BAKARA SÛRESİ

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚ ۛ ف۪يهِۚ ۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَ

“İşte o kitap, onda asla şüphe yoktur. O, muttakiler için ayn-ı hidayet bir yol göstericidir.”

(Bakara sûresi, 2/2)

Bu âyet-i kerimedeki هُدًى mânâ-yı masdarîdir. Bu ise, “Fert hidayeti bulma adına kendi çabası, gayreti olmaksızın hidayete eremez ve onunla hedeflenen noktaya ulaşamaz.” mânâsını taşır. Diğer bir ifadeyle, tenvin de nazara alınarak, içinde şüphenin şemmesi olmayan bu kitapta müttakilere, aşkın bir hidayet-i rabbaniye vardır.. muttakilere vardır, zira onlar reyb ü şüpheden ârî oldukları gibi hem şeriat-ı garranın emirlerini yerine getirme konusunda, hem de şeriat-ı fıtriyenin prensiplerine riayet bakımından hazır ve hakkı kabule teşne, dahası ön yargılı olmadıklarından böyle bir hidayetten istifade de ancak onlara müyesserdir.

Ancak sayfanın sonundaki أُۨولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ cümlesindeki هُدًى hâsıl-ı bi’l-masdardır. Yâni Allah’ın, kullarını hidayete mazhar etme adına yarattığı illet-malul münasebeti söz konusu olmaksızın dilediği kullarına bahşettiği ve هُدًى ile ifade edilen vâki bir hidayettir. Buna ulaşabilmenin, bu kapıyı aralayabilmenin yolu ise, لِلْمُتَّق۪ينَ kaydından anladığımız kadarıyla, takva dairesi içinde bulunmaktır. Böyle bir takvanın ilk mertebesi iman ve mârifet, son mertebesi ise Cenâb-ı Hakk’ın rıdvanına ulaşmaktır. Fezlekedeki tasrihe göre de, takvayı bu seviyede temsil edenler ancak kurtuluşa ereceklerdir.

Ayrıca, siyak-sibak itibarıyla âyetten, her ne kadar hidayetin, Allah’ın yaratmasına bağlı olduğu anlaşılsa da, onun dünyada insanı emn ü eman ve itminana ulaştırması, ahirette de vesile-i felah olması, muhatapların hür iradeleriyle ortaya koyacakları tavır, davranış ve seçeneklere vâbestedir.

Özetle denebilir ki, ilk هُدًى kelimesi bir sebep, ikincisi de lütuf dalga boylu bir netice ve ikisi birden Fatiha’daki اِِِِهْدِنَا duasına hem bir cevap hem de yoldakilere yol erkânını beyan gibidir.

ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضًا

“Onların kalb-i ruhanîlerinde hastalık var. Allah Teâlâ bunların hastalıklarını daha da artırmıştır…”

(Bakara sûresi, 2/10)

Bazı tefsirler فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضًا cümlesini açıklarken اَلْجَزَاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ şeklinde bir yorum getirmişlerdir.1 Şöyle bir yaklaşım daha doğru olsa gerek: Allah, onların kalblerindeki hastalığı artırdı; zira onların niyet plânında kötülüklerle içli-dışlı olmaları, bununla da kalmayıp fırsat buldukça bu kötü niyetlerini gerçekleştirmeleri, sebeplerin artışıyla neticenin katlanması demektir ki, bu da tam bir fasit dairedir. Yani bir türlü kalbten sökülüp atılamayan, hatta sökülüp atılması dahi düşünülmeyen kötü niyetler, başka kötü niyetleri doğurmuş, bu kötü niyetler üzerine yapılan ameller, yeni kötü ameller doğurmuş ve böyle bir fasit daire içinde münafık helâk olup gitmiştir. Bu itibarla, فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضًا cümlesi tefsir edilirken, “fasit dairenin tabiî ve olağan neticesi” denilmesi her hâlde daha muvafık olacaktır.

Bir kere insan sağlığının tabiî, hastalığın tâli, fıtrat-ı selimenin esas, ruhî rahatsızlığın arizî olmasına binaen, kalbin hıfz u sıhhatine bakmayanlar ve ona mânevî karantina şartları hazırlamayanlar bu latîfe-i rabbaniyeye virüs kaptırmış olurlar. Her bir hatadan başka bir hataya, her bir günahtan daha büyük bir mâsiyete, hatta mâsiyetlerin en büyüğü olan küfre değişik yollar bulunması itibarıyla, mebdede gayet küçük başlayan bir şey bazen tasavvurları aşkın geniş bir açı ile noktalanabilir.

Münafıkların hastalığı, bir akide bozukluğu veya şüphe ve tereddüt ise, bu aynı zamanda potansiyel bir küfür ve ilhad demektir ki, inayet-i ilâhî ile günahtan küfre uzanan halkalar kırılmadığı takdirde, mâsiyet katlanarak inkârı netice verebilir. Hatta bazen, Allah’tan nefsine uzanan çizgide her şeyden şüphe eden bir reybî, başkalarını da kendine kıyas ederek o uğursuz düşüncesiyle, herkesi ve her şeyi aynı marazın pençesinde kıvranıyor görür ve bu marazı ruhunda kat katıyla yaşar. Dolayısıyla da şüphe, tereddüt ve ilhadının katmerlenmesine denk hem kendi ruhundaki zikzaklarla kıvranır hem de başkalarını kendisi gibi imansız, iz’ansız, itimat edilmez ve güvenilmez insanlar olarak gördüğünden, kendi vehm ü hayalinde icat ettiği müterâkim bir sürü hastalığın altında ezilir gider.

مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًاۚ فَلَمَّا أَضَۤاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ ف۪ي ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ

“Onların misali, tıpkı bir ateş yakmak isteyen veya ateş yakanlar kıssasına benzer; o ateş yanıp da etrafını aydınlatınca, Allah hemen onların aydınlığını veya göz nurlarını giderir; giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır (artık hiçbir şeyi) göremezler.”

(Bakara sûresi, 2/17)

Âyet-i kerimede, münafıkların iç dünyaları bir temsille müşahhaslaştırılarak gözler önüne seriliyor.

Münafıklar, Müslümanlarla içli-dışlı bir hayat sürdürdükleri için, ara sıra da olsa iman nurunu göz ucuyla görebiliyorlardı. Ancak, kalb ve kafalarındaki o nifak, iman nurundan tam anlamıyla istifade etmelerine mâni oluyordu.

Evet, bunlar, ya Hz. Resûl-i Zîşân’ın tutuşturduğu meşaleyi hafife alıcı nazarlarının matlaştırması veya fıtrî istidatlarını ifsatlarının köreltmiş olması sebebiyle bakar-kör hâline gelmişlerdi ki, zâhiren bakıyorlardı, ama meşalenin göz kamaştırıcılığıyla karşılaşıyor, ona im’ân-ı nazar edeceklerine, ruhlarında harekete geçen dinamizmi şüphe ve tereddütleriyle nötralize ediyor ve tesirsiz hâle getiriyorlardı. Hatta, ışıktan istifade edip yol alacaklarına ondan nasıl bir yangın unsuru elde edeceklerini plânlayıp duruyorlardı ki, اِسْتَوْقَدَ kelimesi bu iki tevcihe de açık görünmektedir.

Kâfirlere gelince, onlar iman ve onun nurefşân ışıkları ile hiç tanışmamış, onu hiç görmemiş ve onun büyüleyici, kudsî atmosferine hiç girememişlerdir. Bu sebeple, kâfirler şu ya da bu vesile ile iman nurunu bir defa vicdanlarında duyup hissedince –küfre şartlanmışlar hariç– daha ondan vazgeçmiyor ve hayatlarının geri kalan kısmını, samimî bir mü’min olarak geçirmeye çalışıyorlardı. Şüphesiz bunda, ziya-zulmet ölçüsünde küfür-iman farklılığının tesiri büyüktür. Daha önce başka şeyler görenler, bakıp onu tanıyınca yeni bir dünyaya uyanıyor ve İslâm’ı bütün câzibedar güzellikleri ile görebiliyorlardı. Zaten her zaman, İslâm’ı ilk defa duyup yaşayanlarla, Müslüman ülkelerde doğan, büyüyen ve yaşayan –çok azı hariç– kimselerin İslâmî hayatları mukayese edildiğinde, yukarıda bahsini ettiğimiz husus daha bir açık olarak görülecektir.

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ

“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu sebeple onlar (içinde bulundukları hâlden) geri dönemezler.”

(Bakara sûresi, 2/18)

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ

“Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.”

(Bakara sûresi, 2/171)

Mealini verdiğimiz âyetlerin biri münafıklarla, diğeri de kâfirlerle alâkalıdır. Görüldüğü gibi burada, hazımsızlık, bakış zaviyesi ve haksızlık düşüncesinde münafıklar ve kâfirler sağır, dilsiz ve körlükle aynı çizgide müşterek mütalâa ediliyorlar. Ancak âyetlerin fezlekeleri farklı; birinde fıtrat-ı asliye ve eski hâllerini bulamama, diğerinde ise akıllarını kullanamama söz konusu. Onları sağır, dilsiz, kör fasl-ı müşterekinde birleştiren unsur, Yüce Yaratıcı’yı bulma adına önlerine bir meşher gibi serilmiş kâinat kitabını iyi değerlendirememe, varlığı hallaç edememe, hâdiseleri iyi yorumlayamama, kitaplara kulak asmama ve vicdanının sesini dinleyememe gibi hususlardır. Eğer onlar bu unsurları iyi değerlendirebilselerdi, tıpkı mü’minler gibi gönüllerinden gele gele “Lâ ilâhe illallah” diyecek, akıllarını kullanmış olacak, fıtrat-ı asliyelerine dönecek ve hayatlarını Hakk’ın düsturları, emir ve yasakları çizgisinde sürdüreceklerdi. Evet, onlar sağırdırlar; çünkü kâinattaki her şey kendi lisan-ı mahsusuyla Allah’ı haykırırken, onlar bunları duyamamaktadırlar. Dilsizdirler; zira vicdanlarının hissettiklerini bir türlü ikrar edememektedirler. Kördürler; çünkü Allah’ın varlığına ve birliğine giden yolları görememektedirler.

Fezlekelere gelince; kâfirler için لَا يَعْقِلُونَ “Akıl etmez, akıllarını kullanmaz ve düşünmezler.” deniyor ki, zaten eğer düşünselerdi, düşünebilselerdi imana giden yolları rahatlıkla bulabileceklerdi demektir. Nitekim Mekke’nin o mütemerrit ve muannit kâfirleri, evet Efendimiz ve ashabına yıllarca kan kusturan o insanlar, Hudeybiye Sulhü sonrası o yumuşak ortamda, Müslümanları kendilerine has çizgileriyle tam tanıyınca, o eski şartlanmışlıklarını bir kenara bırakarak, “Tarihî bir yanılgı içindeymişiz.” dedi ve hakka yöneldiler. Evet, kâfirlerin bu noktayı yakalamaları, büyük ölçüde düşünmelerine ve değerlendirmelerine bağlıdır. Onun için Kur’ân onlarla alâkalı hususu لَا يَعْقِلُونَ sözüyle noktalıyor.

Münafıklar ise; Kur’ân’ın ifadeleri içinde

مُذَبْذَب۪ينَ بَيْنَ ذٰلِكَ۠ لَۤا إِلٰى هٰۤؤُۨلَۤاءِ وَلَۤا إِلٰى هٰۤؤُۨلَۤاءِ

“(Kâfirler ile mü’minler) arasında gidip-gelmekte, ne tam onlardan olabilmekte ne de bunlardan.”2 Yani zıp zıp orada, zıp zıp burada dolaşıp durmakta ve göz nurlarıyla beraber şuur ve idrak ziyasını kaybetmenin mahrumiyetini sergilemekteler. Ayrıca onlar, hayatı hep dünya yörüngeli yaşadıklarından hep günlerini gün etme sevdasındadırlar. İman veya küfür onlar için pek fark etmez; hayat standartları nerede yüksek, nerede daha rahat ve rehavet içinde olabileceklerse, hemen orayı tercih ederler. Onun için, gerekli görünce mescide bile gelebilir, namaz kılabilirler ama; وَإِذَا قَامُۤوا إِلَى الصَّلٰوةِ قَامُوا كُسَالٰىۙ يُرَۤاؤُۧنَ النَّاسَ وَلَا يَذْكُرُونَ اللّٰهَ إِلَّا قَل۪يلًا Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar; sırf insanlara gösteriş yaparlar, yoksa aslında Allah’ı pek az hatırlarlar.”3 fehvâsınca, namazlarını tembel tembel ve gösteriş mülâhazasıyla kılarlar. Demek ki onlar bir mânâda İslâmî çizgide hayatlarını sürdürüyorlar; sürdürüyorlar ve Hz. Peygamber’in arkasında yerlerini alıyorlar ama gözleri bakar-kör, vicdanları karanlık, düşünceleri imansız ve hiç de samimî değiller. Öyleyse onların en büyük tali’sizlikleri samimiyetsizliklerinde. İşte böylesi insanlar için Kur’ân, fezleke olarak لَا يَرْجِعُونَ “Onlar hak ve hakikat çizgisine ve hilkatlerindeki safvete dönemezler.” diyor. Zaten Münâfikûn sûresinde de âyetlerin fezlekeleri ya لَا يَعْلَمُونَ “Bilmezler.” veya لَا يَفْقَهُونَ “Anlamazlar.” şeklinde verilmektedir. Bunlarla alâkalı لَا يَعْقِلُونَ، لَا يَتَفَكَّرُونَ “Akıl etmezler, düşünmezler.” denmez; zira bu vasıflar inançsızlara ait vasıflardır.

وَبَشِّرِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُۘ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذ۪ي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَأُتُوا بِه۪ مُتَشَابِهًاۘ وَلَهُمْ ف۪يهَۤا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ

“O Cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: ‘Bundan önce rızık olarak verilenlerden bu.’ derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakilerine) benzer olarak verilmiştir. Orada onların tertemiz eşleri de olacak ve onlar orada devamlı kalacaklardır.”

