Bakara Sûre-i Celîlesi (25. Âyet)

وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَأُتُوا بِه۪ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَۤا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

“İman edip sâlih amel işleyenleri müjdele: Onlara içinden ırmaklar akan cennetler vardır. Öyle cennetler ki ne zaman, meyvelerinden kendilerine bir şey ikram edilse: ‘Bu, daha önce de bize sunulan şey!’ derler. (Oysa bu, onların aynısı olmayıp) benzeri olarak kendilerine sunulacaktır. Orada onların tertemiz eşleri de olacak ve onlar orada devamlı kalacaklardır.”

Muhakkiklerin tefsirlerinde işaret ettikleri gibi öncelikle burada bir tekâbül sanatı söz konusudur. Bir önceki âyette detaylı olarak tasvir edilen Cehennem’di. Orada çırası, yakıtı insan ve taşlar olan; kâfirler için hazırlanmış bulunan Cehen­nem’den bahsedilmişti. Arkadan gelen bu âyette ise altından ırmakların çağladığı Cennet bağ ve bahçelerinden bahsedilmektedir. Evet, وَبَشِّرِ الَّذِينَ âyet-i kerimesi bir lazımî mânâya –mef­hu­ma– atıf yaparak tekâbülü temin ediyor. Burada zâ­hi­ren doğrudan doğruya “vav”ı atfedeceğimiz bir şey yok. Atfın, atfedilen şeyle aynı cinsten olması lazımdır. Binaenaleyh buraya kadar gelen âyetlerin, cümlelerin mazmun ve fehvasından hâsıl olan mânânın lazımına “vav”la işaret edilerek Pey­gam­berimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle denmektedir: “Sen de bir kulsun fakat abd-i hâssın, Senin hususi bir vazifen var; şüphesiz bu vazife de tebliğ ve irşattır. Elinizdeki Mu’cizü’l-Beyan olan o kitap da Senin sıdkına sadık bir şahittir. Bununla, Hak tarafından Senin nübüvvetin tescil edilmektedir. Madem irşad ve tebliğ Senin vazifendir, bunun önemli iki rüknü de tergib ve terhibdir; buraya kadar inzarda bulunduğun gibi bundan sonra da tebşirde bulunacaksın. Evet, evvela bir terhibde bulundu isen sonra da tergibde bulunmalısın.” Demek ki buradaki “vav”, “fehva”nın lazımı üzerine atıf vazifesi görüyor.

Böyle bir makta’ ile başlayan mevzuun daha evvelki âyet­lerle ve sûrenin başıyla da sıkı alâkası mevcut; zira Bakara Sû­re­si’nin başında Kur’ân-ı Kerim’den istifade edecek, sâlih, müt­ta­ki, müstakim kimseler anlatılırken, onların namaz kıldıkları, ze­kât verdikleri, infakta bulundukları ve kendilerine inen kitaba inandıkları gibi kendilerinden evvel inen kitaplara da inandıkları vurgulanır. Oradaki sâlih ve müstakim zümre ile buradaki müs­ta­kim grup aynıdır, arada işte böyle bir ayniyet mevcuttur.

Sâniyen, en yakın makta’, يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ “Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri ya­ra­tan Rabbinize ibadet edin.”444 ile başlamaktadır ki mü’min, münafık, kâfir herkesi ubûdiyete davet eden; tev­hid-i ulû­hiyeti ifade yanında, tevhid-i rubûbiyeti vurgulayan bu âyet-i ce­li­le-i kerime, kabul eden-etmeyen bütün insanları ubûdiyete ça­ğır­maktadır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de herkesi üm­met-i davet kabul ederek tebliğ ve irşatta bulunması açısından vazifesinin bir yönüyle inzar, diğer yönüyle tebşir olması.. inzarın أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ fezlekesiyle yapılması, tebşirin de hemen ardından وَبَشِّرِ الَّذِينَ ile vurgulanması.. ve اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ile anlatılan hususun, dava-yı nübüvvette mühim bir yer teşkil etmesi haysiyetiyle bu makta’ da evvelki âyetlere bağlanmış oluyor.

Müfredat Mânâsı (25. Âyet)

Şimdi de müfredatı arz etmeye çalışalım.

Evvela, و görüldüğü gibi bir fehva ve ondan hâsıl bir lazı­mî mânâya işaret etmektedir.

بَشِّر kelimesi, tef’il babından “müjdele, bişâret ver” mâ­nâsına bir emr-i hâzırdır. Türkçemizde buna muştu, bu ameliyeyi yapmaya da muştulama diyoruz. Tef’il babından olması itibarıyla, bu ameliyenin peyderpey ve aralıklarla yapılacağına işaret vardır, yani bir bişâretten sonra bir bişâret daha ver, demektir. Böylece Kur’ân, bu mübarek zümrenin ruhlarında, fıtratlarında nefret uyarabilecek şeylere meydan vermemiştir.

Ardından gelen اٰمَنُوا “İman ettiler.” sözü işin iman, عَمِلُوا “Amel ettiler.” sözü ise aksiyon yönünü hatırlatır. الصَّالِحَات “sâlih, iyi ameller” kelimesine gelince o da yapılacak şeylerin yararlı olmasını ihtar eder.

الصَّالِحَات kelimesi şu âna kadar görmediğimiz, görülmesi gerekli bir kelimedir. صَالِح veya صَالِحَة’nın cem’idir. Sâlih; yararlı, yaraşıklı, hayırlı şey, Cenab-ı Hakk’ın hoşuna gidecek, dünyada huzur, ahirette de bereket ve saadet vesilesi olan iş demektir. Bu kelime esasen bir sıfattır fakat burada isim olarak kullanılmıştır.

Daha önce üzerinde durmadığımız ikinci kelime جَنَّاتٍ’dir; جَنَّة kelimesinin cem’idir. Cennet, örtme/örtünme, perdelenme, gizlenme mânâlarına gelen جَنَّ – يَجُنُّ / يَجِنُّ – جُنُونًا kökündendir. Bizim Türkçede kullandığımız cinnet de aynı köktendir ki bir çeşit perdelenme demektir. Yani bu hâldeki insan, gözü görürken, kulağı işitirken, duyguları çalışırken görülecekleri doğru göremeyen kimse demektir.

Lügat itibarıyla cennet, ağacı bol olup da zemini görülmeyecek kadar girift ağaçların boy attığı bahçeye, bağistâna denir.

Şer’î mânâsıyla ve Kur’ân’da ekseriyet itibarıyla maksut olan şekliyle o, gayb olan, gözlerin göremediği; sevabın, hasenatın, sâlihatın mükâfat yurdu olan, hususiyetleri tasavvurları aşkın bir dâr-ı karardır.

تَجْرِي kelimesi ‘cereyan’dan gelmektedir. Biz, akıp giden her şeyde bu tabiri kullanırız. Ancak o daha ziyade suların çağlayıp gitmesi ve gürül gürül akmasını ifadede kullanılır.

تَحْتَ kelimesi, daha evvel de zikredildiği üzere فَوْقَ’nın zıd­dı­dır ve alt demektir.

أَنْهَار : نَهْر kelimesinin cem’idir ve “nehirler, ırmaklar” demektir.

كُلَّمَا kelimesi geçmişti. “Bütün, bir şeyin hepsi” demek olan كُلّ kelimesi مَا’ya muzâf olmuş, külliyete tekerrür mânâsı katmıştır; “Her ne zaman ki…” mânâsına gelir.

رُزِقُوا kelimesi rızk kökünden fiil-i mâzî, meçhul, cem-i müzekker gâib kipidir ve “rızıklandırıldılar” mânâsına gelmektedir.

مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ cümlesinde birinci مِنْ ibtidâ için, ikinci مِنْ ise teb’îz içindir. Cennet’in bütün nimetlerini yemeleri mümkün olmadığından, oradaki nimetlerin bir kısmından istifade edeceklerini beyandır.

أُتُوا kelimesi أَتٰى’dan fiil-i mâzi, meçhul, cem-i müzekker gâibdir. “Kendilerine verildi.” mânâsına gelmektedir.

