Bakara Sûre-i Celîlesi (8-10. Âyetler)

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ۝يُخَادِعُونَ اللهَ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ۝فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ

“İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları hâlde ‘Al­lah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler. Onlar (kendi akıl­la­rınca) güya Allah’ı ve mü’minleri aldatırlar. Hâlbuki onlar sadece kendilerini aldatıyorlar ama bunun farkında değiller. (Aslında) onların kalblerinde bir hastalık var. Allah da on­la­rın hastalığını artırdıkça artırmakta. Söylemekte oldukları ya­lanlar sebebiyle de onlar için elim bir azap vardır.”

Önce de temas edildiği gibi, Kur’ân-ı Kerim’de taksime tâbi tutulan sınıfların üçüncüsünü, diğer bir yönüyle de, iki sınıfa ayırdığımız kâfirler gürûhunun ikinci kısmını münafıklar teşkil etmektedir. Onların şahsî hâllerini ve ruhî hayatlarını ele alarak ifade edip küfürdeki ilk mübaşeretlerini, Cenab-ı Hakk’ın, kalblerinde maraz bulunduğu hükmünü vermesinin tafsilini anlatan münafıklarla alâkalı on üç âyetten bu ilk üç âyet, onların umumi durumlarını bir istiare-i temsiliye suretinde anlatmaktadır. Diğer âyetler ise, ileride izahı yapılacağı üzere, münafıkların toplum hayatında kavlî, fiilî ve kalbî çeşitli tavırlarını, duygu ve düşüncelerini tercüme edip dile getirmektedir.

Evet, bu âyetlerde kâfirlerden daha ziyade münafıklar üzerinde durulmaktadır ki, bunun da başlıca sebepleri maddeler hâlinde şu şekilde sıralanabilir:

1. Yukarıda da ifade edildiği gibi kâfir hakkında Cenab-ı Hakk’ın hükmü belli olup mü’minler bu zümreye karşı uyarıldıktan sonra, tavırları açık ve net olmayan münafıklara geçilmiştir. Münafıklar, Kur’ân-ı Kerim’de de ifade edildiği gibi, iki taraf arasında gel-git yapmaları260 ve bazen Müslümanlara yaklaşmaları bazen de yandaşlarıyla beraber olmaları itibarıyla sabit bir çizgileri olmadığından, bunların umumi ahvâl ve ahlâkını gösterme adına Kur’ân-ı Kerim gayet veciz bir şekilde ruh portrelerini ortaya koyarak onlar karşısında mü’minleri dikkatli olmaya çağırmaktadır. Dikkat edilecek olursa küfürle iman arasında pek çok mertebe bulunması ve münafığın bu mertebeler arasında sürekli mekik dokuması, öyle karışık bir hâlet-i ruhiyenin ifadesidir ki, bunu bir tabloda bütün hatlarıyla resmetmek çok zordur. Bunların bu oynak ruh hâllerini anlatmak için belki de bir cilt eser yazmak gerekecektir. Ancak Kur’ân-ı Kerim, koca bir cilt eserle anlatılabilecek bu meseleyi kâfirlere nispeten biraz uzunca olsa da beş-on âyetle gayet veciz bir şekilde anlatmaktadır.

2. Münafıklardan gelecek şer, kâfirlere nispeten daha gizli, dolayısıyla da onlar daha tehlikelidirler.

3. Kıyamete kadar insanlık içinde bu türden, vicdanları tefessüh etmiş ve nifaka kilitlenmiş kimseler hemen her za­man bulunacağından, mü’minlerin bu tür tembihlere ih­ti­yaçlarının olacağı açıktır. İşte bu sebepledir ki âyet­ler, mü’minlerin münafıklara karşı uyanık olmalarını tem­bih için onlara ezelî bir ders vermektedir.

Kur’ân-ı Kerim, açıktan açığa mütecaviz ve saldırgan kâ­fir­lere karşı cihad etmeyi ve Müslümanlara karşı savaşanları öldürmeyi emrettiği hâlde, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), münafıkların kâfirlerden daha tehlikeli bulunmalarına, onlar hakkında pek çok âyet nâzil olmasına, hatta kendisi de bizzat onları tanımasına rağmen onlara karşı umumi olarak öldürme işine asla teşebbüste bulunmamıştır. Nitekim Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh), hususiyle münafıkların elebaşı olan Ab­dul­lah İbn Übey İbn Selûl’ün öldürülmesine ve emsali hakkında bir kısım kararlar isdar edilmesine dair taleplerine cevap olarak Efen­di­miz (sal­lal­lâhu aleyhi ve sellem), sahih ha­diste şöyle bu­yu­rurlar: “‘Muhammed, ashabını öldürtüyor.’ de­dirt­mek is­te­mem.”261 Diğer bir husus da, münafıklar dış görünüş­leri iti­barıyla Müslüman olduklarından diğer Arap kabilelerini, onların Müslüman olmayıp kâfir olduklarına ikna etmek mümkün değildir. Binaenaleyh İslâm’ın bir esası olan “zâhire göre hükmetme” prensibiyle hareket edilerek, münafıkların içleri dışlarını yalanladığı hâlde zâhirî olarak Müslüman göründüklerinden onlara ilişilmemiştir.

Âyet-i kerimedeki وَمِنَ النَّاسِ “İnsanlardan bir kısmı” ifadesi, münafıkların mahdut sayıda olduklarına işaret etmekte­dir. Hat­ta bazı yorumcular, burada ahd ile anlatılan münafık­ların, Te­bük seferinde Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sel­lem) suikast teşebbüsünde bulunan, Allah Resûlü’nün de Haz­re­ti Hu­zey­fe’ye isimlerini bildirdiği 14 kişiden ibaret olduğunu söyle­mişlerdir. Kanaat-i âcizanemce bu ifadeyle umumi mâ­nâ­da bü­tün münafıkların anlatılmış olması daha uygun gibi gö­rün­mek­tedir. Zira Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bildiği ve Haz­reti Huzeyfe’ye bildirdiği münafıklar 14 kişi miydi, yok­sa da­ha fazla mıydı, bu konu çok su götürür bir husustur. Ni­te­kim Cenab-ı Hak, münafıklarla alâkalı bir âyet-i kerimede şöyle buyurur: وَمِمَّنْ حَوْلَكُمْ مِنَ الْأَعْرَابِ مُنَافِقُونَ وَمِنْ أَهْلِ الْمَدِينَةِ مَرَدُوا عَلَى النِّفَاقِ لَا تَعْلَمُهُمْ نَحْنُ نَعْلَمُهُمْ سَنُعَذِّبُهُمْ مَرَّتَيْنِ ثُمَّ يُرَدُّونَ إِلٰى عَذَابٍ عَظِيمٍ “Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine ahalisinden öyle mü­na­fıklar vardır ki, onlar nifak işinde fevkalâde mahirdirler. Pek sinsi hareket ettikleri için Sen onları bilemezsin, ama Biz onları pek iyi biliriz.. ve onları çifte cezaya çarpacağız. Sonra da aza­bın daha müthişine itileceklerdir.”262 Bir başka âyet-i ke­rimede de, وَلَوْ نَشَۤاءُ لَأَرَيْنَاكَهُمْ فَلَعَرَفْتَهُمْ بِسِيمَاهُمْ “Eğer dileseydik on­ları Sana tek tek gösterirdik, Sen de onları alâmetlerinden ta­nırdın.”263 buyrulmaktadır.

لَوْ edatının ifade ettiği mânâdan hareketle, “Eğer dileseydik onları Sana gösterirdik, Sen de onları tanırdın.” ifadesinden, Cenab-ı Hakk’ın münafıkların hepsini Efendimiz’e (sal­lal­lâ­hu aleyhi ve sellem) bildirmediği ve Nebiler Serveri’nin de onları tanımadığı anlaşılmaktadır. Evet, Allah Resûlü’nün mü­na­fıklardan bildikleri olduğu gibi bilmedikleri de vardı. Her­hâl­de Cenab-ı Hak, onların en şerlilerini Efendimiz’e bildirmişti. Allahu a’lemu bissavâb.

İsterseniz şimdi de müfredatın tahliline geçelim:

Müfredat Mânâsı (8. Âyet)

وَمِنَ النَّاسِ : Dil açısından baktığımızda, mü’minler anlatılırken ayrı bir tarz ve üslup, kâfirler anlatılırken değişik bir ifade şekli, münafıklardan söz edilirken ise bambaşka bir anlatım söz konusu olmuştur.

Malum olduğu üzere مِنْ teb’iz içindir. اَلنَّاس ise, اَلْإِنْسَان kelimesinin alâ gayri’l-kıyas cem’idir ve aslı أُنَاس’tır. إِنْسَان kelimesinin, أُنْس veya نِسْيَان kökünden türemiş olduğu söylenmektedir. Bu kelime أُنْس kökünden olduğu takdirde, herkesle ülfet ve ünsiyet tesis edebilen içtimaî bir varlık; نِسْيَان kökünden geldiği kabul edildiğinde de unutkan bir varlık mânâsına gelmektedir. İkinci mânâda bu varlığa insan denilmesi, kendini vazife zamanında unutup, mükâfat zamanında hatırlama veya kendisine lütfedilen nimetleri unutma gibi bir nükte ile irtibatlandırılabilir. Bazıları, اَلنَّاس kelimesinin, doğrudan doğruya bir ism-i cem’i olduğunu söylemişlerdir ki müfred, tesniye ve cem’i yok demektir. اَلنَّاس’ın başındaki harf-i tarif de ahd içindir.

مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ âyetindeki مَنْ malum olduğu üzere ism-i mevsûldur. Kur’ân-ı Kerim, bazen bu türlü kimselere câmid nazarıyla bakmasına rağmen bu âyet-i kerimede münafıklar, akıl sahibi varlıklar olarak ele alınmıştır.

يَقُولُ : Bu kelimenin müfred olarak kullanılmasında şöyle bir nükte vardır: Teker teker münafıklardan hangisiyle karşılaşılsa, tek başlarına oldukları hâlde aynı şeyi ama nevileri namına söyleyerek اٰمَنَّا “Biz iman ettik.” derler ve aldatma psikolojisi içinde kendi nevini, yani münafıklar gürûhunu tezkiye lüzumunu duyarlar.

مَنْ umumiyet ifade eden lafızlardandır ve lafzı itibarıyla يَقُولُ gibi müfred olmasına karşılık; mânâsının umumiyet ifade etmesi itibarıyla hem اٰمَنَّا hem de وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ’in işaret ettiği üzere cem’e delâlet eder. Yani مَنْ’in râci olduğu şey müfred olabileceği gibi, cemi’ de olabilir. İşte bu itibarladır ki مَنْ, lafız itibarıyla müfred, mânâ itibarıyla ise umumiyet ifade eden lafızlardandır.

بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ : Lafz-ı celâle, Zât-ı Vâcibu’l-Vücûd’un ism-i hâssıdır. الْاٰخِرِ müzekkerdir, müennesi ise اََلْآٰخِرَة’dir. Bu­ra­da يَوْم’e nispetle اَلْاٰخِرِ olmuştur.

يَوْم kelimesi, hem gün hem de gündüz için kullanılabilen bir isimdir. Bazen “gündüz”, bazen de “gece ve gündüzden müteşekkil bir gün” mânâsına gelir. Ona izafe edilen hususun bir günü veya bir gündüzü kapsaması durumunda günün ya da gündüzün tamamını ifade edeceği gibi, aksi durumda ise o günün ya da gündüzün bir bölümünü ifade eder. Mesela صُمْتُ يَوْمًا “Bir gün oruç tuttum.” diyen bir insan, sabahtan akşama kadar oruç tuttuğunu ifade etmiş olur. Ama أَكَلْتُ الْيَوْمَ خُبْزًا “Ben bugün ekmek yedim.” diyen insan, gün boyu ekmek yediğini değil, o günün belli bir bölümünde bu işi yaptığını anlatmaktadır. يَوْم kelimesi, mutlak olarak “vakit” mâ­nâ­sına da kullanılır. وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ ifadesindeki “ilâhî gün”, dünya karşılığında sürüp giden upuzun bir zaman mânâsına gelen nispî ve izâfî bir gündür.

وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ : Buradaki مَا, nefy (olumsuzluk) ifade eder. بِمُؤْمِنِينَ’deki zaid بِ ise –daha doğrusu bâussıla– nefy mânâsını te’kid ettiği gibi, fiil cümlesi yerine isim cümlesinin tercih edilmesi ise istiğraka delâlet eder ve o zaman mânâ “Haddi zatında onlar hiç inanmıyorlar, asla inanmazlar.” şeklinde olur.

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (8. Âyet)

Şimdi de, bu âyetin üzerinde dil nükteleri açısından kısaca durmaya çalışalım:

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ

“Öyle insanlar vardır ki, ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler; ama onlar iman etmemişlerdir.

Buradaki مِنْ, teb’iz için olup insanlardan belli bir gürûha delâlet etmektedir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, o dönemde nifak ve şikakı idare eden pek çok kimse varmış. Efendimiz (sal­lal­lâhu aleyhi ve sellem) Medine-i Münevvere’yi teşrif buyurunca bir kısım Yahudilerin bütün ümniye ve kuruntuları boşa çıkmış ve Medine yoluyla Arap yarımadasında hâ­ki­miyetlerini devam ettirmeyi düşlerken, kendi içlerinden çıkmasını bekledikleri hâlde Kureyş’ten çıkan bu sürpriz Pey­gam­ber, onların kuruntu ve plânlarını altüst etmişti. Bunun üzerine büyük bir sarsıntı geçiren bu kimselerin içinde çok inatçı bir gürûh teşekkül etmişti ki, âyet-i kerimedeki teb’iz ifade eden مِنْ ile, umumi mânâda sarsıntı geçiren bu topluluk içinde sağa sola gidip yalpa yapan, bir türlü yörüngesini bulamamış azınlığı teşkil eden bu münafık gürûh kastedilmek­tedir. Karşılaştıkları kimselere yalan söyleyip “Biz Allah’a iman ettik.” diyenler de işte bu azınlığı teşkil eden kimselerdir. Onlar, mü’minlerle karşılaştıklarında اٰمَنَّا diyorlardı ki, aslında burada küçük bir telmih vardı. Şöyle ki اٰمَنَّا’nın mâzi sigasıyla ifade edilmesinden anlaşılan, Kur’ân’ın işaret ettiği bu azınlık gürûh, bu yeni dine (İslâm’a) bid’at nazarıyla bakıyor ve içlerinden şöyle diyorlardı: “Biz çok önceden iman etmiştik, şimdi yeniden iman edecek hâlimiz yok.” Bunu derken de Nebiler Serveri’ni (sallallâhu aleyhi ve sellem) hafife alma ve reddi işmam eden bir üslupla söylüyor ve اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ Biz Allah’a ve ahiret gününe (zaten) inanmıştık.” diyorlar; ancak bunun yanında Kitab’a inandıklarını da özellikle söylemiyorlardı. Zira onlar, Kitab’a inandıklarını söyleseler ya Tevrat’ı ya da İncil’i kastedeceklerdi. Fakat hem Tevrat hem de İncil, âhir zamanda gelecek Son Peygamber’i müjdeliyor ve O’nun vasıflarından bahsediyordu. Binaenaleyh Tevrat veya İncil’e inandıklarını söylediklerinde Kur’ân’a da inanmak zorunda kalacaklardı. Hâlbuki onlar, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Kur’ân’a inanmıyorlardı.

Yukarıda da ifade edildiği gibi, fiil cümlesi yerine isim cümlesinin tercihi ve بِمُؤْمِنِينَ kelimesindeki nefyi te’kid eden بِ harf-i cerri, cümleye çepeçevre onları kuşatacak bir mânâ kazandırmıştır. Yani: وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ “Hiç iman etmiş değillerdir.” âyeti hem dünlerini hem de bugünlerini gözler önüne sererek onların genel durumlarını resmetmektedir. Şöyle ki, onlar adına geçmişe doğru bir yolculuk yapılıverse, ulü’l-azm bir peygamber olan Hazreti Musa’ya (aleyhisselâm) da o devrin münafıklarının asla inanmadıkları görülecektir. Onlar, Hazreti Musa’nın vefatından sonra bir kabile dinine inanmış olma darlığı içinde onun dinine sahip çıkmışlar; fakat bu münafık gürûh, daha sonra Hazreti Mesih zuhur edince onu da inkâr etmişlerdir. Bu itibarla da münafıkların اٰمَنَّا demeleri aslında koca bir yalandan ibarettir. Zira onlar tarihin hiçbir döneminde hakiki olarak iman etmemişlerdi/etmeyeceklerdi de.

Ayrıca bunlar, اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ şeklinde ifade ettikleri gibi sadece Allah’a ve ahiret gününe gerçekten iman etmiş olsalar da yine de bu, kâmil mânâda bir iman sayılmazdı; zira iman, bütün esaslarıyla bir bütündür ve ancak onu meydana getirecek rükünlerin varlığıyla gerçekleşebilir. Onun içindir ki, “Sadece Allah’a ve ahiret gününe inandım.” diyen bir insan hakiki mü’min sayılmaz.

Dil açısından âyet-i kerimedeki nüktelere gelince; Kur’ân-ı Kerim, daha önceki âyetlerde mü’minleri Allah’a iman etmeleri, emn ü eman içinde olmaları, emniyet telkin etmeleri, vefakâr olmaları gibi mümeyyiz vasıflarla; kâfirleri ise inzar ve adem-i inzarın yani uyarılmanın ve uyarılmamanın haklarında müsavi olması, kalblerindeki bütün istidat ve kabiliyetleri köreltip ruhlarındaki inkişaf istidadını öldürmüş olmaları ve böylece inkâr eksenli ikinci bir fıtrat kazanmaları gibi mümeyyiz vasıflarıyla ele almaktadır. Zira kâfirler de her insan gibi, yaratılış itibarıyla hakka açık bir fıtrata sahip olarak dünyaya gelmişken, iradelerini kötüye kullanmaları ve kendilerini imanın diriltici iklimine taşıyacak istidat ve kabiliyetlerini köreltmeleri neticesinde ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ “Sonra kalbleriniz katılaştı.”264 veya فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْأَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْ “(Kitab’ı tanımalarının üzerinden kendilerince) uzun zaman geçmesi sebebiyle, onlarda ülfet ve kanıksama meydana gelmiş, neticede kalbleri katılaşmıştı.”265 âyetlerinde ifade edildiği gibi inkâr edalı ikinci bir fıtrat kazanmışlardı. Evet onlar, imana açık o ilk fıtratlarını değiştirip kabiliyetlerini kaybetmiş ve kaskatı kesilerek âdeta birer taş hâline gelmişlerdi ki, ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً “Sonra kalbleriniz katılaştı, artık onlar taş gibi, hatta ondan da katı!”266 âyet-i kerimesi de işte bu hakikate işaret etmektedir.

Yukarıdaki izahlardan da anlaşılacağı üzere münafıklar, kâfirlerle beraber olup onlarla beraber hareket etmenin yanında, bazen de mü’minlerle birlikte Allah’ın nezd-i ulûhiyetinde, nübüvvetin himaye kanatları altında ve Kur’ân’ın saçtığı nur ikliminde görünmektedirler ki, böylesi karma karışık bir ruh hâletine sahip olmaları itibarıyla Kur’ân-ı Kerîm onları mümeyyiz vasıflarıyla tanıtacak kesin bir tarif yapmamış ve ne mü’minler ne de kâfirler için kullanılan tabirlerle değil de, mü’min-kâfir bütün insanların ortak bir paydası olan “insan olma” vasfını kullanarak وَمِنَ النَّاسِ beyanıyla resmetmiştir.

Ayrıca اَلنَّاس kelimesinde şu tür nüktelerin mevcudiyeti de söz konusudur:

1. Esasen münafıklar da insandırlar. Ama Kur’ân-ı Ke­rim, “Onların yaptığı bu akıl almaz ve insanlık dışı işler bir insan tarafından nasıl irtikâp edilir!” gibi bir hayreti ifade etmesi bakımından doğrudan doğruya onları insanî ufka yönlendirme imasında bulunmaktadır; çünkü bir insan bu şekilde nifaka düşmemelidir; zira nifaka düşen birinin insaniyeti sorgulanır hâle gelmiş demektir.

2. Kur’ân-ı Kerim, ayıp ve kusurlarının açığa çıkmaması, ara­daki perdenin yırtılmaması ve yaptıkları bu insanlık dışı işleri artık çok rahatlıkla yapar hâle gelmemeleri için mü­na­fıkların bu hâllerini setretmekte ve onları وَمِنَ النَّاسِ ifadesiyle sadece “insan” olarak ele almaktadır.

3. Bundan başka وَمِنَ النَّاسِ ifadesiyle Kur’ân-ı Kerim, insanlar içinde mü’minler ve kâfirler olduğu gibi münafıkların da bulunacağına; münafıkların mü’minlerin maddî güç ve hâkimiyetleri karşısında İslâm’ın zâhirini kabul etmiş gibi gözüktükleri hâlde iç dünyalarında sürekli küfürle içli-dışlı olduklarına ve yeryüzünde insan kaldığı müddetçe daima böyle bir münafık gürûhunun da bulunacağına dair bir telmihte bulunmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim, مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ ibaresinde evvela münafıkların “İman ettik.” sözlerinin boş bir ifade olduğu­nu beyan buyurmakta, onların bu sözlerinin iman olma­dığını vur­gulama sadedinde: “Onlar ‘İman ettik.’ derler.” diyerek bu­nun, كَلَّا إِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَۤائِلُهَا “Hayır, hayır! Bu onun söy­le­diği mâ­nâ­sız bir sözdür.”267 âyetinin de ifade ettiği gibi haki­katten uzak bir söz olduğunu belirtmektedir. Evet münafıkların اٰمَنَّا “Biz iman ettik.” demeleri sadece bir “lâf-ı güzaf”, bir boş sözden ibarettir ve kat’iyen imanın ifadesi olarak içten gelen bir söz değildir.

Aynı âyet-i kerimede ayrıca şöyle bir nüktenin var olduğu da söylenebilir: مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا ifadesinden, münafıkların iman etmediklerini söylemeye cesaretlerinin olmadığı anlaşılmaktadır. Ne var ki Kur’ân bize onların sözlerini naklederken ya ay­nen iktibas ederek ya da onların maksatlarını, duygu ve dü­şün­celerini, içten konuşmalarını veya değişik kurgularını, Kur’ân’ın kendine ait ulvî kalıpları içinde formüle ederek in­ti­kal et­tir­mektedir. Binaenaleyh مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ ifadesi, o günkü münafıkların söyledikleri sözün bize intikal etmiş bir ik­ti­ba­sın­dan ibarettir. Allah (celle celâluhu) onların söyledik­leri sözleri bize naklederken hem onların hissiyatlarına hem de duy­gu, düşünce ve inançlarına tercüman olarak nakletmek­te­dir. Do­la­yı­sıyla Cenab-ı Hakk’ın onların sözüne bir ilave veya kı­salt­mada bulunduğunu söylemek doğru değildir. Öy­ley­se yu­ka­rı­da da ifade edildiği gibi, onların اٰمَنَّا demeleri bir “lâf-ı gü­zaf”tan ibarettir ve ona kat’iyen “iman” denilemez.

اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ ifadesinde şöyle bir nüktenin mevcudiyeti de söz konusu olabilir: Allah’a ve ahirete iman, bütün semavî dinlerin üzerinde ittifak ettikleri iki önemli esastır. Âyet-i kerimede münafıkların اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ “Allah’a ve ahi­ret gününe iman ettik.” demeleri her şeyi bu iki esasa bağlı götüren diğer din mensuplarına mümâşat adına bir tavır da olabilir; zira bu iki rükün inkâr edildiği zaman hiçbir anlayışa göre imanla alâkaları kalmayacak ve yalnızlaştırılacaklardır.

