncesinin, psi­ko­lojiye dair ortaya koyduğu ürünleri ve bu mevzudaki Kur’â­nî disiplinleri ele alınız, inceleyiniz, siz de o yüksek farkı gö­re­ceksiniz. Vâkıa, bu mevzuda şunu da hemen ifade etmekte yarar var: Kur’ân’ın ilm-i nefsle alâkalı tespitlerini ele alan doyurucu bir eserin mevcudiyetinden bahsetmek henüz müm­kün değil, o hususta müstakillen yazılmış bir tefsir bilmiyorum. Ancak bu mevzuun da ariz ve amik ele alınması lazımdır. Dilerim bir gün bunu yapacaklar da çıkar!

Aslında Kur’ân-ı Kerim’in bir konuyu ele alışına ilm-i nefs açısından bakıldığında, basiret sahibi herkes, hâlet-i ruhiyesiyle kendini Kur’ân’ın âyetleri içinde hisseder. Yüz ekşitmeleri, göz kırpışları, bazen tatlı gamzeleri, bazen reveransları, bazen tavrı, edası, bazen ses tonuyla kendini hep onun içinde görür. Evet, ilm-i nefisten behreniz varsa, Kur’ân-ı Kerim’in içine daldığınız zaman –tabi tam teveccühle olursa– insanın derinlemesine şerh edildiğini görür ve ürperirsiniz. Keza içtimaiyat ilmiyle (sos­yo­loji) meşgul olduğunuzda, bütün beşerî çalkalanmalar ve bu çal­kalanmalardaki âmiller karşısında çaresizlik yaşamanıza karşılık Kur’ân-ı Kerim’in içinde o herc ü mercin çözüm tek­lif­lerini duyacak, hissedecek ve hayranlıkla köpüreceksiniz. Evet, bü­tün beşerî olumsuzlukların gürültüsünü, çareleriyle be­ra­ber onun muhtevasında duyacak ve rahat bir nefes alacaksınız. Sos­yo­loji ilmi, geçen asırlarla beraber gelişmiş olmasına, yüzlerce ilim adamının terini alnında taşımasına rağmen Kur’ân-ı Ke­rim’in ulaştığı zirveye ulaşmış değildir, ulaşmasına da im­kân yoktur. Bu açıdan eğer biraz içtimaiyattan haberiniz varsa siz de Kur’ân-ı Kerim’in beşer mahsulü olduğu fikrini red­de­de­cek ve “Bu, bir Allah kelâmıdır.” diyeceksiniz.

İşte Kur’ân, فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ fermanıyla bu muhtevalı kitabın zenginliğine dikkati çekiyor ve diyor ki, buyurun böyle bir kitabı getirin. Hatta onun sûreleri gibi bir tek sûre getirin. Hu­su­siyle de bir ümmîden bunu getirin. Ümmîden getirmekten de vazgeçip مِثْلِه۪’deki zamiri Peygamberimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) irca etmeyelim de şöyle diyelim: Siz kimden olursa olsun, ulemadan, edip ve beliğlerden müteşekkil bir heyetin gayretiyle bunu getirin. Ne ki bu mutlaka Kur’ân-ı Ke­rim’in muh­te­vasını hâvî bulunmalıdır. Yani onun ifade ettiği şeyleri aynı eda ve aynı derinlikte ifade etmelidir. Bunu arz eder­ken hayatı ve vücud-u eşyayı yani varoluşu ve eşyanın varo­lu­şun­daki illet-malûl tenâsübünü, içtimaiyat ilmini, ilm-i nefsi, ah­kâ­mı ve Hâlık-mahlûk münasebetleri hususatını ihtiva eden bir kitap olsun. Böyle bir kitap getiremeyeceğinize göre, gelin in­kıyat edin ve Kur’ân-ı Kerim’e teslim olun.

Bundan başka Kur’ân-ı Kerim bu meselede tahaddîde bulunurken farklı iki mucize de izhar etmiştir.

Bunlardan biri, وَلَنْ تَفْعَلُوا “Asla yapamayacaksınız.” ifadesi ile izhar buyrulan mucizedir ki, hiçbir zaman böyle bir şeyin gerçekleşmeyeceğini beyan buyurmuş ve buyurduğu gibi de olmuştur. Evet, Devr-i Risalet-penahiden asrımıza kadar gelen bütün edip ve beliğler dostluk şevkiyle ya da düşmanlık duygusu ve nefretiyle bu mevzuda çırpınıp durmuşlar, hatta iktibaslar yapıp pek çok eserler meydana getirmişlerdir ama ne dostun şevk u iştiyakı ne de düşmanın bu mevzudaki muaraza arzusu Kur’ân-ı Kerim’in benzeri bir kitabın meydana gelmesine yetmemiştir. Bu itibarla burada hemen “cümle-i mu’teriza” (günümüz ifadesiyle ara söz) olarak araya sıkıştırılmış bulunan وَلَنْ تَفْعَلُوا sözünün ifade ettiği mucizeyle karşılaşmaktayız.

İkincisi, Kur’ân-ı Kerim, ileride tafsilen arz edileceği vechile, kevnî, ledünnî, enfüsî mucizelerinin yanında وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ “Onun yakıtı, çırası insanlar ve taşlardır.” demek suretiyle ayrı bir mucizeye daha dikkat çekmiştir. –Allahu a’lem– buradaki mucize, taşları dahi yakacak veya taşların ya­kıt olarak kullanılacağı bir ateşten bahsedilmesidir. Esasen ca­hi­liye devrinde taşın yanması, demir madenlerinin şiddetli ateşlerde eritilmesi belki düşünülebilirdi ama, taşın doğrudan doğruya kendisinin vakûd-yakıcı olma meselesi düşünülemezdi. Biz bunu ancak bu çağda anlayabiliyoruz. Şöyle ki, hararet bir seviyeye yükseldikten sonra taş yanma keyfiyetini kaybeder, artık yakıcı bir hâl alır. Yani doğrudan doğruya taş, yakacak hâle gelir.

Diğer bir yönüyle de, kelimenin başındaki harf-i tarifin ahd için olduğu düşünülürse, son zamanlarda zuhur eden kömür ve kükürt gibi belli taşlara işaret de olabilir. İster kükürt, ister kömür, tutuşturucu, yakıcı vazifesi görmedeki malumiyetiyle Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın mucizelerindendir.

Kur’ân’ın kendi ruhu içinde, nazmının inşası, lafızlarının te­nâ­sübü ve o fevkalâde tasvir gücü, açık-kapalı –sahabenin en­gin anlayışı mahfuz– ilk defa Abdülkâhir Cürcânî, kısmen merhum Sekkâkî, biraz daha derince, onlardan sonra gelen Ze­mah­şerî gibi zatlar tarafından dillendirilmiştir. Bu arada önem­li bir dil de Üstad Bediüzzaman Hazretleri olmuştur. Mer­hum Sey­yid Kutup’un tasvir üzerindeki cehdi de oldukça önem­li­dir. Kur’ân’ın tefsiri içinde behemehal bu meselenin de ele alın­ması çok önemlidir. Arapça bilmeyen kimseler ilk plân­da bel­ki bu zemzeme-i Kur’ân’ı, bu demdeme-i beyanı pek his­set­mezler ama üzerinde duruldukça onlar da bir şeyler an­la­ya­caklardır. Bu itibarla da bu, mutlaka âli bir heyet tarafından gerçekleştirilmelidir. Fakir, İşârâtü’l-İ’câz’da üzerinde ısrarla durulan şu hususları da önemli görüyorum:

1. Ele alınan her mevzuun, her makta’ın bir yönüyle Kur’ân-ı Kerim’in bütünüyle ve hususiyle de o sûreyle münasebeti,

2. Cümlelerin veya âyetlerin birbiriyle münasebeti,

3. Bizim seçilen kelimelerdeki dil incelikleri veya “kuyû­dun fevâidi” diyerek ele aldığımız hususların yerli yerine vaz’ edilmiş yani her kelimenin o yerin iktizasına göre getirilip konmuş olması…

Bu hususlara mutlaka dikkat edilmelidir. Bir iki sûre bu tarzda tahlil edilse Kur’ân’ın nasıl bir mucize olduğu hemen anlaşılır ve bu yüce kitabın tamamı hakkında bir kanaate sahip olunabilir.

***

Geriye dönecek olursak وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا âyetinde ele alınan mevzuun daha evvelki mevzularla sıkı bir münasebeti görülür.

Şöyle ki, sûrede öncelikle Kur’ân-ı Kerim’i medihle söze başlanıyor: الٓمٓ ۝ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ “İşte Kitap! Şüphe yoktur onda.” Sonra da هُدًى لِلْمُتَّقِينَHidayet rehberidir müttakilere.” geliyor. Sûre-i Bakara’nın başından buraya kadar olan âyetler arasında ciddi bir alâka göze çarpıyor. Daha sûrenin başında, muhteva, iç enginlik ve farklı üslubuyla Kur’ân-ı Kerim’in sair ifadelere, hutbelere, süslü beyanlara meydan okuduğu görülüyor. Tabi bu, bakış zaviyesini belirlemiş olanlara göre bir duyuş. Aksine ona sathî bakanlar için tereddüt ve şüphe kaçınılmazdır. Ancak dikkatli bakan ve bütüncül bir nazarla meseleleri ele alan kimselerdir ki onu mahz-ı hidayet kaynağı olarak görürler. Bu itibarla o daha söze başlarken, reyb içinde olan mütereddit kimselere, kâfir, münafık ve mü’minlere, her birinin bakış açısı itibarıyla ima ve işarette bulunur.