مُتَشَابِهًا kelimesi تَشَابَهَ’den ism-i fâildir. Kur’ân-ı Kerim’de birkaç yerde geçer. Müteşâbih, birbirine benzeyen, benzer şeyler demektir. Biz, ecsâmın birbirine benzemesine teşâbüh diyoruz. Mesela, bir meyvenin diğer meyveye benzemesi bir teşâbühtür, bu meyvelerden her birine de müteşâbih denir. Aynı zamanda rüyalarda nazarlara arz edilen timsallerin sembollerinin âlem-i yakazada (hakiki varlık âleminde) bir kısım hakikatlere yani âyân-ı sâbitenin aynî şeylere benzemesine de biz teşâbüh deriz. Bu kelimeyi bazen, aralarındaki benzerliğin çok fazla olmasından dolayı birini diğerinden ayıramadığımız, net hüküm veremediğimiz, mahiyetini tam bilemediğimiz şeyleri ifade için de kullanırız ki, şer’î bir ıstılah olarak müteşâbih bu mânâya gelir ve Kur’ân-ı Kerim de Âl-i İmrân Sûresi’nde onu bu mânâsıyla “muhkem”in (açık, net hüküm ifade eden) karşısında ele alır: هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ “Bu muazzam kitabı sana indiren O’dur. Onun âyetlerinin bir kısmı muhkem olup bunlar Kitab’ın esasıdır. Âyetlerin diğer bir kısmı ise müteşabihtir.”445

أَزْوَاجٌ kelimesi, eş anlamına gelen زَوْجٌ kelimesinin çoğuludur ve eşi olan, onunla beraber bir çift teşkil eden her şey için kullanılır. Mesela, erkeğin karşısında kadın, kadının karşısında erkek için kullanılır. Vâkıa, karışma ihtimali olan yerde erkeğe “zevç”, kadına ise “zevce” denir ama haddizatında kelime her ikisini de şamildir.

مُطَهَّرَةٌ kelimesi de “tef’il” babından ism-i mefûldür; “temiz kılınmış, olabildiğine nezih, temiz mi temiz, pâk mı pâk” anlamlarına gelmektedir.

خَالِدُونَ kelimesi, lügat mânâsı itibarıyla “uzun zaman kalanlar” demektir ki, خُلْد kökünden gelmektedir. Ne var ki şer-i şerifte çok defa ebed kelimesiyle takviye ve te’kid edildiğinden bunun da genelde ebediyet mânâsına geldiğine hük­me­dilmiştir. Vâkıa, Kur’ân-ı Kerim’de أَبَد kelimesi خَالِديِنَ ile beraber üç defa Nisâ Sûresi’nde, bir defa Mâide, iki defa Tev­be, bir defa Ahzâb, bir defa Teğâbün, bir defa Talâk, bir defa Cin, bir defa da Beyyine Sûresi’nde olmak üzere 11 yerde geçmektedir.446

Sebkat eden âyetlerle beraber nazar-ı itibara alındığında anlaşıldığı üzere, nübüvvet vazifesinin mühim bir rüknünü inzar teşkil ettiği gibi diğer bir rüknünü de tebşir teşkil etmektedir. Bu çerçevede mânâ-i münîfi şöyle ifade etmek mümkündür:

Habib-i Zîşânım! İman edip, mutlak ifadesiyle sâlihâtı eda eden kimseleri, altlarından ırmakların çağlayıp gittiği, akıp akıp durduğu cennetlerle müjdele! O cennetler ki, ne zaman onlara, onun nimetlerinden, meyvelerinden herhangi bir şey, rızık ve nasip olarak verilse, kendi aralarında muhavere sadedinde “Bu daha evvel dünyada ibadet hâlinde, Cennet’te nimet hâlinde ve birkaç gün evvel de burada emsaliyle bize nasip olan rızık cinsinden.” derler. O nimetler onlara böyle birbirine benzer şekilde ihsan edilir. Ve onlar orada yalnız değillerdir; onlar için orada ünsiyet edebilecekleri, içlerini dökecekleri, onlara inşirah üzere inşirah yaşatacak eşler de vardır ve bu eşler pâk mı pâk, nezih mi nezih, temiz mi temizdirler. Onlar orada, zevâl-i lezzetle de asla müteellim olmazlar, zira zevâl-i lezzet elemdir. Evet, onlar, mazhar oldukları bütün nimetlerle beraber Cennet’te “hâlidûn”durlar, kalıcıdırlar.

Tafsilî mânâya dair serdettiğimiz bu sözlere, bütün nüanslara riayet ederek arz edilmeye açık ama müfredat mânâsına göre bir nokta-i tezekkür, bir mirsad-ı tefekkür mülâhazasıyla bakılabilir.

***

Tafsilî mânâya dair birkaç söz:

Kur’ân-ı Kerim burada, yerinde kısaca izahını gördüğü­müz imanı, iz’anı elde edenleri ve onu sâlihâtla taçlandıranları lütuflarla müjdeliyor. Sâlihât’a gelince o, Kur’ân-ı Kerim’de zikredilirken hep mutlak bırakılır.. ıtlâk, umum ifade eder. Sü­nûhat’ın başında, bu mesele arîz ve amîk olarak ele alınmıştır. Orada şöyle denir:

“Kur’ân, sâlihatı mutlak ve müphem bırakıyor. Zira ahlâk ve faziletler, hüsün ve hayır, çoğu nisbîdirler. Nev’den nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa muhtelif olur. Fertten cemaate, şahıstan millete çıktıkça onun mahiyeti de değişir.”447

Bu tespitten sonra tevazudan izzete, ondan vakar ve hüsnüniyete kadar her şeyin bir yönüyle sâlihât olabileceği; hatta yerinde vakar izharı adına kibir zannedilebilecek tavır takınmanın dahi Kur’ân-ı Kerim’in bu ıtlâkıyla sâlihât arasına girmiş olduğu ifade edilebilir.

İşte bütün yaraşıklı, hayırlı, bereketli işler, dünyada insanın içine inşirah salan ve “Vazifemi yaptım.” dedirtmekle insanın içinde ümit duygularını canlandıran, ukbâda da Cennet gibi bir ne­ticeye bakan her fiil, sâlihâttan birer nümunedir. Ne var ki Kur’ân-ı Ke­rim tebşiri burada imanla, sâlih amelle irtibatlan­dır­mış ve sa­de­ce iman eden veya sadece amel eden kimse deme­miş­tir. İman eden kimse amel etmezse günaha girmiş olur. Amel eden kimse iman etmemişse o da münafık sayılır. Vâkıa, Ehl-i Sün­net ve’l-Cemaat’in çoğunluğuna göre amel, imanın cüz’ü de­ğildir. Bununla beraber Cennet’le tebşir meselesi doğrudan doğ­ru­ya nass-ı Kur’ân ile hem imana hem de sâlih amele ta’lik edilmiştir ki, bunlardan sadece birini yapmakla insan bu tür Cen­net nimetlerinden istifade edemez. Amelsiz iman ile aynı neticenin hâsıl olması ancak hususi inayetle mümkündür.

وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ “İman edip sâlih amel işleyenleri müjdele: Onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler vardır.” Evet, insanın hayatta en çok istediği şey, altından ırmakların çağladığı, bağların ve bahçelerin iç içe arz-ı dîdâr ettiği, tatlı tatlı rüzgârın estiği, suların akıp gittiği, bülbüllerin öttüğü ve insanın bütün elemlerden âzâde, âsûde bir hayat yaşadığı; ne baş ağrısı ne diş ağrısı olmayan bir hayattır.

Hemen âyetin başında müjdeleme yapılırken, “Acaba nedir bu müjdelenen şey, bize ne verecekler?” mukadder sualine bir cevap mahiyetinde, “Onlar için altlarından ırmakların akıp gittiği cennetler vardır.” cümlesi gelir. Kur’ân-ı Kerim’de, hangi âyette Cennet ifade edilse büyük bir nispette hemen altından ırmakların aktığından bahsedilir. Hatta bazı âyetlerde bu ırmakların keyfiyeti de vurgulanır.