(Bakara sûresi, 2/25)

Âyet-i kerimedeki وَأُتُوا بِه۪ مُتَشَابِهًا “Bunların benzerleri verildi.” kaydı, nimetler, lütuflar ve mazhariyetler açısından benzerliği vurguluyor ki, Bediüzzaman Hazretlerinin yaklaşımı ile, benzetilen nimetler bu dünyadaki lütuflar da olabilir, ahiretteki lütuflar da. Meselâ insan burada “Elhamdülillah” der, orada onu bir Cennet meyvesi şeklinde bulur. Yani buradaki her bir tekbir, tehlil ve tesbih, tıpkı toprağa atılan bir tohum gibi, ahirette değişik Cennet nimetlerini netice verir. Yalnız burada bir husus var ki, o da bizim bu iki şey arasındaki münasebeti tam anlayamayışımızdır. Aslında biz, her şeyi sebepler dairesi içinde mütalâa ettiğimizden, tahlil ve terkiplerimizde belli ölçüde sebeplerin tesirinde kalmaktan kurtulamıyoruz. Hâlbuki, bu sebepler dünyasında öyle şeyler cereyan ediyor ki bunlar, âyetin bahsettiği hakikati âdeta gözlerimize sokacak şekilde. Meselâ bizim buğday ektiğimiz tarladan arpa biçtiğimiz hiç olmamıştır. Oysaki bu ikisi neredeyse aynı cinsten sayılır. Elma ağacından armut devşirdiğimiz de görülmemiştir.. keza üzüm bağlarından incir topladığımız da.. Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy geliyordu, O, Cibril’in ne dediğini tam anlarken, etrafındakiler arı vızıltısı gibi bir şey bile duymuyorlardı. Veya Cenâb-ı Hakk’ın gecenin üçte birinden sonra, sema-i dünyaya nüzul etmesi.. ve daha yüzlerce hususu, sebepler çerçevesinde ve tenasüb-ü illiyet prensiplerine göre anladığımızı söyleyebilir miyiz?

Evet, İmam Gazzâlî’nin deyimiyle bizler sahip olduğumuz “akl-ı meâş”la ukbâ buudlu bu şeyleri dünyada çok iyi anlayamıyoruz. Fakat ahirette “akl-ı meâd”la donatılacağımız ve her şey metafizik kanunlar çerçevesinde cereyan edeceğinden, işte o zaman “Sübhanallah” deme ile Cennet meyvesi yeme arasındaki münasebeti kavrayacak ve oradaki mükâfatlarla buradaki amelin nasıl bir sebep-sonuç alâkasıyla irtibatlı olduğunu apaçık göreceğiz.4

Evet, o âlemde artık fiziğin kanunları geçerli değildir. Meselâ, Efendimiz’in beyanlarına göre, namazımız kabirde bizim enîs ü celîsimiz, yoldaşımız, arkadaşımız olacaktır.5 Keza bir kişi Cennet’in sekiz ayrı kapısından girebilecek,6 Kur’ân temessül edip onu okuyanlara şefaatte bulunacaktır.

Gelelim âyete; Fahreddin Râzî’nin ifadesine göre Kur’ân-ı Kerim’de bu misaller, meselelerin akılla daha iyi kavranabilmesi için verilmektedir.7 İstib’ad edecek bir şey yoktur. İşin asıl mahiyetine gelince, o gerçek çizgileriyle ahirette zuhur edecektir; edecek ve amel-i salih işleyen mü’minler, Cennet meyve ve nimetlerinden her rızıklanışlarında, “Bu, dünyada veya az önce Cennet’te lütfedilen şeylerdendir.” diyecekler.

Evet her nimet, ya bir amelin sevabı ve o sevabın temessülü veya oradaki sermedî lütuflar, amel, tohum ve çekirdeklerinin başak ve sünbül vermeleridir. Bu itibarla da ikisi birbirine bir iç benzeyişle müteşabihtirler. Cennet buudları itibarıyla ise, aralarında dünya kadar fark vardır; zira, biri hikmetin tohumu, diğeri kudretin meyvesidir. Biri sermedî televvünlü ve dupduru, diğeri gelip geçici ve küdûretli. Biri zevk-i mânevî derinlikli, diğeri cismanî haz buudludur. Biri “ayne’l-yakîn” seviyesinde bir ihsan, diğeri “hakka’l-yakîn” zirvesinde bir lütf-u Rahmân’dır.

وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰۤئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَل۪يفَةًۘ قَالُۤوا أَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَۤاءَ

“Bir zaman Rabbin meleklere ‘Şüphesiz Ben yeryüzünde birini halife kılacağım.’ demişti. (Melekler) ‘Orada bozgunculuk yapacak, yeryüzünü fesada verecek, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?’ demişlerdi.”

(Bakara sûresi, 2/30)

Melekler bunu bir ilm-i hâs ile bilmişlerdir. Bu ise, onların bir ölçüde Levh-i Mahv ve İsbat’a ıttılaları demektir. İlm-i ilâhîde evvel-âhir, cenin-tam insan, iyon-çekirdek vs. hepsi aynı anda bilinir ve ihata edilir. Onun içindir ki, ahd-i mîsak mevzuunda “Allah bunu âlem-i ervahta veya ana rahminde aldı.” demek doğru olabilse de eksiktir ve bir daraltma vardır. Belki bütün bir “lâ yezâl”de alıyor demek daha uygundur; çünkü bizim kayıtlı bulunduğumuz âlem her an değişmektedir. İşin O’na ait yönünde ise değişme söz konusu değildir. Aslında, جَدِّدُوا إ۪يمَانَكُمْ بِلَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illallah’ ile yenileyiniz.”8 sözü de ancak böyle bir yaklaşımla tam anlaşılabilir.

Şimdi yeniden konumuza dönüyoruz: Melekler Levh-i Mahv ve İsbat’tan insanların kan dökücü, fesat çıkarıcı özelliklerine muttali olmuş ve bu sebeple böyle bir istifsarda bulunmuşlardır. Tıpkı bizim bugün çarşıya çıkıp da bir sürü eracif karşısında “Allah bunları niye yarattı ki?” dememiz gibi… İhtimal onlar aynı insanlar arasında zuhur edecek enbiyâ, asfiyâ ve evliyâ gibi insanlığın ayları, güneşleri sayılan büyüklere tam muttali olamamışlardı. Zaten bundan dolayı da Allah قَالَ إِنّ۪ي أَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمونَ “Ben sizin bilmediğinizi biliyorum.” diyerek onlara karşılık vermemiş miydi..!

Allah tarafından insana bahşedilen böyle bir hilâfet, belli ölçüde, bütün varlık ve hâdiselere nisbî bir müdahale mânâsına hamledileceği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın irade ve kudretinden bir kısım tecellîlerle onları hem birbirleri arasında hem de topyekün varlık karşısında hâkim duruma getirmesi şeklinde de yorumlanabilir. Böyle bir imtiyaz ve hususiyet, her şeyi Allah’a nisbet etmek ve O’ndan bilmek şartıyla, O’na niyabeten ellerinin ulaşabildiği her yerde bir kısım tasarruflarda bulunabilme demektir ki, O’nun namına hareket edecek, O’nun namına işleyecek, O’nun namına başlayacak ve her işinde O’nun nâibi, varlık kitabının tezhibinde O’nun fırçası, küre-i arz bostanında O’nun bahçıvanı ve bütün dünyevî işlerde O’nun çırağı gibi hareket edecek ve bundan öte herhangi bir tesahüp düşüncesini de haddini bilmezlik kabul edecek.

Zaten, إِنّ۪ي خَالِقٌ yerinde إِنّ۪ي جَاعِلٌ kullanılması da, halka ve ilk yaratılışa göre, Zâtı itibarıyla değil de, evsâfı itibarıyla, ikinci derecede bir yapma ve şekillendirme; asaleten değil de niyabeten bir gözcülük ve nezarete delâlet etmektedir.

İhtimal, melâike-i kiramın istifsarlarının (işin aslını sorup öğrenme) arkasındaki hususlardan biri de, niyabeten yapılacak şeylerin, asaleten yapılan işlere karıştırılacağı endişesinden kaynaklanıyordu ki, onların bu zâhirî mülâhazalarının; beşerin mâyesinde, hayrın yanında şerrin, iyinin nüveleri yanında fenalık çekirdeklerinin; kalb, irade, his, şuur halitası vicdanî mekanizma yanındaki, nefret, şehvet, öfke, hırs vs. gibi şeylerden mürekkep nefsanî bir sistemin bulunması da oldukça müessirdi denebilir. Zaten “Herhâlde Ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim.” şeklinde vâki olan ilâhî cevap da hem bilinmesi gerekli olan şeyin çok derin olduğunu hem de meleklerin mazeretinin kabul edileceğini iş’ar gibidir.

وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْأَسْمَۤاءَ كُلَّهَا

“Âdem’e bütün isimleri öğretti.”

(Bakara sûresi, 2/31)

Talim-i esmâda muhatap sadece Hz. Âdem değil, belki evveliyle, âhiriyle bütün insanoğludur. Hz. Âdem’e öğretilen şeylere gelince onların hepsi bir nüve, birer çekirdek mahiyetindedir. Yani nasıl ki onun sulbünde bütün kan grupları, bütün ırklar mündemiç idi; ona bildirilen ve öğretilen şeylerde de bütün ilimlerin nüvesi, çekirdeği vardı. Onları geliştirme, onlarla yeni terkipler meydana getirme ise daha sonra gelecek olan nesillerin vazifesiydi.

Hz. Âdem’e bu talim, vahiyle pek çok bilinmezin enbiyâ ve mürselîne bildirilmesi gibi, Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Âdem’in ruhuna işlemesi ve yüklemesi şeklinde olabileceği gibi, onun özüne yerleştirdiği ihtiyaç ve zaruret hisleriyle, yine onun benliğine dercettiği öğrenme arzusu ve istidadı sayesinde peygamberane bir hızla, hem isimleri, hem de o isimlerin müsemmalarını belleme şeklinde de olabilir.

Bunun ötesinde, Hz. Âdem’e belletilen şeyler, bugün de herhangi bir dille hedeflenen şeyler mi..? İsimden müsemmaya, ondan da her şeyin sahibine uzanan bir düşünce yolundaki yol mülâhazaları mı?.. Varlığın perde önü ve perde arkası münasebetleri mi?.. Melekûtun bilgi örgüsü mü?.. Meleklerin esâmisi mi veya insanoğlunun isim, müsemma ve serencamesi mi?.. Bütün bunları teferruat sayıp üzerinde durmayacağım.

أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ أَنْفُسَكُمْ وَأَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَۘ أَفَلَا تَعْقِلُونَ

“(Çok garip) sizler Kitab’ı (Tevrat’ı) okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) hâlde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”

(Bakara sûresi, 2/44)

Bu âyet-i kerime doğrudan doğruya bir kısım İsrailoğullarını alâkadar etmekle beraber, Müslümanlara da işârî olarak tenbihte bulunmaktadır. Burada asıl anlatılmak istenen şey de hâl ile kâl birliğinin gerçekleştirilmesidir. Nitekim bir başka âyet, bu hususu bir başka üslûpla ifade sadedinde:

لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ “Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz ki?”9 demektedir.

Evet, hâl ve kâl, hakkı tutup kaldırma, onu temsil edip anlatma adına çok önemli iki cepheli bir dildir. Bu iki görünümlü tek dil hakikatle gürleyince, onun tesiri müthiş olur. Evet, insan başkalarına söyleyeceği şeyleri önce kendi nefsinde yaşamalı ki, iç-dış, beyan-hâl farklılığına düşmesin. Bir eserde, Cenâb-ı Hak, Hz. İsa’ya “Yâ İsa, önce nefsine vaaz et. Eğer o kabul ederse, sonra insanlara nasihatte bulun! Yoksa (nefsinin kabullenmediği şeyleri başkalarına anlatma hususunda) Benden utan!”10 buyurur. O hâlde insan önce inandığı şeyleri yaşamalı, kendinden tecrit mülâhazası içinde, kendi duygu-düşünce ve iç derinliklerini seslendirmelidir. Gece hayatı olmayan biri, teheccütten bahsederken utanmalı.. namazını huşû ve hudû ile kılamıyor, Allah’a karşı saygılı davranıp gerekli mehâbet ve mehâfeti içinde duyamıyorsa, kâmil namazdan dem vurmamalı.. hasbî ve diğergâm değilse, bir tek kelime ile dahi başkaları için yaşamaktan kat’iyen bahis açmamalı; açmamalı zira lihikmetin (bir hikmete binaen) Allah, anlatılan hususların tesir gücünü, anlatanın yaşamasına bağlamıştır. Bakınız, İslâm’ı anlatma ve müdafaa etme adına bazı kimselerin irşad, cevap ve reddiye gibi şeyleri hep havada kalmaktadır. Hatta, samimî olunmadığından, yer yer daha önce söylenen şeylerden vazgeçilmekte ve muhaliflerin anlayışlarına mümaşat edilmektedir. Mustafa Sabri Efendi, bu durumu şöyle izah eder: “Bunlar, anlattıkları şeylerde, başkalarına verdikleri cevaplarda, yazdıkları kitaplarda samimî değiller. Eğer samimî olsalardı, dediklerini yaşar ve hayatlarında zikzak çizmezlerdi.” Yaşamadı, zikzaklar çizdi ve arkalarındakileri tereddütlere attılar.

Bu itibarla da, hizmet düşüncesi ile dahi yazılmış olsa, bu kitaplar, bu reddiyeler yazıldıkları yerlerde teşettüt-ü efkâra (fikir dağınıklığına) sebebiyet vermiş ve önü alınmaz ayrı kaosların doğmasına yol açmıştır. Öyle ise, önemli olan, müessir olabilmenin yollarını araştırmaktır. O da, bilme, yaşama, metot, muhatabı tanıma, neyi, nasıl, nerede anlatacağını iyi tespit etme gibi her biri kendi çapında önemli hususların yanı başında, tebliğcinin yürekten ve samimî olmasıdır.

Burada, hatırlatılmasında yarar olan bir diğer mesele de, لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ “Niçin yaşamadığınız şeyleri anlatıyorsunuz?”11 âyetinin, yanlış anlaşılma ihtimalidir. Zira âyet-i kerime, zemm makamında “niye-niçin” diyerek bunları sorgularken, “Ha sakın yaşamadıklarınızı anlatmayın!” demiyor. Zira yaşamak ayrı anlatmak da ayrı birer ibadettir. İkisini birden yapmayan iki günah, birini yapmayan da bir günahla kendini tesirsizliğe mahkûm etmiş olur. Evet, daha önce de ifade ettiğimiz gibi müessiriyet, anlatılanların yaşanmasına bağlıdır.