Evet, daha sonraki âyette de görüleceği gibi münafıklar, kesin bir kanaat sahibi olmadıkları ve daima şüphe ve tereddüt anaforunda savrulup durdukları hâlde, اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ sözünü bütün din sahiplerini karşılarına almama üslubuyla söylemiş gibidirler. Ayrıca bu sözün altında hem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem de Kur’ân-ı Kerim’e karşı sinsi bir tavrın bulunduğu da açıktır. Evet, münafıklar bu sözleriyle, iman ettiklerini söyledikleri esaslar arasında Allah Resûlü’nü ve Kur’ân-ı Kerim’i kasten zikretmemişlerdir.

Burada münafıkların, tereddütlerini imaya delâlet edecek bir kelime seçip onunla kendilerini anlatmaları gerekirken اٰمَنَّا “Biz iman ettik.” diyerek mâzi sigasıyla anlatmalarına ve âdeta “Artık şimdi bize iman lazım değil.” şeklindeki üsluplarına karşılık Kur’ân-ı Kerim, وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ ifadesiyle, onların ne geçmişte ne de şimdi iman etmiş olmadıklarını ve اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ sözlerinin de hakiki iman için yeterli bulunmadığını bildirmektedir.

Müfredat Mânâsı (9. Âyet)

Münafıklarla alâkalı ikinci âyette ise şöyle buyrulmaktadır:

يُخَادِعُونَ اللهَ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ

“Onlar, akılları sıra Allah’ı ve iman edenleri aldatmayı ku­rar­lar. Aslında kendilerinden başkasını aldatamazlar ama bu­nun farkında değillerdir.”

Şöyle ki, onlar takıyye ve hud’a (aldatma, hile) yapmak suretiyle Allah’a ve mü’minlere karşı muhâdaa (aldatmaya çalışma) suretiyle harp ilan etmeye kalkışıyorlar. Hâlbuki onlar sadece nefislerine hud’a yapıyor ve böylelikle kendi kendilerini aldatmış, nefislerine zarar vermiş oluyorlar da bunu, ilk anlayış ve kavrayış merhalesi sayılan şuurlarıyla dahi sezemiyorlar.

يُخَادِعُونَ kelimesi خَدَعَ sülâsi fiilinin müfâale babından mu­zâ­risidir. Bu bab bazen tek taraflı kullanılsa da çoğunlukla iki taraf arasında müşâreket içindir, yani karşılıklı yapılan işler için kullanılır. Her ne kadar ilk bakışta insanın aklına “İn­san nasıl Allah’ı –hâşâ– aldatmaya kalkışabilir?” şeklinde bir soru gelse de, durum tetkik edilince meselenin mahiyeti anlaşılır. Şöyle ki, Allah’a karşı yapılan bu muhâdaa, doğrudan doğruya kendi inançlarının, kalbî yapılarının gereği ve tesirinde kaldıkları hâlet-i ruhiyenin sonucudur ve Zât-ı Ulûhiyet’e karşı kat’iyen söz konusu değildir. Evet onlar, bununla sadece kendi duygu ve düşüncelerini ifade etmiş olurlar. Yani güneşi balçıkla sıvadıklarını zannederler.

Hud’a” kelimesinin mânâsı, zâhirde ıslahçı, selâmet-saa­det taraftarı görünmekle beraber içinde fısk u fücûr, başkalarına zarar verme ve siyasî mânâsıyla, kendi haince stratejileriyle başkalarının nizam ve ahenklerini altüst etmeyi plânlama demektir. Beyzâvî’nin beyanına göre, farenin avcıya karşı korunmak için iki delik açmasına, girdiği delikte avcı onu çıkacak diye beklerken, onun öbür delikten çıkmasına muhâdaa de­nir.268 Evet onun girdiği delik başka, çıktığı delik başkadır. İşte mü­na­fıklar, ifade tarzında tasvir edilen bu muhâdaayı –hâ­şâ– Allah’a karşı yapmaya kalkışıyorlar.

يُخَادِعُونَ اللهَ cümlesinde, ilâhî isimlerden herhangi biri değil de bizzat doğrudan doğruya Zât’ın ismi olan lafz-ı celâ­lenin الله kullanılması, bunların küstahlıklarının boyutunu gös­ter­mesi açısından gayet mânidardır. Yüceler Yücesi Zât hakkında hiçbir kitap bu denli küstahlığa kapı aralamadığı hâl­de onlar su-i edepte böylesine ileri giderek –hâşâ– Allah’a mu­hâ­da­aya kalkışacak kadar küstahlaşmışlardır.

وَالَّذِينَ اٰمَنُوا “Aynı zamanda onlar iman edenlere de mu­hâ­daa yapıyorlar.” Buradaki ifadeden de, aynı zamanda onların bir şaşkınlık içinde oldukları anlaşılmaktadır. Hâşâ, Al­lah’a muhâdaa insanın kendi başına vurduğu bir taş gibidir; mânâsız olduğu ve sonuçsuz kalacağı açıktır. Cenab-ı Hakk’a dayanan inananlara karşı muhâdaa yapmak da geriye tepecek boş bir atıştır. Bu ifade, Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yerde tekrar edilen, mü’minlere karşı yapılacak muhâdaaların geriye tepeceğinin de özeti gibidir. Zira, her şeyden evvel mü’min­ler, Allah’a iman edip O’na dayanmışlardır ve onlara karşı yapılacak hile ve hud’anın boşa çıkacağı açıktır.

Aslında burada münafıkların iki küstahlığı söz konusudur: Biri, akıl ve mantıkla izah edilemeyecek bir tavırla Zât-ı Va­ci­bü’l-Vücud’a karşı; bir diğeri ise, onların sırlarını ve iç dün­yalarını mü’minlere izhar eden Allah’a inanmış ve dayan­mış mü’minlere karşı muhâdaa. Öyle ise bu yaptıklarıyla sadece kendilerini rezil etmiş ve oynadıkları bütün oyunları da kendi aleyhlerine çevirmiş olmaktadırlar.

Evet, hud’a yapılamayacak birine karşı hud’aya kalkışmakla وَمَا يَخْدَعُونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ Kendi nefislerine hud’a yapmış oluyorlar.” Onların bu hâli, gündüz gözü gözlerini kapatan kimsenin hâline benzer. Gözlerini kapayan böyle biri sadece kendi gündüzünü gece yapmıştır. Güneş bütün ihtişamıyla mevcudiyetini herkese hissettirse de وَمَا يَشْعُرُونَ “Onlar farkında değillerdir.

Burada ilim, akıl, vicdan, tefekkür gibi kelimelerin yerine يَشْعُرُونَ kelimesiyle ilk kavrayış demek olan şuur vurgusu fev­ka­lâde önemlidir. Yani onların yaptıkları akla, zihne gitmeden ilk kavrayışla dahi anlaşılacak kadar basit bir meseledir ama gel gör ki bunu dahi anlamamaktalar. Merhum Âlûsî ve Al­lâ­me Elmalılı Hamdi Yazır gibi müfessirler, eserlerinde nefis, şuur, akıl, fikir kelimelerini hem felsefî hem de psikolojideki yerleriyle genişçe izah etmişlerdir. Arzu eden onlara bakabilir. Ben şimdilik bu konunun hak ettiği engince izahı onların eserlerine bırakarak meseleyi icmalen ele almada fayda mü­lâ­ha­za ediyorum:

1. Nefis: Nefis, insanın özüne, kendisine denir. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen اُقْتُلُۤوا أَنْفُسَكُمْ ifadesindeki vecihlerden biri “Kendinizi öldürün.” şeklindedir. Ayrıca nefis kelimesi, kalb ve ruh mânâlarına da gelmektedir. Şe­ri­at ıstılahında ise nefis; insanın gazap, şeh­vet gibi kuv­ve­lerine, hayvanî arzularına esas teşkil eden temel un­sur­dur. O, saflaştığı zaman insana hizmet­çi hâ­li­ne gelebildiği gibi, saflaşacağı âna kadar da in­sa­nın mü­ca­dele aşk ve şevkinin zembereği vazifesini gör­mek­tedir. Onun için, insanı sürekli fenalıklara yönlendi­re­ne nefs-i em­mâ­re; bir ileri bir geri değişimler arenasında ama yaptığı olum­suz­luklardan rahatsızlık duyana nefs-i lev­vâ­me; ötelere açık, ilhamla müeyyed olana nefs-i mülheme; sıçrayıp tam itminana ulaşıp huzur soluklamaya durana nefs-i mut­ma­inne; onun Hak’tan razı olduğu hâline râ­dı­ye ve ni­ha­yet Hakk’ın da kendinden razı olduğu ufka mar­diy­ye; derken zılliyet plânında enbiya ufkunun vârid ve mevhibelerine açık ve her şeyi ‘min haysü hüve hüve’ temaşa eden nefse de zâkiye veya sâfiye denmektedir.

2. Şuur: Şuur, ilk hissediş ve duyuşun ifadesi olarak yorumlanagelmiştir. O, bir meselenin bilinmesi adına, henüz akıl ve muhakeme merhalesine geçilmeden önce ilk mertebedir. Binaenaleyh şuurla elde edilen ilim, ilmin en zayıfıdır. Evet, eşya ve hâdiselerle temasta duyulan ilk his, insana bir ilk şuur intibaını vermektedir. Fakat bu intibaya şuur denebilmesi için hâricî bir tesirin olması gerekmektedir. Zira hâricî bir tesir olmadığı takdirde bu bir his olmadan öteye geçemez. Aynı zamanda, hissedilebilen şeylerin, hariçten hissedilebilmesine de şuur denilmektedir. Mesela hararet, soğukluk, şua ve kokuyu hissetmeyi ifade etmek için hep şuur kelimesi kullanılmaktadır.

Şuurun âni ve hâli intibaları vardır. Bu şuna benzer: Bir projeksiyonla biz birbirine bağlı kareler müşâhede ederiz. Sıra ile nazarımıza arz edilen bu şeylerde, parça parça kareler birer birer bizim nazarımıza akseder. Teker teker bir sinema şeridindeki lemhalardan herhangi birinin diğerleriyle münasebetini düşünmeye yani bu münferit hissedişte tek tabloyu müşâhede ediş ve bundan hâsıl olan intibaımıza da şuur diyoruz. Bunu, وَمَا يَشْعُرُونَ sözünü ve diğer kelimelerle arasındaki farkı anlamak için hatırlamada fayda var.

3. Vicdan: Metâlib ve Mezâhib’de de temas edildiği gibi hâricî intibalarla bir şeyler hissedip şuur dediğimiz şeye mukabil, bir de hariçten kat-ı alâka ile doğrudan doğruya nefsin kendinde bir şuur vardır ki, buna kendi kendini bilmek mânâsına vicdan diyoruz. Bina­en­aleyh şuur bir hâricî his olmasına rağmen, vicdan hâricî his yönü düşünülse de tamamen bir iç duyuştur. Bu duyuş sıcaklık, soğukluk gibi hâricî bir ihsasla şuurun hâsıl olmasına lüzum kalmadan doğrudan doğruya, kendi kendine bir şey hissedilmesidir ki, Bergson ve Pas­cal gibi 20. asrın büyük filozofları daha ziyade vic­da­nın bu tür duyuşlarına önem atfetmişlerdir. Ne var ki bunlar, entüisyon (intuition), hads veya sezi dedikleri hususları, inanmanın en önemli unsuru kabul ederek, âfâkî delillerle Kur’ân-ı Kerim gibi ilâhî kitaplara ve nebilerin beyanlarına bir bakıma kulak tıka­mışlardır. Bu konudaki yanlışlık, vicdan ve ona ait bir kısım sezileri iman adına kâfi sebep saymalarındadır. Yoksa haddi zatında bu da diğer yol ve yöntemlerin yanında önemli bir rükün mahiyetindedir. Bundan anlaşılan şudur; şuur nasıl hâricî ihsaslar karşısında bir duyuş, bir hissediştir; öyle de, vicdan dahi hariçten kat-ı nazar nefsin kendi içinde bir hissedişi ve duyuşudur. Öyle ise bir bakıma vicdan, nefsin kendini bilmesi veya kendi varlığını anlaması demektir. Sözün hulâsası, şuurun şuuru vicdandır.