Mesela, مَثَلُ الْجَنَّةِ الَّتِي وُعِدَ الْمُتَّقُونَ فِيهَۤا أَنْهَارٌ مِنْ مَۤاءٍ غَيْرِ اٰسِنٍ وَأَنْهَارٌ مِنْ لَبَنٍ لَمْ يَتَغَيَّرْ طَعْمُهُ وَأَنْهَارٌ مِنْ خَمْرٍ لَذَّةٍ لِلشَّارِبِينَ وَأَنْهَارٌ مِنْ عَسَلٍ مُصَفًّى وَلَهُمْ فِيهَا مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَمَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ كَمَنْ هُوَ خَالِدٌ فِي النَّارِ وَسُقُوا مَۤاءً حَمِيمًا فَقَطَّعَ أَمْعَۤاءَهُمْ “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara vaat edilen Cennet’in misali şudur: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içerken lezzet veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Onlara orada her türlü meyve ile bir de Rabbileri tarafından mağfiret vardır. Bu nimetlere erişenler hiç Cehennem ateşinde devamlı kalıp da kaynar sular içirilip bununla bağırsakları lime lime olan kimseler gibi olur mu?”448

Burada, Kur’ân-ı Kerim’in, müttakilere vadedilen Cen­net’in misalini anlatırken riayet ettiği nüanslara dikkat edildiği takdirde şu hususlar görülür:

O Cennet’te, tertemiz saf sulardan öyle nehirler vardır ki, sürekli köşklerin, villaların altından çağlayıp giderler. Bu­nun yanında, tadı bozulmamış, dünyadakilere benzemeyen, ter­te­miz, nezih, berrak, dupduru süt ırmakları; insana se­kir vermeyen, başını döndürmeyen, dünya şaraplarından fark­lı meş­ru­bat çağlayanları ki, içtikçe maddî-mânevî bir zevk u lez­ze­te sebebiyet verecek mahiyette, oraya mahsus nehirlerdir. Bun­lar­dan başka bir de saf, tertemiz, dupduru baldan bir ne­hir ki, içenler, içtikçe yeni bir iştahla yine içmek isterler.

Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyeti, Cennet mevzuunda o kadar tahşidatta bulunmuştur ki, beyan-ı Kur’ân’dan sonra o mevzuda yeni bir şey söylemek zâid olur.

مُتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الْأَرَۤائِكِ لَا يَرَوْنَ فِيهَا شَمْسًا وَلَا زَمْهَرِيرًا ۝
وَدَانِيَةً عَلَيْهِمْ ظِلَالُهَا وَذُلِّلَتْ قُطُوفُهَا تَذْلِيلًا

“Koltuklarında diledikleri gibi dinlenir dururlar. Orada ne gü­neş sıcağı görürler ne de dondurucu soğuklara uğrarlar. Cen­net ağaçlarının gölgeleri onların üzerlerine sarkar, meyveleri devşirilebilecek şekilde emre âmade olmuşlardır.”449 be­yan­la­rı­na ve devamındaki âyetlere bakılacak olursa, erîke­lere (kol­tuk­lar, kanepeler) yanları üzerine uzanmış insanların tasviri verilmekte ve ağaç dallarının kendilerine yaklaştırıldığı, el uza­tıp da onları koparma zahmetine dahi girmeden doğ­rudan doğ­ru­ya derilmiş, uzatılmış, âdeta ağızlarına konulmuş gibi bir resim nakşedilmekte…

Bunlar bir önceki âyette ifade edildiği gibi bir bakıma hakikat-i insaniyeye ihsan edilen, mahiyetleri müteşâ­bih­lik­lerine emanet hakikat-i nimettir. Acaba hakikat-i insaniye ne­dir? Bilemediğimiz o hakikati şu dünya hayatında olduğu gibi kavramamız mümkün mü? Bunları ilm-i muhit-i ilâhiye havale daha uygun olacaktır. Zaten bu meseleyi tavzih eden Kur’ân-ı Kerim’in فَلَا تَعْلَمُ نَفْسٌ مَۤا أُخْفِيَ لَهُمْ مِنْ قُرَّةِ أَعْيُنٍ جَزَۤاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ “Onların dünyada yaptıkları makbul işlere mükâfat olarak gözlere aydınlık, gönüllere ferahlık hangi sürprizlerin, hangi nimetlerin saklandığını hiçkimse bilemez.”450 âyetinden de anlaşıldığı üzere biz sadece bize anlatılan dünya nimetlerini tefekkür mirsadı yaparak, verilecek nimetlerin çeşitleri hakkında belli bir malumata sahip olabiliriz.. evet, hiçbir zaman oradaki nimetlerin hakikatini idrâk edemeyiz. İşte bu âyet bir mânâda bizlere: “İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez.” Siz dünyadaki zevk ve lezzet kantarlarınızla ukbâdaki zevk ve lezzetleri tartamazsınız demektedir.

Bu konu, Buhârî ve Müslim’deki bir kudsî hadis-i şerifte şöyle ifade edilir: أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Sâlih kullarıma hazırladığım öyle şey­ler vardır ki, ne göz görmüş ne kulak işitmiş ne de kalb-i beşere hutûr etmiştir.”451

Evet, Cennet’te insanlara ihsan edilen şeyler, tamamen müteşâbihtir. Yani Hazreti Üstad’ın ifade esprisiyle, burada bir “sübhânallah” der, orada bir meyve-i Cennet yersin.452 Şöy­le denebilir; orada bir elmayı tadarken tedailer olur ve sen anlarsın ki bu, işte o “sübhânallah”ın semeresi bir elmadır. Sonra bir armut yersin ve onu tattığında da onun “elhamdülillah” neticesi bir armut olduğunu sanırsın. Bir başka zaman sana karpuz takdim ederler; tattığında onun da “Al­la­hu Ekber” meyvesi bir karpuz olduğu mülâhazasına girersin. İşte sâlihâtın orada bir Cennet meyvesi olarak temessül etmesi, bir yönüyle bu şekilde müteşâbih bir şey..!

Nimetlerin “müteşâbih” oluşunu, dünyada tattığımız nimetler cinsinden, benzerinden olması yönüyle de anlayabiliriz. Yani Cennet’in elmasını tadınca, hakikaten dünyada yediğimiz elmalara benzediğini söyleriz ama ortada ne tam bir ayniyet ne de gayriyet söz konusudur. Yani “Bu da elma ama bizim elmalar böyle değildi.” diyebileceğiniz bir durum bahis mevzuudur.

Bir diğer husus da, tadılan nimetlerin ayniyeti içinde her defasında hususiyet farklılığı ile sunulmasıdır ki orada tattığımız nimetleri bir daha tatmayacağız demektir. Aralarında ciddi bir benzerlik bulunmakla beraber tattığımız nimetlerin hep başka olacak olması, iki sebebe mebnidir:

1. Birbirine benzeyecektir; çünkü insan tanımadığı, bilmediği bir nimeti tenâvül ederken çekingen davranabilir. Sahih hadiste ifade edildiği gibi, Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) keler sunulduğu zaman yadırgaması ve أَجِدُنِي أَعَافُهُ “Tiksinti duyuyorum.” buyurması, “Bunu yemek haram mıdır?” diye sorulunca da “Benim beldemde yoktu böyle bir şey.”453 demesi konumuza ışık tutmaktadır. İşte bir yönüyle, insan bilmediği şeylere karşı tiksinti duyabileceğinden ötürü müteşâbih yiyecekler bir bakıma orada tenâvül edeceğimiz nimetleri bilmemiz ve tiksinti duymamamız açısından bizim için önemlidir.

2. Diğer bir zaviyeden ise, eğer o nimetlerde ayniyet olsaydı da, o ayniyetle beraber bir gayriyet olmasaydı, her gün ikram olunan aynı nimetlere karşı zamanla bir bıkkınlık oluşabilirdi. Binaenaleyh öyle nimet olmalı ki, ne aynı olsun ne de gayrı. Birbirine benzesin, bir nimetten diğer nimete tedailerle intikal edilsin, ama tam aynı da olmasın…

Bütün bunlardan anlaşılan şudur: Cennet’te mü’minlere tak­dim edilecek nimetler tamamen hakâik-i nimettir ve bu ha­kâ­ik-i nimeti kavrayacak da ancak hakikat-i insaniyedir. Ben cis­mimle mi bunu tenâvül ederim, ağzımın kuvve-i zâikası mı bunu tadar, yoksa vicdanım mı duyar, bunlar bizim ufkumuzu aşan şeylerdir. Hakikat-i insaniyenin ona karşı olan teveccühleri, kalbî ve ruhî münasebetleri ölçüsünde ancak tam duyulabilir. Böyleleri için orada takdim edilecek şeyler de insana, bedeni, cismaniyeti ve âlem-i eşbaha ait keyfiyetini unutturacak kadar âlî, ruhanî belki vicdanî çok derin hazlar duyurur.