Diğer bir husus da, daha başlangıçta Cenab-ı Hakk’ın, insanları imana ve ibadete çağırmasıdır. Tabir-i diğerle tevhid-i ulû­hiyete, tevhid-i rubûbiyete davetidir. Birbirinden ayrılmayan, birbirinin lazımı olan hususları vurgulamanın zımnında, iman esaslarından biri olan nübüvvete de bir işaret söz konusudur. Mezkûr hususlar sabit olup da nübüvvetin olmaması düşünülemez. Ayrıca evvelki âyetlerde abd-Mâbud münasebetinin, يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا âyetinde de ümmet-nübüvvet münasebetinin anlatıldığı söylenebilir. Demek oluyor ki ilk makta’ sayılan sû­re­nin başından son makta’da ifade edilen hakikatlere kadar her kelime ve cümle fevkalâde bir münasebet içindedir.

Âyette cümlelerin birbiriyle münasebeti de gayet açıktır. Şöy­le ki mesela, وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا bir cümledir. فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ maksadı anlatan ayrı bir cümle. Ama bunlar birbiriyle mü­na­sebeti açısından tek bir cümle gibidirler.

Mesela, Kur’ân diyor ki: “Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz.” Buna mukabil, “Kabul ettik, Rab­bi­miz Allah’tır ama nasıl ibadet edeceğiz?” mukadder sualine cevap olarak Kur’ân daha başta İslâmî esasları zikrederek sualin cevabının o ilâhî program içinde olduğunu vurguluyor. Ar­dın­dan, “Bu kitabın Allah’tan geldiğini nereden bileceğiz?” sorusuna cevap olarak, “Onun benzerinin getirilememesi size yetmiyor mu?” deniyor. Evet, bu Kur’ân öyle bir kitap ki, bir yönüyle bizim maslahatımızı yani bütün beşerî maslahatları gösteriyor, diğer yönüyle de kendi kendine hüccet oluyor; evet o, hücceti de, delilleri de içinde bir kitab-ı muciz-beyandır.

Bir diğer münasebet de şudur: Çeşitli dönemlerde imanın rükünleri içinde insanların en çok şüphe ettikleri, Allah’ın indirdiği kitaplar ve peygamberlik müessesesi olmuştur. Bu açıdan her iki yerde de bu konu “reyb” kelimesiyle ele alınmıştır. Kuran ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ “İşte Kitap! Şüphe yoktur onda.” diyor. Demek kalblerde, dimağlarda sathilikten ötürü bir tereddüt var ki, o içinde hiçbir şüphe olmadığı hakikatine dikkatleri çekerek bu reybîliği reddediyor. وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا “Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân hakkında şüpheniz varsa…” âyetinde ise o, muhataplarından, onun Allah kelâmı olduğunda herhangi bir şüpheleri varsa, samimi davranıp önyargılarından sıyrılmalarını ve kendi kendine hüccet olabilecek o beyana insaf nazarıyla bakmalarını istiyor.

“Pekâlâ, Kur’ân-ı Kerim’in semavî ve Allah kelâmı olduğunu nasıl anlayacağız?” şeklinde akla gelebilecek bir soruya da Kur’ân’ın cevabı şudur: فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ “Haydi, onun benzeri bir sûre de siz getirin.

Aslında Kur’ân’a nazire olabilecek bir şeyi getirip ortaya koyma da öyle hemen olacak iş değildir. Malum, hazır bir şey olacak ki getiresiniz. Öyleyse burada tayyedilmiş (zikredilmemiş) hususlar vardır ve onların nazara alınması fevkalâde önemlidir.

Evet, Kur’ân, ince bir ifade tarzıyla melzumu zikr ve lazımı murad etmiştir. İşârâtü’l-İ’câz’da da ifade edildiği gibi409 sanki onlara, “Tekellüfe sapmadan önce tahkikat yapın; misil, me­sîl, misal bunlar üzerinde durun, bir şey bir şeye ne zaman ben­zer? Benziyor dediğimiz şey hakikaten benziyor mu? Bu konuda mukayese yapmayı ihmal etmeyin, sonra bütün gücünüzle çalışın; semere-i sa’yinizi ortaya koyun; bütün bunları mü­te­akip de uydurduğunuz şeyleri test edin ki, şunu niye yapmadık demeyesiniz.” denmektedir. Evet bunlar o cümlede mel­huzdur, zira فَأْتُوا emriyle getirilmesi istenen şey, hemen elinizi uzat­tığınızda alıp getireceğiniz hazır bir şey değildir. Kur’ân مِنْ مِثْلِه۪ sözüyle açıktan açığa bu kıyasa, misile, mesîle, misale dikkat çekiyor ve onlara âdeta şöyle diyor: “Evvela düşünün-taşının, ölçün-biçin ve yapacağınızı öyle yapın. Aksine, gelişi güzel Müseylimetü’l-Kezzâb gibi ortaya bir laf atıverirsiniz ve Kur’ân’a benzedi zannedersiniz de bununla sadece kendinizi gülünç duruma düşürmüş olursunuz.”

Bu reybî, şüpheci taifenin aklına gelebilir ki; “Biz bunu yapamıyoruz ama belki geçmiş insanlar arasında ya da hâl-i hazırda bizim bilmediğimiz kimseler içinde bizden daha zeki dimağlar, daha mükemmel karihaların Kur’ân’a nazire yapıp onun misli bir eser ortaya koymaları mümkün olabilir. Binaenaleyh biz bu tahaddîye, bu meydan okumaya karşı Kur’ân’ın benzerini getiremiyor olabiliriz, ne var ki birileri çıkıp bu işi yapabilir.”

Buna cevaben deniyor ki: وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ Al­lah’tan gayrı bütün şahitlerinizi, geçmişte ve gelecekte beliğ hut­be­leriyle arz-ı dîdâr eden bütün ediplerinizi, beliğlerinizi de çağırın; ister geçmişten, kitaplarıyla, divanlarıyla eskiler, daha eskiler ve Muallaka şairleri gibi söz erbabını, isterse hâl-i ha­zır­da bulunan ve sizin şu yenik ve perişan durumunuza mut­tali olanları ve sizi söz cambazlıklarıyla iğfal edenleri de yanınıza alınız ve Kur’ân’ın nazirini getiriniz.

Burada aynı zamanda şuna da bir ima’nın var olduğu görülüyor: Allah (celle celâluhu) Hazreti Muhammed’in eline, nübüvvetini ispat etmesi için bir tasdik alâmeti olarak mu’cizü’l-beyan bir kitap veriyor. Onunla hem murad-ı süb­hâ­nisini beyan ediyor hem de O’nun (sallallâhu aleyhi ve sel­lem) has bir elçi olduğunu ispat ediyor. Siz ise bu meselede tereddüt içindesiniz. Eğer onun doğru olmadığını iddia ediyorsanız mislini getiriniz. Onu getireceğiniz âna kadar size susmak düşer. Muhal-farz mislini getirirseniz, o sukût edecek, meydan size kalacak ve siz ispat edilmiş bir dava ile ortaya çıkmış olacaksınız. Ne var ki, onu kat’iyen getiremeyeceksiniz. وَلَنْ تَفْعَلُوا ifadesi bunu ifade etmektedir.

Acaba getirebilme imkânı hiç yok muydu? Hayır, geçmişte kimse getiremediği gibi, gelecekte de kimse getiremeyecektir; getiremeyecek zira, Asr-ı Saadet’te hükümfermâ olan şey daha ziyade edebiyattı, belâgattı. Sıklıkla üzerinde durulduğu gibi, Musa (aleyhisselâm) devrinde hükümfermâ olan sihirdi; İsa (aleyhisselâm) devrinde tıp, Devr-i Risalet-penahide ise da­ha ziyade şairlerin büyüleyici beyanlarıydı. O dönemde bazen bir söz, insanları birbirine düşürüyor, bir başka söz de sulha vesile olabiliyordu. Binaenaleyh söz sultanlığının yaşandığı bir devirde Kur’ân-ı Kerim’in o büyüleyici beyanına karşı se­he­re-i şuarâ (büyüleyici şairler) secde ettiklerine göre ileride de hiç kimse onun benzerini getiremeyecek demektir. Onun için فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا ifadesinin ardından gelen وَلَنْ تَفْعَلُوا beyanıyla, ge­rek Asr-ı Saadet’te gerekse daha sonraki devirlerde Kur’ân-ı Ke­rim’e eş, menend bir eser ortaya konamadığı gibi gelecekte de bunun söz konusu olamayacağı anlatılmıştır.

فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا – وَلَنْ تَفْعَلُوا – فَاتَّقُوا النَّارَ ibaresindeki cümle-i mu’teriza (ara söz), “Bir dakika!” deyip birkaç mucizeye dikkatlerimizi çekmiş oluyor:

Birincisi, وَلَنْ تَفْعَلُوا kâfi bir mucize-i Kur’ân’ı anlatıyor ki, kıyamete kadar kimse Kur’ân’ın mislini getiremeyecektir, bugüne kadar getiremedikleri gibi. Devr-i Risalet-penahide belki bu işe daha az teşebbüs olmuştur. Çünkü onlar erbab-ı lisan idi, dilden anlıyorlardı ve böyle bir şeye teşebbüs cüretini gösteremiyorlardı. Daha sonraki devirlerde mesela Mü­te­nebbî, Maarrî, Gulam Ahmed ve daha başkaları küstahlıklarını izhar etme yolunda böyle bir teşebbüste bulunmuşlardı. Aslında bunlar Kur’ân’ın iç derinlik, fesâhat ve belâgatına tam muttali değildiler. Kendi şiir vadilerinde birer şair veya kâhin idiler. Onun için Devr-i Saadet’teki aczi göremeyerek bir olmazın peşine takılmışlardı. Aslında onlar da neticede bunu başaramayacaklarını anlamışlardı.