Şöyle ki, insan her an, gözü ile bir şey görür, kulağıyla bir şey duyar.. ve dış ihsaslarıyla algıladığı şeyler de olur; bunların hepsi zâhirîdir. Kalbin hissi ise daha ziyade bir hiss-i bâtındır. Hariçten gelen şeylerden müteessir olsa da, çok defa daha ziyade nereden geldiğini, nasıl olduğunu bilemediği ledünnî bir tesirin var olduğunu duyar. Bazen bu tür sübjektif duyuşlar sekr, istiğrak, kalak ve heyman hâllerinde ortaya ??ıkar. Bazen de bizim bu dış duyularımıza (havâss-ı hamsemize) gelip ilişen resimler (eşbah) olur ki yukarıda da işaret edildiği gibi teker teker bunların her birerlerini diğerleriyle mü­na­sebetlerinden kopuk ve ayrı ayrı olarak ele almaya şuur denmektedir. Bu türlü kopuk kopuk idrâkin de hâ­fı­za­ya intikali söz konusudur ama bunlar kopuk kopuk birer idrâktirler. Meselenin içine akılla, tefekkürle girilmediği zaman işte bu parça parça şuurlar projeksiyondaki bir resme im’an-ı nazar etme gibi, onun dışına çıkmayan id­râk­ler olarak kalırlar. Esasen şuur böyle bir şeye hasr-ı na­zar edip kalmaz da; nazarını ondan alır, öbürüne bakar. Fakat bu iki şey arasında münasebeti kuran, bir üçün­cü hükme varan –ki esas hüküm de odur, o şuur de­ğil– akıl veya ilimdir.

İnsanın göz kırpışları, bakışları, kavrayışları şuurla başlar. Akıl, bu şuurun taalluk sahasının ötesindedir. O, şuurun ortaya koyduğu levhaların özünü alır, tahlil ve terkiplerle bir kısım istidlâllere varır ve neticesinde bunlardan hareketle bir kısım lazımlara, melzumlara gider. Mesala, sırtımıza gelip çarpan ve bizi ısıtan hararetin, behemahâl arkamızda bir hararet var olduğu hissini uyarması bir şuurdur. Gözümüze gelip çarpan bir şuaın, karşıda bir şuaın olduğu hissini bizde uyarması bir şuurdur. Ama bu şuurun ötesinde onun özünü alan göze bir şua çarptı, göz merceğinden içeri girdi, resimlendirmeler içeride yapıldı, fikre tembihte bulunuldu, beyin fakülteleri çalıştı ve biz resimleri, ışık dalgalarını, hüzmelerini gördük. İşte bütün bunları yapacak olan ise akıldır. Şuurun resimlendirdiği şeylerden öz olarak aldığı, tahlil ve terkipler yaptığı ve sonra bunlarla istidlâller yaparak, bir kısım lazım ve melzumlar arasında gelip giderek kurduğu bazı bağlar da vardır ki, bu saha tamamen aklın sahasıdır. “Işık göze nereden geliyor? Güneş’ten gelen şua bize nasıl ulaşıyor? Dalgalar hâlinde gelen şuaların keyfiyeti nasıldır? Farklı dalga boyları hâlinde gelen bu şualar göze nasıl giriyor? Göz merceğinin massetme (algılama) keyfiyeti nasıldır? İmtisas durumu nasıl oluyor? Burada bir ihtisas, bir ihsas vardır; bunların keyfiyeti neden ibarettir?” gibi hususları biz aklın sahası olarak kabul ediyoruz.

Avam ifadesiyle meseleyi ele alacak olursak şuur, bir kısım malumat, mahsüsât kırıntıları ortaya dökmesine karşılık, akıl, bu kırıntıları bir araya getirmek suretiyle terkipler yapıyor ve bunları yeniden çözmek, tahliller yapmak suretiyle yeni mânâlara ve mülâhazalara ulaşıyor. Aklın tarifi mevzuunda o kadar çok söz söylenmiştir ki, her hâlde şuurun verâsında, öylesine hâkim bir sahaya hâkimiyeti içerisinde aklın ele alınması belki lazımıyla, melzumuyla tariflerin en makûlu olur zannediyorum. Demek oluyor ki, akıl esasen, şuurun nispetlerini değerlendirmekle işe başlıyor. Şöyle ki, sperm ve yumurta bir araya geldiği zaman şuur, aşılanma oldu diyor. Akıl böyle bir aşılanmada spermin vazifelerini, yumurtanın vazifelerini araştırıyor; şuurun işi bıraktığı yerde, akıl alıyor o vazifeyi üzerine ve bir kısım terkiplerle yeni yeni neticelere ulaşmaya çalışıyor.

Diğer bir yaklaşımla şuur, insanın “ben” veya “ego” da denen nefsine uğrar; benlikte gelip geçici hüviyette bir çizgi bırakır. Onun bıraktığı bu çizgiler bir bakıma, artık şuurun alanı dışına çıkmıştır. Bellek de dedikleri “hıfz”da bunlar birer birer kaydedilir. Biz bu ameliyeyi yapan fakülteye “kuvve-i hâfıza” diyoruz. Şuurun her lemhası nefse uğradıktan sonra, kuvve-i hâfızada muhafaza edilir. Bu hıfz esasen zihnî bir kuvvetin eseridir. Bazen de şuurun lemhaları, aklın sermayesi olarak gelen değişik şe’n ve hususlar zaman aşımı veya onun üzerinden daha müessir şok hâdiselerin gelip geçmesi ya da şuurda derin bir çizgi bırakmaması gibi hâllerle, gayr-ı meş’ur (şuurun duyup hissedemediği) hâle gelir. Ancak hiçbir zaman bütün bütün kaybolmazlar. Yani bunlar bir şuuraltı müktesebat hâline gelir. Biz bunların bazılarını ne teakkul ne tezekkür ne tefekkür ne de tahattur edebiliriz. Ne var ki, hayatımızda onların benzeri lemhalarla karşı karşıya geldiğimizde, öyle bir hâdiseyi hatırlamasak da, şuuraltı müktesebat bütün vuzuhuyla ortaya çıkar.

Mesela siz, küçüklüğünüzde bir araba gürültüsünü müteakip bir belaya maruz kalmış ve sonra böyle bir hâdisenin vuku bulduğunu unutmuş olabilirsiniz; ancak her ne zaman böyle bir gürültü tarrakasını duyuverseniz aynı ürperti, aynı haşyet, aynı korku ile tir tir titremeye başlarsınız. Bu, oradaki şuuraltı çizgilerin insan ruhunda tesir icra etmesinin bir sonucudur. Bazen de bir kısım çağrışımlarla bu tür şuuraltılar ortaya çıkar ve biz bunlara tezekkür ve tahattur deriz. Yani “Unutmuştum hatırladım, birden tezekkür ettim.” deriz. Aslında bizim hayatımız hep bu türden şuuraltı ve şuurüstülerle doludur. Bu şuuraltı ve şuurüstü meselelerle insanın çağrışımlarını bulup, şuurunun içine girmek mümkündür. Psi­ki­yatride ve Freud’un her zaman değişebilen nazariyeleri içinde belki değişmeyen bir mesele varsa, o da işte bu meseledir. Evet, onun iddiaları içinde de doğru olan hususlar vardır; doğru olmayan, onun her dediğini doğru sanmaktır.

Demek ki insan daima akıl ve şuurla beraber bir seyr u sü­lûk içinde olmalı ve akıl, şuurun refakatinde böyle bir seyri ger­çekleştirmelidir. Evet, şuur, bir kısım lemhalar ve levhalar sunmasına mukabil akıl bu levhalar ve bu lemhalarda hep farklı hakikatlere intikal etmektedir. İşte aklın, şuurun refakatinde seyrettiği bu ameliyeye biz ilim diyoruz. İnsanın havâss-ı ham­se-i zâhiresi (beş duyu), değişik yollarla aldığı şeyleri şuurun imbiğinden geçirip aklın takdirine sunmaktadır. Akıl, kendisine sunulan mahsüsatın özünü alır, süzer, değerlendirir onu bir ad ve unvanla ortaya koyar. Ne var ki, şuurun avladığı ve aklın da değişik imbiklerden geçirdiği her şey ilim değildir. Böyle hükümlere yerine göre faraziye, nazariye veya hipotez denir. Şöy­le ki, bazen şuurumuz bize bir lemha sunar. Güneş’in başımızın üzerinde dönüyor olması gibi bir lemha. Biz bu lemhayı akıl süz­ge­cinden geçirerek bir hükme varırız: Yer duruyor, Güneş ha­re­ket ediyor. Bu şekilde vardığımız hüküm bir ilim değildir; bu sa­de­ce bir nazariyedir. İlim; şuurun taalluk ettiği meş’urda ha­ki­kat hesabına en son varabileceği hükümdür. Başka bir ifadeyle ilim, tenâsüb-ü illiyet (sebep-sonuç) prensibi çerçevesinde illetle malûl arasında tam bir münasebet kurarak varılacak ni­hai hükümdür. Onun için Hazreti Üstad, faraziyeler ve nazari­yeler üzerine bina edilmiş ilimler cehildir, der.269 Zira burada ha­ki­kat aranmamıştır ki bulunabilsin. Aslında böyle bir ilim de insanı hakikate götürmez.

Şimdi isterseniz, şuur, akıl, şuuraltı, tezekkür, tahattur, ilim ve ilim güzergahındaki faraziyeleri gördükten sonra biraz da meselenin özüne ve esasına bakmaya çalışalım. Evet, acaba وَمَا يَشْعُرُونَ bize gerçekten ne ifade ediyor?

İnsan bazen içinde, tasavvufî ifadesiyle, bast hâli dediğimiz bir inşirah, bir huzur, bir zevk duyar ve bunu ta iliklerine kadar yaşar. Bazen de kabz hâli olur. Hiç farkına varmadan bast hâlinin inşirah meltemlerine mukabil, hüzün ve sıkıntı rüzgârları eser insanın içinde, ki insanın bunları duymasına ihsas veya ihtisas denmektedir. Bu esintiler hâricî bir sebeple meydana geldiği gibi, böyle bir sebep olmaksızın da meydana gelebilir.

Benlikte, nefiste meydana gelen duyuşlara, hissedişlere ih­sas denir. Bir de ihtisas vardır. İhsas, daha ziyade hariçte bir nokta-i istinat ve mevcut bir sebebe dayalı olduğu hâlde, ihtisas, hariçten kat-ı nazar kendi içinde ve hiçbir şeye dayanmadan ruhta duyulan bir şeydir ki, işin bu cephesi tamamen vicdana aittir. Öbür cephesi ise akla malzeme sunan şuurla alâkalıdır. Bu itibarla ister ihtisas yönüyle, ister ihsas yönüyle meseleyi ele alalım; zaman müdahaleli insanın bu türlü parça parça, kopuk kopuk duyuşlarına şuur denir.

İşte Kur’ân-ı Kerim, münafıklar hakkında, وَمَا يَشْعُرُونَ derken, daha ileri seviyede fikrî, kalbî, ruhî hiçbir derinliğe sahip olmadan ve bu türlü araştırmalar neticesinde varılabilecek ufukların kendilerinden istenmesi değil, bir çocuğun dahi anlayabileceği, hatta bir hayvanın dahi idrâk edebileceği kadarıyla en basit bir idrâk, en ibtidaî bir kavrayış, en sığ ve dağınık bir düşünce tarzı, işte bu kadar dahi bir duyuşları olsaydı, bu “muhâdaa”ya başvurmayacaklardı demek istemektedir.