Vâkıa bu, cismanî zevki inkâr da değildir; değildir ama cismaniyet zevkini çok geride bırakacak ölçüde anlayamadığımız öyle ulvî bir zevktir ki; habru’l-ümme Hazreti İbn Ab­bas’tan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sal­lal­lâ­hu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: لَيْسَ فِي الْجَنَّةِ شَيْءٌ مِمَّا فِي الدُّنْيَا إِلَّا الْأَسْمَاءُ “Dünyada sizin görüp tattığınız nimetlerin Cen­net’te sadece isimleri vardır.”454 Yani Cennet’teki nimetlerin dün­ya­dakilere benzerliği, sırf “budur” diyebilmeniz için bir mir­sad-ı tefekkür olacak kadardır; yoksa hadd-i zatında tam bir ayniyet yoktur.

Bunlarla, müteşâbihe ait bazı hususları hecelemeye çalıştık ki bu, orada verilen rızıkların tebeddül, tegayyür ve teceddüt esprisine bağlı olduğunun ifadesidir. İnsan orada Allah tarafından tekrar ber tekrar tecdit edilen bu nimetlerden zevk duyacak ve bu tarifsiz lezzetin kendi aralarındaki muhaverelere konu oluşu: قَالُوا هٰذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ “Bu, bundan evvel bize hep ihsan edilegelen nimetlerden bir nimet.” şeklinde cereyan edecektir. لَا لَغْوٌ فِيهَا وَلَا تَأْثِيمٌ “Ne boş bir şey ne insanı rahatsız ve tedirgin edebilecek bir husus ne de bir günah meselesi orada bahis mevzuu değildir.”455 İşte onlar, hep böyle âlî şeylerle iştigal edecek, zevkten zevke yürüyeceklerdir.

وَأُتُوا بِه۪ مُتَشَابِهًا “Nimetler onlara müteşâbih olarak takdim edilecek.” âyetinde أُتُوا fiili “takdim edilecek” mânâsında meçhul olarak geliyor.

Evvela; fiil, fiil-i mâzidir ki, “Bu ifade edilen şeylerin gerçekleşmesi muhakkaktır, bunda hiç diriğ etmeyin, endişelenmeyin ve bunu olmuş gibi kabul edin. Çünkü iş, Allah’ın elindedir, dolayısıyla da olacaktır.” mânâlarına işaret etmektedir.

Belâgat nüktesi açısından ikinci husus şudur: Siz orada hiç zahmet çekmeyeceksiniz. قُطُوفُهَا دَانِيَةٌ “Zira oranın meyveleri hemen el ile koparılacak durumdadır.”456 Allah’ın size ihsan ettiği hizmetçilerle size takdim ettiği nimetler, o hizmetçilerin elleriyle rahatlıkla size sunulacak ve siz bu müteşâbih nimetlerle perverde edileceksiniz.

Dünya nimetlerini ahiret nimetleriyle kıyaslayacak olursak, ahiret nimetleri elemsiz bir lezzet şeklinde tecelli edecektir ve insanın zevk-i imanisi ve sâlihâtından hâsıl olan haz, Cen­net’teki nimetlerin zevkini derinleştiren ayrı bir husus olacaktır. Dahası, buradaki ibadet ü taatın meşakkati, sıkıntısı orada tamamen lezzet hâlini alacaktır. Burada vicdanda duyulan mantıkî ve vicdânî her haz, orada hakikat-i vücudu işaretleyen farklı bir lezzete dönüşecektir.

وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ “Orada onların tertemiz eşleri de olacaktır.” İnsan bu nimetler içinde yüzüp onları tadarken her şeye rağmen yine de ciddi bir eksiklik hisseder. Zira Allah (celle celâluhu) kâinatta hiçbir şeyi yalnız yaratmamıştır. Daha evvelki âyetlerde şimşekle ilgili bahiste temas edildiği gibi, yaratılan her şey çift yaratılmış; havadaki su buharları dahi zâit ve nâkıs (artı ve eksi) kanunu ile bu çift olmanın şümulüne girmiş, otlar, ağaçlar bu erkeklik-dişilik esası çerçevesinde üremiş, gelişmiş; hatta atomlar, elektronlarıyla, protonlarıyla, nötronlarıyla hep “çift” olma keyfiyeti sergilemişlerdir. Öyle ise, mahlûkat içindeki yeri ve konumu itibarıyla insan da çift olacaktır ve ancak çift olduğu zaman mesrur ve müreffeh olabilecektir.

Bu lütuflara ermek için insan, dünyada imanının, iz’anının derinleşmesine çalışmalıdır ki, zâhiren bunlar iradenin neticesidir. Diğer yönüyle de mârifet ve muhabbetini derinleştirme gayreti içinde bulunmalıdır ki, gidip ta rü’yet ü rıdvan ufkuna ulaşıp Cennet nimetlerine erişebilsin. Şart-ı âdi plânında da olsa bütün bunların anahtarı akıl ve irade, onları doğru kullanmanın sırlı anahtarı ise vahy-i semavidir. Evet, burada bu dinamikler doğru çalıştırıldığı ve inbisat ettirildiği nispette kim bilir Cennet-nümûn daha neler söz konusu olacaktır. Her şeyden evvel iman, içinde öyle bir Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor ki, Hazreti Üstad’ın da ifade ettiği gibi, inbisat ettiği zaman bir Cennet-i ahiret olacak ve dünyada da insana o cenneti yaşatacaktır.457 Dünyada bu duyuş inbisat edince bağ ve bahçeler hâlinde ahirette arz-ı dîdâr edecektir.

Buna binaen insanın burada duygu ve kabiliyetlerinin gelişmesi ve genişlemesi nispetinde oradaki, huzur-u kibriyadaki nimetlerden istifadesi de farklı olacaktır. Evet, maddî ve mânevî zevk olarak insanın Cennet’in bütün nimetlerini iliklerine kadar duyabilmesi, onun mârifet-i Sâni adına malumatına, vicdanında duyduğu hakâike, iz’anının derinliğine, muhabbetinin enginliğine ve müşahedeye olan iştiyakının da vüs’atine bağlıdır. Bu hususlar onda ne kadar geniş, ne kadar ulvi ve derin ise orada da bu hazlar o nispette yüksek olacaktır.

Bunun içindir ki burada nazarını dinî bir disiplinin gereği olarak haramdan sakındıran ve iffetine dikkat eden, namus konusunu hayati ehemmiyet taşıyan bir mesele olarak ele alan –kadın olsun, erkek olsun– zevçlerin bu hususlardaki hassasiyetleri nispetinde orada bu nimetten istifade edişleri –o âlemin ölçülerine göre– daha bir derin olacaktır. Evet, bu وَلَهُمْ فِيهَۤا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ bişâreti, böyle bir istikamete bağlıdır. Şayet burada afif yaşamış, namuslarına dikkat etmiş ve bu mevzuda titizlik göstermişler ise, orada bu nimete mazhar olacaklardır. Cismaniyete ait bu hususlar da yine oranın derinliğine göre gerçekleşecektir. وَلَهُمْ فِيهَۤا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ fehvasınca, erkek, iffetin oraya akseden hususiyetleriyle, kadın da maddî-mâ­ne­vî kirlerden pâk ve temiz olarak, hatta hayız, nifas, istihaza gibi durumlardan, huysuzluk, huşûnet gibi kötü ahlâktan mü­ber­râ keyfiyetiyle orada bulunacaktır. Dünyada kadın ve erkeklerin arasında çok defa görülen huzursuzluk orada görülmeyecektir. Orada huzur, orada selâm, orada emniyet olacak ve her şey bu hususların etrafında dönüp duracaktır.

وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “Onlar orada sonsuza dek kalacaklardır.” Muhalfarz bu nimetler, böyle baş döndürücü güzelliği, insanı tepeden tırnağa zevke gark edici keyfiyeti ve eksik hiçbir şeyinin olmaması yanında şayet dünyada olduğu gibi bir gün çeker giderse o zaman nikmete inkılap eder ki, dünya nimetleri ile ahiret nimetlerini birbirinden ayıran husus da işte budur. (Ne var ki, ötelerin tasavvurları aşkın Cennet’i de, burada hayatın Cennet çizgisinde sürdürülmesiyle tam alâkalı.) Bu dünyada insan hür ve emniyeti temin eden bir devletin raiyyeti olarak yaşar, Cennet köşesi gibi bir ailesi ve cıvıl cıvıl çocukları sayesinde hep Cennet-nümûn bir hayat sürdürebilir.. fakat yine de inanan insan bu nezih hayatın çehresinde öteleri heceler durur. Zira, Üstad Bediüzzaman’ın da “İsm-i Kuddûs’ün Cilvesi”nde458 ifade ettiği gibi, dünya o kadar güzeldir ki, ahiretin gerçek yüzünü göremeyenler dünyanın bu yüzüne âşık olurlar. Ama esas dünyanın çirkin, sevimsiz bir yüzü daha vardır ki, o da onun fena ve zevalindedir. İşte bu fena ve zeval tasavvuru dahi elemdir. Hususiyle de inanmayan insanın aklına geldiği zaman onun içine damla damla tasa akar. Onun içindir ki Kur’ân, nimetlerin zeval acılığını izale edebilecek ayrı bir inayet-i ilâhiyeye işareten şöyle buyurur: وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “Onlar orada sonsuza dek kalacaklardır.”

Onlar orada bağ ve bahçeler içindeler; altlarında çağla­yanlar var ki, akıp gidiyor gürül gürül. Yanıbaşlarında da yâr-ı vefadarları, tertemiz eşleri var. Ancak bütün bunlara rağmen verilenler ebedî olmazsa ve insan bu nimetlerle beraber “hâ­li­dîn”den değilse, zeval-i lezzet elem olması itibarıyla, o insan dağidâr olacaktır. Onun için Kur’ân, “(Hayır, öyle zannedildiği gibi değil.) Onlar orada ebedî kalacaklardır.” diyor ve âhiret saadetinin en önemli derinliğine vurguda bulunuyor.

Bu âyetlerin mâkabli ile olan münasebetine gelince:

Daha Bakara Sûre-i Celîlesinin ilk âyetlerinde, sâlihât ve sâlihâtın çerçevesinin neden ibaret olduğuyla alâkalı bir fikir veriliyor. Daha sonra sâlihât bazı âyetlerle tavzih edilmek suretiyle Allah’a ubûdiyetin şekli vurgulanarak O’nun ulûhiyetini, rubûbiyetini ilan etmek ve daire-i rubûbiyete karşı tevhid-i ubûdiyetle O’na tahsis-i nazarda bulunmak –ki mutlak mânâda sâlihâtın özü de işte budur– gerektiği anlatılıyor. Görüldüğü gibi, akide ve amel âdeta iç içe girmiş mahiyette bir görünüm arz ediyor. Sonra bu işi yapan ve yapmayanların mükâfat ve mücazatı olarak işin akıbeti vurgulanıyor. Bunlardan biri, أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ ile, diğeri de bu وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ âyetiyle.. İşte ta baştan buraya kadar olan âyetler sanki tek makta’ içinde ve bir anda nâzil olmuş, bir tek meseleyi ifade ediyor gibi bir resim söz konusu…

Cümlelerin birbiriyle münasebetine gelince:

Evvela, وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ beyanında, daha önce arz edildiği gibi, mâkablinin fehvasına ve onun lazımî mânâsına işareten bir atıf “vav”ı bulunuyor. Binaenaleyh “İnsan, Allah’a kullukta bulunup tevhid-i rubûbiyet ve tevhid-i ulûhiyeti ikrar ettiğinde ne olur, kabullenmediği ve kitaba, nübüvvete inanmadığı takdirde ne olur?” şeklindeki iki sorunun ikincisine, bir önceki âyette geçen فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ “Öyle bir ateşten sakının ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” beyan-ı sübhânisi ile cevap verilmişti. İlk soruya cevap ise buradaki وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ Rahmanî müjdesidir ki, bir insanın maddî-mânevî, ruhanî-cismanî bütün arzularına cevap verebilecek mahiyette bulunan “Cennet’ül-huld”ü nazara verir.

Evet Cennet, maddî-mânevî, mahiyet-i insaniyeye göre ha­zır­lanmış bir “müstekar”dır; eğer o sadece ruhaniyete nazır olsaydı, insanlık hakikati tam gözetilmemiş olurdu. Nite­kim bir kı­sım kimseler, muhabbeti, Allah’a imandan önce ele alır ve Al­lah’a karşı duyulacak saygıyı, huzuru, Cennet ve Ce­hen­nem’in önünde düşünürler. Bu, niyet olarak çok güzeldir ama, kul­luk yapmanın veya yapmamanın neticesi olan, iyi ve kötü amel­lerle hakiki mahiyetleri tam tezahür edecek olan Cennet ve Ce­hen­nem gibi iki büyük hakikati hafife alma ve meselenin ciddiyetini bilememe, laubalilik veya zevke, hâle yenik düşme sayılır ki, Yunus’un Cennet’le alâkalı –ona aitse– sözleri ve Ce­hen­nem’i hafife alması bu türdendir. O şöyle der:

Cennet Cennet dedikleri,

Birkaç köşkle birkaç huri;

İsteyene ver sen onu,

Bana Seni gerek Seni.

Biz buna bir öncelik meselesi veya hâle mağlubiyet deyip geçelim. Haddi zatında Cennet öyle büyük bir nimettir ki, insan Cennet’ten Allah’ı görür, Cennet’te huzura erer, Cennet’te nebilerle görüşür, Cennet’te hakâik-i imaniyeye şahit olur ve Cen­net’te esrar-ı Kur’ân’ın açılımıyla şereflendirilir. Yani Cen­net olmadan hiçbir hakikat tam tezahür etmez ve Cennet olmadan insan maddî-mânevî beklentilerini bulamaz. Sırat’ı, Ce­hen­nem’i hafife alma da şöyle dillendirilir:

Sırat kıldan incedir,

Kılıçtan keskincedir;

Varıp onun üstünde,

Evler yapasım gelir.

Ta’n eylemen hocalar,

Hatırınız hoş olsun;

Varuban ol tamuda,

Biraz yanasım gelir.

Kim söylerse söylesin şayet bu sözler bir önceliğe bağlı söylenmemişse, Cennet ve Cehennem gibi iki Kur’ânî hakikat hafife alınmış sayılır. Bazı kimseler, “İnsanları sevmek esastır.” –bir mânâda Hümanizm– derler. Aslında Allah’a (cel­le celâluhu) iman ve O’nu sevmek, başta insan olmak üzere bütün varlığı O Zât’ın (celle celâluhu) sanat eserleri olarak görmeyi ve bu açıdan bütün mahlûkatı sevmeyi gerektirir. Bunun aksine, muhabbet esastır diyerek Allah’a, Nebiye, Cen­net ve Cehennem’e iman gibi hakikatleri hafife almak bir in­hiraftır. Cennet ve Cehennem büyük birer hakikattir ve insanın, bunların birinden kurtulup diğerini elde etme davası, dünyada en büyük davalardandır. Üstad’ın “Meyve’nin Dör­dün­cü Meselesi”nde ifade ettikleri gibi,459 insanın filan devlet kadar serveti, filan devlet kadar da aklı olsa o büyük davayı kazanmaya verecektir; zira o davayı kazanamama ebedî hüsran, dünya ve akıbet zindan, kazanma ise firdevs ü cinân ve rü’yet ü rıdvan demektir.