İkincisi, Kur’ân-ı Kerim meydan okuyunca bunların izzetleri, haysiyetleri rencide oluyor, “yapamazsınız” deyince de gururları kırılıyordu. Hâlbuki o devirde burnu bulutlarda gezen o çok mağrur edip ve şairler böyle bir şeyi çok rahat sindiremezlerdi. Bu itibarla Kur’ân’ın bu tarz ifadesi onları fevkalâde bir gayzla, nefretle, kinle Kur’ân-ı Kerim’e karşı mübarezeye zorluyordu. İşte böyle kuvvetli bir saik altında pek çok kitabın yazılması, nice muaraza örneğinin ortaya dökülmesi gerekirdi. Hâlbuki şu âna kadar dost ve düşmanın kitaplarında bu mevzuyla alâkalı bir şeye şahit olamıyoruz. Ayrıca arz edildiği üzere, bu iş o gün mümkün olmadığı gibi bugün ve istikbalde de olmayacak demektir. Evet, ilk dönemde olmadığına göre daha sonraki devirlerde de olmayacağı açıktır.

Burada bir hususa daha dikkatinizi rica edeceğim. Bir kısım edipler, daha sonra Arap dili üzerindeki oyunlarıyla kısmen dili Kur’ân’dan uzaklaştırdılar. Onlar bununla iyi bir şey yaptıklarını sanıyorlardı. Aslında Kur’ân dili, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanı ve sahabe anlayışı, her şeyin doğru anlaşılmasında çok önemliydi. Binaenaleyh aslında fikren, hayalen o devre gidip Kur’ân’ı, nüzul atmosferinde duymak çok önemliydi. Hazreti Üstad birkaç yerde: “Bir adam, سَبَّحَ لِلهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ “Gökte ve yerdekiler O’nu (celle celâluhu) tesbih et­ti/ediyor.”410 âyetini okudu. Dedi: ‘Bunun hârika te­lâk­ki edilen belâgatını göremiyorum.’” diyor.411 Sonra; “سَبَّحَ لِلهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ âyetindeki belâgat-ı mâ­ne­viyeyi zevk etmek istersen, kendini nur-u Kur’ân’dan evvel o asr-ı cahiliyette, o sahrâ-yı bedeviyette farz et ki, her şey zul­met-i cehil ve gaflet altında, tam bir perde-i cumûd-u tabiata sarılmış olduğu anda Kur’ân’ın lisan-ı mânevisinden سَبَّحَ لِلهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ gibi âyetleri işit, bak; nasıl ki, o ölmüş veya yatmış olan mevcudat-ı âlem, سَبَّحَ – تُسَبِّحُ sadasıyla, işitenlerin zihninde diriliyor, hüşyar hâle geliyor ve kıyam edip zikrediyorlar.”412 diyor.

Bundan anlaşılıyor ki, Kur’ân-ı Kerim’in üslubundaki enginliği ve ihtişamı görebilmek için mutlaka ve doğrudan doğruya cahiliye devri ve bedevilik dönemindeki insanların yavaş yavaş zulmeti terk edip nura gelişleri ve vahşetten sıyrılıp Kur’ân’ın getirdiği medeniyet anlayışına intikal edişleri nazar-ı itibara alınmalıdır ki o derinlik tam hissedilebilsin. Böyle bir anlayış içinde bakmayıp da şu bozuk düzen devrin şartları ve hâdiseleri zaviyesinden o mu’ciz beyan ele alınacak olursa tam ve hakkıyla zevk edilemez.

فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ “Çırası ve yakıtı insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının.” beyanının da diğerleriyle münasebeti var. Zira yukarıdaki âyetle muhataplara şu denmiş oluyor: “Kur’ân’ın menendini, eşini getiremediniz, âciz kaldınız. Öyle ise o bir mucizedir, size de bu­nu kabul etmek düşer.” Bunun mukabilinde onlardan gele­bilecek “Onu kabul etmenin gereği nedir, ne yapmalıyız?” mu­kad­der sualinin cevabı, “Emirlere imtisal ve nehiylerden içtinap edeceksiniz. Takvanın asıl mânâsı da işte budur. Daire-i takvaya girerek Allah’a sığınmak ve size bahşettiği imkânları iyi de­ğer­lendirip dünya ve ukba saadetini elde etmeye çalışmak. Ak­si­ne, nazîrini getiremediğiniz hâlde hâlâ bu mucize-i bâ­hi­reye karşı gözünüzü kaparsanız o zaman “hutame”ye (Ce­hen­nem) “hatap” (odun) olursunuz. Sakının çırası, yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem’den…” şeklinde olur.

Burada mücmel olarak hesap yani imanın rükünlerinden bir diğeri olan ahiret de anlatılmış oluyor. Cehennem’e mukabil Cennet ise, mü’minleri tebşir sadedinde bir sonraki âyette ele alınmaktadır.

Aynı zamanda bu makam, bir sonraki âyette gelecek “tergib”e mukabil bir “terhib” makamıdır. Böylesine tesirli bir terhib ancak yakıtı insanlar ve taşlar olan bir Cehennem tasviriyle yapılabilirdi. Evet, o öyle müthiş bir ateş ki, çırası taşlar ve insanlardır. Bu tasvir çok müthiş ve ürperticidir. Zira ağaçları, otu-kökü ve kömürü tutuşturmak için bir kibrit, bir parça gaz ve birkaç çıra yetebilir. Cehennem ateşinin şiddetine bakın ki onu tutuşturmak için gaz, kibrit ve çıra yerine insanlar ve taşlar kullanılıyor. Artık varın gerisini siz düşünün! Bu tehvîl (gönüllere ürperti salma) makamında hem de mübalağasız meselenin böyle beliğâne ele alınması hakikaten onun çok faik bir beyan ve üstün bir ifade tarzı olduğunu gösteriyor.

أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ “Kâfirler için hazırlanmıştir.” âyeti bize şunu da anlatır: Dünyada musibetler umumileştiğinde, o musibet bir parça olsun hafifler. Cehennem’de ve Cehennem azabında ise böyle bir hafifleme söz konusu değildir. Ahirette ilâhî kudret daha önde, hikmet ise ona göre bir bakıma daha geridedir ve esbap perdesi aradan kalkmıştır. Orada bütünüyle hakka’l-yakîn zirvesinde daire-i akaid hükümfermâdır. Öyleyse küfre ve dalâlete giren, nev’i şahsına mahsus olarak azaba maruz kalacak; iyilik yapan da nev’i şahsına mahsus naîm-i Cennet ile mütelezziz olacaktır. Oysaki dünyada durum böyle değildir. Şöyle ki, bazen bir beldede haksızlık ve zu­lüm işlendiğinde gelen musibet umumi olarak gelir. وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَۤاصَّةً وَاعْلَمُۤوا أَنَّ اللهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ “O fit­ne­den sakının ki, geldiğinde içinizden yalnız zulmedenlere do­kun­makla kalmaz, hepinize şamil olur. Biliniz ki Allah’ın ce­za­lan­dırması şiddetlidir.”413 Burada ise أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ deniyor. Kâ­fir, Ce­hennem’e; mü’min de Cennet’e giriyor, inanç ve yaşam tarzlarına göre muamele görüyorlar.

أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ ifadesi aynı zamanda, Cehennem’in henüz yaratılmadığını, dünya harap olup ahiret âlemi kurulduktan sonra yaratılacağını iddia eden Ehl-i İtizâl’e de önemli bir cevap teşkil eder. Evet, Cehennem şu anda hazırdır. Ne var ki, o henüz açılıp, inkişaf etmiş ve tafsilî hüviyetiyle ortaya çıkmış değildir. Ama icmalî mânâsıyla şu anda da mahlûktur ve müstahaklarını beklemektedir.

Buraya kadar, bu iki âyet içinde dercedilen cümlelerin birbiriyle ve ta Sûre-i Bakara’nın başına kadarki bütün bir mebhasla olan çok sıkı münasebetlerini göstermeye, okuyan ve dinleyenlerin zihninde oluşabilecek sorulara cevap vermeye çalıştık.

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (23-24. Âyetler)

Şimdi de, bizim kuyûdun fevâidi dediğimiz, seçilen kelimelerdeki dil incelikleri üzerinde teker teker durmak istiyoruz.

Evvela burada Kur’ân وَإِنْ كُنْتُمْ diyor. Daha önce de geçtiği üzere, إِنْ şart edatıdır ve mutlak şek içindir. Şöyle ki, anlatılan şeyin vukuu kat’i ise ya da en azından ekseriyet yahut zann-ı gâlip ifade ediyorsa, bu durumda kullanılacak edat إِذَا; şayet vukuu ile adem-i vukuu müsavi ise, yani olup olmayacağı şüpheli ise o zaman da إِنْ kullanılır. İşte burada, onların reybîliğine, şüpheciliğine ima sadedinde إِنْ kullanılmıştır. Buradaki şek, şüphe, muhatabın durumuna göredir, yoksa mütekellim olan Cenab-ı Allah’a göre mesele kat’idir.