***

Şimdi de dar bir çerçevede bu âyeti, münafıkların Allah’a ve mü’minlere yapmaya cüret ettikleri muhâdaanın sebepleri açısından incelemeye çalışalım:

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine’yi teşrif buyurduğunda, Sa’d İbn Ubâde’nin (radıyallâhu anh) ifadesiyle, orada kendisini Medine hükümdarlığına layık gören, bunun için de bir hazırlık içinde bulunan Abdullah İbn Übey İbn Selûl vardı. Belki başkaları da vardı ama bu zat en önde idi. İşte bu İbn Selûl, böylesine kurulacağı koltuğun, giyeceği kostümlerin hayalleriyle oturup kalkarken Resûl-i Ekrem’i (sal­lal­lâhu aleyhi ve sellem) karşısında görünce pirelendi, öfkelendi ve kinle, nefretle köpürmeye durdu.270

Ayrıca Medine’de Yahudiler, Arapları hor ve hakir görüyor, bir gün onları ezip, hâkimiyetleri altına almayı kendilerinden bir peygamberin gelişine bağlıyorlardı. Evet, onlar bu peygamberin, mutlaka kendi içlerinden zuhur edeceğine inanıyorlardı. İçlerinde zuhur eden bir peygamberle dünyanın her yerindeki insanlığı, Yahudi efendiliği altında esir edecekleri hül­ya­larıyla yaşıyorlardı. Şüphesiz bu, onların zihinlerinde bir ümniye şeklinde hep canlı tutuluyordu. Aslında Yahudiler oldukça realist olmalarına rağmen bu mevzuda ciddi bir kuruntu içindeydiler. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) zu­hu­ruyla onların düşündükleri şeylerin tamamen aksi olmuştu. Kur’ân, yer yer bunların bu tür kuruntularından bahseder. Pey­gam­berimiz’in, Yahudilerin hor gördüğü insanlığı aziz edecek şekilde bütün ilhad dünyasının karşısına çıkması, Yahu­di­lerin kuvve-i mâneviyelerini kıracak bir hâdise olmuş ve onları bü­tün bütün panikletmişti. İşte bu, onlarda cinnet derecesinde şok tesiri yaptı ve fıtratlarında ciddi bir maraza dönüştü. Bu ma­raz­dı onları Allah’a karşı muhâdaaya sevk eden sebep ve sâik. Kur’ân-ı Kerim, onları muhâdaaya, kine, nefrete sâik olan marazın, فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ beyanıyla, derinlemesine kalblerine yerleşmiş ve tabiatları hâline gelmiş olduğunu vurgular ki, fev­ka­lâde mânidardır.

Onların cinnet derecesine gelmiş o kahreden psikolojileriyle doğrudan doğruya Allah’a karşı harp ilan etmelerini anlamak için şöyle bir misal verilebilir. Mesela, birisinin gönül verip maddî-mânevî mutluluk, refah ve ikbalini kendisine bağladığı ve beklentilere girdiği birisini düşünün. Bu çok sevdiği insan ona maddî-mânevî refah ve saadet vaadi adına açık durmakla beraber, o onda, ümniyeleri istikametinde beklediğini bulamıyor ve iç inkisarlar yaşıyor. Hatta daha da hezeyana girerek o çok seviyor gibi göründüğü zata karşı küsüyor, kırılıyor ve tavrını sorgulamaya kalkıyor.

İşte böyle bir ruh hâletiyle doludizgin giderken beklenmedik korkunç bir gayz içine giriyor. Bu durum nefretle soluklanma ve bütün bütün dengesini kaybetme hâlidir ki, o zaman böyle birinde artık ne akıl ne mantık ne fikir ne tahattur ne de tezekkür kalır. İşte bu bir hastalıktır ve bu ruhî maraz onlarda, doğruyu eğri görme hâlini hâsıl etmiştir ki, gayrı böylelerinin fıt­rat-ı selimeleri bozulmuş, hayvanî yanları hükmetmeye başla­mış demektir. Böyle bir ruh hâleti içinde bulunan birisi ise –hâ­şâ!– Allah’ı (celle celâluhu) bile sorgular hâle gelir. Onun için âyetteki يُخَادِعُونَ اللهَ ifadesini, onların, doğrudan doğruya, tevile, tefsire sapmadan, bizzat Allah’a karşı harp ilan ettikleri şeklinde anlamak mümkündür. Bunu tam bir maddecilik mülâhazasıyla ele alacak olursak, muhâdaanın müfâale babından Allah’a karşı nasıl bir ilan-ı harp anlamına geldiğini görürüz.

Psikolojik yönüyle meseleyi ele alacak olursak, bu duru­mun mü’minlerde bile ara sıra bir kısım lemhalar hâlinde ken­di­sini gösterdiği olur. Cenab-ı Hak’tan, imanlarına karşılık zafer ve muvaffakiyet ümit eden bazı imanı zayıf kimseler, kâ­fir­lerin zaferi veya kendilerine gelen tokatlar karşısında, sözle açığa vurmasalar da, içlerinde Allah’a karşı bir küskünlük hissi belirebilir.

وَالَّذِينَ اٰمَنُوا “Mü’minleri de (aldatmaya kalkışırlar).” Bunlar, Allah’a karşı muhâdaa yapınca, mü’minlere karşı haydi haydi yaparlar. Burada önemli bir nükte-i belâgat şudur: Bir kısım inkârcılar size oyun yapabilirler, münafıklar her gün farklı bir entrikayla karşınıza çıkabilirler; buna karşı yine de siz hiç müteessir olmayın, zira bunlar her şeyden önce Allah’a karşı ilan-ı harp edecek kadar çılgın kimseler. Dolayısıyla da mutlaka Allah’tan (celle celâluhu) bulurlar. Bu açıdan işi O’na bırakmak en doğrusu. Aslında bir keresinde Hazreti Musa, kavminin kendisine isyanlarına mukabil Allah’a yalvarıp, “Bun­la­rın rızkını kes Allah’ım!” dediği zaman, Allah (celle ce­lâ­luhu) “Onlar devamlı bana isyan ettiler, ben yine de rızıklarını verdim.” buyurur. Zaten Allah’a hud’a yapmakla ilan-ı harp edenlerin mü’minlere karşı aynı şeyi yapacakları açıktır. Ayrıca muhâdaanın, böyle bir kudret-i kâhire’ye karşı yapılmasının boşa çıkacağının anlatılması yanında, bunda mü’minlere bir tesellinin olduğu da açıktır. Evet, Allah’a karşı muhâdaaları boş olduğu gibi mü’minlere karşı muhâdaaları da boş bir gayrettir. Bu, إِنَّهُمْ يَكِيدُونَ كَيْدًا۝وَأَكِيدُ كَيْدًا “O kâfirler, var güçleriyle hile kurarlar. Ben de kurarım (yani hilelerini boşa çıkarırım).”271 mealini müeyyiddir.

وَمَا يَخْدَعُونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ “Onlar öz nefislerine, kendi kendilerine hud’a yapıyorlar, kendilerini aldatıyorlar.” Burada “müfâale” babından, وَمَا يُخَادِعُونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ kıraatı da vardır ki o zaman mânâ “Kendi kendilerine muhâdaa yapıyorlar.” olur. Zira onlar, uğraşılmaz biriyle uğraşmaya kalkışıyorlar. Mesela, iç dünyalarında gizledikleri bütün sırlarını bilen, bütün ledünniyatlarına vâkıf birine karşı, onlar hâlâ bir kısım hile ve hud’a peşinde iseler, kendi oyunlarıyla kendilerini ateşe atıyorlar demektir. Binaenaleyh meydana getirdikleri zarar da doğrudan doğruya kendilerine ait olacaktır.

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (9. Âyet)

يُخَادِعُونَ kelimesi muzâridir. Demek ki insanlar içindeki bu münafıklar gürûhu sadece bir devirde hud’asını, hilesini ve oyununu oynayıp o işten vazgeçecek değildir. Ayrıca bunlar, Saadet Asrı’nda devamlı bu türden oyunlar oynadıkları gibi, hâdiselerin yenilenmesine göre teceddüt eden yeni yeni oyunları da olacaktır ve bu daha sonraları da devam edip duracaktır. Evet bunlar daima mü’minlere karşı bunu yapacaklardır; az yukarıda ifade edilen öbür kıraatin ifadesiyle de mü’minler karşısında kendileri de muhâdaaya uğrayacaklardır. Yani Allah onların hud’alarını başlarına dolayacak ve ettiklerine bin pişman edecektir.

İkincisi, يُخَادِعُونَ اللهَ “Allah’a karşı hud’a yapıyorlar.” demekle, Allah’a muhâdaa yapmakla ne kadar mantıksız bir iş yaptıklarına dikkat çekmenin yanında onlar aynı zamanda, bu çirkin işi de devamlı yapıyorlar, diyerek daha derin bir kınamada bulunuluyor. Evet, çirkin olan bir işi devamlı yapmak ondan daha çirkindir. Ondan da çirkin bir şey varsa o da bunu Allah’a karşı yapmaktır. Ondan daha acınacak olanı da bunu kendilerine karşı yapıyor olmalarıdır. Çünkü onlar kullanamayacakları bir silahı ellerine alıp ateşliyorlar ve kurşun dönüp kendilerine isabet ediyor. Aslında âyetin devamı da işte bu hususu vurguluyor: وَمَا يَخْدَعُونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ Onlar o hud’aya kendilerini korumak, rahat etmek, huzur ve saadet içinde olmak için başvursalar da, maksatlarının aksiyle tokat yiyor ve kendi nefislerine kötülük yapmış oluyorlar. Onlar, bu hâlleriyle en basit bir idrâkle anlaşılabilecek bu kadar açık, bu kadar net bir meseleyi anlamaktan bile âciz bir durumdalar. Demek ki, onlarda böyle basit bir idrâk dahi yok.

Burada ayrı bir noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum: “Acaba bunlar, bu kadar zeki oldukları hâlde, nasıl böylesine basit bir meseleyi idrâk edemediler?” sorusu akla gelebilir. Evet, onlarda böyle bir idrâk vardı ama Üstad Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, bir insan bir meselede çok fazla derinleşir, ona derinlemesine dalarsa, o meselenin dışındaki konularda, hususiyle o mevzua zıt meselelerde, umumiyet itibarıyla ga­bî­leşir.272 Bir örnek istenecek olursa, Einstein gibi dünyada eşi az bulunan dehalar, kendilerini ilgilendirmeyen meseleler karşısında umumiyet itibarıyla cahilce bir görünüm sergilemişlerdir. Oysaki kendi alanında onun aklının cevelangâhı olan ufuklara, en zeki insanların aklı asla ulaşamamıştır.

İşte bu zeki kavim, maddeye o denli dalmışlardı ki, basit bir şuurla dahi idrâk edilebilecek, mânâ ve ruha ait bu meseleleri idrâk edememişlerdir. Zira bu iki mesele birbirinden çok uzak ve birbirine çok zıttır.

Aslında Yahudiler içinde inanmış kimseler de vardı. Tabi, imanları Allah nezdinde makbul keyfiyette olmayanlar da vardı. Böylelerine kendi aralarında da kâfir nazarıyla bakılıyordu. İşte bunlar, zaten taklidî bir imana sahip olmalarından ötürü gel-git yaşıyor, dışarıda mü’min görünüyor, içeriye dönüp şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında da mü’minlere yapabilecekleri oyunları, hud’aları, keydleri, mekirleri plânlamaya duruyorlardı. Binaenaleyh bunların hem dış dünyaları hem iç dünyaları mü’minlere zarar verme düşüncesi ile dopdolu idi ve bir türlü doğru dürüst inanamıyorlardı. Onun için Kur’ân-ı Kerim onlarla alâkalı iman noktasında وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ dediği gibi, idrâk ve anlama noktasında da, وَمَا يَخْدَعُونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ diyordu. Evet, onlar sadece nefislerine hud’a yapıyorlar ve buna da şuurları asla taalluk etmiyordu, edemezdi de. Çün­kü onları meşgul eden kendilerince önemsedikleri öyle me­se­leler vardı ki, onları aşamıyor ve asıl düşünülecek hususları düşünemiyorlardı.