Binaenaleyh, insanın insanlığını görmezlikten gelmeyip onu insan olarak ele aldığımız takdirde maddî ve mânevî, cismanî ve ruhanî bütün arzularının karşılanacağı yerin ancak Cennet olabileceği tebeyyün eder. İşte bu bakımdan müjdenin, جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ olması, çok tonlu, çok dolu, olabildiğine zengin ve insan vicdanında itminan hâsıl edecek şekilde, onun şöyle-böyle tasarlayabileceği şeklin çok üstünde bütün nimetlerin bir bir sıralanması, hem insan tabiatı hem de insan ruhundaki ebedî saadet arzusu açısından o kadar yerinde ve uygun düşmüştür ki bu ancak, beyan-ı sübhânide ve ifade-i Kur’ânî’de bulunabilecek bir hususiyettir.

Üzerinde durulası bir diğer husus da şudur: Öyle bir tablo tasavvur edin ki, nimetler önümüzde çağlayanlar hâlinde akıp gitsin, kulaklarımızda hep ağaçların hemhemesi, demdemesi, ezvâcın sesi-soluğu ve وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ460 ile ifade edilen Cen­net gençlerinin, çocuklarının cıvıltıları duyulsun… hangi insan tabiatı bunları önemsemez? Hele bir de bunlar hep farklılaşarak devam ediyor ve insana sürekli sürprizler yaşatıyorsa. İşte: كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ “(Öy­le cennetler ki,) ne zaman meyvelerinden onlara ikram edilse: ‘Bu bize daha önce de ikram edilmişti’ diyeceklerdir.” fer­man-ı sübhânisi bu hususu ifade sadedinde, daima bir yenilenme içinde ilâhî nimetlerin geleceğini haber vermektedir. Bu ifade, daha evvelki âyette hâsıl olan istifhama, isti’nâfî bir cümle olarak cevap mahiyetinde irad buyrulmuş gibi gözükmektedir. Ayrıca bütün bu nimetlerin bir gün zâil olup gitmemesi ve zeval-i lezzetle onların eleme inkılap etmemesi hususunu ifade adına da وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “Onlar orada ebedî kalacaklardır.” buyrulmaktadır ki, bu da o mazhariyetlerin en önemli derinliğini ifade etmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’in ifadelerinden anlıyoruz ki, Mevla-i Müteal’i görüyor gibi kulluk yapanlar için bir “hüsnâ” yani esmâ-i ilâhiyenin cilvegâhı olan Cennet, bir de ziyade vardır ki, o da rü’yet ve hulûddur. Evet, لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا الْحُسْنَى وَزِيَادَةٌ461 âyet-i kerimesindeki “ziyade”ye rü’yet-i ilâhiye de demişlerdir. “Cenab-ı Hakk’ın cemâlini gören ölmezdi ebedâ.” sözünde ifadesini bulduğu şekliyle rü’yet-i ilâhiye ile Cennet’teki hulûd birbirini gerektiren şeylerdir. Zira o kadar derin olan bir insan âdeta melekleşir ve ebediyete namzet hâlini alır.

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (25. Âyet)

وَبَشِّر’deki و; atfedilen şeyler arasındaki münasebete binaen aynı zamanda bir inzara da işaret etmektedir. Zira bu şeyler mütekabildirler ve zıt, zıddı üzerine atfedilmiştir. Biz Kur’ân’da çok defa bunu görürüz. Böyle zıddın zıdda atfı, peşi peşine gelmesi, yan yana izah edilmesi, bir mânâda Kur’ân ifadesi ile “mesânî” cümlesindendir.462 Şöyle ki, önce mü’min anlatılır sonra kâfir.. veyahut önce kâfir sonra da mü’min; önce süedâ sonra eşkiyâ; önce süedânın sa’yine terettüp eden niam-i ilâhiye daha sonra eşkiyanın şekavetine terettüp eden azab-ı elim… Buna, daha önce geçtiği üzere tekâbül veya mukabele sanatı da deriz. Binaenaleyh Kur’ân’ın tebşiri inzarla, tergibi terhible, recâyı havfla beraber ele almasından hareketle, وَبَشِّر ifadesindeki tebşir emrinin başında bulunan atıf vâvı, nazarlarımızı, mâkablindeki inzara çevirir.

بَشِّر kelimesi “müjdele” demektir. Ekstradan ve sürpriz olarak mânâsını hatırlatan müjdeleme ifadesi, İşârâtü’lİ’câz’da da ifade edildiği gibi463 esasen Cennet’in fazl-ı ilâhî olduğunu göstermektedir.. evet, Cehennem adl-i rabbânî, Cennet ise fazl-ı ilâhidir. Günahları ve kötülükleri, insanın nefsi ister ve o Cehennem’e müstahak olur. Cennet’i isteyen ise esbabıyla ister ki, onun vücudu, bütün esbabının vücuduna vâbeste ve mütevakkıftır. İnsan, ameliyle Cennet’i elde edemez; onu dileyen ve hazırlayan ihsan-ı ilâhî ve rahmet-i rabbâniyedir. Sözün özü, Cennet tamamen Rabbânî bir lütuftur.

اَلَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ cümlesinde iman ve amelin her ikisi de mâzi fiille îrad edilmiştir. Bunda bir tasvir söz konusudur. Bu tasvir sayesinde, hâdiseler insanın gözünün önünde cereyan ediyor gibi olur. Fiille yapabildikleri nispette fiilen, yapamadıkları zaman da niyetleriyle hep o işte kâim olma adına çok canlı bir resim ortaya konmaktadır. Amele teşvikte böylesi gayet latif düşmektedir. Buna mukabil mükâfat da vukuu muhakkak bir kelime ile anlatılmalıdır ki, onlar için şevklerini şahlandırıcı olsun. Yani, “Mutlaka size o nimetler verilecek, hiç diriğ etmeyiniz. İman edip sâlih amel yaptıktan sonra bu muhakkak olacaktır.” denerek mükâfat sadedinde o nimetler hatırlatılmış olmaktadır. İman ve amel sahiplerine beşaretin yapılması, mükâfat sadedinde anlatıldığından dolayı, o eltâf-ı ilâhiyeye vukuu muhakkak nazarı ile baktırmak ve şu anda hazır bulunan Cennet’le sevindirmek ve yine herkes için muhtemel olan Cehennem’den sakındırmak adına bu kiplerin seçilmesi fevkalâde mânidardır.

الصَّالِحَاتِ kelimesi, ıtlâkı (herhangi bir sıfatla kayıtlanmadan mutlak olarak zikredilmesi) ile bütün güzel işlere şamildir. Hatta hâlis bir niyet dahi bu sâlihât içine girebilir. Sünûhat’ın başında ifade edildiği gibi464 bu meselenin ıtlâkında tamim vardır. Bir kelime ile çok şeyler ifade edilmiştir.. lafız ve kalıp, çerçevesini aşkın mânâları ihtiva etmektedir.

أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ âyetini teşkil eden sözcükler arasında da bir “tecâvüb”, bir “tesânüd”, bir “teânuk” söz konusu. Şöyle ki, anlatılmak istenen şey, Cenab-ı Hakk’ın mü’minlere ilâhî nimetleri ve orada bütün hâdiselerin onların lehinde cereyan etmesidir. Dünyada değişik musibetlere giriftar olan münafıkların durumunda müşahede ettiğimiz, her hâdiseyi aleyhlerinde görüyor olmalarına mukabil, bunlarsa her hâdiseyi lehlerinde sayabilecek bir durumu elde etmiş bulunmaktadırlar. Öncekilerin hayatları dünyada başlayıp dünyada bitmekte, sonrakilerinki ise ebedler âleminde sürüp gitmektedir.

İşte şu cümlede, teker teker kelimelere baktığımızda, onları omuz omuza, el ele, kol kola bir araya gelmiş, insanın ötedeki huzurunu örgülüyor gibi görürüz.