Evet, insanlara iyiyi emredip, onları kötülükten vazgeçirmeye çalışırken insanın kendini unutması açık bir tenakuzdur ve böyle bir yanlış, ifade, beyan gücü, bilgi gibi pek çok doğruyu götürecek mahiyettedir ki, âyetin fezlekesi de, aklı olan bir insanın böyle bir çelişkiye düşmemesi gerektiğini hatırlatarak, “İnan, düşün, yaşa ve anlat!.. Aksi gevezeliktir, konuşanın kredi ve itibarını götürür ki, bu da onun kendini katmerlice unutması mânâsına gelir.” demektedir. Bu itibarla vâiz, nâsih, mürşit, mübelliğ, yazar ve programcı, yapıp ettiği şeylerde ciddî olmalıdır ki kendisi de ciddiye alınsın ve bahse konu hususların değerine toz kondurmasın. Dahası irşad için yamuk yumuk davranmakla, idlal yolunda tutarlı konuşanların altında kalmasın…

وَإِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ أَنْفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُۤوا إِلٰى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُۤوا أَنْفُسَكُمْ

“Musa kavmine: ‘Ey kavmim!’ demişti. ‘Sizler, buzağıyı (tanrı) edinmekle şüphesiz kendinize zulüm (veya haksızlık) ettiniz, şimdi siz o pak ve temiz Yaratıcınıza tevbe edip, nefislerinizi öldürünüz.’ ”

(Bakara sûresi, 2/54)

Bu âyet-i kerimede yer alan “Nefislerinizi öldürün!” kaydı, birbirinizi öldürün veya buzağıya tapmayanlar, tapanları öldürsün vs. gibi tefsir edilegelmiştir ama, şöyle de tefsir edilebilir: Siz, buzağıya tapmak, onu tanrı edinmekle mademki kendi içinizdeki dinî, içtimaî, fikrî vahdet ve tevhidi bozdunuz ve bir kavga zemini oluşturdunuz; öyle ise haydi birbirinizle kavga edin bakalım.. veya nefis ve enaniyet cihetiyle ölün ki, ruh ve mâneviyat adına dirilebilesiniz.. veya tasavvufî mânâda “İçinizdeki kuvve-i şeheviye, gadabiyye vs. gibi kötü duyguları öldürerek nefis ve enaniyet cihetiyle fenâ bulunuz ki, kalbî ve ruhî hayatınız itibarıyla bir “ba’sü ba’de’l-mevt”e mazhar olabilesiniz…”

Ayrıca burada, buzağıya tapan tapmayan herkesin, kendi kendini öldürmesiyle kastedilen ne ise, hemen her ferdin keffaret türü böyle bir arınmaya davet edilmesi, mâsiyeti irtikâp edenlerin açık küfürlerini, sükut edenlerin de zımnî günahlarını hatırlatması ve tevbeye yönlendirilmeleri bakımından gayet mânidardır.

Bundan başka, bu kutlu tedmir veya ağır imtihanların tamamen dahilde cereyan etmesini ve dolayısıyla daha acıklı olduğunu ifade sadedinde, başkalarıyla savaşmayı anlatan قَاتِلُوا yerinde فَاقْتُلُوا ’nun seçilmesi ve bununla, onların maruz kalacakları iç ızdırap, iç çile ve iç çekişmelere işareti bakımından o da çok anlamlıdır.

وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذ۪ينَ اعْتَدَوْا مِنْكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئ۪ينَ

“İçinizden cumartesi günü azgınlık edip de bu yüzden kendilerine ‘Aşağılık maymunlar olun!’ dediklerimizi sizler de elbette bilmektesiniz.”

(Bakara sûresi, 2/65)

Bu âyet-i kerimede beyan edilen mesh, –Allahu a’lem– Mücahid’in de dediği gibi sûret meshinden ziyade sîret meshidir.12 Yani ahlâkî özellikler itibarıyla aşağılık bir maymun gibi olmaları. Ayrıca sîret meshi nesiller boyu devama da müsaittir. Bu mesh hâdisesi şu anda da bazı toplumlar için söz konusudur.

Buradaki اَلسَّبْتُ cumartesi mânâsına gün ismi olabileceği gibi, şimdilerde daha çok, Museviler tarafından tâzim edilip ibadetle geçirilen “dinlenme günü” anlamında masdar da olabilir ki son tevcih daha mâkul ve daha şâyidir.

Bu tevcihe göre konu şöyle açıklanabilir: Onlar, bir tek günlerini Allah’a tahsis etme gibi hafif bir sorumluluktan kaçtı ve Yaratıcılarına karşı nakz-ı ahdetmekle –ki, insan olarak yaratılmış olmanın gereği ve seçilmiş bir kavim olmanın da lâzımıdır– böyle bir günahı irtikâp edip insaniyet mertebesinin altına düştü ve seçilmişliğe karşı da nankörlükte bulundular, Allah da onları duygu, düşünce, hayat felsefesi hatta cismaniyetleriyle maymun tabiatlı, maymun kılıklı tali’sizler hâline getirdi.

وَإِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ۤ إِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةًۘ قَالُۤوا أَتَتَّخِذُنَا هُزُوًا

“Ve yine bir zaman Musa kavmine ‘Allah bir sığır kesmenizi emrediyor.’ demişti de onlar da ‘Sen bizimle alay mı ediyorsun?’ deyivermişlerdi.”

(Bakara sûresi, 2/67)

Bu âyet-i kerimede, ilk plânda iki ana husus göze çarpıyor: Birincisi, İsrailoğullarını imtihan etme ve onların gönüllerine işrâb edilmiş; edilmiş de âdeta terk etmeleri imkânsız bir hâle gelmiş bir hususta Allah, o kavmin sadakatlerini ortaya çıkarmak ve başkalarına bildirmek için onları böyle imtihana tâbi tutmuş. İkincisi ise, o zaman itibarıyla, İsrailoğulları içinde yaygınlaşmaya yüz tutmuş bakarperestliği tamamıyla yok etme adına böyle emirde bulunmuş; bulunmuş, zira esas olan kulun hâlis tevhid akidesine bağlı kalmasıdır ve ona muhalif her şeyi gönlünden, kalbinden, hayatından söküp atmasıdır.

Ama İsrailoğulları, ilk plânda böyle bir emri ve bu emre itaatteki inceliği kavrayamayarak, bir taraftan Mısır’da sığırın mukaddes sayılması, diğer yandan da itaat temriniyle alâkalı espriyi, risaletle gelmesini bekledikleri şeylerle –bu bekleme bazen bizde olduğu gibi onların vehm ü hayallerinden kaynaklanabilir– telif edemediklerinden, emri behemehal yerine getireceklerine, bahanelerle zaman kazanma, icrayı zamana yayma ve işin içinden sıyrılma yollarını araştırmaya koyulmuşlardı. Daha sonraki “buzağı” vak’asının da delâletiyle, eski Mısır halkından tevarüs ettikleri “bakar” kutsallığını kafalarından tamamen söküp atamamalarının yanında, bölge yerlilerinin mâbud telakki ettikleri bir hayvanın boğazlanmasını –Hz. Musa’nın mesajı açısından bir esas olmakla beraber– firavunların saltanat ve dinî anlayışlarına bir başkaldırma sayılacağının tesiri de büyük olmuştu; olmuştu da teklif-i mâlâyutâk bir iş karşısında bulundukları mülâhazasıyla: “Yoksa sen bizimle alay mı ediyorsun?” demişlerdi.

Siyak, böyle bir teklif karşısında onların mazeret veya bahaneleri ve bir yüce nebinin de kararlı tavırlarının serencamesi mahiyetindedir.

فَقُلْنَا اضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَا كَذٰلِكَ يُحْيِي اللّٰهُ الْمَوْتٰى

“ ‘Haydi şimdi (öldürülen) adama (kesilen ineğin) bir parçasıyla vurun.’ dedik. İşte Allah böyle (akla hayale gelmeyen yollarla) ölüleri diriltir.”

(Bakara sûresi, 2/73)

Maktule, kesilen ineğin bir parçasıyla vurup, onun da bunu müteakip, gerçek kâtile işaret etmesi bir mucizedir. Kendisiyle vurulan et parçası ise, işin sadece esbap yanıdır. Bu hususun bize bakan yönü ise; bugünkü modern tıp veya biyoloji ilimlerinin konusu. İnsan vefat ettikten sonra belli bir müddet beyin hücrelerinin canlı kalması.. otopsilerle elde edilen tespitlere benzer bir tespitin yapılması.. bunlar bizi ve konumuzu aşkın şeyler… İhtimal o müddet içinde, ölüye mualecede bulunulabilirse, belki de şuuraltındaki birtakım bilgiler ortaya çıkarılabilir. Meseleye sadece mucizevî yönüyle bakılabileceği gibi, geliştirilmiş daha yüksek teknoloji ve ileri bir genetik bilimiyle, mucizelerle son sınırı belirlenen bir yüce hedefe sırlı bir yönlendiriş söz konusu olabilir.

Neden sonra, emre itaat çizgisine gelen mâhut toplum, inkıyadın bereketini kat kat görmüş, hem faili meçhul bir cinayetin gerçek kâtilini öğrenerek dahilî didişmelerden kurtulmuş, hem de belli ölçüde ruhları tesiri altına almış olan maddeci düşünce, haşre-neşre inanmama gibi telakkiler darmadağınık edilmiş ve bakara parçasıyla “ba’sü ba’de’l-mevt”e geniş bir pencere açılmıştır.

وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ لَا يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ إِلَّا أَمَانِيَّ وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَ

“İçlerinden birtakım ümmîler vardır ki, Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Bütün bildikleri birtakım kuruntulardır (kulaktan dolma şeyler). Doğrusu onlar sadece bir zan ve tahmin peşindedirler.”

(Bakara sûresi, 2/78)

Bu, günümüzde olduğu gibi, o dönemde de din hakikati yerine bir kısım ümniyelere, ütopyalara gönül bağlayanları resmetmektedir. Aslında, Marksizmin de, komünizmin de, kapitalizmin de temelinde, esası dinden kaçışa dayanan hep bu kuruntu, ütopya ve kehanetler vardır. Ve acıdır; böyle bir ümniyede tarihî tekerrürler devam edip durmuş; Yahudileri Hıristiyanlar, onları da bir kısım Müslümanlar takip etmekten geri kalmamışlardır. Evet, bugün daha öncekiler gibi Müslümanlar da, Kur’ân’ın أَمَانِيُّ dediği ümniye ve kuruntular içinde bocalayıp durmaktadır. Âlem-i İslâm çapında şu andaki hâlimiz bunun en büyük şahididir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Buhârî, Müslim ve Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’inde geçen bir hadis-i şerifleriyle bize bu gerçeği açıklarken “Siz, sizden öncekilerin yollarına karış karış, adım adım uyacaksınız, hatta onlar kelerin deliğine girseler, siz de onlara tâbi olacaksınız. (Yani kelerin deliğine siz de gireceksiniz.) Sahabe: “Yâ Resûlallah! Onlar Yahudi ve Hıristiyanlar mı?” diye sorunca, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Başka kim olacak?” buyurur.13

أَمَانِيُّ kelimesi, ümniyenin çoğulu olması ve mânâsının da insanın kendi hayalinde bir kısım düşlere dalması, realize edilmesi imkânsız hülyalar peşinde koşmasıdır ki, bir mânâda idealizmle karşılansa da, temelde tahakkuku imkânsız faraziye ve nazariye demektir. Bunlardan bazılarının tahakkuku mümkün görünse de, umumiyet itibarıyla hemen hepsi havada şeylerdir ve bunları kalıcı kılmak, hedeflenen noktaya ulaştırmak muhaldir.. ve netice itibarıyla, ümniyeci için aldatan bir kehanet, aldanan kitleler için de öldüren bir hasrettir.

Şimdi, eğer bir toplumda, aydın doğru tespitte bulunamıyor, yarı münevver ve gafil kitleler de bu türlü tutarsız kehanetler arkasından koşuyorsa, topyekün bir millet hiç olmazların ağında yok olmaya namzet demektir.

وَاٰتَيْنَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ

“Meryem oğlu İsa’ya da (gün gibi) açık deliller (mucizeler) verdik ve onu Ruhü’l-Kudüs ile destekledik (teyit ettik).”

(Bakara sûresi, 2/87)

Bir hayli muhakkik, Ruhü’l-Kudüs’ün Cebrail (aleyhisselâm) olduğunu söyler.. hemen pek çok tefsir kitabında bu böyledir.14 Ne var ki, Hassan b. Sabit bir gün Efendimiz’in huzurunda:

وَرُوحُ الْقُدُسِ لَيْسَ لَهُ كِفَاءٌ

وَجِبْر۪يلٌ رَسُولُ اللّٰهِ ف۪ينَا

demiş.15 Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bunu tahsin etmiştir. O hâlde Cibril, Ruhü’l-Kudüs değildir; Hz. İsa da olamaz; zira وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ deniliyor ki, desteklenenin, destekleyenin aynı olmadığı açıktır. Kanaatime göre, Ruhü’l-Kudüs, lâhut âlemiyle doğrudan ilgili, Hakk’ın emriyle ve yine O’nun istediklerini desteklemeye hazır melekûtî bir güç ve kuvvettir ki, Hz. İsa’yı desteklerken İncil televvünlü olur, Efendimiz’i desteklerken de Kur’ân televvünlü.

Seyyidina Hz. Mesih’in evvelâ, gün gibi açık delil, burhan; iman, ikna ve hiç olmazsa ilzama götüren, kendileri açısından apaçık, başka bir şeye delâlet bakımından da fevkalâde vâzıh mucizelerle gönderilmesi ki, Kur’ân-ı Kerim, bunları değişik sûrelerde, çamurdan kuş biçiminde şekillendirilen şeylere, Allah’ın izniyle hayat üflenmesi, yine Allah’ın izniyle gözsüzün, abraşın iyi edilmesi ve ölülerin diriltilmesi, sonra gaybı ihbar nev’inden evlerde yenen ve biriktirilen nesnelerin bilinip haber verilmesi şeklinde sıralar.16 Sonra da Ruhü’l-Kudüs’le teyit buyurulmasında apaçık bir hususiyet sezilmekte.17 Bu da onun misyonunun farklılığını göstermektedir. Yoksa bazı Nasârâ’nın zannettikleri gibi, Ruhü’l-Kudüs Hz. İsa’nın şahsiyetinden bir parça değildir; onu teyit eden has bir teveccüh ve tecellîdir. Bu tecellînin Hz. Cebrail veya başka bir melekle temsil edilmesinde de beis yoktur.

Ruhü’l-Kudüs baştan itibaren değişik temessüllerle sürekli Hz. İsa’yı takip eder. Hz. Meryem’in hamile kalışından hamlini vaz’etme ânına kadar hep bu yüce peygamberin kaderiyle iç içedir. Hz. Kadir ve Mukaddir, onu, tamamen maddeye ve materyalist düşünceye inhimak etmiş bir kavme peygamber olarak göndermeyi murat buyurunca, onu bütünüyle ruha, metafiziğe açık ve maddeci düşünceyi alt üst eden bir ortamda ve ona uygun şartlar içinde yetiştirmiş ve teyit etmiştir.

Ayrıca, Seyyidetina Hz. Meryem ve mahdum-u mükerremleri hakkındaki iftira ve isnatlara karşı da bir kudsînin kutsanması söz konusudur ki, hazımsız müstenkif ve müfterîlere karşı Kur’ân mahkemesinin Hz. Mesih hakkında beraat kararı sayılır. Allahu a’lemü bi’s-savâb…

فَبَۤاؤُۧ بِغَضَبٍ عَلٰى غَضَبٍ

“Nihayet onlar (serkeşlik yapan Yahudiler) gazap üstüne gazaba uğradılar.”