Niçin acaba bu düşüncelere düştü münafıklar? Cevabı, arkadan gelen âyet-i kerimede.

فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ

Kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını ilerletti ha ilerletti. Yalancılıkları ve samimiyetsizlikleri sebebiyle bunlara gayet acı bir ceza vardır.”273

Müfredat Mânâsı (10. Âyet)

Bu mevzudaki diğer bir husus da ahirete mütealliktir; şöyle ki bunlar, yalan söyleye söyleye tabiatlarında yalan bir cibilliyet hâline gelmiş ve ikinci bir fıtrat iktisap etmelerine yol açmıştır ki, bunun neticesi de ahirette azab-ı elimdir. Evet, bunlar o kadar çok yalan söylemektedirler ki, artık yalan onların ayrılmaz bir parçası olmuştur. Dahası, bunlar hem yalan söylerler hem de yalanı yalan saymazlar. O kadar ki insanları aldatmaları, hile, siyaset, propaganda yapmaları onlarca âde­ta bir kiyâset ve fe­ta­net sayılmaktadır. Öyle ki onlar bu kiyâset ve dirayet saydıkları durumlarıyla Peygamberimiz’e (sal­lal­lâ­hu aleyhi ve sellem) karşı da demogojiye kalkışmaktadırlar.

Evet, bunlar her yönüyle âdeta yalan kesilmişlerdi; sürekli yalan imal ediyor ve yalanla oturup kalkıyorlardı. Arap şairi bir şiirinde, فَلَوْ شِئْتُ أَنْ أَبْكِيَ بَكَيْتُ تَفَكُّرًا “Ağlayacak olsam, tefekkür ağlarım.274 der. Yani o kadar düşünüyorum, o kadar efkârlanıyorum ki, ağlamam dahi tefekkür edalı oluyor. Bunlar da yalana o kadar revaç vermişlerdi ki, yalan hem ferdî hayatlarında hem ticarî hayatlarında başkalarını aldatma ve çeşitli spekülasyonlara başvurma konusunda kullandıkları mühim bir unsur hâline gelmişti. Bunlar siyasî hayatlarında yalanı; halkı aldatmak, idarî işlerde memurlara baskı yapmak, içtimaî hayatlarında kitleleri kandırıp arkalarından sürüklemek için bir unsur olarak kullanıyor ve hep yalan düşünüyor, yalan yaşıyor, kizble mâlemal bulunuyorlardı.

İşte bu hâle gelen ve bu türlü düşünen kimselerdir ki doğru söyleyen insanların sözlerini de yerinde yalan sayacak ve söylenen her sözün arkasında bir art niyet olduğunu düşüneceklerdir ki bu, tam içtimaî bir maraz ve ruhî bir hastalıktır. Evet bunlar, يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْ “Çıkan her sesten pirelenir, her yeni haberi kendi aleyhlerinde sanırlar.”275 Böyleleri kendi aralarında baş başa verdiklerinde hep fitne ve fesat planladıklarından; yan yana gelen, baş başa veren iki kişinin konuşmasında hep aynı şeyleri düşünürler. Sürekli yalanla oturup-kalktıkları için doğru olan hiçbir söze de inanmazlar. Böylelerinin karşısına Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) de çıksa, O’nu da tekzip edeceklerdir. Zira onlar, tabiatlarıyla yalan kesildiklerinden, kendilerine kıyas ederek herkesi yalancı görmektedirler.

İşte bu maraz-ı ruhî iledir ki –hâşâ– Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) de öyle sandılar… Evet, kendileri yalan söylediklerinden, fem-i güher-i Nebevî’den zuhur edenleri de yalan saydılar. Kendilerinin istikbale matuf verdikleri haberlerin mahz-ı yalan olduğu zaviyesinden bakarak Efendimiz’in (sal­lal­lâ­hu aleyhi ve sellem) ahirete ait verdiği haberleri de aynı şekilde gördüler. Reybîlik, şüphecilik ve tereddüt içinde tamamen erimiş, kaynamış ve bir yalan bulamacı hâline gelmiş bu kimselerdir ki Efendimiz’i de tereddüt etmeden tekzip etmişlerdi.

وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ “Yalancılıkları ve samimiyetsizlikleri sebebiyle bunlara gayet acı bir ceza vardır.”

Kizb (yalancılıkları) esasen onların kesbi, azab-ı elim de Cenab-ı Hakk’ın yaratıp onlar için hazırladığı cezadır. Do­la­yı­sıyla da onlar sebebiyet verdiklerinden, bu azabı çekmeye müstahak olmuşlardır. Bu mevzuda وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ cümlesinde haklarındaki azabın عَلَيْهِمْ ile değil de لَهُمْ ile ifade edilmesi –7. âyet-i kerimenin tefsirinde geçen izahlar mahfuz– azabın onların lehinde olduğunu gösterir gibidir. Lehlerinde olan azap, ebedî yokluğa nispetendir. Yoksa hiçbir azabın insanın lehinde olduğu düşünülemez. Ayrıca, haklarındaki takdirin عَذْب (tatlı) olması mümkünken onlar için عَذَابٌ olmuştur.

عَذَابٌ kelimesindeki tenvin, azabın meçhuliyetini gösterir. أَلِيمٌ kelimesi ise maruz kaldıkları azabın onları çepeçevre sardığını ve onların her yanlarıyla “azap kesildiklerini” ifade eder. Bu azap, sürekli can yakan bir azap olması itibarıyla her zaman elemini hissettiren ağır bir azaptır.

Bundan başka, tasvirinin canlılığı bakımından şöyle bir mâ­nâ da akla gelebilir: “Bunlar için azap vardır.” derken Kur’ân-ı Kerim sanki azabı; eli, ayağı, kolu, dili, dudağı olan bir şey hâ­li­ne getiriyor ve “elim” derken âdeta azap onların karşılarında bir canlı gibi kalkıyor, oturuyor ve elindeki iğnesiyle, çu­val­dızıyla, kılıcıyla, mızrağıyla yanlarına sokuluyor ve onlara sürekli elem veriyor. Kur’ân’ın bu canlı tasviri içinde azap, oynayan, fıkırdayan, onlarla uğraşan âdeta bir canlı şeklinde tasvir ediliyor. Kelimenin burada böyle “elim” şeklinde seçilmesinin sair kelimelere rüçhaniyeti var ve canlılık bakımından böyle düşünülmesi daha muvafık görünüyor.

بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ cümlesinde بِ sebebiyet mânâsınadır. Burada Kelâm açısından, Cebriye’ye bir cevap da çıkarılabilir. Her hasene, bir bakıma Cenab-ı Hakk’ın lütfuna, ihsanına; her seyyie de azaba bir sebeptir. Bu itibarla da eğer Ce­nab-ı Hak bir kısım kimseler hakkında, azab-ı elim hükmünü vermişse bu onların yalanları sebebiyledir. Burada Mu­te­zile’ye de cevap sadedinde, bu sadece bir sebebiyet vermeden ibarettir. Ancak bu elim azap burada verilmiyor, tasavvuru kâbil olmayan bu azabı onların günahlarına karşılık Allah öbür âlemde verecektir. Öyleyse kesb (günah işlemek suretiyle azaba müstehak olma) onlara, halk (yaratma) da Allah’a aittir. Bu âyet, Cebir’in ve İtizâl’in içindeki bir “dâne-i hakikat”in bulunmasını hatırlatma yanında Ehl-i Sünnet akidesinin hakkaniyetini ortaya koymaktadır.

Diğer bir husus da, münafıkların ancak cinayet kelimesiyle ifade edilebilecek çeşitli günahları içinde, buraya kadar söylenilen şekliyle sadece onların yalanlarının esas alınmasıdır. Evet, yalan çok büyük bir günahtır ve aynı zamanda bunların yalanları, وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ “Öyle insanlar vardır ki, ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler; oysa iman etmemişlerdir.” âyetinde de görüldüğü gibi Allah’a karşı bir yalandır. Onlar Hakk’a inanmıyorlardı, inanmak işlerine gelmiyor ve inandık demelerine rağmen gerçeğe ters olarak yalan beyanda bulunuyorlardı. Yani bu yalanlarıyla onlar Allah’a karşı saygısızlıkta bulundukları gibi insanları da aldattıklarını sanmaktadırlar. Aynı zamanda kendilerine karşı da yalan söylemiş olmaktadırlar. İşte yalan, böyle sağa sola dal-budak salmış korkunç bir cinayet olması itibarıyla, dünyada ve ahirette yalancıların canını yakacak azabı, Allah (celle celâluhu) yalana bağlamıştır.

Ayrıca yalan, bir bakıma küfrün de diğer bir adıdır. Zira küfür, Allah’ı inkâr etmektir, yalan da gerçeği inkârdır. Evet, küfür, biricik hakikate delâlet eden âfâkî ve enfüsî delillerin delâletini görmezlik mânâsına geldiğinden, o en büyük yalandır. Onun içindir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), وإِنَّ الْكَذِبَ يَهْدِي إِلَى الْفُجُورِ، وَإِنَّ الْفُجُورَ يَهْدِي إِلَى النَّارَ، وَإِنَّ الصِّدْقَ يَهْدِي إِلَى الْبِرِّ، وَإِنَّ الْبِرَّ يَهْدِي إِلَى الْجَنَّةِ، “Yalan, insanı “fücûr”a (günaha), o da Ce­hen­nem’e; doğruluk “birr”e (iyilik) ve o da Cennet’e gö­tü­rür.”276 diye fer­man buyurmuşlardır. Burada “sıdk” ile “birr” ve “kizb” ile de “fü­cûr” sebep-sonuç muvazenesi çerçeve­sinde zikredilmiştir. Re­sûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıddıktır, sâdıktır. Mü­sey­limetü’l-Kezzâb, Esvedü’l-Ansî kezûbdur, kezzâptır. Kıya­me­te kadar zuhur edecek bütün deccaller, –deccal kelimesinde de esasen mübalağa kipiyle yalancı mânâsı bulunması itibarıyla– yalanın, kizbin temsilcisidirler. Efendimiz’den (sallallâhu aley­hi ve sellem) sonra bu âna kadar zuhur eden, otuz veya otuzun üstünde ne kadar süfyan ve deccal varsa, hemen hepsi de yalanlarıyla meşhur olmuşlardır.

Yalan, öyle bir hastalıktır ki, insan onun en küçüğünü bilerek-bilmeyerek bir kere kullanıverdi mi gerisi gelmeye başlar. Mesela, siyasî plânda bir kişi –halk diliyle söyleyecek olursak– kendi dümenini çevirmek suretiyle halkı aldatmayı, toplulukları kandırmayı plânlar ve bunu dirayet, kiyâset ve akıllılık sayarsa, yalan deryasına yelken açmış olur; ihtimal bir daha da geriye dönemez. İktisadî plânda halkı sömürmeyi, istismar etmeyi, halkın parasını elinden almayı akıllılık sayar veya fesadını sa­lâh göstermeyi beceri gibi görürse bir daha da doğruluğa yö­ne­lemez. Ne var ki onun çevirdiği bu dümenler, hileler, dalavereler, yavaş yavaş halk tabakaları arasında bilinmeye başlar da, ukbâsını yitirdiği gibi dünyasını da kaybeder ve kendi kurduğu düzenin mağduru hâline gelir.