لَهُمْ “Onlar içindir” diyor. Yani her şey onlara mahsus ve onlar âdeta ille-i gâiye ve bir bakıma Cennet nimetlerinin onlar için hazırlanması da bir finalite. Öyle ki, artık onların aleyhlerinde hiçbir şey söz konusu olmayacaktır. Hatta bu kelimeden şunun da sezildiği söylenebilir: Orada ilâhî nimetler kendilerine takdim edilince, dünyadaki nimetler gibi rahatsız eden bazı arızalar, mesela bir kısım artıkları dışarıya atma gibi rahatsız edici hususlar orada söz konusu değildir. Evet, orada ne yeme, hazmetme zahmeti ne de ıtrahat meşakkati söz konusudur. Nimet de lehlerinde, netice-i nimet de.. işte gerçek saadet..!

جَنَّات kelimesi hangi mânâsı ile ele alınırsa alınsın, altından ırmakların aktığı bağlar, bahçeler ve içlerinde zevçler, zevceler bulunan bir yer veya şu anda mestûr olan keyfiyeti ile ihâta ve idrâkleri aşkın, مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve insanın hatırına gelmeyecek şekilde”465 tasavvurlar ötesi baş döndüren bir dünya.. size vaat edilmiş ve sizin için hazırlanmış bir müstesna âlem.. öyle ki adında ruhanî bir zevk var; zira bağ ve bahçe sözünde her zaman bir sürur hissedilir. Hatta zindandaki bir insan hayaliyle bir bağa, bir bahçeye gitse, kendini Cennet’te sanır.

تَجْرِي kelimesi “cereyan edip gidiyor ve çağlıyor” demektir. Şöyle-böyle onların ülfete kapılabilecekleri bir görüntüye meydan vermemek için devamlı, hep terütaze bir berraklıkla çağlayıp gidiyor. Ayrıca bu sayede onlar, bir içtikleri yerden bir daha içmiyorlar. Maşrabalarını her defasında farklı bir akıntıya daldırıyorlar. Evet, تَجْرِي sözü, o kaynakların durağan, dolayısıyla da kirlenmeye açık havuzlar olmadığını gösteriyor; zira temiz fıtratlar, ince ruhlar bu türden şeylere karşı tiksinti duyabilirler. Evet, orada her şey, müstesna varlık insan âbidesiyle uyum içinde ve tam ona göredir.

Ayrıca bu cereyan, uzağında, sağında-solunda değil, مِنْ تَحْتِهَا tam ayağının ucunda. Aslında fıtrat-ı beşeriye de bunun böyle olmasını ister; bir de ırmakların bu şekilde çağlaması insan içinde huzur hâsıl eden bir husustur.

Sonra اَلْأَنْهَارُ “nehirler” geliyor. Demek ki tek bir nehir değil, her biri insanın değişik latifelerine bakan farklı nehirler. Yani bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen sütten nehirler, rahatsızlık vermeyen, sekir verme hususiyeti olmayan şaraptan nehirler, süzme baldan nehirler.. Evet, Kur’ân, nehirler sözü ile orada bu kabîlden pek çok nehir olduğunu işaretlemektedir.

İhsan-ı ilâhî ve Cennet nimetlerinin anlatıldığı bu gibi yerlerde biz, insanın çeşitli zevk alma kabiliyetlerinin hepsine cevap verme adına eltâf-ı ilâhiyenin ne kadar çok olduğunu anlıyoruz. “Cennet Risalesi”nde, “Cennet hurilerinin yetmiş hulle altında bacaklarındaki ilikleri görülür.”466 hadis-i şerifini izah ederken Hazreti Üstad özetle der ki:467 Bu yetmiş hulle, insanda bir o kadar zevkin ifadesidir; yani bu, insanın o kadar ezvâk donanımına ve o kadar arzusuna cevap verebilecek bir güzelliğin resmedilmesidir. Bunun gibi, Cennet’te o kadar nehirler var ki, bunların her biri, insanın içinde şu anda keşfedemediği bir arzusuna cevap teşkil edecek çaptadır.

Görüldüğü gibi, أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ cümlesinin tamamının, o fevkalâde derinliğiyle bir tecâvüb, teânuk ve tasanüdü işaretlediği açıktır.

Ardından gelen cümle: كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هَذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَأُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا “Ne zaman o cennetlerin meyvelerinden kendilerine bir şey ikram edilse: ‘Bu daha önce de bize sunulan şey!’ derler. (Oysa bu, onun aynısı olmayıp) benzeri olarak kendilerine sunulmuştur.”

كُلَّمَا daha önce de gördüğümüz gibi tekerrür ifade eder, “her ne zaman ki” demektir. كُلّ kelimesi nekreye muzâf olduğu zaman umum efrâda şamil olur. Burada مَا’ya muzâftır, مَا da nekredir ki mânâ: “Her ne zaman olursa olsun.. hangi gün, hangi saatte ve mekânın hangi noktasında olursa olsun…” şeklinde olur. Buradaki anlamı itibarıyla ise: “Ne zaman onlara bir nasip, bir pay, bir rızık verilirse…” mânâlarını belirler.

رُزِقُوا fiili iki hakikate bakıyor gibidir: Evvela; mâzi olması itibarıyla şu anlaşılır: O nimetlerden, o rızıktan istifadenin vukuu muhakkak ve şu anda da hakikatiyle hazır, dolayısıyla sizi beklediğini kabul edebilirsiniz. Sâniyen; fiil meçhul olması itibarıyla da şunu anlatır: Siz hiçbir zahmet çekmeden gaybî ellerle size verilecek, veyahut sizin dünyada tabiî görüp hâdiseleri kendilerine isnat ettiğiniz esbap o gün kudret dairesinde şuurlu gibi size hizmet edecektir. Belki ağaç tedellî edip meyveyi sizin ağzınıza koyacak, maşrapa inecek aşağıya ve dalacak daldığı yere, tekrar dudağınıza yükselerek size kevserler sunacaktır.

مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ ifadesinde geçen iki مِن’e daha önce değinmiştik. Bunlar adesesinden baktığımızda mânâ şu olur: Cennet’in bütün nimetlerinden istifade edeceksiniz ama birden bütün nimetlerden değil, her defasında sadece bir kısmından istifade edeceksiniz; zira o, bir bakıma celâlî ve vâhidî tecellî eseridir. İnsan cemâlî tecelliye göre kâmet-i kıymetiyle mütenasip o nimetlerden istifade edecektir.

ثَمَرَةٍ kelimesindeki tenvin tenkîr için olduğundan “herhangi bir meyvesinden, hangi meyvesi olursa olsun” demek olur. Bundan şu mânâ anlaşılabilir: Peşi peşine, müteşâbih olarak gelen bu nimetler, ihsanlar bütün Cennet’teki nimetlere şamildir. Yani onlarda, bir şey yedikleri zaman daha evvel onu tattıkları kanaati, keza bir şey içtikleri zaman onu da daha önceden yudumladıkları düşüncesi hâsıl olacağı gibi, zevk ve haz duyacakları bir manzaraya baktıklarında benzerinin sebkat ettiğini, zevceleriyle mülâtefe ve muâşakada bulunduklarında aynı şeyleri hissedeceklerdir. Evet, onlar orada, her şeyde sürüp giden bir yenilenme ve tazelenme içinde ayniyete yakın bir gayriyetin cereyan ettiğini müşahede edeceklerdir.

قَالُوا kelimesi mazhariyetler muhaveresini gösteriyor; şöyle ki, oradaki bütün muhavereler, niam-i ilâhiyenin onların başlarına sağanak sağanak yağdığını anlatma istikametinde cereyan etmektedir ki, bu da baş döndüren o nimetlerin tatlı muhaverelerle taçlanması demektir.

هٰذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ ifadesi, رُزِقْنَا kelimesiyle işaretlemektedir ki, burunlarının dibine kadar yaklaştırılmış bulunan bu nimetler dünyada esbap perdedârlığı ile farklı şekilde sunulsa da, onlar da Cenab-ı Hakk’ın ihsanı olarak verilmişti. Evet, dünyaya ait nimetler verilirken de yine Allah’ın eliyle lütfedilmişti. Hatta bu nimetleri ilan adına yapılan tekbirler, tahmidler, tehliller de yine Allah’ın (celle celâluhu) bize lütfu ve ihsanıdır; Cenab-ı Hakk’ın bunlara muvaffak kılmış olması da ayrı bir hamd ü senâ ister. Bunların neticesi ve semeresi olan Cennet nimetleri de başka değil, yine Cenab-ı Hakk’ın lüftunun tezahürüdür. Yani baştan verilen şey, sebep olarak Allah’ın lütfu, netice de yine Allah’ın lütfudur. O neticeye terettüp eden hamd ü şükür de O’nun (celle celâluhu) daha farklı bir lütfudur. Bunları رُزِقُوا ve رُزِقْنَا kelimelerinden çıkarıyoruz.