Aynı zamanda şüphe sebeplerinin izale edilebilecek türden olduğu da yine إِنْ edatıyla vurgulanmıştır. Yani azıcık ciddi baksalar bu kitapta reyb olmadığını görecekler. Bu itibarla denebilir ki, Kur’ân-ı Kerim’e beşer kelâmı demek, düşünmeden verilmiş peşin bir hükmün ifadesidir. Böyle bir ifadenin başında muhataba bakan إِنْ kelimesinin bulunması, oradaki şekkin bütünüyle temelsiz ve üflemekle zâil olacak kadar zayıf olduğunu gösterir. Fesübhânallah! Reyb ile yakîn arasında böyle ince zar gibi bir perde var. Ama yine de bazıları ona takılıp kalabiliyorlar..!

Burada, Kur’ân’da başka yerde geçen إِنِ ارْتَبْتُمْ “Eğer şüphe ettiyseniz, şüphe ediyorsanız…”414 ifadesi ihtiyar edilebilecekken bunun yerine وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ “Eğer herhangi bir şüphe içerisindeyseniz…” buyuruluyor:

Bu ifade tarzı kesinlik ifade eder. Yani onlar devamlı şüphe düşünmekte, şüphe soluklamakta ve şüphe ile oturup kalkmaktadırlar.. âdeta şüphe, tabiatlarının bir derinliği hâli­ne gelmiş gibidir.. reyb etraflarını o kadar sarmış ki başka bir şey görecek hâlleri kalmamıştır…

فِي رَيْبٍ bir zarftır. Şayet reyb birine zarf ise o da reybin mazrufu olmuş demektir. İnsanlarda reybin mahalli kalb, dimağ veya vicdandır. Vicdanda reyb olur mu, olmaz mı o felsefi bir konu ve münakaşası yapılabilir. Ne var ki bu reyb, bu şek ve tereddüt hangi sistemde olursa olsun onları öyle pençesine almıştır ki, artık hep reyb içinde yüzüyor, reyb düşünüyor ve reyb konuşuyor olmuşlardır. Evet, maraz önce kalbde başlar, sonra da metastazla bütün bedeni istila eder. Bu mânâ, cezâlet-i beyanda açıktır ve bu konuda bütün kelimeler birbirini takviye etmektedir. Ayrıca رَيْبٍ kelimesindeki tenvin de tenvi’ içindir. Yani pek çok mütenevvi reybler demektir. Bu da bir yönüyle reybin çokluğunu göstermek içindir. Bir yönüyle فِي zarf edatı, bir yönüyle de keynûnet hususiyeti ve diğer yandan tenkîr tenvininin bulunması ciddi bir tesânüt ve tenâsüp içinde reybîliğin derinliğini aksettirmektedir.

مِمَّا نَزَّلْنَا cümlesinde de aynı tenâsübü görebiliriz. Cümleye yapılan bir takdire göre مِنْ teb’îz mânâsı ifade eder. مَا kelimesi nekredir ve “şey” mânâsına gelir ki مِمَّا “indirdiğimiz şeyin bir parçasından” demek olur.

Ayrıca, نَزَّلْنَا kelimesi, peyderpey indirmek mânâsını taşıması açısından yine cüz’iyet ifadesiyle aynı hususu işaretliyor.

سُورَةٍ kelimesi, bütün Kur’ân değil herhangi bir sûre demektir ki bütün bunlar, “Kur’ân-ı Kerim’den bir tek parçaya nazire getirin.” mânâsı etrafında toplanmaktadır ve burada da bir tecâvüb ve tesânüt söz konusudur.

Âyette, “tek seferde indirme” mânâsını taşıyan أَنْزَلْنَا değil de, “ceste ceste, parça parça, belli bir vetire takip ederek indir­me” anlamını taşıyan نَزَّلْنَا kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’in 23 se­ne­de nüzulü نَزَّلْنَا ile anlatılır. Onun Levh-i Mahfuz’dan se­ma-i dünyaya inmesi, –oradaki hüviyeti nasıl ise– o hüviyet ve key­fi­yetiyle mele-i a’lânın sakinlerine –âyân-ı sâbitesiyle mi, te­mes­sülatıyla mı– gösterilmesi ise birden olmuştur ve إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةٍ مُبَارَكَةٍ415 ve إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةِ الْقَدْرِ416 âyetlerinde olduğu gibi if’âl babından أَنْزَلْنَا ile ifade edilmiştir.

عَلٰى عَبْدِنَا ibaresindeki kelimelerin de ifade ettiği mânâlar var.

Evvela, عَلٰى harf-i cerri, isti’lâ içindir. Bu yönüyle de vahyin masdarının ulviyetini vurgulamakta, vahyin semaviliğine dikkat çekmektedir. Ayrıca insanın üzerine inen bir şeyin onun üzerinde, omuzlarında meydana getirdiği ağırlık da yine bu kelimeyle işaretlenmektedir.

عَبْدِنَا kelimesiyle, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en mümtaz hususiyetinin O’nun kulluğu olduğu, yani resûl olmadan evvel de kul olduğu vurgulanarak, Allah’la insanlar arasında değişmeyen münasebetin kulluk olduğuna dikkat çekilmektedir. Aslında O’nun hayatındaki pek çok maz­hariyet de kulluğunun semeresidir ve şüphesiz bunlar­dan biri de miraçtır. Bu itibarla da denebilir ki, burada Efen­di­miz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en mümtaz bir vasfı nazara verilmektedir.

İkinci olarak, Cenab-ı Hakk’ın عَبْدِنَا demek suretiyle kulluğu Zât-ı Uûhiyet’ine izafe etmesi, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kulluğunun hususiyetine ve kimsenin bu konuda O’na benzemediğine işaret etmektedir.

Üçüncü olarak da terkip şunu ifade etmektedir: Siz başkalarının beyanında tereddütlü olabilirsiniz; başkalarına eş, ortak isnat etme teşebbüsünde bulunabilirsiniz; ancak o kul bizim kulumuzsa ve onun ağzıyla biz konuşuyorsak, onun konuşan dili oluyorsak, değil onun tebliğ ettiği vahy-i metluv, gayr-i metluv beyanının benzerini getirmeniz dahi mümkün değildir.

فَأْتُوا بِ kelimesi “getirin” mânâsında emirdir. Melzumu zikredip lazımı murad gibidir. Yani teşebbüs, tahkik, araştırma, sonra misli, meseli, mesîli, kıyası, makîsi öğrenme, ondan sonra benzerini getirme mazmununu mutazammındır. Aslında bu, onlar için teklif-i mâlâ yutâk, yani güç yetirilemeyecek bir şeydi. Teklif-i mâlâ yutâk, yani birine, kudreti dahilinde olmayan bir şeyin emredilmesi, tamamen onun âcizliğini ortaya çıkarmak içindir ve altında bir istihza, bir tehekküm ve tahkir söz konusudur. Yani “Haydi getirin bakayım, getirin de göreyim.” demek gibi bir şeydir.

سُورَةٍ kelimesinde “sûre” başta da gördüğümüz gibi Kur’ân-ı Kerim’den bir bölüm, bir parça demektir. Üstad Be­di­üz­zaman Hazretleri bir yerde surlu sûre” tabirini kullanır.417 Sû­re ile ‘sur’un aynı kökten geldiğine daha önce değinmiştik. Bu­rada bir belâgat nüktesi olarak şu husus ifade edilebilir: Siz Kur’ân’ın tahaddîsi karşısında bir tek sûrenin surlarını da­hi aşıp ona erişemez, benzerini ortaya koyamazsınız. Yani bir sûreyi dahi fethedemezsiniz. Eğer fethetme bir hakikatin ortaya çıkması, bir kapalı şeyin açılması ise, اَللّٰهُمَّ افْتَحْ عَلَيْنَا حِكْمَتَكَ وَانْشُرْ عَلَيْنَا رَحْمَتَكَ “Allahım, bize hikmetinin kapılarını aç, rahmetini üzerimize saç.” duasıyla mü’minler için bir mâ­nâ­da açılım olsa da, siz bu surlu sûreyi fethedip içine giremezsiniz, hâkim olamazsınız, yaptık diyemezsiniz.. gibi bir telmih de söz konusu olabilir.

Hâsılı, سُورَةٍ sözüyle âdeta “Siz en küçük bir sûreye dahi nazire getiremezsiniz. Kevser Sûre-i Celîlesini dahi tanzîr edemezsiniz.” deniyor.

مِنْ مِثْلِه۪ kelimesindeki zamirin Kur’ân’a râci olduğu düşünüldüğünde şu ihtar ediliyor denebilir: “Sizin bir kısım müzahrefat türü şeyler ortaya koymanız mümkündür fakat Kur’ân gibi bir kitap getiremezsiniz. Binaenaleyh bu kitap Mu­ham­med (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi bir ümmînin beyanı olamaz.”

Daha önce de ifade edildiği gibi buradaki zamirin Efen­di­miz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) râci olma ihtimali de söz konusudur. Vâkıa bu husus, beliğlerce pek hüsn-ü kabul görmemiştir ama buna ciddi bir mâni de gözükmemektedir. Zi­ra Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi bir ümmînin –o ümmîye canlar kurban– böyle bir kitap ortaya koyması mümkün değildir.