Şöyle ki, Saadet Asrı’ndan bu yana yalanla oturup kalkan bu kizbin temsilcileri, –ilk dönem münafıklarının anlatılması bahsinde de görüldüğü gibi– hep kurdukları tuzağın kurbanı olmuşlardır. Yalanın temsilcisi olan bu kimselerin, Medine-i Mü­nev­vere’de içtimaî, siyasî, iktisadî konularda ortaya attıkları, hatta kültür adına ileri sürdükleri bir sürü yalan vardır ki, bununla bütün halkı sömürme, istismar etme ve onlar üzerinde hâ­ki­miyetlerini devam ettirme plânları kuragelmişlerdir. An­cak onların kurdukları bu tuzaklar kendilerinin başına dolan­mış­tır. Yani halk dilinde, مَنْ دَقَّ دُقَّ “Eden, bulur.” şeklindeki söze mâsadak olmuşlardır. Bunların yeryüzüne neşrettikleri yalan, öyle bir yalancı toplum meydana getirmiştir ki, bunlar, yalanın babası olan münafıklar gürûhunun dahi önüne geçmişlerdir. Ne var ki gün gelmiş, kendileri de kurdukları bu kizb değirmeninde öğütülüvermişlerdir. Zira bir gün gelmiş, onların bu kapitalist anlayışına ve maddeci görüşüne karşı Komünizm çıkıvermiştir. Beri tarafta bunların aksine Liberalizm, Faşizm gibi sistemler çıkıvermiştir. İhtimal ileride kendilerini bitirip tüketecek daha çeşitli içtimaî çalkalanmalar olacak, ektikleri zehir tohumları onları da zehirleyecektir. İşte yalan, onun temsilcisi için dahi bu kadar tehlikeli olması itibarıyla onlar için hem dünyada hem de ahirette, وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ mazmununca vesile-i azap olmuştur.

Evet, yalan söylemeleri ve dini yalanlamalarına bir ceza, bir mukabele olma mânâsında, onlar için can yakıcı hatta “can yakıcılığın ta kendisi bir azap” vardır. İşârâtü’l-İ’câz’da, yalanın, insanlığın sukût sebebi olup, kizble Müseylimetü’l-Kez­zâb’ın esfel-i sâfiline yuvarlanmasına; sadakatın da insanoğlunun suûd (terakki) vesilesi olup, o alanın kahramanı Haz­re­ti Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın da beşerin en faziletlisi olduğuna vurgu yapılır.277 Bu konuda bu kadarlıkla iktifa edip başka bir konuya geçmek istiyoruz.

Buraya kadar, Cenab-ı Hakk’a karşı veya O’na inanan mü’minlere karşı yapılan münafıkça bir vasıftan bahsedildi ki o da münafıkların, şahsî akide, davranış, duygu ve düşüncelerinde, neticesi itibarıyla kendilerine zarar veren kizb/yalan meselesiydi. Dünyanın neresinde olursa olsun böyle birilerini gördüğünüzde, onlar hakkında mülâhazalarınızı gözden geçirmeniz icab eder. Bunlar insanlar içinde her zaman bulunacak; onlarla beraber yaşayacak ve inanmadıkları hâlde, inandıklarını söyleyeceklerdir. İç ve dış dünyaları arasında bir araştırma ve tecessüste bulunduğunuzda onların zâhir ve bâtın bütünlüğüne sahip olmadıklarını, içlerinin bazen dışlarından çok uzak, bazen çok geride olduğunu görecek; onların yalan söylediklerine ve hilâf-ı vâki beyanda bulunduklarına şahit olacaksınız.

Keza bunlar değişik hile ve dalaverelerle her meseleyi hal­le­deceklerine inandıklarından, mütemadiyen tuzak kurma, komplo peşinden koşma, –Kur’ânî tabirle– “mekir” ve “keyd” yapma işiyle iştigal ettiklerinden, âdeta bunun dışında bir şey bilmez hâle geldiklerini göreceksiniz. Dahası, bunlar insanlara karşı yaptıkları bu şeyleri, Allah’a dayanan mü’minlere karşı da yapacak, hatta bütün duygu ve düşünceleri itibarıyla hileden başka bir şey bilmedikleri için Allah’a karşı yapma cüretinde de bulunacaklardır.

Ne var ki münafık, bütün bunları yaparken sürekli gel-gitler yaşayacak; amelde, duyguda, düşüncede asla tereddütten kurtulamayacaktır. Ayrıca, İslâm hesabına herhangi bir gelişmeyi çekemeyecek, bundan rahatsız olacak ve haset hâsidi yiyip bitirdiği gibi, onları da iman ve İslâm adına meydana gelen başarılar yiyip bitirecek ve hastalıklarına hastalık ilave edecektir. İşte çok yönlü olan, onların akide ve şahsî amel açısından nifaklarına alâmet olarak anlatılan bu husus, münafık alâmetlerinin bir tanesidir.

Daha önceki âyetlerde, münafıkların, mü’minlere ve hatta Cenab-ı Hakk’ın Zât’ına karşı gözü dönmüşçesine muhâ­daa­da bulunma küstahlığına temas edilmişti. Onları bu mu­hâ­da­aya sevk eden şeye gelince o, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesine göre, kalblerinde bir marazın bulunması şeklinde ortaya konmuştu. Müteakiben, diğer bir münafık alâmeti sayılan ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede fitne ü fesada sebebiyet veren şeylerden biri olarak sayılan bir diğer husus da, toplum sınıfları arasında, aşağı sınıf-yukarı sınıf ayrımcılığının yapılması ve “Bu sınıf daha yüksek, bu değil.” gibi asırlarca hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden bir anlayışın hâkim olmasıdır ki, inananlar arasında farklı; kendi takımları, grupları, şeytanları, yandaşları ve hâkim güçlerle baş başa kaldıkları zaman farklı tavır ve davranış ortaya koymalarını, buna esas teşkil eden iç durumlarını, yani temel psikolojilerini ifade için Kur’ân, konuyu müşahhas olarak ortaya koymanın yanında, bir de istiare-i temsiliye yoluyla mücerredin enginliği çerçevesinde daha bir pekiştirir; ta ki anlayışımızın ulaşmakta zorluk çektiği hususları daha iyi anlayabilelim.

Şöyle ki, aslında onları inhirafa sevk eden husus, bir maraz-ı kalbî, bir maraz-ı ruhî ve bir maraz-ı ahlâkîdir. Böyle bir marazla malûl olanların doğru düşünüp doğru davranmaları çok zor ve hatta imkânsızdır. İşte Kur’ân-ı Kerim bu noktaya dikkatleri çekerek فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ der. Onların kalblerinde böyle kronik bir rahatsızlık olduğundan فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا Ce­nab-ı Hak da onların marazını sürekli artıp duran bir hastalık hâline getirir.

Seçilen Kelimelerdeki Dil İncelikleri (10. Âyet)

İsterseniz şimdi de dil açısından, bir meâl çerçevesinde bu âyetin bazı nüktelerine göz atalım:

7. âyetteki عَلٰى قُلُوبِهِمْ ile buradaki فِي قُلُوبِهِمْ arasında bir tetâbuk vardır. Kâfirlerin kalbleri üzerine mühür vurulmuş, münafıkların kalblerinde ise bir maraz vardır. Bu, hem kâfirin hem de münafıkın kalb cihetiyle malûl olduğunu gösterir. Bu itibarla da münafıkların –inanmayanlar gürûhunun ikinci sınıfı olarak– kâfirlerin yanında yer aldıkları söylenebilir.

مَرَضٌ kelimesi, Arapçada, sülâsî babların dördüncüsünden gelir. Bundan türetilen sıfat, ism-i fâil olarak مَارِضٌ şeklinde değil, مَرِيضٌ şeklinde sıfat-ı müşebbehe olarak gelir. مَرَضٌ kelimesi, Türkçemizde hastalık demektir. İnsanın asabî ve adalî olarak kısmen veya tamamen bir kısım fonksiyonlarını yerine getirememesi ve muvazenesizliğe düşüp kendisinden beklenileni verememesine maraz dendiği gibi, bu kelime, mizaç bozukluğu mânâsına da kullanılır. Marazı bu açıdan ele alırsak mânâ, “Onların kalblerindeki hastalık sebebiyle mizaçları bozulmuş ve artık ruhî ve bedenî fonksiyonlarını tam eda edemiyorlar ve kendilerinden bekleneni veremiyorlar.” şeklinde olur. Tâbiîn imamlarından Katâde İbn Diâme, İkrime ve Dahhâk’ın beyanlarına göre bu rahatsızlık, Allah’a sağlam inanamama hususunda bir tereddüt ve şüphe hastalığıdır.

Aslında, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’yi teşrif ettiği dönemde, inanç noktasında bunların kalblerinde ciddi bir hastalık vardı ve böyle bir hastalık içinde bulunduk­larından, başkalarını da kendileri gibi hasta görüyorlardı. Evet kar­şı­laştıkları herkesi aynı hastalıklarla malûl görüyorlardı. Ya­ni onlar, kendileri gibi başkalarını da ahiret hakkında tereddüt içinde, Allah hakkında bozuk anlayışlı, tabi, amel noktasında da zik­zak­ları olan, fikrî, aklî, amelî, ahlâkî, ruhî reybîlik ve tereddüt içinde zannediyorlardı. Aslında insan kendinde bulunan bir hastalığı, karşısındaki insanda da vehmeden bir karaktere sahiptir. Böyle bir ruh hâleti içinde bulunan tali’siz, biraz da öyle görmek istediğinden, başkalarını da kendi vehm ü hayaliyle değerlendirir ve aynı şeyle malûl görür.

Bunun gibi, onlarda potansiyel ciddi bir maraz vardı; günü gelip de Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz Medine’yi teşrif edince –daha evvel arz ettiğim gibi– bir kısım kuruntularla oturup-kalkan kimselerin plân, tasavvur ve ümniyeleri altüst olmuştu. O gün bir dünya hâkimiyeti kurmak isteyen inkârcı düşünce, gelişen Müslümanlık karşısında küfrünü gizleme yoluna girivermişti. Küfür zâhiren gizlenince nifak düşüncesi doğmuştu. Onlar zâhiren Müslüman görünüyorlardı ama içlerinde korkunç bir küfür hükümfermâ idi. Küfür düşüncesi onların cibilliyetlerine, fıtratlarına ve ruhlarına öyle sinmişti ki, artık tefrik etmeden Nebi’ye karşı da keyd ve mekrde bulun­maktan çekinmiyorlardı. Hatta Allah’a karşı bile küstahça hileye, hud’aya kalkışıyorlardı.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’ye geldiği zaman, bu tür marazla malûl olan bu kimseler, karşılarında böyle bir Nebi’yi görünce tamamen sukût-u hayale uğradılar ve altüst oldu plânları. Bu sebeple Cenab-ı Hak da, فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا “Onların hastalığını artırdı.”

Burada bir noktaya daha dikkat etmek lazım: ف harfi burada “sebebiyet” mânâsı ifade eder, yani esas hastalığı davet eden yine onlardaki bir hastalıktır. Yani onlarda bir hastalık vardı. Hastalığın artması meselesi sanki bir komplikasyondu. On­lar hastalıklarına yanlış tedavi uyguladılar ve onu azdırdı, onul­maz bir hâle getirdiler. Keşke illetlerini bilebilselerdi.. heyhat, bilemediler ve kendilerine ettiler! Şair ne güzel söyler:

“ Bil illeti, kıl sonra mudâvâta tasaddi,

Her merhemi her yâreye derman mı sanursun?

En ummadığın keşfeder esrâr-ı derûnun

Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanursun?”

Evet, illet bilinemediğinden tedavi yoluna tam tasaddi edilememişti. Aslında bunların içlerinde bir nebiye kavuşma, akidelerini ıslah etme ve dünyaya hâkim olma hırsı vardı. Ne var ki, Nebi ile karşılaşınca kıskançlıklarına yenik düşmüş, potansiyel marazlarını azdırmış ve onulmaz bir komplikasyona sebebiyet vermişlerdi ve marazın altından, ziyade-i maraz çık­mış­tı. Evet, فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا “Bu sebeple Allah onların ma­raz­la­rını artırmıştı.”