Hem وَأُتُوا بِه۪ مُتَشَابِهًا cümlesinde hem de رُزِقْنَا kelimesinde aynı nükte-i belâgat görünüyor. Her türlü nimet onlara veriliyor, onlar alma zahmetine bile katlanmıyorlar; zira veren Allah’tır (celle celâluhu) ve O, esbabı onlar için istihdam ediyor. Öyle ki, o kudret dairesinde yok yok, her şey var. Gılmân-ı Cennet ki pırıl pırıl.. lü’lü-ü meknûn (sadefinde saklı inci) veya lü’lü-ü mensûr (saçılmış inciler) gibi.. bütün bu atâyâ aynı zamanda “müteşâbih”, hepsi birbirine benziyor. Daha önce de arz edildiği gibi, ayniyetin bazen bıkkınlık, tam gayriyetin de tiksinti hâsıl edeceği.. buna mukabil teşâbühte bu iki durumun hiçbirinin söz konusu olmadığı/olmayacağı muhakkak.

Bütün bu nimetlerin başında ise, وَلَهُمْ فِيهَۤا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ “On­la­ra orada tertemiz eşler de var.” ferman-ı sübhânisiyle anlatılan, Cennet’i sımsıcak bir yuva hâline getiren fazl-ı ilâhî bulunmaktadır ki, burada şu husus üzerinde durulabilir:

Eşlerin birbiriyle irtibatı nasıldır, orada bu akdin keyfiyeti nasıl olur onu bilemeyiz.. yeni bir akit mi, yoksa buradaki nikâh mı? Ne şekilde olursa olsun, oradaki akit doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın meşîetine bağlıdır. Bu mesele biraz daha tamim edilerek denebilir ki, onlara verilecek bu türden şeyler dahi buradaki ruh hâletlerine uygun ve bir bakıma da onların kendilerine benzer mahiyette olacaktır. لَهُمْ kelimesinden de anlaşılır ki, bu karşılıklı kopmaz bir bütünleşme ve doğrudan doğruya Cenab-ı Allah’ın yaptığı bir akittir. Efen­dimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadiste Meryem’i bana nikâhladılar.”468 buyurur ki, orada, şahitlerin huzuruna ihtiyaç olmadan akdin doğrudan doğruya Allah tarafından yapıldığını gösterir. Ayrıca orada Cenab-ı Hakk’ın vereceği zevcelerle alâkalı bir hadiste: إِنَّ لِلْمُؤْمِنِ زَوْجَتَيْنِ يُرَى مُخُّ سُوقِهِمَا مِنْ بَيْنِ ثِيَابِهِمَا “Cennet’te her insana öyle iki zevce vardır ki, elbiselerinin üstünden bacağının iliği görünür.”469 denmektedir. Bu hadisi, bunlardan birisi dünya kadını, diğeri de Cennet kadınıdır şeklinde anlayanlar olmuştur. Herhâlde bu, en az verilen içindir. Çünkü biliyoruz ki, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyada nikâhı altına giren bütün zevceleri orada da O’nun hanımları olacaklar, zira onlar ümmehât-ı mü’minîndir. Üstelik herhâlde Firavun’un hanımı Hazreti Âsyâ (radıyallâhu anhâ) ve Hazreti Meryem (radıyallâhu anhâ) da Efendimiz’e tezvîc edilince470 sayı daha fazla olacaktır. Fakat sahih hadisin ifade ettiği ikidir. 70 adet şeklindeki rivayetleri bazıları zayıf kabul etmiş ve mevsûk değildir demişlerdir. Bununla beraber bu Cenab-ı Hakk’ın meşîetine kalmıştır, istediği şeyleri lütfeder…

أَزْوَاجٌ kelimesi “zevçler, eşler” demektir ki, kadınlara göre erkekler, erkeklere göre de kadınlar için kullanılır. Buradaki ıtlâktan şu nükte çıkarılabilir: Bir kısım mütedeyyine ve sâliha kadınlar dünyada başlarından nikâh geçmeden göçüp gittikleri gibi bir kısım erkekler de yine mücerret olarak vefat eder giderler. Dünya hayatında başlarından evlilik geçmeyen o erkeklerin ötede sâliha hanımlardan ahirete gitmiş kimselerle tezviçleri düşünülebilir; zira Cennet’te behemehâl her insanın bir hayat arkadaşı olacağı söz konusudur.

مُطَهَّرَةٌ Aynı zamanda bu eşler tertemizdir ve olabildiğine pâktırlar; Cennet’e râci فِيهَا’daki zamir de buna bir işarettir.. evet onlar Cennet’e layık keyfiyette pâk ve mutahhardırlar. Hatta hayız, nifas, istihâza gibi kadınlık hâllerinden dahi âri, berî ve muallâdırlar. Nâpâk durumlar onlar için söz konusu değildir. Dahası onlar, farklı densizliklerden de müberrâ bulunmaktadırlar. Keza, erkekler de onlar gibi her türlü huysuzluktan, hırçınlıktan münezzeh ve müberrâdırlar.

Hem de وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ onlar bu Cennet’te, Cennet’e ait o baş döndüren sonsuz güzellikler içinde ebedîdirler.

اَللّٰهُمَّ أَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ الْأَبْرَارِ بِشَفَاعَةِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ وَآلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْأَخْيَار،ِ اَلْحَمْدُ لِلهِ أَوَّلًا وَآخِرًا بِعَدَدِ قَطْرِ الْأَمْطَارِ وَأَمْوَاجِ الْبِحَارِ، وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا مُحَمَّدٍ اَلْمُخْتَارِ، آمِينَ يَا مُعِينُ.


444 Bakara sûresi, 2/21.

445 Âl-i İmrân sûresi, 3/7.

446 Bkz.: Nisâ sûresi, 4/57,122,169; Mâide sûresi, 5/119; Tevbe sûresi, 9/22, 100; Ahzâb sûresi, 33/65; Teğâbün sûresi, 64/9; Talâk sûresi, 65/11; Cin sûresi, 72/23; Beyyine sûresi, 98/8.

447 Bkz.: Bediüzzaman, Sünûhat s.17.

448 Muhammed sûresi, 47/15.

449 Dehr sûresi, 76/13-14.

450 Secde sûresi, 32/17.

451 Buhârî, tevhid 35; Müslim, cennet 4, 5.

452 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.705 (Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf).

453 Buhârî, et’ime 10, 14; Müslim, sayd 43, 44.

454 el-Makdisî, el-Ehâdîsü’l-muhtâra 10/16.

455 Tûr sûresi, 52/23.

456 Hâkka sûresi, 69/23.

457 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.16 (İkinci Söz).

458 Bediüzzaman, Lem’alar s.329 (Otuzuncu Lem’a, Birinci Nükte).

459 Bkz.: Bediüzzaman, Şualar s.190 (On Birinci Şua, Dördüncü Mesele)

460 Vâkıa sûresi, 56/17; Dehr sûresi, 76/19.

461 Bkz.: Yûnus sûresi, 10/26.

462 Bkz.: Hicr sûresi, 15/87; Zümer sûresi, 39/23.

463 Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.121.

464 Bkz.: Bediüzzaman, Sünûhat s.17.

465 Buhârî, tevhid 35; Müslim, cennet 4, 5.

466 Buharî, bed’u’l-halk,8; Müslim, cennet, 14; Tirmizî, kıyame, 60.

467 Bediüzzaman, Sözler s.545 (Yirmi Sekizinci Söz).

468 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/52, 8/258, 22/451.

469 Buhârî, bed’ü’l-halk 8; Müslim, cennet 14.

470 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/52, 8/258, 22/451.

-+=
Scroll to Top