İnsan bunaldığı zaman meydan okumayı ciddiye alır; çare arar ve sağdan-soldan, alttan-üstten, önden-arkadan medet ister. Kur’ân bu durumda olan kimselere diyor ki: وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ “Seslenin bütün etrafınıza; ellerindeki imkânlarla imdada koşsunlar.. Muallaka şairlerine ki hâlâ Kâbe’nin duvarında asılı bulunan o şahane şiirlerini değerlendirsinler.. veya benzerlerini tanzim edip getirsinler.. dahası onlar yetmiyorsa gelecek nesiller de imdat etsin.. evet, bu konuda maddî-mâ­ne­vî bel bağladığınız kim varsa hepsini çağırın…”

Evet, bu bir meydan okumadır. Böyle bir meydan okuma karşısında onlar bunalmışlardır ve insan bunaldığı zaman se­si­nin duyulması için bağırır. Bağırma, bunların yapabileceği tek şeydir. Zira bir taraftan tehdit ediliyorlar.. âdeta onlara –tef­sir­de istimali doğru olmasa da– halk diliyle “hodri meydan” de­ni­yor. Diğer taraftan âbâ ü ecdadlarının dini, bağlandıkları aki­de­leri yıkılıyor; her şey tezelzül içinde, her gün itibarlarının sar­sıl­masıyla iki büklüm bir şekilde tehdit edilmeleri karşısında canları gırtlaklarına gelmiş bu insanlara Kur’ân: “Bağırın! Ba­ğı­rır­ken de mânâlı bağırın! Şahitlerinizi / hâzır olanlarınızı ve Al­lah’tan gayrı size yardım edebilecek ne kadar cin, ins varsa hepsini çağırın! Yani putlarınızın içine giren şeytanlarınız dâhil hep­si­ni çağırın! Verebileceklerse size bir fikir versinler de onları de­ğer­lendirip Kur’ân’a nazire yapın!” diyor.

Bu meydan okuma, cinler için de aynıyla vâriddir; evet onlar, âlem-i şehadete intikal eden bizim için gayb bir kısım me­se­lelere muttali olduklarından, Kur’ân’ın tahaddîsi onlar için de söz konusudur. Aslında مِنْ دُونِ اللهِ kaydıyla, melâike-i ki­ram, cinler ve insanlar hepsi bu meydan okumaya muhataptır. An­cak melâike-i kiramın Cenab-ı Hakk’ın kelâmına karşı bir nazire getirmeye kalkışmaları söz konusu olamayaca­ğın­dan geriye cinler ve insanlar kalmaktadır. Buna binaen Kur’ân-ı Ke­rim, tahaddîde bulunduğu diğer bir âyette sadece cin ve insi zikretmektedir: قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْإِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا “De ki, bütün insanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak maksadıyla bir araya gelseler, bu hususta birbirlerine zahîr de olsalar, yine de onun gibi bir eser ortaya koyamazlar.”418 Evet, cinnin mütemerritleri dahi Kur’ân’ın belâgat ufkuna ulaşamamış ve nazire getirmekten aciz kalmışlardır.

إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ fezlekesi ise şunu ifade ediyor: Siz kendi kendinize diyorsunuz ki, biz de Kur’ân’ın bir benzerini getirebiliriz. Aslında bu bir meseleyi beğenmeyen kimselerin hâlet-i ruhiyelerinin ifadesidir. Onlar yapıyor, biz de yaparız ne var sanki. Bu, aşağılık duygusu içinde bulunan mağlup hemen her fert ve topluluğun idare-i kelâm etmede dile getirdiği ifadelerdendir.

İşte bu إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ cümlesi ile onlara: “Kendi kendinize konuşup durduğunuz ve yaparız dediğiniz hususlarda, eğer doğru iseniz buyurun, meydan sizin.” denmektedir.

فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا : Bu husus daha evvel de ifade edilmişti. Bu cümle esas itibarıyla mâziye delâlet ediyor. Bunda şöyle bir işarî nükte söz konusu olabilir: Kur’ân-ı Kerim’in cihanı şereflendirdiği Saadet Asrı’nda Kur’ân-ı Kerim’e benzeyebilecek bir ifade ortaya konamadığı gibi, daha önceki yıllarda da konamamıştır. Evet, o dönemdeki hatiplerin müdebdeb ifadeleri, Kur’ân-ı Kerim’e hiçbir zaman nazire teşkil etmemiş ve onların o müzeyyen hutbeleri, Kur’ân-ı Kerim’in benzeri olmamıştır, olamamıştır.

وَلَنْ تَفْعَلُوا “Asla yapamayacaksınız!” Evet, geçmişte böyle bir şey yapamadığınız gibi, istikbalde de bunu kat’iyen yapamayacaksınız.! Hâdiseler de bu hususu teyit etmiş ve aksi zuhur etmemiştir.

Öyleyse فَاتَّقُوا “Korkun, sakının!” Bu kelimeyle, ittikâya, korunmaya, sakınmaya, ilâhî himayeye girmeye çağrıda bulunulmuştur. اِجْتَنِبُوا veya تَجَنَّبُوا de denmemiştir. Çünkü tecennüp etme, mutlak olarak bir şeyden uzak durma demektir. Mesela insanın, gözüne doğru bir şey gelince gözünü kırpması infialî bir sakınmadır. Evet insan, kendisine gelip çarpan şeyler karşısında infialleriyle, refleksleriyle farkında olmayarak mukabelede bulunur ki, bunların her biri birer tecennüptür. Ama bu, o şeyi bertaraf edici bir sakınma değildir. Hâl­bu­ki Kur’ân-ı Ke­rim’in nazarında matlup olan sakınma, esbabıyla sakınmadır. Buna göre deniyor ki: “Eğer Kur’ân-ı Ke­rim’in mislini getiremezseniz onun Allah kelâmı olduğu sizce de sübut bulacak. Allah kelâmı olduğu sübut bulduğu takdirde de O’nun (celle celâluhu) tehdidi ve sizin de su-i akıbetiniz söz konusu. Öyle ise, gelin o altı boş iddialardan vazgeçin.. O’nun (celle celâluhu) himayesine sığının.” İşte biz buna ittikâ diyoruz ki, bu da ancak emirlere imtisal, nehiylerden de içtinap etmekle olur.

النَّار Mahiyeti sizce tam belli değil, bir yönüyle durumu sonradan belli olacak.. yakıtı, insanlar ve taşlar olan bir ateş ki, şimdiden keyfiyetini kestirmek mümkün değil. İşte o ateşten sakının.

الَّتِي ism-i mevsûl; sılası, bir cezâlet-i beyaniye ile o ateşi ifade ediyor. Bilindiği üzere ism-i mevsûlün kendisinde bir meçhuliyet vardır, onun bir şey ifade etmesi sılasıyla olur. Evet, الَّتِي kelimesinin müfâdı, sonrasını duyacağımız âna kadar meç­hul­dür. Sıla zikredilince, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateş olduğu bilinecek ve mesele idrâk edilecektir. الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ “Bir ateş ki, yakıtı insanlar ve taşlardan ibaret.” Ya­kı­tının insanlar ve taşlar olması, –daha önce de değinilmişti– terhib ve tehvîl açısından, yani işin dehşetini göstermesi ba­kı­mın­dan çok müessir; gönüllere ürperti salıyor.

أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ “Kâfirler için hazırlanmıştır.” fezlekesiyle, Ce­hennem’e girmeye vesile vasıf zikredilerek mevzu noktalanıyor. Başka bir ifade şekliyle, Cehennem’in i’dâd edilmesi, Ce­hen­nem’i gerektiren vasfa bağlanmıştır ki, o da küfürdür. Bu, Kur’ân-ı Kerim’e ait bir cezâlet-i beyaniyedir ki, birinin müstehak olduğu durumu anlatırken aynı zamanda hangi sebeple ona müstehak olduğuna da dikkatleri çeker. Burada “Şu insanlar Cehennem’e gider.” denseydi yeniden bir beyan lazım gelirdi. Çünkü o zaman, “Acaba hangi sebeple Cehennem’e gidiyorlar?” sorusu akla gelirdi. Bu açıdan لِلْكَافِرِينَ denilerek, yeni bir sual tevcihine meydan bırakmayıp, küfürleri sebebiyle Cehennem’e gidecekleri ifade edilmiş oluyor.

Kur’ân’ı Kerim, ister makta’ları, ister cümleleri ve ister kelimeleriyle ele alındığında, onda harikulâde bir tesânüt, bir tenâsüp ve bir tecâvüp müşahede edilmektedir ki, Devr-i Risalet-penahideki o mağrur, o kibirli, o başı göklerde gezen şairler Kur’ân’ın bu yönünü görmüş, o mu’ciz-beyân kitaba karşı itirazda bulunamamış ve serfürû etme lüzumunu duymuşlardır. O devirde Müseylimetü’l-Kezzâb’ın bir-iki cümleyle gülünç muarazası müstesna Kur’ân-ı Kerim’e karşı nazire yapmaya teşebbüs eden olmamıştır.