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’yi şereflendirdiklerinde orada mütevazi bir site devlet teessüs etti. Ar­dın­dan her yerde birbirini takip eden fetihler başladı. Bu itibarla da haset cephesinin ümitleri her gün biraz daha sarsılıverdi. Hendek vakası olduğu zaman, onlar yaptıkları hıyanet sonucu artık Medine-i Münevvere’de yaşayamayacaklarını anlayarak gidip Hayber’e iltica etmişlerdi ki, orada da uzun zaman kalabileceklerine inanmıyorlardı. Dahası bilemiyorlardı ki, Cezire-i Arap’ta meydana gelen bu nur ve bu nurun hâsıl ettiği yüksek vakum bir gün kendi dışındaki her şeyi evirip çevirip kendine benzetecek ve mutlaka kendi desenini hâkim kılacaktı. Bilmiyorlardı, zira kıskançlık gözlerini kör etmişti. Bundan dolayı da, fetihleri gördükçe, o oluşuma katılıp o vücuttan bir uzuv, bir rükün olmaları ve o cereyan içinde yerlerini almaları gerekirken inatlarına takılıp yanlış yola girdiklerinden hastalıkları arttıkça artmıştı. Öyle ki nerede Müslümanlık adına bir fütuhata şahit olsalar, “Yine mi?” diyor ve hafakandan hafakana giriyorlardı. Nerede Efen­di­miz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) uzanan bir yardım eli, bir destek görseler, “Yine mi O’na yardım yapılıyor?” deyip hasetle kıvranıyorlardı ve nerede İslâm’ın nuru, İslâm’ın güneşi şû­le­feşân olsa tedirgin oluyorlardı.

İşte bütün bu hastalıklar, فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ beyanıyla gösterili­yor ki bu, onların kalblerindeki kinin, kıskançlığın, hasedin, nef­re­tin dışa vurmasından başka bir şey değildi. Evet, işte bun­lar­dı onların iç âlemlerini tahrip eden hastalıklar ve tabi bu hastalıklara sabebiyet veren de onların kendileri idi.

***

Meseleyi, kelime ve cümlelerin hususiyeti açısından ele aldığımızda o nükteler bize daha çok şey anlatacaktır:

فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا : فِي burada zarf içindir. Yani bu maraz, bedenî hastalıklar gibi, tıbbın zâhirî bir muayene veya laboratuar tahlilleriyle teşhis edebileceği türden bir hastalık değildi; kalb hastalıklarındandı. Sanki kalb, bedenin her köşesine hayat suyunu püskürttüğünde, içinde bulunan hastalığı da her yana pompalamış oluyordu ki, inanmış gönüllere imanın hâkim olması gibi, bir sürü hastalıkla malûl bulunan bu kimselerin maddî-mânevî hayatlarına da iç içe marazlar hâkimdi. Dolayısıyla da bunlar hep hastalık görecek, hastalık duyacak, hastalık konuşacak ve herkesi kendileri gibi hasta sanacak, hasta şuuruyla akıl yürüteceklerdi. Zira hastalık onların kalblerindeydi.

Evet kalb, insanın cismanî varlığında, onun bizzat müteharrik kayyimi mesabesindedir, o durunca cismanî hayat da durur. Onun gibi mânevî kalb durduğunda da ruhanî hayat durur. Bu tevcihe göre onların o mânevî hastalıklarının da فِي zarfının işaretiyle, kalblerinin derinliklerinde olduğu anlaşılıyor. Evet, onlarda bu ana unsur hastaydı ve bütün sistemin de ahengi bozulmuştu. Sahih hadiste: أَلَا وَإِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ، أَلَا وَهِيَ الْقَلْبُ “Dikkat edin, bedende bir parça et vardır; o sağlıklı olduğu zaman bütün beden de sağlıklı olur, o bozulduğu zaman bütün beden de bozulur. Bilesiniz ki o kalbdir.”278 buyrulur ki, çok önemlidir. Biz, bu iki kalbin birbiriyle alâkasını, عَلٰى قُلُوبِهِمْ’in tefsirinde arz etmiştik. İşte Kur’ân-ı Kerim, onların kalblerinin içinde hastalık var derken, asılda hastalık var; öyleyse diğer uzuvlara da sirayet edecek demektedir.

Ayrıca araz yani hastalık insanda arizîdir, sıhhat ise asıldır. Maddî-mânevî yapısıyla insan dünyaya gelirken sıhhatli olarak gelir. Maddî-mânevî arızalar, hastalıklar insanların kesbi, Allah’ın da yaratmasıyla sonradan ârız olur. Öyleyse Kur’ân: فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ ifade buyururken, “İçlerinde kesblerine mütevakkıf Allah’ın yarattığı, selim fıtratlarını bozan bir hastalık var.” demektedir. مَرَضٌ kelimesinin tenvin-i tenkîrle gelmesi, kendileri tarafından bilinemeyen bir hastalık veya beşer tarafından zor sezilen bir hastalık olduğunu gösterir. Zira bu hastalık, onların kalbî rahatsızlıklarından doğup bütün ledünniyatlarına hâkim olan ve psikolojinin çeşitli dallarıyla ele alındığında ancak anlaşılabilen bir hastalıktır. İşte bu yaklaşımdan hareketle diyoruz ki, onlarda anlaşılması çok zor bir hastalık vardır.

O zaman فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ cümlesine şöyle mânâ verebiliriz: Onların; önce kalblerinde başlayıp, sonra bütün iç dünyalarını saran, yayılıp genişleyen, derken bedenin bütün fakültelerini çepeçevre ihata eden ve fıtrat-ı asliyelerini bozan, anlaşılması zor, tam kavranamaz bir marazları var. İçlerinde öyle bir marazın olması, görme, duyma, hissetme ve sair bütün duygu ve düşünce ahenklerinin bozulması gibi bir sonuç doğuracağından, doğruyu görememe ve duyamama gibi komplikasyonlara sebebiyet verecektir.

Ayrıca, فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا ve يُخَادِعُونَ اللهَ âyetleri arasında tam bir tekâbülün (mukâbele) olduğu görülmektedir. Şöyle ki: Onlar Allah’a muhâdaa ederler, فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا “Allah da onların marazlarını artırır.” şeklinde bir mütekabiliyet söz konusudur.

Burada ف’nin sebebiyet mânâsına oluşundan şunu anlamak da mümkündür: Onlar hastalıklarını bilemedikleri için, tedavi yoluna da tasaddi edememişlerdi ki, kendilerinin sebebiyet verdiği içlerindeki bu gizli hastalık, bütün vücudu sarıvermişti de farkına varamamışlardı. Allah da (celle celâluhu) kalblerindeki bu hastalıkları artırdıkça artırmıştı.

مَرَضًا kelimesinin temyiz olarak gelişinde de şöyle bir nükte söz konusudur: Bu şekildeki bir temyiz, müphem bir nispetten belirsizliği kaldırır ki bu da şu anlama gelir: Acaba hasta tabiatlı, gözleri ve görmeleri, kulakları ve duymaları, kalbleri ve iç ihsasları çarpık bu kimselerin Cenab-ı Hak neyini artırıyor, ziyade ne ile alâkalıdır? Şöyle ki, hadislerde görüldüğü üzere hastalıklar, mü’minin sevabını artırır, derecesini yükseltir ve onu günahlardan arındırır.279 Acaba hastalık, mü’minde artırdığı bu hayırlı şeylere mukabil, münafıkların neyini artırmaktadır? Temyiz için gelen مَرَضًا kelimesiyle anlaşılmaktadır ki, Allah (celle celâluhu) bunların sadece marazlarını artırıyor. Mü’mine şeker-şerbet olan belâ ve musibetler, münafıkta fâsit daireler şeklinde sürekli mevcut marazı artırıyor.

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَۤاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ وَلَا يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إِلَّا خَسَارًا “Biz Kur’ân’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiririz. Ama o, zalimlerin sadece ziyanını artırır.”280 İnsanların içlerindeki tiksinti hâsıl eden rics (çirkin şey, huzursuzluk, inkâr), hep başka ricse sebebiyet vermektedir. Evet, âyet-i kerimede de buyrulduğu gibi rics, hep ricsi çekmektedir. وَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَتْهُمْ رِجْسًا إِلٰى رِجْسِهِمْ وَمَاتُوا وَهُمْ كَافِرُونَ “(Yeni bir sûre indiğinde) kalblerinde küfür ve nifak hastalığı olanların ricsine rics kattı ve onlar kâfir olarak öldüler.”281 Evet, âyet, onlarda önceden bulunan habâsete, denâete, tiksinti uyaran şeylere yeni şeyler inzimam ettiğini ve onların kâfir olarak bu hâl üzere ölüp gittiklerini anlatmaktadır.

Bu, esasen onların muhâdaalarına, Müslümanlar aleyhindeki komplolarına, keydlerine, mekirlerine sebebiyet veren ruhî, ahlâkî, fıtrî hastalıklarının bir sonucuydu. İşte böyleleri için hem dünyada hem ahirette azab vardır. Bu azab-ı elimi anlatan cümle, hem muhâdaanın hem inanmadıkları hâlde inanmış görünmenin hem de kalblerinde maraz bulunmasının neticesi olarak şöyle noktalanmaktadır: وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ Yani onlar için dünyada ve ukbada azabın elim olanı ve en can yakanı vardır. Bu onların yalan söylemeleri veya Peygamber’i yalanlamaları sebebiyle, bu mevzuda bir mahiyet kazanıp ikinci bir fıtrat iktisap etmelerine ceza olarak verilmektedir.

Bir hakikati yalan sayma, bir şeyi tekzip etme ve yalan söyleme Allah nazarında büyük bir cürüm, büyük bir hatadır. Bunların başında da, birinci âyette gördüğümüz gibi, göz göre göre hilaf-ı vâki beyanda bulunma gelmektedir. Şöyle ki, onlar: يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ “Gerçekten inanmadıkları hâlde Allah’a ve ahiret gününe inandık derler.” Bu itibarla da her şeyden evvel onlar, Allah’ın görüp bildiğini bildikleri hâlde yalan söylüyorlar. İşte bu insanlara, kevnî hakikatlere ve nefislerine karşı yalan söylemelerinin mukabili olarak dünyada ve ahirette kendileri için can yakıcı bir azap vardır. Yalan söyledikçe de her yalana mukabil vicdanlarında –varsa vicdanları– azap duyacaklardır.

اَللّٰهُمَّ أَجِرْنَا وَقِنَا النِّفَاقَ وَالشِّقَاقَ وَالْاِفْتِرَاقَ وَالضَّلاَلَ، آمِينَ.


260 Bkz.: Nisâ sûresi, 4/143.

261 Buhârî, tefsîru sûre (63) 5, 7; Müslim, birr 63.

262 Tevbe sûresi, 9/101.

263 Muhammed sûresi, 47/30.

264 Bakara sûresi, 2/74.

265 Hadîd sûresi, 57/16.

266 Bakara sûresi, 2/74.

267 Mü’minûn sûresi, 23/100.

268 Bkz.: el-Beyzâvî, Envâru’t-tenzîl ve esrâru’t-te’vîl 1/162,163.

269 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.602 (Otuzuncu Söz, İkinci Maksat).

270 Bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (3) 15, merdâ 15, edeb 115.

271 Târık sûresi, 86/15-16.

272 Bediüzzaman, Muhakemat s. 12 (Birinci Makale).

273 Bakara sûresi, 2/10.

274 el-Cürcânî, Delâilu’l-i’câz s.136; el-Kazvînî, el-Îzâh fî ulûmi’l-belâğa s.106

275 Münâfikûn sûresi, 63/4.

276 Buhârî, edeb 69; Müslim, birr 102-105.

277 Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.82-83.

278 Buhârî, îmân 39, büyû’ 2; Müslim, müsâkat 107.

279 Bkz.: Buhârî, merdâ 1; Müslim, birr 51; Tirmizî, cenâiz 1.

280 İsrâ sûresi, 17/82.

281 Tevbe sûresi, 9/125.

-+=
Scroll to Top