(Bakara sûresi, 2/90)

Yani daha önce maruz kaldıkları gazaptan kurtulma fırsatını yakalamışken değerlendiremeyip ikinci bir gazaba çarpıldılar. Bu âyet-i kerimedeki بَاءَ fiilinde hem istihkak (hak kazanma) hem de istikrar mânâsı vardır. Ancak bu kimselerin gazap üstüne gazaba uğramalarını, bu âyette geçen şeyler ki, Tevrat’ı kabul etmeme veya bir tevcihe göre İncil’i, hatta Kur’ân’ı inkâr etmeye bağlamak doğru olsa da tamamen değildir; zira bu kavimden bazıları, Zekeriya ve Yahya’yı (aleyhimesselâm) ve onların getirdiklerini de kabul etmemişler, dahası bu peygamberleri öldürmüşlerdir. Hepimizin bildiği gibi peygamberi öldüren ise ebedî Cehennemliktir. Bu itibarla da, bilhassa şu hususu işaret etmek yararlı olacaktır: Onlarda bazılarının kendi peygamberlerine, kendi kitaplarına muhalefetleri eskiden beri devam edegelmesine ve Hz. Musa ve Hz. İsa’ya yaptıkları şeylerin yanında, Efendimiz’e edip eyledikleri bardağı taşıran son damla olmuş ve onların gazap üzerine gazaba dûçâr kılınmalarını netice vermiştir.

Evet, onlar kendilerini, firavunun azabından kurtaran ve kemalât-ı insaniyeye giden yolları gösteren enbiyâyı önce tekzip, sonra katl ve tedmir ede ede ciddî bir gazaba, hatta iç içe gazaplara maruz kalmışlardı da müjdesi, bütün eski kitapların sayfalarının ruhu, ahir zamanda gelecek Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) beklemeye koyulmuşlardı; koyulmuşlardı ama, gün gelip de o şanı yüce Nebi zuhur edince, yine o bazıları, burunlarının dibine kadar gelen bu fırsatı değerlendirememiş ve sırtlarında bir semer gibi taşıdıkları gazabın üstüne bir gazaba daha çarpılmışlardı.

وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللّٰهِ أَنْ يُذْكَرَ ف۪يهَا اسْمُهُ

“Allah’ın mescitlerinde O’nun adının anılmasına engel olandan daha zalim kim vardır!”

(Bakara sûresi, 2/114)

Âyet-i kerimenin mânâsını sebeb-i nüzuldeki meseleye hamlederek anlamak; yani bunlar, insanların Beyt-i Makdis’e ulaşmasına mâni olan Hıristiyanlardır deyip bundan hususî bir hüküm çıkarmak meseleyi daraltmak sayılır. Zira, çok yerde olduğu gibi, burada da, sebeb-i nüzul hususî, hüküm umumîdir. Öyleyse, gerek o devirde, gerekse sonraki devirlerde Hz. İsa’yı çarmıha germek isteyenler, insanların en zalimidirler. Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kâbe’ye girmesine engel olmak için Hudeybiye’de karşısına çıkanlar ve onların bu düşüncelerini takip edenler, yine insanların en zalimidirler. Mescitleri, camileri muattal bırakanlar insanların en zalimidirler. Milletin dinî hayatına, mescitlere kadar uzanan müdahaleleriyle hacir koyanlar, insanların en zalimidir vs. Mademki Kur’ân evrensel bir kitap; öyleyse bu âyeti, böyle değişik tevcihler içerisinde ele almak ve yorumlamak Kur’ân’ın ruhuna daha uygun olsa gerek…

Her şeyi yerli yerine koyup kıymet-i zatiyesiyle değerlendirmek bir hak ve hakkaniyet, bu espriye aykırı davranarak değişik şeyleri kıymet-i zatiyelerinin altında veya üstünde değerlendirmek de bir zulümdür. Öyle ise, bir şey layık olduğu yerin ne kadar daha altına çekilir ve ne kadar daha üste çıkarılırsa, o ölçüde büyük bir zulüm irtikâp edilmiş olur. Bu itibarladır ki, Allah’a şirk gibi en büyük çarpıklık en büyük zulüm sayılmış; tevhidi ilan ve şirk ü ilhadın sesini bastırma mahalli sayılan veya şirkten uzaklaşıp tevhide ulaşma rampaları kabul edilen mescitleri, bina edilme gayelerine muhalif olarak, içlerinde Allah’ın anılmasına mâni olmak veya oralarda kulluk sınırlarını daraltmak, dahası oraları kapamak veya yıkmak ya da yıkılmasına göz yummak, şirk zulmünün arkasında yer alabilecek katmerli bir haksızlık ve tecavüzdür.

Elbette ki, Mescid-i Aksâ’ya bu ölçüde bir taarruz diğer mescitlere nisbeten katmerli bir zulüm; Mescid-i Nebevî’nin aynı şeylere maruz kalması, muzaaf bir haksızlık; Mescid-i Haram’ın böyle ürperten bir muameleye tâbi tutulması ise tasavvurları aşan bir ilhad ve küfür olur. Meseleye böyle yaklaşınca, Mescid-i Aksâ’nın nüzule sebep teşkil etmesine binaen seçilen kelimelerdeki espri daha rahat kavranmış olacaktır. Zaten “mescid” değil de, çoğul sigasıyla “mesacid” denmesi de konunun umumî olduğunu hatırlatır mahiyettedir.

Bu öyle bir yaklaşımdır ki, Mescid-i Aksâ’ya tecavüz açısından Şabur ve Buhtunnasır bu zulümden nasiplerini aldıkları gibi, Ospasyonus ve Titos da nasiplerini almışlardır. Dünyanın şarkında-garbında mâbetlere tavır alan bütün mütecavizler bu haksızlıktan hissement oldukları ve olacakları gibi, ahir zamanda, Kâbe’yi ve Ravza’yı tahrip edecek kaba kuvvet de bu katmerli zulmün zalimleri olarak silinmez bir yazıyla kaydedilecektir.

بَد۪يعُ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ

“(O) göklerin ve yerin eşsiz, emsalsiz mübdiidir.”

(Bakara sûresi, 2/117)

بَدَعَ Arapça’da, daha önceden örneği, misli hiç olmaksızın var etme mânâsını taşır. Semavat ve arz da böyle enginlikleri ihata edilemeyen, güzelliklerine doyum olmayan bir eşsizlik arz ederler. Yani misli sebkat etmemiş, örneği görülmemiş hilkat acibelerindendirler. Bir taraftan, misal, örnek ve şablonun bulunmaması, diğer taraftan da madde-i asliyesi ve heyet-i hâliyesi açısından daha cazibi olmayacak ölçüde baş döndürücülüğüyle harikulâdedir. Ve milyarlarca ışıktan işaretleriyle Hz. Mübdi’i göstermektedir.

Evet, yer ve gökler o büyüleyici güzellikleri, muhtevası, perde arkası esrarıyla Hz. Hallâk tarafından “Ol!” deyivermekle oluvermiş; hem de, eksiksiz, kusursuz mükemmeliyet üstü bir mükemmeliyetle oluvermiştir. Olanlar, O’ndan ayrılıp gelen cüzler değil, O’nun zuhuru da değil; varlıkla Hz. Mübdi’ arasındaki münasebet Hâlik-mahluk münasebetidir. Ne tevellüd, ne sudûr, ne de gayri iradî bir zuhurdur. Muhalfarz öyle olsaydı, asıl, onca sudûr, zuhur ve ayrılmalar karşısında, tıpkı güneşin bir gün biteceği gibi biter gider. Oysaki, her şey yaratılıp gelişmekte, geliştiği gibi bitip gitmekte, bitip gidenleri de aynı cazibedar başka güzeller ve güzellikler takip etmektedir.. evet her şey, bir bir gelmekte bir bir gitmekte ve sadece O “Bedîu’s-semavati ve’l-arz” bâki kalmaktadır.

İşte O (celle celâluhu), her gelene vücud ve hayat nurunu bahşetmekle şuur erbabına varlığı ifade ettiği gibi, gidenler gittikten sonra arkadan gelenlerin aynı şeylere mazhariyetiyle de ebediyetini anlatmaktadır.

Bid’at kelimesi de aynı kökten gelir. Dinde olmayıp da sonradan ihdas edilen düşünce ve amel mânâsına gelen bu kelime farklı farklı tarif edilmiştir. Meselâ: “İbadet kasdıyla Efendimiz veya Hulefa-i Raşidin’in yapmadığını yapmak” veya “Resûl-i Ekrem ve Raşid halifelerden sonra ortaya çıkan ve Efendimiz’in herhangi bir sünnetini ortadan kaldırmayan ibadet ve iyi ameller” bu cümledendir. Bid’at hususunda bazı ulema oldukça sert, bazıları da bir hayli yumuşaktır. Üstad Bediüzzaman’ın tespiti itidal remzidir: Dinde ihdas edilen şeyler, usûl itibarıyla herhangi bir disipline muhalif değilse o bid’at-ı hasene; aslını da faslını da temel prensiplerle telif etme mümkün değilse o da bid’at-ı seyyiedir.18

İşin doğrusunu Allah bilir.

وَإِذِ ابْتَلٰۤى إِبْرٰه۪يمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّۘ قَالَ إِنّ۪ي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًاۘ

“Ve şunu da hatırla ki, bir zamanlar Rabbi İbrahim’i birtakım kelimelerle imtihana tâbi tutup da, o da onları tam olarak yerine getirince, Allah ona: ‘Ben seni insanlara mukteda bih bir imam yapacağım.’ buyurdu.”

(Bakara sûresi, 2/124)

Bu âyetin tefsiriyle alâkalı bazı rivayetlere dayanarak, Hz. İbrahim yeryüzünde ilk defa sünnet olan, ilk defa misafir ağırlayan, ilk defa tırnaklarını kesen, bıyıklarını kısaltan, ilk defa… vs. diyorlar.19 Bu hususlar, Allah Resûlü’nün beyanı çerçevesinde, fıtratla alâkalı şeylerse –ki öyle olduğunda şüphe yok– daha önce de var oldukları söylenebilir. Öyle ise buradaki evveliyete izafî bir evveliyet nazarıyla bakmak uygun olacaktır. İhtimal bu sözün mânâsı, sizin mensup olduğunuz halka itibarıyladır. Yoksa Hz. Âdem’den bu yana gelen insanların ilk sünnet olanı, ilk tırnak keseni vs. değil. Nitekim, Hz. Musa da, bir yerde وَأَنَا أَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ “İman edenlerin ilkiyim.”20 diyor ki, onun da ilk mü’min olmadığı açıktır; öyle ise o da izafîdir. Bu açıdan, İbrahim’in (aleyhisselâm) imtihanı meselesinde söylenebilecek en sahih söz, ona imtihan adına ne verildiyse, onu en ekmel ve en etemm bir şekilde yapmış olmasıdır ve şirke ait her şeyi mübtedilerin dahi anlayabileceği şekilde reddetmesidir.

Zaten, “belâ” kelimesiyle aynı kökten gelen “ibtilâ” tecrübe ve imtihan mânâlarına gelir. Türkçe’de sınama ve deneme sözcükleriyle de karşılayabileceğimiz bu kelime ya test ederek bazı muzmeratı, iç muhtevayı ve bâtınî müktesebatı ortaya koyma; ya da bir şeyin güzel-çirkin, iyi-kötü, seviyeli-seviyesiz evsafını meydana çıkarma şeklinde anlaşılmıştır ki, insanın kalbî ve ruhî hayatının yanında, bedenî ve cismanî bir mahiyeti de haiz olması, birinci derinliği itibarıyla ötelere ve Hakk’a açık olması, ikinci yanı cihetiyle de, yine onun insanî kemalâtının hedeflendiği ilâhî teklifler karşısında insanoğlu hep bir ikilem içinde olacak, hep bir takdir ve tercih durumunda bulunacak, bazen seçeneklerini isabetli kullanacak, bazen de sevap olanı bulamayacaktır ki, işte bu da hem kazananı hem de kaybedeni olan apaçık bir ibtilâ ve imtihandır.

قَدْ نَرٰى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَۤاءِۚ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَا

“Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu görüyoruz. Artık seni, râzı olacağın bir kıbleye döndüreceğiz…”

(Bakara sûresi, 2/144)

Âyette ilk göze çarpan husus, kıblenin Kâbe’ye tahvilinin rıza ile beraber zikredilmiş olmasıdır. Bazılarının aklına gelebilir ki, tahvil-i kıble ile rıza arasında acaba ne gibi bir münasebet var da böyle bir üslûp seçiliyor. Bakara sûresi 150. âyetin nüktelerini izah ederken de kısacık değineceğimiz gibi; tasavvufî bir yaklaşımla ifade edecek olursak, hakikat-i Ahmediye ile hakikat-i Kâbe arasında çok sıkı bir münasebet vardır. Bunun en kestirmeden izahı ise, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Kâbe hakikatinin, âdeta ikiz olarak imkânın döl yatağında beraber yaratılmış olma esprisinde yatmaktadır.. ve tabiî acıdır; şimdilerde bu ikizler birbirlerinden ayrı düşmüşlerdir.

Belli bir dönemde, Kâbe’nin etrafında veya Medine’de bile olunsa, kıble, pek çok hikmetlerden ötürü Mescid-i Aksâ idi. Bu sebeple Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) âşık-mâşuk ilişkisinin çok çok ötesinde, onunla buluşacağı ânı dört gözle bekliyor ve zımnî bir vuslat iştiyakıyla içini Allah’a açıyordu. Aslında O, sair peygamberler gibi –teşbihte hata olmasın– herhangi bir çekime kapılmayan hatta öteler ötesi âlemde dahi bir şeylere takılıp kalmayan uhrevî bir üveyik gibiydi. Meselâ, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) amûdî bir urûcla, yani dikey bir yükselişle yerçekiminden kurtulmuş, halilullah makamına ulaşmış ve bir daha geriye dönmemişti. İhtimal bu kabîl sebeplerle o, ahirette herkesin kendisinden şefaat dilediği ve dilendiği çetin bir anda, kendi nefsinden endişe ederek, kapısına gelenleri bir başkasına gönderecekti.21 Efendimiz’e gelince, O, amûdî urûcuyla yükselecek, yükselip Sidretü’l-Müntehâ’ya, Kâb-ı Kavseyn’e ulaşacak ama, hiçbir çekime takılmadan hep öteler ötesi âlemlerde seyahat edecek; edecek ve başı dönmeden, bakışı bulanmadan, büyüklüğünün ayrı bir derinliği sayılan bir ulu nüzulle bu gök yolculuğunu tamamlayacaktı.