سُورَةٍ kelimesini arz ederken, en küçük bir sûreye de nazire yapılamaz demiştik. Fahreddin Râzî bu meselenin üzerinde uzun uzadıya durur ve Kevser Sûresi’ne dahi nazire yapılamaz, der.419 Vâkıa, Müseylime kendine göre o sûreye bir nazire yapmıştı. Şöyle diyordu kendince: إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْجَمَاهِير فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَهَاجِرْ إِنَّ مُبْغِضَكَ رَجُلٌ فَاجِرٌ “Biz sana pek çok şey verdik. Rab­bin için namaz kıl ve sana tâbi olmayanları bırak veya hicret et. Sana buğz eden, fâcir bir adamdır.”420 Son zamanlarda Av­ru­palı müsteşriklerden biri bunu ele alarak mal bulmuş mağribî edasıyla “Kur’ân’a nazire yapılabilir.” deyiverdi.

Şimdi isterseniz bu iki sözü bir iki hususta kıyaslayalım. As­lın­da derin bir teemmüle gerek yok; en mübtedi bir insan dahi Kur’ân-ı Kerim’e nazire olarak ortaya konan bu şeyi gördüğü zaman gülecektir.

Evvela, Cenab-ı Hak azametle buyuruyor: إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ “Biz azîmu’ş-şan Sana verdik.” Bir parça belâgattan anlayan biri Cenab-ı Hakk’ın rubûbiyet, ulûhiyet ve azamet ifade eden “azamet nûnu” ile ifade buyrulmuş “Biz azimüş-şan” beyanındaki ihtişamı anlar. Hazreti Üstad, benzer bir meseleyi anlatırken şöyle der: وَقِيلَ يَۤا أَرْضُ ابْلَعِي مَۤاءَكِ وَيَا سَمَۤاءُ أَقْلِعِي وَغِيضَ الْمَۤاءُ وَقُضِيَ الْأَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ “‘Ey yer, suyunu yut ve ey sema, sen de suyunu tut!’ diye emir buyrul­du. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî üzerinde yerleşti ve ‘Kahrolsun zalimler!’ denildi.”421, keza ثُمَّ اسْتَوٰۤى إِلَى السَّمَۤاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ اِئْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَۤا أَتَيْنَا طَۤائِعِينَ “Sonra iradesi bir gaz hâlinde olan göğe yöneldi. Ona ve yere şöyle buyurdu: ‘İsteyerek de olsa, istemeyerek de olsa emrime uyun gelin!’ onlar da: ‘İsteyerek, gönüllü olarak geldik.’ dediler.”422 fermanları gibi ifadeler bir insan tarafından söylense hezeyan olur.423 Bu, koskoca bir orduya bir çocuğun “yat, kalk” şeklinde emir ve komut vermesi gibi bir şeydir. Ama bu direktif komutan tarafından söylenirse celâdet ve haşmet içerisinde büyük bir mânâ ifade eder. Aynen bunun gibi إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ beyan-ı sübhânîsini ancak Allah (celle celâluhu) söyleyebilir.

İkincisi, âyette seçilen kelime الْكَوْثَرَ’dir. Kevser kelimesi, “hayr-ı kesir, şefaat, ilim, hidayet, dünya ve ukba hayrı” mâ­nâ­larına gelmektedir. Yani Efendimiz’e (aleyhissalâtü ves­se­lâm) şöyle ferman edilmektedir: “Azamet ve ulûhiyetimle, ke­mal-i kudret, haşmet-i saltanat ve umum raiyyetim hesabına Sana kevseri verdik. –Bunlar, Arapçada dilin karakteristik duru­mundan çıkan mânâlardır. Cenab-ı Hak bütün âlem­le­rin Rab­bi olması itibarıyla konuşurken böyle konuşur.– Binaen­aleyh verdiğimiz şey sadece Sana has değil; umum ümmeti de alâ­ka­dar etmektedir. Senden onlara, onlardan da Sana.. Sen­den mesaj ve irşad, onlardan hayırla yad, ardı arkası kesilmeden mütemadiyen teselsül edip gidecektir. Onların Seni hayır dualarıyla yad etmeleri Senin Makam-ı Mah­mud’a vusûlüne vesile olacaktır ki; aslında kevserin bir mânâsı da işte bu şe­faat-i kübra makamıdır. Onlar Sana dua edecek, Sen de onlara ahirette şefaat edeceksin.”

Bundan başka kevser, aynı zamanda Cennet’te bir nehrin de adıdır ki onu da Sana verdik. Diğer bir anlamıyla kevser, ümmetin ulemasıdır ve tıpkı Senin irşatta yaptığın rehberlik gibi onlar da ümmetin içinde hayra hidayete vesile olabilen peygamberlerin vârisleri öyle kimselerdir ki, biz işte onları da Sana lütfettik. اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ الْأَنْبِيَاءِ “Âlimler, peygamberlerin vârisleridirler.”424 Ve bunlar dinin hakikatini tam ifade edebilen sâlih bir zümredir.

Şimdi bütün bunlardan sonra gelin aradaki farkı görün. Kur’ân إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ fermanıyla bütün bunları söylemesine mukabil, o ise, إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْجَمَاهِرَ hezeyanıyla diyor ki: “Sana pek çok şeyler verdik.” Hayr-ı kesir, hidayet, ilim, şefaat-i kübrâ gibi pek çok mânâlara gelen kevser kelimesinin yerine konan ifadenin ne kadar zayıf düştüğünü anlatmaya gerek yoktur zannederim.

Üçüncüsü, “Seni kötüleyenin kendisidir ebter (soyu kesik).” ifadesiyle Kur’ân, erkek evlatları yaşamadığı için Efen­di­miz’e (aleyhissalâtü vesselâm) ebter diyerek tahkir eden zatın kendisinin akim kalacağını, soyunun kesileceğini, devam etmeyeceğini söylemek suretiyle istikbale dair verdiği gaybî haberle bir mucize sergiliyor. Hâlbuki nazirede, bu çirkin yakıştırmayı yapan Âs İbn Vâil’in akim kaldığına dair bir şey yok. Sadece رَجُلٌ فَاجِرٌ “Fâcir bir adam” deniyor. Kevser Sûresi’nde ise, o zatın sadece kâfirliği, fâcirliği değil aynı zamanda ebter olduğu da anlatılmak suretiyle mukabele-i bilmisil yapılıyor.

Derinlemesine bakıldığında daha pek çok tenakuz ve ifade eksiklikleri bulunabilir. Ancak bu misal ve kıyaslamalar, Kevser Sûresi’ne nazire olarak Müseylimetü’l-Kezzâb ve daha sonraki dönemlerde onun sözlerinin bazılarını değiştirmek suretiyle aynı hezeyanı deneyen mülhitler tarafından o kısa sûreye dahi nazire yapılamayacağını göstermesi açısından yeterlidir zannediyorum.

Aslında, Kur’ân-ı Kerim’e nazire yapılamayacağını o devrin edip ve beliğleri anladığı gibi daha sonrakiler de itiraf etme mecburiyetinde kalmışlardır. Öyle ki, Üstad’ın da bir iki yerde, Câhız’a izafe ederek tekrar ettiği gibi, “Muâraza-yı bi’l-hurûf mümkün olmadı, muharebe-yi bi’s-süyûfa mecbur oldular.425 Evet, eğer çok kısa ve rahat bir tarik olan kelimelerle müca­de­le imkânı olsaydı, onlar kılıçlarla mücadele ve muharebe yolunu seçmeyeceklerdi. Harfler ve kelimelerle mücadele imkânı olmadığı için muharebe yolunu tercih ettiler. Bu zor yolu seçmeleri gösteriyor ki, kolay yolda yürümek onlar için imkânsızdı. Bundan da anlaşılmaktadır ki, Kur’ân’ın o sehl-i mümteni, yani zâhiren insanın rahat anlayabileceği ve ilk bakışta benzeri yapılabilir gibi görünen ifadeleri, duru suların derinliklerini ketmetmeleri gibi bir sırrı ihtiva etmektedir.

***

Evet, beyan-ı Kur’ân’a karşı insanın muarazada bulun­ması mümkün değildir. Burada esas maksat, belâgat-ı Kur’â­ni­ye ve i’câz-ı Kur’ân’ın vurgulanmasıdır. Bize düşen de temel prensipleri itibarıyla Kur’ân’ın mucizevî yanlarının ortaya konmasıdır ki, pek çok müfessir de bunu öne çıkarmıştır. Bu cümleden olarak Üstad Bediüzzaman bazı risalelerinde ısrarla bu husus üzerinde durmuştur. İcmalen de olsa hatırlatılmasında yarar var.

Bazılarına göre –daha evvel de geçmişti– Kur’ân-ı Ke­rim’in en önemli mucizesi, onun insan takatini aşan o yüksek üslubudur. Diğer bazılarına göre, hayat-ı içtimaiyeyi tanzim eden onun o harika disiplinleridir. Bazılarına göre ise Kur’ân’ın en büyük mucizevî yanı, –benim ruh hâletimde de büyük bir yeri olan budur– insanın ledünniyatını, iç yapısını ve derinlemesine enfüsî yanlarını emsalsiz bir şekilde ele almasıdır ki onun bu hususiyeti insanın, insanlığın güç ve takatini aşacak mahiyettedir.

Nurlar’da ise hemen hemen bunların hepsini câmi (kapsayan) mahiyette bir tahlil gözükmektedir. Ezcümle, Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın nazmının cezâleti üzerinde durur ve bir İhlâs Sûre-i Celîlesinin otuz altı buudunu işaretler ve bir satır içinde otuz altı satır olduğunu gösterir.426 Bazen de o cezâlet-i beyanı –biraz evvel misallerini irad etmeye çalıştığımız hususlarda olduğu gibi kelimeler arasındaki tecâvüb, tesânüd ve tenâsüpte ortaya koyar ve وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ427 ve وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ428 gibi âyetlerle misallendirir.429

Ayrıca سَبَّحَ – يُسَبِّحُ kelimeleriyle, gökler ve yerdeki her şeyin Allah’ı tesbih edişini faik bir ifade ile dillendirerek, Kur’ân’ın beşer karihasının eseri olamayacağını ortaya kor. İnsan, mütekellimi, muhatabı nazar-ı itibara alarak bu hakikate bakabilse daha ne bedî nüktelere şahit olur..!

Bütün mukattaât, Nebe ve Kâf gibi sûreler okunduğunda insan kendini bir büyülü atmosferde hisseder ki başka bir beyanda onu duymak mümkün değildir. الٓمٓ – الٓرٰ – حٰمٓ – قٓ – صٓ gibi farklı üslup o âna kadar gelmiş geçmiş ediplerin, beliğlerin beyanlarında bulunmayan garip bir tarz-ı beyandı…

Lafzının fesâhatıyla alâkalı olarak meânî uleması ve dil üstadlarının zikrettiği hususlar, mücelletlere sığmayacak genişliktedir. Meânî, beyan ve bedi’ uleması sık sık o el-menhelü’l-azbü’l-furât”a başvurarak tezlerini teyit etmişlerdir.

Hele onun beyanındaki metanet, rüsûh, sağlamlık ve ihtişamın emsalini göstermek mümkün değildir. O hep hakîmdir beyanında ve ifadesinde. Kısa bir cümlesi âdeta mücelletlik bir mevzu ihtiva eder.

Mesela: اَلْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ430 cümlesinde öyle bir beyan vardır ki, anlayan “İşte medh ancak bu kadar olur!” der. Bu ifadede en küçük bir müdahene eseri de görülmez; tabi senada da en ufak bir kusur hissedilmez. اَلْحَمْدُ لِلهِ cümlesiyle anlatılan bu hakikatte fevkalâde bir metanet görülür. Hem mesela “Uhuvvet Risalesi”nde431 ve “Yirmi Beşinci Söz”de أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ432 âyetiyle ele alındığı gibi zemm makamında öyle tesirli bir zecr üslubu görülür ki dahası olamaz. Keza وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ ۝ اَلَّذِي جَمَعَ مَالًا وَعَدَّدَهُ “Veyl o hümeze-lümezeye ki mal biriktirir (sonrada bir cimri edasıyla) onu hep sayar durur.”433 âyetlerinde servet ü sâmân biriktirmeyi ve kaş-göz işaretiyle insanlarını kınamayı ve hafife almayı öyle bir ifade eder ki, insan “Ancak bu kadar olur.” der.

Bunlar gibi, haşr u neşre dair âyetlerde de fevkalâde bir câmiiyet müşahede edilir. Ezcümle: فَانْظُرْ إِلٰى اٰثَارِ رَحْمَةِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَۤا “İşte bak, Allah’ın rahmetinin eserlerine! Ölmüş toprağa nasıl hayat veriyor! İşte bunları yapan kim ise, ölüleri de O diriltecektir. O, her şeye hakkıyla kadirdir.”434 veyahut قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَأَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللهُ يُنْشِئُ النَّشْأَةَ الْاٰخِرَةَ إِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “De ki: Dünyayı gezin dolaşın da, Allah’ın ilk hilkati nasıl gerçekleştirdiğini anlamaya çalışın! Sonra tekrar yaratacak olan, yani ölmüş bedenleri yeniden hayata mazhar edecek olan da yine Allah’tır. Allah elbette her şeye kadirdir.”435 أَوَلَيْسَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِقَادِرٍ عَلٰۤى أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ “Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya olmaz mı kadir! Elbette kadir! Hallâk O’dur, Alîm O’dur! (Her şeyi yaratan, her şeyi bilen O’dur).”436

Bu ve benzeri âyetler haşri ispatta öyle bir metanet ve rasanet gösterir ki dahası olamaz. Keza ifhamda (muhatabı ilzam etme, sesini kesme) örnek olarak üzerinde durduğumuz âyet-i kerime verilebilir: وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’ın Allah’ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin ve Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, iddianızda haklı iseniz!” Evet, bu âyet-i kerime, muarızların sesini soluğunu keser mahiyette bir metanet göstermektedir. Teferruatlı bilgi için işaret edilen kaynaklara bakılabilir.

Keza Kur’ân’ın lafzının câmiiyeti de üzerinde durulması icap eden ayrı bir konudur. Bu konuda bir misal olarak وَالْجِبَالَ أَوْتَادًا “Dağları da arzı tutan birer kazık yapmadık mı?”437 âyeti gösterilebilir. Hazreti Üstad, “Bu âyetten ümmî bir insan ne anlar? Çoban ne anlar? Haymenişîn (çadırda yaşayan) ne anlar? Edip ne anlar? Coğrafyacı ne anlar? Hikmet ilmine vâkıf olan ne anlar? Devrin jeofiziğine vâkıf insan/insanlar ne anlar?” diyerek bütün bu farklı anlamalar çerçevesinde âyetin câmiiyetini gösterir.438

Keza: أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُۤوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا “O Hakk’ı inkâr edenler görüp bilmediler mi ki gökler ve yer bitişikti de biz onları birbirinden ayırdık.”439 âyetinde de harika bir câmiiyet vardır. İlk insanlar ne anlarlardı bundan; ilim erbabı olmayan ne anlar, feza fiziğine, astrofiziğe vâkıf bir insan ne anlar, edip ne anlar… Bütün bu anlayışlara göre, âyetin lafzında engin bir genişlik var ve lafzın câmiiyeti dediğimizde biz bunları anlıyoruz ki Kur’ân’ın vücûh-ü i’câzından biri de işte budur.

Kur’ân’ın bir de mânâsının câmiiyeti var ki, bütün fıkhî içtihatların yanında daha sonraki devirler itibarıyla ondan pek çok ilmî hakikatler de istinbat edilmiştir ki, kütüb-ü fıkhiye, kütüb-ü tefsir, kütüb-ü kelâm, kütüb-ü tasavvuf, kütüb-ü ahlâk gibi o câmiiyetin birer ürünü olan kitaplar milyonlara ulaşmış ve kütüphaneleri doldurmuştur. İmam Ebû Hanife, İmam Şafiî, İmam Malik, İmam Ahmed İbn Hanbel, İmam Sevrî, İmam Evzaî ve daha niceleri… hepsi de dilin kaideleri çerçevesinde yaptıkları istinbatlarında, değişik tevil ve tefsirlerinde, temelde hep aynı, teferruatta biraz farklı, ama hep onun ruhuna uygunluk içindedirler. İşte bu husus da, Kur’ân-ı Kerim’in mânâsındaki zenginlik ve câmiiyeti göstermektedir.

Bundan başka bir de onun muhtevasının câmiiyeti vardır ki üzerinde durulmaya değer. Mesela o, kevnî hakikatlerden, ilâhî hakikatlerden bahsettiği zaman baş döndüren çok ciddi bir zenginlik gösterir. Batılı araştırmacıları, mütefekkirleri en çok hayrette bırakan husus da budur. O, kevnî hakikatleri anlattığı aynı anda ulûhiyete ait hakikatlere girerek insanları asıl hakikat konusunda düşünmeye davet eder.

Bu cümleden olarak, يَوْمَ نَطْوِي السَّمَۤاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ كَمَا بَدَأْنَۤا أَوَّلَ خَلْقٍ نُعِيدُهُ وَعْدًا عَلَيْنَۤا إِنَّا كُنَّا فَاعِلِينَ “O gün gök sayfasını tıpkı kitap rulolarının dürülmesi gibi düreriz. Varlığı ilk defa yoktan var ettiğimiz gibi onu tekrar yaparız (ölüleri diriltiriz). Bu üzerimize aldığımız bir vaattir. Onu yapacak da biziz.”440

Semaların tayyi (dürülmesi) meselesi gibi kevnî bir hakikat anlatılırken bir taraftan Cenab-ı Hakk’ın makro âlemde tasarrufu, diğer yandan da insanın Allah’la münasebeti hatırlatıldıktan sonra hemen insanı çok alâkadar eden öbür âleme dikkat çekilerek haşre vurguda bulunulmaktadır.

Keza أَفَعَيِينَا بِالْخَلْقِ الْأَوَّلِ بَلْ هُمْ فِي لَبْسٍ مِنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ “Biz ilk yaratmada acizlik mi gösterdik? Hayır, hayır (onlar da öyle olmadığını biliyorlar) ama yine de yeniden yaratılış konusunda şüphe içindeler. Andolsun, insanı Biz yarattık, nefsinin ona neler fısıldadığını da Biz biliriz; zira Biz ona şah damarın­dan daha yakınız.”441

Evet, “Biz insana şah damarından daha yakınız.” ifadeleriyle kevnî hakikatlerin içinde ulûhiyete ait hakikatlerin câmi bir mahiyette takdimi, Kur’ân-ı Kerim’in hassa-i lazimesidir ve başka hiçbir beşerî ifadede bunu bulmak mümkün değildir. Bu da Kur’ân-ı Kerim’in ayrı bir câmiiyetidir.