Evet, böylesi yüceler âleminde dolaşan, meleklerin kanatlarını ayaklarının altında kaldırım taşıymışçasına kullanan bu Serdar-ı Âzam, Melikü’l-İns ve’l-Cân, hakikat-i Kâbe ile buluşmak için, peygamberane nezahet ve nezaketle başını göklere çeviriyor ve içini çekerek “Ne zaman Allah’ım?” diyordu. İşte Cenâb-ı Hakk’ın bu çerçevede O’nu Kâbe ile buluşturması neticesi elbette Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı olacaktı. Onun için, “Seni razı ve memnun olacağın kıbleye çevireceğiz.” buyuruyordu ki, bu aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın da O’ndan ve O’nun kıblesinden hoşnutluğu demekti.

Bu yeni mihrapla, kudsiyeti mahfuz iki adım geriye çekilecek, insanlığın yepyeni duygu, düşünce, inanç ve telakkilerle yeniliklere açılmaya hazırlandığı bir dönemde, bu eskilerden eski, fakat eskimeyip taptaze kalmış, Hakk’ın matmah-ı nazarı kadim ev, bağrında sakladığı nuru, sırrı ve gizli vâridâtıyla ikizine ve O’nun arkasındakilere açılacak, onları, hiç kimseyi kucaklamadığı bir sıcaklıkla kucaklayacak, ilk ve son olarak, mebde ve müntehâyı birden yaşayacaktır.

قَدْ نَرٰى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَۤاءِۚ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَا۞ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۘ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ

“(Ey Muhammed) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü, Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Müslümanlar) Siz de nerede olursanız olun (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin.”22

Bu âyetin bütünü itibarıyla farklı bir tevcih daha söz konusudur: Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) başlangıçta kıble olarak Mescid-i Aksâ’ya dönmesi Medine Yahudileri için, O’nun peygamberliğini kabule bir ihzariye tesiri icra etmişti. Yani onlarda, “Bu, peygamber olabilir.” düşüncesini uyarmıştı. Daha sonra da mihrabın Kâbe’ye çevrilmesi, Mekke’de Hz. İbrahim’in dinine bağlı gibi görünen ve karşı millet olarak alâka duyan müşriklerin kalblerini yumuşatmış ve Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini müzakere edilir bir konu hâline getirmişti. Yani, hem Yahudilerin, hem de müşriklerin kudsiyet izafe ettikleri mekânlar, İslâm dinince kabullenilmiş oluyor ve bu durum onların İslâm’a bakış açılarını etkiliyordu. Zaten, bu âyette olduğu gibi, Kur’ân âyetlerinin, insanın ruh hâletini, onun psikolojik cephesini nazara veren iç içe ayrı bir derinliği vardır ki, tefsir tarihi boyunca belki de en az üzerinde durulan bir konu olmuştur.

Şatr شَطْرٌ bir şeyin yarısı, bir parçası veya tarafı mânâlarına gelir ki, bu da mehmâ emken (mümkün olduğunca) Harem-i Şerif içindeki Kâbetullah’a yönelmenin farz ve zarurî olduğunu gösterir. Pek çok sahabi ve tâbiîn imamları da âyetteki “her nerede” mânâsına gelen حَيْثُمَا ’yı gayet isabetli olarak, yeryüzünde, insanların bulundukları daireler itibarıyla mümkünün araştırılması şeklinde anlamışlardır. Şöyle ki, Harem-i Şerif’in içinde bulunanlar, mevcut ihtilaf çerçevesinde Kâbe’nin yarısına veya az dahi olsa küçük bir parçasına tam olarak; uzakta bulunanlar da o tarafa yönelmekle bu teveccüh emrine riayet etmiş sayılabilirler. Zaten, “Her nerede bulunursanız yüzlerinizi o yöne çeviriniz.” fermanı da bu tevcihi desteklemektedir.

Ayrıca, “Her nerede bulunursanız” sözünden, namazda, muayyen bir kıbleye teveccüh şart olsa da, onun için herhangi bir hususî mekâna gerek olmadığı anlaşılır ki, وَجُعِلَتْ لِيَ اْلأَرْضُ مَسْجِدًا23 beyan-ı Nebevîleri de bunu tefsir ve tafsil sadedinde şerefsudur olmuştur.

وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۘ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُۙ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌ ۠ إِلَّا الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْن۪ي وَلِأُتِمَّ نِعْمَت۪ي عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

“Nereden (sefere) çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. (Mü’minler, siz de) nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yöne çevirin ki, aralarında haksızlık edenler müstesna, insanların aleyhinizde (kullanabilecekleri) bir delili bulunmasın. Sakın onlardan korkmayın. Yalnız Benden korkun. Bu, size olan nimetimi tamamlamam içindir. (Bu suretle) umulur ki doğru yolu bulursunuz.”

(Bakara sûresi, 2/150)

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’ye teşrif ettikten sonra 16 veya 17 ay boyunca, namazlarını Mescid-i Aksâ’ya yönelerek kılmışlardı. Tabiî o günlerde, Kâbe’nin içi putlarla doluydu. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise putlara en küçük bir teveccühte dahi bulunmama mesajıyla gönderilmişti. Dolayısıyla belli bir süre kat’î tavrını ortaya koyma adına O’nun Kâbe’ye yönelmesi, namazlarını o tarafa doğru kılması men edilmişti.

Aslında hakikat-i Ahmediye ile hakikat-i Kâbe arasında çok ciddî bir alâka vardır. Ezelî takdir gereği fıtratında bunu hisseden Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), daima Kâbe’ye doğru yönelmek istemiştir ki, O’nun bu kalbden yönelişini Kur’ân bize şöyle anlatır: قَدْ نَرٰى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَۤاءِۚ “Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu görüyoruz.”24 Efendimiz’in yüzünü göğe çevirmesindeki kastı ise, kıblenin tahvili konusunda, Cenâb-ı Hakk’ın yeni bir hüküm vaz’etmesi arzusu idi. Evet O, âdeta ötelerden bir haber bekliyordu. Nitekim âyetin devamı bu müjdeyi veriyor ve فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَا۞ “Şimdi seni memnun olacağın bir kıbleye döndüreceğiz.” diyor ki, bu hakikati anlayabilmek biraz zor olsa gerek. Hakkıyla bunu anlamak, ancak Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kâbe ile tev’em bir döl yatağında yaratılmış olduğunu kavramaya vâbestedir.

İşte bu çerçeve içinde Efendimiz’in müşriklere müdârât ve mümâşât sayılabilecek mevzularda kesin tavrını koyması gerekliydi. Evet, hakikat-i Kâbe’nin kendisiyle ciddî bir alâkası vardı; vardı ama, O’nun bi’setinin sebebi olan tevhid meselesi, Kâbe kudsiyetinin de, Kâbe’nin kıble olmasının da çok çok önündeydi. Onun için Efendimiz Mekke’de yönelmeye başladığı Mescid-i Aksâ mihrabına belli bir süre Medine’de de devam buyurdu.

Medine’deki Yahudiler ise, kıblenin Mescid-i Aksâ olmasından hareketle, biz asıl, siz ise bize tâbisiniz demeye başlayarak bunu dinleri adına bir hüccet olarak kullanmak istediler.25 Aslında Efendimiz arzu etseydi Medine’ye varır varmaz, Kâbe’yi kıble edinebilirdi; ama O, kendi başına hareket etmiyordu ki!.. Evet O her davranışında Allah’a bağlı ve kendine rağmen yaşayan bir Ufuk İnsan’dı.

Ayrıca, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mescid-i Aksâ’yı kıble olarak kabul etmesi, Yahudiler içinde Abdullah b. Selâm gibi nicelerinin gönlünde hidayet meşalesinin daha bir iştialini sağlamıştı. İhtimal, kitaplarında, gelecek peygamberin bu hususiyeti de zikrediliyordu. Her ne ise… Yahudilerden bazıları İslâm’a dehalet ediyorlardı ki, 16-17 ay süren bu uygulamadan maksat hâsıl olmuş ve o insanların, Müslümanlar aleyhine kullanabilecekleri delilleri kalmamıştı. Yani, müşrikler, siz içi putlarla dolu Kâbe’ye yöneliyorsunuz, Yahudiler de, “Siz bizim kıblemize dönüyorsunuz; demek ki asıl din, bizim dinimiz.” diyemeyeceklerdi. İşte tam bu ortamda Allah (celle celâluhu), Resûlü’nü, hakikat-i Kâbe ile buluşturdu ve oraya yönelme emrini verdi. Zaten, Ahd-i Kadim’de Eş’iyâ’ya (aleyhisselâm) ait bölümde de bu hâdisenin böyle cereyan edeceğine dair bir kısım işaretler var ki, Yahudilerden bazıları da buna binaen, Efendimiz’in Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kılışını yadırgayarak “Gelecek peygamberin kıblesi Mekke olacaktı; bu ise hâlâ Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılıyor.” diyorlardı ki, bu da değişik bir zaviyeden vak’aya ışık tutmaktadır.26

وَلِأُتِمَّ نِعْمَت۪ي عَلَيْكُمْ “Size nimetimi tamamlayayım.” Yani, sizin namaz kılarken Mescid-i Aksâ’ya yönelmeniz bir nimettir. Ama asıl nimet, sevgililerin buluşması ki, bu, Hz. Muhammed’in ve O’nun şahsında ümmet-i Muhammed’in Kâbe ile buluşmasıdır. Dahası oradan da bir yol bulup Sidretü’l-Müntehâ’ya çıkması ve ilâhî teveccühle yüz yüze gelmesidir. Bu ise ancak Kâbe’ye yönelmekle olur. İşte bu mânâda Cenâb-ı Hak, nimetini tamamlamış oluyordu ki, bu da bu ümmet-i merhumeye has bir mazhariyettir.

يَۤا أَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اسْتَع۪ينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِۘ

إِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَ

“Ey iman edenler (ufuk insan hâline gelebilmek için), sabır ve namaz ile Allah’tan yardım dileyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.”

(Bakara sûresi, 2/153)

Sabır, musibetin, gelip çattığı, mâsiyet adına kötü duygu ve hislerin teşvikçi rolünü oynadığı ve itaate ait emirlerin işitildiği, tebliğ edildiği ilk anda şekil, hâl ve düşüncede sarsılmama, şoke olmama ve yer değiştirmeme demektir ki, إِنَّمَا الصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ اْلأُولٰى “Sabır, hâdisenin ilk gelip çattığı andadır.”27 hadisi bu mânâyı resmeder. Yoksa, alışıp şoku üzerinden attıktan ve muafiyet zırhına büründükten sonra gösterilecek sabra kâmil mânâda sabır denmez.

Bu arada bir hususa işaret etmekte yarar var; en büyük sabır, Allah’a itaat, emirlerine riayet, yasaklarından içtinap adına gösterilecek olan sabırdır. Zira insan, tevhid burcuna ve ubûdiyet ufkuna ancak itaat ile ulaşır. Bu mertebeden sonradır ki, Allah’tan gelen her şeye râm olma ve boyun eğme keyfiyetine bürünme gelir.

Burada, nâmütenâhîye doğru seyahate azmetmiş ilk azmin azimlilerine; eğer siz, her yanıyla ebedîlik gamzeden bir gayeye yürüyecekseniz, böyle bir hedefe ancak uzun ve meşakkatli bir yolla varılır. بِقَدْرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَال۪ي fehvâsınca, zirvelerin yolu dağdan-tepeden, uçurumdan-dereden geçer. Dolayısıyla da, bu yolda pek çok imtihan ve sıkıntılara maruz kalınır. Hususiyle de, içte nefis ve şeytanın olumsuz telkin, vesvese ve iğfalleri, dışta da münkir, mülhit ve insafsız mütecavizlerin baskı, saldırı, zulüm, gadir ve şaşırtmaları her zaman söz konusu olabilir. Ve siz maddî-mânevî bir gerilim için dişinizi sıkıp dayanmaya, her yandan gelen değişik şeylere cevap yetiştirme mecburiyetinde bırakılabilirsiniz. Ruhî, bedenî yüksek bir donanım içinde olmaz ve ciddî bir temrin ve riyazetle gerekli ölçüde metafizik gerilime ulaşmazsanız takılıp yollarda kalabilir veya temel duygularınıza, düşüncelerinize zıt bir mânevî uçuruma yuvarlanabilirsiniz.

Böylesi muhtemel tehlikelere karşı, sabretmeye şartlanmak bir ilk sığınak, ayakların kaymasına karşı güven vaad eden bir zemindir. Muvaffakiyetlerin kaderi sabır taşı altında plânlanır.. iyi yolun kötü yoldan ayrılma noktası sabır levhasıyla belirlenir.. Hakk’a kulluğun ağır eforları sabır dopingiyle gerçekleştirilebilir.. iman, islâm, ihsan hakikatine sabır helezonuyla yükselinir.. ve insanın, ömür boyu, imandan mârifete, mârifetten muhabbete, mehâfete, ruhanî zevklere, hakikî vuslata ermek gibi bir gayesi ve derdi varsa; sabır onun zâdı, zahîresi, güç kaynağı gibi hep mevcudiyetini hissettirir şekilde onun yanında olmalıdır.

Sabır kendi içindeki çeşitleriyle düşünüldüğünde, insanoğlunun terakkisi adına sunulan reçetenin bu birinci maddesinin önemi kendi kendine ortaya çıkar.

İçinde sabır temrini de ihtiva eden namaz, imanın istikrarı, ruhun tasaffisi, ruhî, bedenî sıhhatin en önemli esas ve vesilesi, içtimaî anlaşma, uzlaşma ve kaynaşmanın en sıcak, en müessir zemini ve ümmet olmanın en açık tezahürüdür. Namaz bütün ibadetlerin pîri ve din gemisinin rotası ve kalbde miraca ulaşmanın da ışıktan merdivenidir. Namazla, imanını tabiatının bir yanı hâline getiren, onunla ruhunu saflaştırabilen, yine onunla kalbî hayatın enginliklerine açılabilen ve onun o yumuşaklardan yumuşak sıcak ikliminde bünyan-ı mersus gibi bir ümmet olduğunu duyan herkes, kulluk yolunun sıkıntılarını rahatlıkla aşabilir ve hedefine ulaşabilir.

وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًاۙ فَإِنَّ اللّٰهَ شَاكِرٌ عَل۪يمٌ

“Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz Allah şâkirdir (şükre karşılık verir) ve (her şeyi) hakkıyla bilir.”

(Bakara sûresi, 2/158)

مَا يَفْعَلُ اللّٰهُ بِعَذَابِكُمْ إِنْ شَكَرْتُمْ وَاٰمَنْـتُمْۘ وَكَانَ اللّٰهُ شَاكِرًا عَل۪يمًا

“Eğer siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap etsin! Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.”