Ayrıca, Kur’ân-ı Kerim’in gayptan verdiği haberler de üzerinde durulacak önemli bir konudur. O, gerek mâziden gerekse istikbalden pek çok hâdiseye temas eder. Geçmişe ait hâdiseler açısından onun ele aldığı konulara o detaylarla hiç kimse temas etmemiştir. Hatta câmi tarih dedikleri, tarihçilerin babası saydıkları Heredot’un kitabında bir kısım kavimlerin tarihinden bahsedilirken, “kurûn-u ûlâ”ya ait Âd kavmi, Semûd kavmi ve Hazreti Nuh kavmi gibi milletlere müteallik hiçbir beyan yoktur. Oysaki bugün bazı araştırmalar, bu toplumların hem de Kur’ân’ın haber verdiği çerçevede yaşamış olduğunu ortaya koymakta, Kur’ân-ı Kerim’in mâziden verdiği bu haberlerin ayn-ı hakikat ve mahz-ı hak olduğunu ispat etmektedir.

Kur’ân-ı Kerim istikbalden de haber verir. Rûm Sûresi’nin başındaki, Fetih Sûresi’nin sonundaki âyetler, Mâide Sûre­si’ndeki وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ “Allah Seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır.”442 beyanı ve daha niceleri, istikbale dair Kur’ân-ı Kerim ne haber vermişse hepsinin aynıyla zuhur ettiğini göstermektedir.

Kur’ân, sarahaten olduğu gibi işareten ve remzen de pek çok kevnî veya ilâhî hakikatleri haber verir ki, vakti ve sırası geldiğinde bunlar bir bir zuhur etmiştir. Bu mevzuda ehl-i kalb, ehl-i şuhûd, ehl-i mükâşefe gerek kevnî hakikatlere dair, gerekse kendilerine ilham edilen ulûhiyet hakikatlerine dair neyi keşf ve müşahede etmiş ve kitaplara geçirmişlerse bütünü geçmiş kitaplarda hem de onca tahrife rağmen mevcuttur ve Kur’ân-ı Kerim’in bu mevzudaki beyanlarına tıpatıp uymaktadır. Uymayan hususlar, tahrif kurbanı hususlardır.

Kur’ân-ı Kerim’in vücûh-u i’câzından biri de onun şebâbeti yani her devirde genç kalmasıdır. Üstad buna misal verirken يَۤا أَهْلَ الْكِتَابِ hitabını يَا أَهْلَ الْمَكْتَبِ teviliyle ele alır.443 Aslında Kur’ân’ın hangi âyeti ele alınırsa alınsın, tarâveti, halâveti, şebâbeti insanı büyüler mahiyettedir.

Buna yakın Kur’ân-ı Kerim’in diğer bir mucizevî yönü de, onun daima zamanı aşma keyfiyetidir. Za­ma­nın Kur’ân’ı kayıt altına alamamış olması; mesela bütün de­virlerde hayat-ı şahsiyeye verdiği ders ve terbiye, hayat-ı iç­ti­maiyeye verdiği ufuk enginliği ve bütün devirlerin derdine derman olacak reçetelerden, faizin haramlığı ve zekâtın farz oluşu gibi prensipleri, Kur’ân’ın zamanla aşınmadığını, aksine onun bütün zamanları, devirleri aştığını ve mu’ciz bir beyan olduğunu gösterir.

Onun bir diğer yönü de, içtimaî hayata dair vaz’ ettiği düsturlar ve terbiye ile ilgili getirdiği prensiplerdir. Şu âna kadar insanlığı terbiye adına terbiyecilerin ortaya attıkları pren­siplerin yetersizliği ve aczine mukabil; Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Be­yan’ın bu konudaki kifâyeti onun mucize olduğunu gösterir. Bunun için sırf günümüzde arz edilen yarım yamalak dersler bile nazar-ı itibara alınacak olursa, Kur’ân’ın terbiye mevzuunda dahi bîhemta olduğu ortaya çıkar.

Benzer diğer bir husus olarak da onun, bütün yönleriyle ilmü’n-nefsin (psikoloji) teşrihatını yapması zikredilebilir. Fert psikolojisi, aile psikolojisi, cemiyet psikolojisi, recâ psikolojisi, havf psikolojisi.. bütün bunları insan, Kur’ân-ı Kerim’de takip, tetkik ve tahkik ederken âdeta kendi ruh hâletinin teşrih edildiğini ve his dünyasının anatomisinin nazarına arz edildiğini hisseder gibi olur. Asırları aşarak insan ledünniyatına, insanın içine böylesine inme ve onun içinde sinmiş şeyleri deşifre etme, bir bakıma psikanaliz yapar gibi bütün şuuraltı müzmeratı su yüzüne çıkarma meselesi Kur’ân-ı Kerim’e has bir keyfiyettir ki, psikologların, pedagogların kitapları bundan yoksun olduğundan, onların aczine; Kur’ân’da bulunduğundan dolayı onun da mucize olduğuna apaçık delâlet eder. İşte bu hususların hepsini kendi içinde çeşitli kısımlara ayırdığınız zaman vücûh-u i’câzın nerede ise kırka ulaştığı görülür.

Bu arada şu hususları hatırlamada da yarar var: Üzerinde durulan âyetteki en önemli hususlardan biri, Efendimiz’in (sal­lal­lâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetidir. Nübüvvet mevzuunda “On Dokuzuncu Söz”ün reşhalarındaki beyanat, keza İşârâtü’l-İ’câz’da bu âyetin tefsirinde üzerinde durulan, Efen­dimiz’in şahsına ait özellikleri.. nübüvvetle alâkalı sıdk, emanet, fetanet, ismet, tebliğ gibi evsaf-ı âliyesi.. sonra şahsî, ailevî hayatla alâkalı getirdiği prensipler.. yaptığı âlemşümul inkılaplar.. gayptan verdiği haberler.. liderliği.. mükemmel kumandanlığı.. fev­ka­lâde aile reisliği.. yetiştirdiği kimselerin fevkalâdeliği.. âdâb ve ahlâk-ı seyyieyi kaldırıp onların yerine ahlâk-ı âliyeyi ikâme etmesi.. insanların dem ve damarlarına işlemiş olumsuzlukları onlara terk ettirmesi.. ve bir tekini dahi beşerin en mü­te­fekkirlerinin yapamayacağı daha pek çok şeyleri çok kısa zamanda yapması… gibi hususlar O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini apaçık göstermektedir ki, bütün bunlar O’nun Allah’ın sadık kulu olduğunun ve Cenab-ı Hakk’ın iltifatıyla serfirâz bulunduğunun alâmetidirler.

Binaenaleyh bu hususu da bütünüyle Risaleler’deki ve sair kitaplardaki nübüvvetle alâkalı bahislere havale ederek, Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) alâkalı Kur’ân-ı Kerim’deki daha başka âyetlerin tefsirinde yer yer –inşâallah– anlatılacağına binaen şimdilik bu kadarı ile iktifa etmek istiyoruz.


397 İsrâ sûresi, 17/88.

398 Hûd sûresi, 11/13.

399 Nahl sûresi, 16/1.

400 Enfâl sûresi, 8/60.

401 Bkz.: Zuhruf sûresi, 43/31.

402 En’âm sûresi, 6/33.

403 İbn İshak, es-Sîre 4/191; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/255-256.

404 Nahl sûresi, 16/103.

405 İbnü’l-Cevzî, Keşfü’l-müşkil 3/320; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 2/412.

406 Şuarâ sûresi, 26/224-226.

407 İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve 1/736; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 4/540.

408 En’âm sûresi, 6/59.

409 Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.137

410 Hadîd sûresi, 57/1.

411 Bediüzzaman, Sözler s. 485 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Zeyl); Şualar s. 124 (Yedinci Şuâ, Âyetü’l-Kübrâ).

412 Bediüzzaman, Sözler s.400 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule).

413 Enfâl sûresi, 8/25.

414 Mâide sûresi, 5/106; Talâk sûresi, 65/4.

415 Duhân sûresi, 44/3.

416 Kadir sûresi, 97/1.

417 Bediüzzaman, Sözler s.560 (Yirmi Dokuzuncu Söz, Birinci Maksat).

418 İsrâ sûresi, 17/88.

419 Bkz.: er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 2/108, 32/126.

420 el-Cürcânî, Delâilu’l-i’câz s.290; er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 32/126.

421 Hûd sûresi, 11/44.

422 Fussilet sûresi, 41/11.

423 Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye s.218 (On Dördüncü Reşha).

424 Tirmizî, ilim 19; Ebû Dâvûd, ilim 1; İbn Mâce, mukaddime 17.

425 Bkz.: es-Suyûtî, el-İtkân 2/313-314; Bediüzzaman, Mektubat s. 212.

426 Bediüzzaman, Sözler s.399 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule).

427 Enbiyâ sûresi, 21/46.

428 Bakara sûresi, 2/3.

429 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.397-399 (Yirmi Beşinci Söz, İkinci Sûret).

430 Fâtiha sûresi, 1/2.

431 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.312 (Yirmi İkinci Mektup, Hâtime).

432 Hucurât sûresi, 49/12.

433 Hümeze sûresi, 104/1-2.

434 Rûm sûresi, 30/50.

435 Ankebût sûresi, 29/20.

436 Yâsîn sûresi, 36/81.

437 Nebe sûresi, 78/7.

438 Bediüzzaman, Sözler s. 421-422 (Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şua)

439 Enbiyâ sûresi, 21/30.

440 Enbiyâ sûresi, 21/104.

441 Kaf sûresi, 50/15-16.

442 Mâide sûresi, 5/67.

443 Bediüzzaman, Sözler s.439 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şu’le).

-+=
Scroll to Top