(Nisâ sûresi, 4/147)

Bu iki âyet-i kerimede görüldüğü gibi, aslında Allah “Meşkûr” (kendisine şükredilen) olmasına rağmen kendini “Şâkir” (şükre karşılık veren) olarak zikrediyor. Kanaat-i âcizanemce burada anlatılmak istenen, mukabele esasıdır. Yani Cenâb-ı Hak kullarına, onların kendisine yaptıkları şeyler cinsinden mukabelede bulunur ki, bu bir ilâhî ahlâk gereğidir. Sadece şükür mevzuunda değil, sair hususlarda da aynı mukabeleye, Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde çokça rastlarız.Meselâ; فَمَنْ تَابَ مِنْ بَعْدِ ظُلْمِه۪ وَأَصْلَحَ فَإِنَّ اللّٰهَ يَتُوبُ عَلَيْهِۘ “Kim tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder.”28 veya “Kim Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir kulaç; bir kulaç yaklaşırsa Ben ona bir arşın yaklaşırım. Kim Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim…”29 hadis-i kudsîsinde olduğu gibi… Evet, bütün bunlarla anlatılmak veya vurgulanmak istenen husus, nimet kimden gelirse gelsin ona mutlaka mukabelede bulunulması gerektiğidir. Bediüzzaman Hazretlerinin Birinci Söz’de ifade ettiği gerçeği hatırlayacak olursak, çarşı-pazardaki manava, aldığımız şeyler karşılığında bir fiyat veriyoruz; pekâlâ bunların asıl sahibi, var edeni, yaratıcısı Allah’a karşı ne yapıyoruz veya O bizden ne istiyor?30 Elbette ki, Allah’ın verdiği nimetlere mukabele, O’nun istediği ve belirttiği tarz üzere olacaktır.

Meseleyi azap açısından ele aldığımızda da durum değişmez. Meselâ, şu âyet-i kerimelere bakın:

يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْۚ “Şüphesiz münafıklar Allah’ı aldatmaya kalkıyorlar, hâlbuki Allah onların aldatmalarını boşa çıkarıyor (ve oyunlarını başlarına çeviriyor).”31 وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللّٰهُۘ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ۟ “(Düşmanlar) tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu (tuzaklarını başlarına doladı). Allah, hileleri boşa çıkarmakta pek güçlüdür.”32

Evet, Cenâb-ı Hakk’ın bu âyetlerdeki mukabelesini, وَلَا يَح۪يقُ الْمَكْرُ السَّيِّئُ إِلَّا بِأَهْلِه۪ۘ “Hâlbuki kötü tuzak, sahibinin başına dolanır.”33 çerçevesinde anlamalı. Çünkü kötü fiillerin Allah’a isnadı münasip düşmez.

Evet, Allah (celle celâluhu), ne alan ve şükreden, ne veren ve O’nun rızasını düşünenleri, ne de aldıklarına karşı nankörce davranan, vereceği yerde de ya cimri kesilen veya verdiklerini çıkar mülâhazasıyla ve başa kakmakla öldürenleri mukabelesiz bırakır. Ruhlarında mazhariyetlerini şükürle seslendirenler, Allah’ın onlara bahşettiği şeyleri, ilâhî ahlâkın gereği deyip başkalarına verenler bu tavırlarıyla yeni vâridâta davetiyeler çıkarmış olur ve kurbete sıçramak için yeni bir rampaya binmiş sayılırlar. Böyle bir “salih daire” (doğurgan döngü) de hayırlar, hep hayırlar doğurur.. ve nihayet gider maiyyet ufkuna ulaşırlar ki;

وَمَا يَزَالُ عَبْد۪ي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتّٰى أُحِبَّهُ فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذ۪ي يَسْمَعُ بِه۪ وَبَصَرَهُ الَّذ۪ي يُبْصِرُ بِه۪ وَيَدَهُ الَّت۪ي يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّت۪ي يَمْش۪ي بِهَا

hadisinin medlulünce34, ömrünü farz-nafile arası bir terakki kuşağında geçirenlerin Cenâb-ı Hak, onun işittiği kulağı, gördüğü gözü ve idrak ettiği kalbi olur; olur da, iyi şeyler işitir, iyi değerlendirmelerde bulunur.. hep iyi şeyleri görür ve zaviye inhirafına girmeden her gördüğünde ayrı bir mârifet dersi alır ve bütün bildiklerini kalbinde bir mârifet balı hâline getirebilir.

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ أَنْدَادًا يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۘ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُۤوا أَشَدُّ حُبًّا لِلّٰهِ

“İnsanlardan bazıları da Allah’tan başkasını eş, ortak edinir ve Allah’ı seviyor gibi onları severler. İman edenlerin Allah’a muhabbeti ise daha sağlam (ve daha fazladır).”

(Bakara sûresi, 2/165)

Zannediyorum bu âyet-i kerime de şu küllî hakikati anlatıyor: Bir mü’min için iradî sevmelerde, Allah sevgisinin üstünde hiçbir şey olmamalıdır. Sevginin, tabiat hâline gelip bütünüyle insan benliğini sarıp onu deliye çevirmesi, zamanla hâsıl olur ve insanın mârifeti ölçüsündedir. İradî sevgi bir alâka ve tercihtir ki;

لَا يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتّٰى أَكُونَ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِنْ وَلَدِه۪ وَوَالِدِه۪ وَالنَّاسِ أَجْمَع۪ينَ

Sizden biri, beni evlâdı, ana-babası ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe iman etmiş (imanın kemal mertebesine ulaşmış) olamaz.”35 hadisi bu kademeye işaret etmektedir. Aslında gerçek sevgi ve aşk da böyle bir ilk adımla başlar. İnsan fıtrat ve tabiatı icabı sevmelere gelince, yani insanın ana-babasını, çocuğunu, hanımını, malını vs. sevmesi, evet bunlara karşı sevgi de, muhakkak Allah’ın emrettiği çerçeve içinde olması lâzımdır. Aksi hâlde, Allah kulunu ya dünyada çeşitli vesilelerle imtihana tâbi tutar ve muaheze eder ya da ahirette. Hâsılı, mü’min denge insanıdır. O bu dengeyi, hayatının her lahzasında, hem de bir sürü başka arzu ve isteklerine rağmen korumak zorundadır.

Evet, insanların bir kısmı, gözünde büyüttüğü kimseleri açıktan açığa ilâh kabul eder; “Rabbimiz, mâbudumuz, tanrımız!” der, onun yaratmasından, sevk ve idaresinden dem vurur ve onu Hz. Mâbud-u Mutlak’ın yerine koymak isterler.. kimileri de böyle bir duygu ve düşünceyi tasrih etmese de genel alâka, münasebet, teveccüh ve bekleyişleriyle aynı şirki irtikâp ederler. Birincilerin anlayış ve tavırlarına sarih şirk denecekse, ikincilerinki zımnî ve dolaylı yoldan şirk kabul edilebilir ki, âyet bunlardan birinci kategoriye dahil olanları şiddetle zecretmekte, diğerlerine de tenbihte bulunmaktadır.

Ayrıca, bu âyet, ulûhiyetle muhabbet arasında bir köprü kurarak, insanların, tapageldikleri şeylere karşı sevgi ve alâka duyacaklarına dikkati çekiyor ki, eğer mâbud zannedilen şeyler seviliyor, onlara itaatte bulunulup önlerinde serfürû ediliyorsa, mü’min gönüller, sinelerinin vüsatini aşkın bir enginlik içinde, delice O’nu sevmeli, O’na tahsis-i nazar etmeli, ömrünün gerçek değerini O’nun emirlerini dinlemede aramalı ve O’nun hoşnutluğuna kilitlenerek O’nu memnun etmeyi hayatının gayesi bilmelidir.

O’nu sevmeyenler, meçhul akıbetlerinin endişesi ve kendi kendilerine kalmış olmanın ürperticiliğiyle titreyedursunlar, hakikî mü’minler, vesile-i iman, vesile-i mârifet ve bir mânâda vesile-i necatları olan evliyâ, asfiyâ ve enbiyâyı sevmede bile fevkalâde temkinli, ölçülü ve tevhit eksenlidirler. Allah’ı evvelen ve bizzat, âşık-mâşuk münasebetini aşkın bir muhabbetle sever, O’ndan ötürü de her şeye karşı nisbî bir alâka duyar ve bağırlarına basarlar. Onları, Allah’ı seviyor gibi sevmez; kıymetlerinin izafîliğine göre Allah için severler. Böyle bir muhabbet pâyidârdır, sarsılmaz; aklî, mantıkî ve kalbî alâkadan kaynaklanmaktadır, şaşırtmaz…

يُر۪يدُ اللّٰهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُر۪يدُ بِكُمُ الْعُسْرَ

“Allah sizin için kolaylık ister, (size) zorluk istemez.”

(Bakara sûresi, 2/185)

Dinde, esas itibarıyla zorlama yoktur. Zor görülen şeyler kolaylık vesilesidir. Seferde namazın kasrı, Ramazan’da iftara ruhsat verilmesi, teyemmümün teşrii gibi zarar ve sıkıntı olan hususlarda hep işin kolay tarafına gidilerek ruhsat yolu intihap edilmiştir. Hatta nisyanla yapılan yanlışlıklar affedilmiş, Ramazan’da unutularak yenen şeye orucu bozmamasının yanında ziyafetullah nazarıyla bakılmıştır. İster aslî bir husus, ister arizî bir sebepten ötürü bir kısım mükellefiyetler kaldırılmış ve hep kolaylık yolu takip edilmiştir. Bu itibarla denebilir ki asıl ve umumî teşri açısından nice zor görülen mükellefiyetler vardır ki, her biri ebedî saadetin birer temel taşı sayılırlar. Meselâ, içinde nefisle mücadele, kalbî ve ruhî hayata yükselme, sabra alışma, uhrevîleşme ve ahirete ehil hâle gelme gibi nice güzel ibadetler vardır ki, meşakkat ve sıkıntı bahis mevzuu olduğu her yerde, ya yerlerini küçük, kolay bir bedelle değiştirir geriye çekilirler veya bütün bütün silinir gider sevap definelerini niyetin enginliğine emanet ederler. Sonradan kazalar ve fidyeler birer küçük bedel, bütün bütün âcizin, takatsizin bazı sorumluluklarının düşmesi ise niyete sığınma demektir.

Dinî emirlere uymaktaki zorluk veya kolaylık şahısların ruh hâleti, eğitimi, alışkanlıkları vs. ile doğru orantılıdır. Zira din, ibtidâ ile intihâyı cem etmiş, bünyesinde toplamıştır. Yani, bu dine mensup olan profesör de, onun kapıcısı da, işçi de, onun patronu da, kadını da, erkeği de bu dinde doyum noktasına ulaşabilir. Emir ve yasaklara uyma neticesi hâsıl olan halâveti herkes içinde bulunduğu dereceye göre tadabilir. Fakat İslâm’ın emir ve nehiylerine zatî değerler açısından baktığımızda, onların kolaylık ve müsamaha ile dopdolu olduğu görülecektir.

وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَاد۪ي عَنّ۪ي فَإِنّ۪ي قَر۪يبٌۘ أُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِۙ فَلْيَسْتَج۪يبُوا ل۪ي وَلْيُؤْمِنُوا ب۪ي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ

“Kullarım sana, Beni sorduğunda (bilmeliler ki) Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O hâlde (kullarım da) Benim davetime uysunlar ve Bana inansınlar ki doğru yolu bulabileler.”

(Bakara sûresi, 2/186)

Allah, değişik münasebetlerle kullarına olan yakınlığını ifade ettiği gibi burada da: “Ben kullarıma çok yakınım.” buyuruyor. Evet, Allah kullarına çok yakındır ama, kul O’nu ancak, amellerinde hulûsu, duygularında inkişafı vs. ile ulaştığı mertebeye göre bilebilir. Takdir edersiniz ki, Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah’ı tanıyıp vicdanında hissetmesiyle, ümmetinden herhangi birisinin –velev ki evliyâ bile olsa– Allah’ı tanıması bir değildir. Böyle bir konuda mühim olan, kişinin bir taraftan mârifetullah adına derecesini artırması için çabalayıp gayret göstermesi; öte taraftan da ulaşabildiği bu mertebelerin hakkını vermesi veya verebilmeye çalışmasıdır. Yani fert, o mertebede nasıl bir irtibat içinde bulunması, nasıl bir duygu ve düşünce atmosferi içinde yaşaması, nasıl bir ameller kuşağında imrar-ı hayat etmesi gerekiyorsa, onu mutlaka yapmalıdır. Aksi takdirde yüksek bir kulenin tepesinden düşüyor gibi derin bir çukura sukut edebilir.

Burada her şeyden önce Allah’ın yakınlığı, duaya süratle cevap verme bişaretiyle irtibatlandırılmış ve bu yakınlık kemmî, keyfî buudların dışına çekilerek o konudaki mülâhazaların menfezleri kapatılarak, inanarak yapılan dua ile, böyle bir duaya icabet mantûkundan hâsıl olan netice-i kurbet nazara verilmiştir.

Bundan başka, duanın esbap üstü tesirine dikkatler çekilerek, duanın bir yararı olmadığı kanaatini taşıyan bütün natüralist, materyalist hatta monistlerin ağzına birer ikaz şamarı vurarak, esbap ve tabiat kanunlarının Allah’ın mahlukları olduğu ve onların Zât-ı Ulûhiyet’in irade ve meşîetini bağlamadığını, bağlayamayacağını; tabiattaki ıttıradın yanında O istediğinde her şeyi değiştirebileceğini, mucizeler, kerametler gibi harikulâde hâdiseleri yaratmanın yanında, sırf dua ve yakarışlara da cevap vererek esbap üstü pek çok şey yaratacağını ihtar etmektedir. Bunu ihtar ettiği gibi, bî kem ü keyf yakınlığını da hatırlatarak, dua ederken bilmeyen, duymayan birine bir şeyler anlatıyor gibi bağırıp çağırarak değil; en pes sesleri, en gizli kalbî mülâhaza ve hatıraları da en gür sesler, soluklar gibi duyan وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ36 Sultanı’na yalvarıp yakarma edebi içinde dua edilmesi gerektiği vurgulanıyor ki, bir de فَلْيَسْتَج۪يبُوا ل۪ي وَلْيُؤْمِنُوا ب۪ي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ “O hâlde (kullarım da) Benim davetime uysunlar ve Bana inansınlar ki doğru yolu bulabileler.” muktezasınca, O’nun emirlerine yürekten imtisal eder ve her işlerinde iman-ı kâmili hedeflerlerse, rüşdlerini ortaya koymuş ve maksatlarına ermiş olurlar; olurlar zira kul, kendi tutku, zaaf ve garazlarından tecerrüt ederek O’na sığındığı ölçüde Cenâb-ı Hakk’a tefvîz-i umûr etmiş olur. O da, hususî teyidi, hususî muamelesiyle ekstradan lütufta bulunarak, binlerce sebebin, binlerce tabiî kanunun, binlerce izafî gücün milyonlarca senede ortaya koyamadıkları bir şeyin bin katını birden ihsan eder.

“Hak tecellî eyleyince her işi âsân eder, Halk eder esbâbını bir lahzada ihsan eder.”

وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ لِلّٰهِ

“Fitne tamamen yok edilinceye ve din de yalnız Allah için oluncaya kadar savaşın.”

(Bakara sûresi, 2/193)

Bu âyetin yorumu adına söylenebilecek en güzel sözlerden biri İbn Ömer, Abdullah b. Zübeyr ile Haccac-ı Zalim arasında cereyan eden hâdiseler esnasında söylenmiştir. Şöyle ki, iki kişi İbn Ömer’e gelirler ve aralarında şöyle bir konuşma cereyan eder:

–İnsanlar zayi oluyor, herkes ölüyor. Sana gelince; evet Allah Resûlü’ne arkadaşlık etmiş olan sen, evinde oturuyor, bizimle beraber cihad etmiyorsun.

–Allah’ın kardeş kanı akıtmayı haram kılması, benim sizinle beraber olmama mânidir.

–Ama Allah “Fitne yok edilinceye kadar onlarla savaşın.” buyuruyor.

Ve işte İbn Ömer’in dünya çapındaki değerlendirmesi:

–Biz, fitne olmayıp, din Allah için oluncaya kadar hep o kavgayı verdik. Size gelince, din Allah’tan başkaları için olsun diye ve fitne çıkarmak için çarpışıyorsunuz…37

Mekke dönemi ki, peygamberlik süresinin yarısından fazlasını teşkil eder. Allah Resûlü mücadelesini hep “Allah’ın yeni bir emri gelinceye kadar bağışlayıcı olun ve hoşgörü ile davranın.” çizgisinde ve اُدْعُ إِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ أَحْسَنُ “İnsanları Rabbinin yolu (olan İslâm)’a hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla tartışmalarını en güzel bir üslûp içinde sürdür.”38 esprisine göre devam ettirmiştir. 13-14 sene karşı tarafın kin, nefret, gayız; tecavüz, tehcir ve baskılarına karşı Müslümanlar af, hoşgörü ve sevgiyle mukabelede bulunmaktan asla geri kalmamışlardır. Bağışlamanın, iyi niyetin, şefkatle kucaklamanın dahi yumuşatamadığı bu haşin fıtratlara karşı, temel esprisi, dine tecavüz edilmemesi, insanların öldürülmemesi, nesillerin zebil olmaması esasına dayanan, caydırıcılık ve dinin anlatılmasına zemin hazırlama mülâhazasıyla kuvvet kullanma dönemine geçilmiştir.

Önceleri afv u safh, daha sonra tedafüî bir tavır, bilahare de hem evrenselliğin gereği, koskocaman bir âlemde, sadece kuvvete hak tanıyan, kuvvet kullanarak bâtılı hak gösteren ve çapulculuğa alışmış bulunan densizlere haddini bildirmek, hem de insan tabiatında bulunan ve önü alınamayan kavga duygusunu, tutkusunu zapturapt altına almak, disipline etmek, muhtemel taşkınlıkları önlemek için, işareti geçmiş kitaplarda Hz. Sahibu’s-seyf maddî cihada mezun ve memur kılınmıştır. Evet, önce sadece izin, sonra da harp ve sulh meselelerini belirleyen bir sürü emir.. elbette ki öyle olacaktı; zira şiddete, hiddete, katle, teşride açık olan insan tabiatı eğer böyle disipline edilmeseydi, kavga başlayınca, işin hakemliğini duyguları kan, düşünceleri kan, kan gölü içindeki harp kahramanları (!) yapacaktı ki, böyle hakemlerin verecekleri kararların nasıl olacağı bellidir. Onun içindir ki Kur’ân ve Sünnet, beşerî boşlukların sebebiyet vereceği noktaları tutmuş, nizam-intizam altına almış ve insan hislerinden kaynaklanacak bütün muhtemel suiistimallerin kapılarını kapamıştır; kapamış, önce tedafüî muharebe prensipleriyle, daha sonra da şartlar gerektirdiğinde taarruz emirleriyle meselenin farklı buudlarının da bulunduğunu ortaya koymuştur.

كَانَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّٰهُ النَّبِيّ۪نَ مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَ

“İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi.”

(Bakara sûresi, 2/213)

Bazı yorumcular, “İnsanlar bir tek ümmet idi…” âyetinin tefsirinde, Âdemoğullarının hepsi kâfir idi, Allah bunlara; “Hz. Nuh’u ve peşi sıra da diğer peygamberleri gönderdi.” derler. Bu görüş kat’iyen doğru değildir. Yeryüzünde Hz. Âdem’den bu yana her zaman insanlar bir nebinin vesayetinde bulunma, gelişme, yetişme imkânını bulmuş; ama ya değerlendirmiş ya da değerlendirememiş, olduğu gibi kalmıştır. Ne var ki baştan beri o, hiçbir zaman başıboş bırakılmamıştır. Gerçi bazıları peygamberlerin yeni mesajı yüzünden ihtilafa düşmüşlerdir ama, bi’set-i enbiyânın getirdiği kat kat fazladır. Bediüzzaman yaklaşımıyla 100 çekirdeğin 80 tanesi çürüse, 20 tanesi ağaç olsa, nasıl o çekirdek sahibi zarar etti denilmez; öyle de 100 insan içinde 20 tanesi inanıyor ve gaye-i hilkati istikametinde bir hayat yaşıyorsa, o yeter ve umum mevcut abesiyetten kurtulmuş sayılır.39

Evet, ilk insanlar, ilk peygamberler sayesinde bir ümmet idi.. bir asıldan ve tek bir kökten gelmiş olmanın onların vicdanlarında bıraktığı tesirle bir bütün ve bir cemaatti. Onlar dinsiz, imansız, vahşi ve mütecaviz değillerdi. Sonradan bir kısım arizî sebeplerle ihtilafa düştü ve birliklerini bozdular. İlk insan, ilk peygamber birleştirici bir unsur olarak uzun zaman devam etti. Sonra insanların tabiatlarına, bazı maslahatlar için aynı zamanda birer imtihan vesilesi olsun diye dercedilen bazı duygular hükümlerini icra etmeye başladı; aklın, mantığın yerini hisler, hevesler aldı.. hidayetin yerine gelip heva oturdu.. ve derken ittifak ve vahdet ihtilafa yenik düştü.. ve Allah (celle celâluhu) temelde, safvet ve istikamete programlanmış insan fıtratını bir kere daha özüne uyarmak ve onun kalbiyle hakikatler arasındaki engelleri bertaraf etmek için, yeni yeni peygamberler göndererek insanoğlunu hayrın neticesiyle ümitlendirip şerrin akıbetini göstermekle de temkin ve teyakkuza çağırdı. Ne var ki, bazıları heva ve heveslerine esaretten kurtulamadıkları, bazıları da kendilerini kibir, zulüm ve taşkınlık akıntılarına saldıklarından, her yeni dönemde ihtilaflarını az değiştirerek, ama mutlaka katmerleştirerek ayrı ayrı yollarda devam ettirdiler.

Aslında, bu insanların ilk ihtilafları, önceki gerçeklerin onların nazarında matlaşmasından, silinip gitmesinden ve yerlerini başka şeylerin işgal etmesindendi. İkinci ihtilafları ise, her şeyi yeniden netleştiren, kapalı noktaları aydınlatan delil ve hüccetlere rağmen ya kıskançlık ve taşkınlıktan farklı yorumlara girmelerinden veya onca ilâhî burhan ve hüccete rağmen indî içtihatlara girmelerinden kaynaklanıyordu.

Oysaki Allah (celle celâluhu) içtihada ihtiyaç hissettikleri boşlukları âyât-ı beyyinâtıyla doldurmuş, his ve heves kaynaklı yorumlara giden yolları kapamıştı. Siz isterseniz bunu fukahâ ağzıyla: “Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur.”40 şeklinde de ifade edebilirsiniz. Evet onlar, ittifak vesilesi âyetleri kabul etmeyip, ihtilaf sebebi hevâî içtihatlara saptıklarından ihtilaf ve sapıklık gayyalarına yuvarlandılar.

وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ إِنَّ اٰيَةَ مُلْكِه۪ۤ أَنْ يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ ف۪يهِ سَك۪ينَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِمَّا تَرَكَ اٰلُ مُوسٰى وَاٰلُ هَارُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلٰۤئِكَةُۘ إِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ

“Peygamberleri onlara: Onun hükümdarlığının alâmeti, tabutun size gelmesidir. Meleklerin taşıdığı o tabutun içinde Rabbinizden size bir sekîne, Musa ve Harun hanedanının bıraktıklarından bir bakiye vardır. Eğer inanmış kimseler iseniz, sizin için bunda şüphesiz bir alâmet (bir ilâhî beyyine) vardır.”

(Bakara sûresi, 2/248)

Lügat mânâsı itibarıyla, ciddiyet, vakar, sebat, itminan veya rahatlatıp huzur veren bir mucize, bir âyet mânâlarına gelmektedir ki, onu gözler görüp gönüller hissedince, ruhlarda sükûnet hâsıl eden temessül kabiliyeti yüksek bir tecellî türüdür ki, bazen yakut ve zebercet kanatlı inleyen bir kedi, bazen hoş bir esinti, bazen de bişaret gamzeden bir nesne şeklinde resmedilmiştir.

Her ne olursa olsun bu, geçmişteki enbiyâ-i izâmdan geriye kalmış mübarek bir bakiyedir ki, gönüller onunla sükûnet bulur.. ruhlar güven ve itminana erer.. sekîne, tabutun içinde olduğundan o aynen sekînenin kendisi kabul edilerek teberrük vesilesi sayılır. Hem öyle bir sayılır ki, onu harikulâde hâdiselerin kahramanları olan melekler taşır; taşır ve onu tazimle kıymetler üstü kıymete ulaşırlar.. ve aynı zamanda ona bu denli tazimleri, tabutun ne mübarek bir nesne olduğunun ilanı sayılır.

Kur’ân ve Sünnet’te zikredilen sekîne; Cenâb-ı Hakk’ın insanlara gönderdiği ukbâ buudlu ve metafizik âlemle alâkalı, indiği kimselerin kalblerine kût ve kuvvet, iradelerine fer veren melekûtî bir nesne ve bir tecellîdir. Yerinde hak dostları tarafından istenmiş, yerinde talepsiz, ama “hâl”e lütfedilmiş öyle sırlı bir teveccühtür ki, onun atmosferine girenler oldukları yerden nâmütenâhîliği duyarlar. Bu arada bazıları sekîneye, meleklerin inmesi, bazıları ruhanî varlıkların gelmesi demişlerdir. Ne var ki, ister melekler, isterse melekler haricindeki ruhanî varlıklar olsun, sekîne indiği yere itminan da iner.. iner ve öyle bir atmosfer meydana getirir ki, artık orada bir doymuşluk ve itminan hâsıl olur. Hem öyle bir hâsıl olur ki, o çerçevede her tarafa ölüm yağsa, ihtimal sekîneye eren kılını bile kıpırdatmaz. İşte Hendek’in, وَزُلْزِلُوا “Sarsıntıya uğradılar.”41 ifadesiyle anlatılan, o günlerce muhasaranın demir pençesinde kıvrandıkları hâlde dimdik ayakta durmasını bilen babayiğitleri.! Ve işte Uhud’un her şeyi temelden sarsan depremleri karşısında ölüme meydan okuyan leventleri..! Kolay değil; Hz. Hamza başta olmak üzere pek çok yiğit şehit olmuş ve yetmişe yakın insan ukbâya göç etmişti. Bütün bunlardan sonra Allah, sekîne ile onların imdadına yetişince, hepsi yeniden aslanlar gibi kükremiş ve ertesi gün yaralı olanlar dahil herkes yeni bir seferberlik demiş ve yürüyemeyecek derecede mecruh olanları sırtlarında, omuzlarında taşıyarak düşmanı takibe koyulmuşlardı. Ebû Süfyan, kendilerini bu halleriyle bile Mekke’nin içine kadar kovalamaya azimli bu insanları görünce “Uhud’da bir parça zafer kazandık. Onu da elden kaçırmayalım..” diyerek ordusuna bir an evvel hızla kaçma emrini vermişti. 42

Onun için yukarıda belirttiğimiz gibi sekîne, bilinen bu özelliklerinden dolayı öteden beri dualarda istenen bir husus olmuştur. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hendek öncesi çukurları kazarken, sahabe-i kiramla beraber, hep bir ağızdan فَأَنْزِلَنْ سَك۪ينَةً عَلَيْنَا “Sekîne indir bizim üzerimize.” demişti.43

Yalnız; sekîne her kişi veya her kavme aynı şekilde tecellî etmeyebilir. Allah’ın lütfu, mevhibesi diye de nitelendirdiğimiz sekînenin inişinde, fertlerin veya cemiyetlerin durumu hep söz konusu olagelmiştir. Meselâ; Bedir’de sekîne, meleklerin harp meydanında, onların çelik çavak hareketleri ile temsil edilmiştir; Üseyd b. Hudayr’a, hâlisâne Kur’ân okurken gelen sekîne, buğumsu bir bulut şeklinde tecellî etmiştir.44 Hicret esnasında, Sevr mağarasında Hz. Ebû Bekir’in Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) adına tüm çırpınmalarına rağmen, Allah’a tevekkül ve itimadını koruyan Efendimiz’de o, kalbte doymuşluk ve itminan şeklinde tecellî etmiştir. Yine hicrette kinle bilenen kılıçlara hedef olacağını bile bile Efendimiz’in yatağına yatan Hz. Ali’de itminan ve güven şeklinde belirmiştir.

İsrailoğulları’na gelince; onlar hakkında önce şu hakikati tespit ve teslim etmeliyiz ki, bu tarihî kavim, karakteristik özelliği, duygu, düşünce, inanç ve yaşayışındaki hususiyetleri itibarıyla sekîne onlara elle tutulur, gözle görülür bir nesne hâlinde lütfedilmişti. لَنْ نُؤْمِنَ لَكَ حَتّٰى نَرَى اللّٰهَ جَهْرَةً “Allah’ı açıktan görünceye kadar sana iman etmeyeceğiz.”45 demişler ve bu düşüncelerini لَنْ nefiy edatı ile ifade ederek, çok çabuk inanma niyetinde olmadıklarını açığa vurmuşlardı. Burada istidradî bir hususu arz etmek yararlı olacak: Böyle her şeyi gözle görmeye bağlayan bir topluma zannediyorum Hz. Mesih peygamberlik yapamazdı. Zira o bir noktada ruhanîliği temsil ediyordu. Vâkıa, bunun da bir hikmeti vardı. Yani Hz. Mesih, temsil ettiği bu ruhanîliği ile Yahudilerin bazı katı ve sert pozitivist düşüncelerini tadil edecek ve bir ölçüde Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) zemin hazırlayacaktı.. ve ömrü boyunca da hep öyle yapmaya çalıştı.. çalıştı ve mesajlarını da onların seviyesine göre sundu. Hiçbir zaman onların yadırgayacakları ve kabullenemeyecekleri şeyleri söylemedi. Hatta “Benim size diyecek daha çok şeylerim var ama onu Faraklit geldiğinde söyleyecek.”46 diyerek, sözü kendinden sonra gelecek Zat’a bıraktı. Demek ki Hz. Mesih, hiçbir zaman onların idrak, tasavvur ve muhakemelerini aşan şeyler söylemiyordu. Ne var ki buna bile katlanamayan, gözünü madde bürümüş bir kısım zayıflarla bazı Roma sergerdanları bu yüce peygamberi öldürmeye teşebbüs ettiler.

Evet, işte bu vasıfları haiz toplumlara sekîne, Efendimiz’e, Hz. Ali’ye, Üseyd b. Hudayr’a geldiği şekliyle tamamen mânâ ve ruh televvünlü olarak gelseydi, bunlar ondan hiçbir şey anlayamazdı. Onun için böylelerine gelen sekîne, maddî buudlu olup, onların kudsiyet atfettikleri bir türden geldi. O da içinde Hz. Yusuf, Hz. Musa ve Hz. Harun’dan (aleyhimüsselâm) kalma kudsî emanetlerin bulunduğu ve o güne kadar kaybolduğu bilinen bir tabutun içinde veya ittisalinde memsus, meşhud bir nesne olarak gelmişti.

Burada sekînenin tabut içinde gelmesi zâhirî ve bâtınî açıdan değerlendirilebilir. Zâhirî açıdan:

1. Allah’ın kudretini gösterir.

2. Bişareti veren peygambere güven ve itimadı artırır.

Bâtınî olarak: Yahudilerin böyle harikulâdeler ufkunda cereyan eden olaylardan alacağı güç ve kuvvettir. Fakat, bizde de olduğu gibi, bu husus herkesin almaçlarına göre değişkenlik arz eder. Almacı kuvvetli olup, ona teveccüh eden insanın alacağı hisse ile, bunlara karşı kapalı yaşayan, her şeyi tenkit mülâhazasıyla ele alan insanın alacağı hisse elbette ki değişik olacaktır.

Ayrıca tabut, belli bir dönem itibarıyla o kavmin duyguda, düşüncede, inançta ölü olduklarının remzi de olabilir. Veya sekînenin tabutta tecessümü bu cemaatin dirilişinin remzi olabilir. Bu sebeple Hz. Davud (aleyhisselâm) daha sonraları o tabutu, hep ordunun önünde taşımış ve nereye giderse beraberinde götürmüştür.

وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الْأَرْضُوَلٰكِنَّ اللّٰهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَم۪ينَ

“Eğer Allah’ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü fesada uğrar (ve altüst olurdu). Ne var ki Allah bütün âlemlere (hususiyle de insanlığa) karşı lütuf ve kerem sahibidir.”

(Bakara sûresi, 2/251)

Allah’ın (celle celâluhu) buradaki tevcihi, pek çok hususa dikkatlerimizi çekmenin yanında tıpkı hayvanlarda olduğu gibi, insanlık âleminde de ekolojik denge misillü belli bir mizan ve ölçü vaz’edildiğini ve her şeyin, herkesin zapturapt altına alındığını belirtiyor. İşte, netice itibarıyla böyle bir dengenin sağlanması için, insanlık hesabına, insanlığa ait bir yola bizleri hidayet ediyor ve bu hususla alâkalı olarak içlerimizde mücadele etme gerilimini yaratıyor. Zira bu neticenin tahakkuku sebepler çerçevesinde ancak insan eliyle ve beşer müdahalesiyle gerçekleşebilecektir. Aksi hâlde, âyette de belirtildiği gibi, yeryüzü yaşanmaz bir hâle gelebilir.

Evet, insanlar belli maksat ve maslahat için, tabiatlarına yerleştirilen bir kısım duygularını, dinin ehlileştirici disiplinlerine tâbi tutarak yararlı hâle getirmezlerse, her zaman mütecaviz ve tahripkâr olabilirler. Böyle muhtemel mütecaviz ve tahripkârlara karşı, imanla, İslâmiyet’le insanî duygularını geliştirmiş, hakperest, nizam âşığı, huzur ve emniyet soluklayan müdafiler bulunmazsa, yeryüzünde sürekli, bir yandan “tegallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler” yaşanır; diğer yandan da devletler arası muvazene, toplumlar arası emniyet ve güven mütegalliplere ve müfsitlere kalır ki, bu da insanlığın fesada ve kargaşaya yenik düşmesi demektir. Fitneye, fesada yenik düşmüş bir ortamda ise, ne insanca yaşamaktan, ne ilim ve sanattan, ne din ve imandan, ne de o millet ve topluma güven ve itimattan söz edilebilir. Böyle kargaşanın hükümferma olduğu bir zeminde olsa olsa herkes birbirinin kurdu olur ve kuvvetli kendini haklı görür.. gücü ölçüsünde hakk-ı temettu peşinde koşar.. hukuku keyfileştirir.. ve çarpık felsefesinin, bencil duygularının harmanı bir dünya kurmak ister.

İşte, bütün bu olumsuz şeylere fırsat vermemek ve tahdit edilmemiş iradeleri tadil etmek için Allah, insafsız ve imansıza karşı inançlıyı, zalim düşünceye karşı hakperest ruhları, mütecavizlere karşı adil insanları, baskıcı mütegalliplere karşı da insanî sevgiyle dopdolu müdafileri yaratmıştır ki, tabiattaki denge gibi, insanlar arasında da muvazene teessüs edebilsin.. ve dünya kuvvetin, hissin, ihtirasın hâkim olduğu bir batakhaneye dönmesin.

Hatta, aklı, imanı, irfanı olan kimselerin, yeryüzü fesada teslim olmuşsa, onu kurtarmaları, olmamışsa da böyle bir ihtimal söz konusu ise, salahın devamı için, kargaşa yanlılarını ve bozguncuları zapturapt altına almaları bir vecibedir. Bunun için ilim-irfan yuvaları tesis eder, insanları rehabilite edebilecek merkezler açar, gerekirse lobiler oluşturur, birlikler kurar ve çok alternatifli halâs ve ıslah yolları belirler, fitne ve fesadın bütün menfezlerini tıkar ve açılma istidadı gösteren fitne kapılarının açılmasına da fırsat vermezler. Bunları yapabilme, yapanlara Allah’ın fazlı, keremi, yapanlar için de onları değerler üstü değerlere ulaştıran birer fazilet nişanesidir.

اَللّٰهُ لَۤا إِلٰهَ إِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُ

“Allah, kendinden başka ilâh bulunmayandır. O, Hayy’dır, Kayyum’dur.”

(Bakara sûresi, 2/255)

Evet O yegâne Mâbud’dur ve O’ndan başka hak Mâbud da yoktur. Yoktur; zira ezelden ebede varlık O’nun ziya-i vücudunun gölgesi, kâinatın her köşesindeki hayat O’nun hayatının aks-i nuru, mevcudiyetini devam ettirmeye çalışan her varlığın varlığını sürdürmesi de O’nun kayyumiyetinin, fâni levhalara küçük bir cilvesidir. O’nun varlığı Kendinden, hayat ve kayyumiyeti de zâtındandır. O’ndan başka kim ve ne varsa, hepsi O’ndan; O’nun tecellî-i sıfât ve esmâsındandır.

O öyle bir Hayy u Kayyum’dur ki, O’nun varlık ve hayatının söz konusu olmadığı bir yerde, ne var olmaya, ne de hayat muammasına herhangi bir izah getirmek mümkün değildir; O’nun –O Kendi Kendine, her şey de O’nunla kâim– mânâsındaki kayyumiyetini nazara almadan, varlığın devam ve temadisini mâkul bir zemine oturtmak imkânsızdır. O zât biricik Zât-ı A’zam, bu iki isim de birer ism-i a’zamdır. Bütün eşya ve hâdiseler, O’ndan birer tecellî ve açılım; kâinat bu tecellînin bir kitap, bir meşher hâlinde tecessümü; insanoğlu bu meşheri temâşâ eden bir seyyah ve bu kitabı okuyan mütalâacı; nebiler bu konuda birer rehber; kitaplar, hususiyle de Kur’ân ise bu göz kamaştıran muhtevanın en canlı, en renkli, en beliğ bir yorumcusudur.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Âyetü’l-kürsi’den “Allah’ın kitabındaki en büyük âyet.”47 diye bahseder. Şimdi bu büyüklük;

1. Muhteva bakımından bir büyüklüktür; zira bu âyet-i kerime hâlis tevhidi anlatmakta ve Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarına tercüman olmaktadır. İcmal itibarıyla tıpkı İhlâs sûresi gibi… Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke döneminde Allah (celle celâluhu) ile alâkalı suallere karşı, hep İhlâs sûresini okumuştur. Evet, Kur’ân-ı Kerim içindeki her sûre, her âyet aşkındır; ne var ki muhtevasının kıymeti nispetinde fazilet dereceleri her zaman değişik olabilir.

2. Bu kabîl âyetleri ve sûreleri okuyanlara verilecek fevkalâde sevaplarla alâkalıdır ki, bu da okuyanın idrak ufku, şuuru ve iç derinliği ile doğru orantılıdır. Evet bu konuda en belirleyici faktör engin bir imanla gönülde yöneliştir. Allah Resûlü, bu ufku, Ramazanla alâkalı bir beyanlarında şöyle dile getirirler:

مَنْ صَامَ رَمَضَانَ إ۪يمَانًا وَاحْتِسَابًا غُفِرَ لَهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِه۪

“Kim Ramazan orucunu inanarak ve ihlâslıca (sevabını yalnız Allah’tan umarak) tutsa, geçmiş günahları bağışlanır.”48 Buradan da anlaşıldığı gibi ihlâs bütün amellerin özü, esası ve ruhu hükmündedir.

KAYYUM: Kayyum ismi, Cenâb-ı Hakk’ın hem zâtına hem de ef’âline bakar. Zâtına bakan yönüyle, O’nun kıdem ve bekâsını ifade eder. Ef’âline bakan yönüyle ise, mevcudatın devamını. Zira mevcudatın devamı O’nun devamına bağlıdır. Mevcudatın devamında zikredilen kanun, nizam vs. bunların hepsi itibarî şeylerdir; böyle itibarî kanunlarla eşyanın ayakta durması ise mümkün değildir. Avamca bir yaklaşımla, bütün bunların bir uygulayıcısının, hayata tatbik edicisinin bulunması lâzım gelir ki, O da Allah’tır. Söz buraya gelmişken, bu mevzua farklı bir şekilde yaklaşan İbn Arabî’nin görüşünü ifade etmekte yarar var. İbn Arabî diyor ki: “Hakâik-i eşya, esmâ-i ilâhiyenin tecellîlerinden ibarettir. Bu sebeple varlık aslında bir “yok”tur. Fakat bu tecellîler o kadar sık gelmektedir ki, biz onunla eşyanın var olduğunu görüyor ve varlığına hükmediyoruz. Şayet Cenâb-ı Hak, bu tecellîlerini bir an kesiverse, her şey mahvolur gider.” Evet Süleyman Çelebi’nin de dediği gibi:

“Ol dedi bir anda var oldu cihan, Olma derse mahv olur ol dem heman…”

1 İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim 1/74.

2 Nisâ sûresi, 4/143.

3 Nisâ sûresi, 4/142.

4 Bkz.: Tirmizî, daavât 59; İbn Mâce, edeb 56.

5 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/352, 4/287, 295.

6 Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 9; Müslim, iman 46; Ebû Dâvûd, taharet 65; Tirmizî, taharet 41.

7 Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 2/72.

8 el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/332. Ayrıca bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/359.

9 Saf sûresi, 61/2.

10 Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/78; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 2/382.

11 Saf sûresi, 61/2.

12 İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim 1/150.

13 Buhârî, enbiyâ 50; i’tisam 14; Müslim, ilim 6; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/325, 327.

14 Taberî, Câmiu’l-beyan 2/24.

15 “Allah’ın elçisi Cebrail aramızdadır. Ruhü’l-Kudüs’ün ise bir dengi yoktur.” (Müslim, fezâilü’s-sahabe 157)

16 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/48; Mâide sûresi, 5/110.

17 Bkz.: Bakara sûresi, 2/87, 253; Mâide sûresi, 5/110.

18 Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.82.

19 Beyhakî, Şuabü’l-iman 5/211.

20 A’raf sûresi, 7/143.

21 Bkz.: Buhârî, enbiyâ 9; tefsir (17) 5.

22 Bakara sûresi, 2/144.

23 “Arz benim için mescit kılındı.” (Buhârî, teyemmüm 1; salât 56; Müslim, mesâcid 3, 4, 5)

24 Bakara sûresi, 2/144.

25 Bkz.: Taberî, Câmiu’l-beyan 2/20, 31.

26 İbn Âşûr, Tefsiru’t-tahrir ve’t-tenvir 2/34.

27 Buhârî, cenâiz 32, 43; ahkâm 11; Müslim, cenâiz 14, 15; Ebû Dâvûd, cenâiz 23; Tirmizî, cenâiz 13; Nesâî, cenâiz 23.

28 Mâide sûresi, 5/39.

29 Buhârî, tevhid 5; tevbe 1; Müslim, zikr 2, 3, 20-22.

30 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.45.

31 Nisâ sûresi, 4/142.

32 Âl-i İmrân sûresi, 3/54.

33 Fâtır sûresi, 35/43.

34 “Bir de kulum nafileler ile Bana yaklaşır ha yaklaşır ve nihayet öyle bir hâle gelir ki artık Ben onu severim. Onu sevince de, onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli ve yürümesine vasıta olan ayağı olurum (Hâsılı; onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya meşîet-i hâssa dairesinde cereyan etmeye başlar).” (Buhârî, rikak 38)

35 Buhârî, iman 8; eymân 3; Müslim, iman 69, 70; Nesâî, iman 19; İbn Mâce, mukaddime 9.

36 “Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf sûresi, 50/16)

37 Buhârî, tefsir (2) 30.

38 Nahl sûresi, 16/125.

39 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.55-56.

40 Mecelle, Mukaddime (Kavaid-i Külliye), 17. Madde.

41 Ahzâb sûresi, 33/11.

42 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 3/110; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/58.

43 Buhârî, meğâzî 29; Müslim, cihad 123-125.

44 Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân 16; Müslim, müsafirîn 242.

45 Bakara sûresi, 2/55.

46 Bkz.: Yuhanna İncili, bab:14, cümle: 15, 16, 26, 27; bab:16, cümle: 7, 8.

47 Bkz.: Tirmizî, sevâbü’l-Kur’ân 2.

48 Buhârî, iman 28; leyletü’l-kadr 1; savm 6; Müslim, müsafirîn 175.

-+=
Scroll to Top